Hadis Kitapları> Müslim > İman Bahsi 2

Bize hem Ebû Bekir b. Ebî Şeybe hem de Muhammed b. el-Müsennâ ile Muhammed b. Beşşâr rivayet ettiler. Hepsinin lâfızları bir birine yakındır, Ebu Bekir dedi ki: Bize Gunder, Şu'be'den naklen rivayet etti. Diğer ikisi dediler ki: Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Ebu Cemre'den rivayet etti. Ebu Cemre şöyle demiş :


«Ben İbni Abbâs'm huzurunda Onunla halk arasında tercümanlık ediyordum. Derken Ona bir kadın gelerek desti şırasını (n hükmünü) sordu. Bunun üzerine İbni Abbâs şunu söyledi:


— Abdülkays hey'eti Resulüllah (SaUaUahü Aleyhi ve SeUem)'e geldiler de Resulüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) kendilerine :


«Siz kimin hey'etisiniz?» yahud :


«Siz hangi kavimsiniz?» diye sordu. Onlar :


— Rabiâ'yız dediler.


«Hoş geldiniz ey kavm!» yahut «hey'et» Allah sizi utandırmasın pişman etmesin» buyurdu. Bunun üzerine Hey'et:


— Yâ Resûlâllah! Gerçekten bizler çok uzak bir yerden sana geliyoruz. Seninle aramızda Mudar kâfirlerinden (müteşekkil) şu kabile var, da haranı aylardan başka bir zamanda sana gelemiyoruz. Şimdi bize kestirme bir şey emret de onu bizden sonrakilere haber verelim; onunla cennete girelim...» dediler, Resulüllah (S.A.V.) onlara dört şey emretti. Ve kendilerini dört şeyden nehiy buyurdu. Onlara (evvelâ) yalnız Allaha imam emretti. Ve: «Allaha imân nedir bilir misiniz?» dedi.


«Allah ve Resulü bilir,» cevabını verdiler. Resulüllah (S.A.V.) :


«AHah'dan başka îlâh olmadığına ve Muhammed'in ResûlüHah olduğuna şehâdet etmek, namazı dos doğru kılmak, zekâtı vermek, Ramazanı tutmak ve bîr de ganimetin beşte birini vermenizdtr.» buyurdu.


Ve kendilerini dübbâdan, hantemden ve müzeffetten nehyettî. Şu'be:


«Galiba nakirden de dedi»


«Galiba mukayyerden de dedi» demiştir. Resulüllah (S.A.V.:


«Bunu belleyin de sizden sonra haber verin!» buyurmuştur.


Ebu Bekir kendi rivayetinde: «Sizden sonrakilere» demiştir. Onun rivayetinde mukayyer lâfzı yoktur.


Hadîsin senedine dikkat edilirse görülür ki, imam Müslim (R) âdeti vecihle yine büyük bir dikkat ve ihtiyat göstermiştir. Şöyle ki: Se-nedde zikri geçen Gunder ile Muhammed b. Ga'fer ayni şahıstır. Binaenaleyh sözü kısadan keserek :


«Bu üç zât bize Gunder'den O da Şu'be'den ilâh... rivayet ettiler.» diye bilirdi. Fakat Müslim (R.) bunu yapmadı. Çünkü râvî Ebû Bekir: Bize Gunder Şu'beden... diyerek rivayet etmiş;; diğer iki zât ise:


«Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet etti» ta'birini kullanmışlardır. Yani Ebu Bekir, ayni şahsın lakabını, diğerleri ise ismini zikretmişlerdir. Bir de Ebu Bekir «Şube'den» demiş; ötekileri : «Bize Şu'be rivayet etti» ifadesini kullanmışlardır. Bu suretle iki rivayet arasında iki cihetten muhalefet hasıl olduğu için Müslim (R.) buna tenbihte bulunmuştur,


«Siz kimin hey'etisiniz?» yahud «Siz hangi kavimsiniz?» ifade-sindeki «yahud» râvinin şüphesini bildiren bir sözdür. Buhâri şâ-rihi Aynî'nin beyânına göre bu söz Şu'be 'nin olacaktır. Maamâfih Ebu Cemre'ni nolması ihtimali de vardır. Kirmâni onu İbni Abbas (R.A.)'a nisbet etmek istemişse de doğru değildir.


Terceme : Bir lisânı başka lisânla ifâde etmektir. Rivayete nazaran Hz. Ebû Cemre (R.A.) aslen acem olduğundan bu dille konuşulanları İbni Ab bas (R.A.)'a terceme edermiş. E bu Amr îb-n i Salâh diyor ki:


«Bence bu zât tbni Abbâs'm sözünü, işitmeyenlere duyuruyordu. Bu da ya işitmeye mâni' olacak derecede kalabalıktan yahud sözün anlaşila-mayacak kadar kısa omlasmdan ileri gelirdi. Ebu Cemre (R.A.) onu anlatırdı...»


İbni Salah, tercemenin bir lisânı başka bîr lisânla ifadeye mahsus olmadığını, ulemanın «bâb» yerine »terceme» sözünü de kullandıklarını söylüyor.


Nevevî tercemenin, berikinden duyduğunu Ötekilerine, ötekilerden işittiğini berikine anlatmak ma'nasına geldiğini kabul ediyor. «Merhaba» kelimesi masdardır. Mef'ulü mutlak olmak üzere nasbediîmiştir. Araplar bu kelimeyi hoş beşte ve birbirleriyle karşılaştıkları zaman ikram ve iyilik ma'nasında çok kullanırlar. Hattâ onlardan lisanımıza da geçmiştir. Bizde ekseriyetle selâm ma'nasında kullanılır. Aslında mar-hab: geniş yer ma'nasınadır. Gelen ziyaretçiye marhaba demek :


«Geniş yere geldin; rahat ol, sıkılma» ma'nasını ifade eder. Askeri’nin beyanına göre araplardan ilk defa merhaba diyen Zü Yezen olmuştur.


Hazâya: Hazyân'm cem'İdir.


Hazyân,: Utanan demektir. Zelîl ve hakir manasjna gelir diyenler de vardır. Hatta :


«Bir belâya duçar oldu da Allah kendisini rezîl rüsvay etti» ma'nasına geldiğini söyleyenler vardır ki burada da bu ma'nada kullanılmıştır. Yani : Hiç bir belâya duçar olup da rezîl ve hakir olmuş değilsiniz.


terkibi hâldir. Mamafih «Kavime sıfat olarak mecrur rivayeti de vardır.


Ncdmâ: Bazılarına göre nedmân'ın cem'İdir; pişman olanlar ma'na-sınadır. Bir takımları bunun «nadimdin cem'i olduğunu söylerler. Bu takdirde cem'i «Nadimin» gelmek icâbederse de sözü güzelleştirmek için «Hazâya» kelimesine tâbi' kılınmıştır. Bunun emsali arapçada çoktur. Meselâ araplar : Ben ona sabahları akşamları gelirim» derler. Bu cümlede «Gadâyâ»


kelimesi «Aşâyâ»'yâ tâbi' kılınmıştır. Müfredi «Gadât» olduğu için «Aşâyâ»'-


dan ayrılarak cemi' yapılsa «Gadevât» demek icâbeder, Herevi bu


hadîsin ; şeklinde de rivayet edildiğini söylemiştir. Hasılı Resu1ü11ah (S.A.V.)'ın hoş beş ederken bu kelimeleri kullanmasından maksadı, kendilerine iltifatta bulunmaktır. Yani:


«Sizler müslümanlıği kabul etmekte gecikmediniz İnatlık göstermediniz. Sîzi utandıracak veya rezil-ü rüsvay edecek yahud geldiğinize pişman bırakacak esirlik ve benzeri bir halde başınıza gelmedi.» demek istemiştir.


cümlesindeki emrin iş ma'nasına da nehyin zıddı olan


emir ma'nasına da kullanılmış olması ihtimali vardır. Birinci ihtimâle göre cümledeki «Fasıl» kelimesi «beyan edilmiş, açık» ma'nasına gelir. O halde cümlenin ma'nası şöyle olur : «Bize ayan beyan bir iş emret.»


İkinci ihtimale göre «Fasıl» hakla bâtılın arasını ayıran demektir. Bu takdirde cümlenin ma'nası :


«Bize hakla bâtılın arasım ayıran bir emir ver» şekline girer.


Hadîsdeki kelimeleri asıl nüshalarda böyle bulunmuşlardır. İkisinin rna'nası da netice i'tibariyle birdir.




Yukarıki Rivayetten Fazla Olarak Bu Rivayettan Çıkarılan Hükümler:



1- Terceme caizdir.


2- Terceme için bir kişi kâfidir. Çünkü terceme, haber kabîlinden-dir. Haber-i vahide i'timad edilir.


3- Kadının, yabancı erkeklere fetva sorması ve hîn-i hacette onlara sesini işittirmesi caizdir.


4- Bir kimsenin misafirlerine merhaba diyerek tatyib-i hatırda bulunması müstehabtır.


5- Bir cemaata ders takrir eden âlim, gerek onlara maksadını anlatmak gerekse onların maksadını anlamak için başkasının yardımına müracaat edebilir. Nitekim İbni Abbas (R.A.) öyle yapmıştır.


6- Hadîs-i Şerifde, ibâdetlerini edâ eden bir müslümanı, cennetle tebşir vardır.




25 (...)- Bana Ubeydullah b. Muâz rivayet etti. (Dedi ki): Bize babam rivayet etti. H.


Bize Nasr b. Alîy el-Cahdamî dahi rivayet etti. Dedi ki: Bana babam haber verdi. İkisi (nin babaları) hep birden demişler ki: Bize Kurratü'bnû Hâlid [80] , Ebû Cemre'den, o da'îbni Abbas'dan, o da Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellernyden naklen bu hadîsi Şu'be'nin hadîsi gibi rivayet etti. (Bu rivayette) Kesulüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) «Sizi dübbâ, nakir, hantem ve müzeffet'de ekşitilen hoşafdan nehyediyorum.» buyurmuş:


İbni Mu âz babasından naklen rivayet ettiği hadisinde şu cümleyi de ziyade etmiştir :


«Babam dedi ki: ResulüIIah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) Eşecc'e, Ab-dülkays'm Eşecc'ine:


«Hakikaten sende Allah'ın sevdiği iki haslet var. Vakar ve teenni.» buyurdu.


Hilm: Akıl, vekar ve sabır ma'nalarma gelir.


Enâet: Acele etmeyip teenni ile hareket etmektir.


Eşecc : Başı yarık ma'nasmadır. Eşecc'in ismi el-Münzir b. Âiz'dir.


Sahih ve meşhur olan bu ise de ismi yine de ihtilaflıdır. İbni'1-Kelbî'ye göre el-Münzir b. el-Hâris 'dir. Bazıları e. 1- Münzir b. Âmir olduğunu söylemiş; bir takımları el-Münzir b.Ubeyd, daha başkaları Abdullah b. Avf olduğunu rivayet etmişlerdir. Hatta Âiz b. el-Münzir olduğunu iddia edenler bile vardır. Bu zât Peygamber (S.A.V.)'in mektubunu Abdü1kays kabilelerine götüren Münkız b. Hayyan (R.A.)'m kayın pederidir. Yüzünde kılıç veya bıçak yarasından kalma iz bulunduğu için ResulüIIah (S.A.V.) kendisine «Eşecc» yani başı yarık lakabını vermişti. Sonraları Eşeccü Abdilkays diye şöhret buldu.


Bu lakab hâdisesi şöyle olmuştur: Abdulkays hey'eti Medine'ye vâsıl olunca derhal Peygamber (S.A.V.)'in yanma koştular. Yalnız Eşecc hayvanların yanında kalarak eşyayı topladı; devesini bağladı; ve en güzel elbisesini giydikten sonra Peygamber (S.A.V.) '-in huzuruna gitti. Hz. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) onu yanma oturtmak suretiyle kendisine ikram ve iltifatta bulundu. Sonra hey'ete şunu sordu : «Gerek kendiniz gerekse kavminiz içîn bey'at ediyor musunuz?»


Hey'et: «Evet» diye cevap verdiler. O zaman Eşecc şunları söyledi :


«Ya Resulâllab! şüphesiz ki sen bir kişiden, dininden daha aziz bir şey istemedin. Biz kendi nâmımıza sana beyat ederiz. Sen de bizimle birlikte onları dine da'vet edecek birini gönderirsin. Artık bize tâbi' olan bizden olur. Tâbi' olmayanı da öldürürüz...»'


Eşecc'in bu sözleri üzerine Peygamber (S.A.V.) :


«Doğru söyledin. Hakikaten sende Allah'ın sevdiği iki haslet var: Vakar ve teenni.» buyurdu.


Ebû Ya'1â'nın Müsned'i ile diğer bazı eserlerde kaydedildiğine göre Peygamber (S.A.V.) bunu söyleyince Eşecc


«Bu hasletler bende eskiden mi vardı yoksa yeni mi peyda oldular?» diye sormuş. Peygamber (S.A.V.) : «Hayır eskidir.» buyurmuş.


Eşecc: «Beni sevdiği iki hasletle yaratan Allah'a hamdolsun..» demiştir.


Hadis-i Şerif, fitneye düşürmeyeceğinden emin olmak şartıyle bir kimseyi yüzüne karşı medhetmenin caiz olduğuna delâlet ediyor. Peygamber (S.A.V.) bunu bir çok ashabına karşı yapmıştır. Bâ husus Hz. Ebu Bekir (R.A.) hakkında :


«Eğer bir kimseyi kendime yakın dost ittihâz etseydim Ebu Bekir'i dosx edinirdim.» demiş; Hz. Ömer (R.A.)'a:


«Şeytan bir yolda sana rasîlasa mutlaka başka yoSa sapar.» buyurmuş; Hz. Ali (R;A.)'a: dahî:


«Bana nisbetle sen, Musa'ya nisbetîe Harun yerîndesin.» hadîsiy-le medh-u senada bulunmuştur. Bununla beraber :


«Medhden sakının; çünkü o insanı boğazlamaktır.» hadis-i şerifiyle ResulüIIah (S.A.V.)'in medheden birine :«Din kardeşinin boynunu vurdun.» buyurması gösteriyor ki, bir kimseyi yüzüne karşı medhde bulunmak tehlikeli bir iştir. Binaenaleyh bu bâbta kaide; fitneden yüzde yüz emin olmadıkça rnedhe yanaşmamaktır...




26 (18)- Bize Yahya b. Ilyyub rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Uley-ye [81] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Saîdü'bnü Ebi Arûbe [82] Katâde'den naklen rivayet etti. Katâde demiş ki:


«Bize Abdülkays kabilesinden Resulüllalî (Safta//a/ıü Aleyhi ve Selîem) e gelen hey'etle görüşen biri rivayet etti. Said demiş ki:


— Katâde Ebû Nadra [83] dan, onun da Ebû Said-i Hudrî'den naklen rivayet ettiği bu hadîsinde (şöyle demektedir) :


Abdülkays kabilesinden bîr takım insanlar Resulüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) 'e gelerek :


«Ya Nebiyyallâh! Bizler Kabîa'dan bir cemaatız. Seninle aramızda Mudar kâfirleri vardır. (Bu sebeble) haram aylardan başka zamanlarda sana gelemiyomz. Şimdi bize öyle bir şey emret ki onu bizden sonra gelenlere emredelim ve onu yaptığımız takdirde biz de onunla cennete girelim.» dediler.


Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):


«Size dört şey emrediyorum; dört şeyden de sizi nehyediyorum: A İlaha ibâdet edin; ve ona hiç bir şeyi şerik koşmayın. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Ramazanı tutun, ganimetlerin beşte bîrini de verin, buyurdu. Hey'et:


«Yâ Nebiyyallâh! Nakir hakkında malumatın var mı?» dediler. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): «Hay hay, bir hurma kütüğüdür. Onu oyar, İçine ufak hurmalardan atarsınız buyurdu.


Said demiş ki: Yahut «Kuru hurma atarsın, dedi. (Ve sözüne devamla) sonra içine su dökersiniz. Tâ ki galeyanı yatıştı mı onu içersiniz. Hatta sizden biriniz (yahut onlardan biri) amcasının oğlunu kılıçla pekâlâ vurur!» buyurmuşlar.


— O cemaatin içinde kendisine bu gûnâ bir yara isabet etmiş bir adam varmiş.O zat şunları söylemiş


«Ben Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den utandığıma bu yarayı gizliyordum. Peygamber (S.A.V.)'in mezkur izahatı üzerine:


«O halde biz ne içinden su içeceğiz Ya Resuîallah? dedim.»


«Ağızları bağlanan deri su kaplarından» buyurdular. Gelen hey'et:


«Yâ Resuîallah! Bizim arazîmiz çok sıçanhktir. Orada deriden ma'-mul su kaplan duramaz.» dediler. Pyegamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ise (üç defa):


«Onları fareler de yese, onları fareler de yese; onları fareler de yese» buyurdular. Sa'd demiş ki:


Nebİyyullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Abdülkays'in Eşeec'ine:


«Hakikaten sende Allahın sevdiği iki haslet var: Vakar ve teenni.» buyurmuşlar.


Hadîsin râvilerinden Said b. Ebî Arûbe ömrünün sonuna doğru bunamış ve bildiği hadisleri karıştırmağa başlamıştır. Kaide icâbı böylelerin sağlamken rivayet ettikleri makbul, bunadıktan sonra rivayet ettikleri ile hangi devirde rivayet ettikleri şüpheli olanlar merdûddur. S a lıî h a y n 'da bu gibi zevattan rivayet edilen hadîsler sıhhat devirlerine, yani bunamazdan önceki zamanlara aid kabul edilir.


Gelen hey'etin : Nakîr hakkında ma'lûmatın var mıdır?» diye sormaları, onu bilmediğini zannettikleri içindir. Çünkü Resulüllah


(S.A.V.)'in yaşadığı yerlerde bu kap kullanılmazdı. « jy-ü:» » Kelimesi 8 şekillerinde de rivayet edilmiştir.


Hatta bazı rivayetlerde bu fiillerin if âl babından kullanıldığı görülmüştür. Bununla beraber bütün şekillerinde bu kelime karıştırmak ma'nasına gelmektedir.


Kutay'â: Bir nevî' ufak hurmadır. Hurmanın koruğudur, diyenler de vardır.


«Sizden biriniz» yahut «Onlardan biri amcası o&lunu kılıçla vurur.» cümlesinin ma'nası şudur: Bir kimse bu şırayı içtimi sarhoş olur; aklı gider; ve sarhoşluk kendisini cûş-u huruşa getirir. Nihayet o derece coşar ki en ziyade sevdiği dostu ve akrabası olan amcası oğlunu bile vurur. Bu da şüphesiz pek büyük bir fesaddır. Demek oluyor ki hadis-i şerifde içkinin en büyük mazarratı zikredilmek suretiyle sair zararlarına tenbih ve işaret buyurulmuştur.


«Sizden biriniz» yahut «Onlardan biri» ifadesi râvinin şekkini göstermektedir.


Hey'etin içindeki yaralı zâtın ismi Cehmü'bnü Kuşem 'dir. Bu zât tıpkı Resulüllah (S.A.V.)'in buyurduğu şekilde sarhoş olan amcası oğlu tarafından bacağından yaralanmıştı. Onun için de Peygamber (S. A. V.)'den utanıyor ve yaralı olduğunu ondan gizliyordu. Lâkin Fahr-ı kâinat (S.A.V.) efendimiz nübüvvetine bu da bir nîşâne olmak üzere gaibten haber vererek mezkûr yarayı olduğu gibi anlattı.


cümlesi ekseri asıl nüshalarda bu şekilde rivayet edilmişse de bazı rivayetlerde denildiği görülmüştür. Bunların ikisinin ma'na-


sı da sahihtir. Zira birinci rivayete göre ma'nâ: «Deri kapların ağızlarına ip dolanarak onunla bağlanırlar.» İkinciye göre «Su kaplan ağızlarından bağlanırlar» demek olur. cümlesi: şeklinde de rivayet olunmuştur.


Cirzân: Cürazın cem'idir. Manası bazılarına göre bir nevi* faredir. Diğer bazılarına göre erkek farelerdir. Mutlak surette faredir diyenler de vardır,


Abdülkays hey'eti şeriatı Muhammediy yenin, kolaylık üzerine kurulmuş bir din-î ilâhî olduğunu bildikleri için, yerlerinin çok fâreük olduğunu söylemekle Peygamber (S.A.V.)'den bu bâbta bir ruhsat ümid etmişlerse de Kesulüllah (S.A.V.) kendilerine ruhsat vermemiştir. Çünkü farelerden korunmanın, ruhsat icâbettirecek derecede güç bir iş olduğunu kabul etmemiş; ve fareler yese dâhi suyu deri kaplardan içmeleri gerektiğini üç defa tekrarlayarak beyan buyurmuştur.




27 — (...) Bana Muhammed b. el-Müsennâ ile tbni Beşşâr rivayet ettiler. Dediler ki: Bize îbni Ebî Adiy [84] , Said'den, o da Katâ'deden naklen rivayet etti. Katâ'de:


«Bana o hey'etle görüşen bir çok kimseler rivayet etti.» demiş ve Ebu Nadra'nın Ebu Said-i Hudrî'den rivâyeten Abdülkays hey'eti Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ye geldikleri zaman ilah... hadîsini İbni Uîey-ye'nin ki gibi rivayet ettiğini söylemiş. Şu kadar var ki bu rivayette: «İçinde ufak hurma veya kuru hurma ile suyu karıştırırsınız.» ibaresi vardır. Ama:


«Saidin yahud (Kuru hurmadan) dedi» sözünü zikretmemiştir.




28 — (...) Bana Muhammed b. Bekkâr [85] el-Basri rivayet etti. (Dedi ki:) Bize Ebu Âstm [86], İbni Cüreyc'den [87]rivayet etti. H.


Bana Muhammed b. Bâfi' dahi rivayet eyledi. Bu lâfız onundur. (Dedi ki): Bize Abdürrezzâk rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Cüreyc haber verdi. Dedi ki: Bana Ebû Kazea [88] kendisiyle Hasan'a [89] Ebu Nadra'-um haber verdiğini söyledi ikisine de Ebu Said-i Hudri'nin kendisine şunu haber verdiğini söylemiş:


«Abdülkays hey'eti Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)^ geldikleri vakit:


— Ya Nebiyyallah! Allah bizleri sana feda kılsın! Bize içki kaplarından hangisi elverişlidir?» dediler. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ; «Nakilden içmeyin.» buyurdu. Hey'et:


«Ya Nebiyyallah! Allah bizleri sana feda kılsın. Nakirin ne olduğunu sen biliyor musun?» dediler.


«Evet. Ortası oyulan hurma kütüğüdür. Dübbâdan da hantemden de içmeyin. Siz ağzı bağlı kaplardan ayrılmayın» buyurdular.


Bu hadîsin isnadı müşkilâttan sayılmıştır. Bu sebebîe hadîs imamlarının onun hakkındaki sözleri birbirini tutmamaktadır. Hatta bir çok hadîs hafızları bu bâbta hataya düşmüşlepdir. Meseleyi imam Ebu Musa el-Isbahânî bir cüz kitab yazarak güzelce tahkik ve izah etmiş; sonra onu İbni Salâh kisaîtmıştır.


Mezkur tahkikden anlaşıldığına göre bu hususta hatâya düşenlerden sahih-i Müslim Ibiri Ebû Nuaym-ı îsbâhân'î 'dir. Bu zât Sahih-i Müslim üzerine te'lif ettiğinde


«Bana Ebu Kazea haber verdi ki, Ebu Nadra ile Hasan'a, Ebû Said-i Hudrî'nin kendisine şu hadîsi haber verdiğini bildirmiş.» demektedir.. Şu halde hadisi Ebu Said"den, Ebu Kazea işitmiş ve onu Ebu Nadra ile Hasan !a rivayet etmiş oluyor ki, bunun hatâ olduğu


şüphesizdir.


İkinci hatayı yapanların başında Ebu Alî el-Gassânî gelir. Gaesânî imam Müs1im'in buradaki rivayetini reddederek :


«Bana Ebu Kazea haber verdi M Ebu Nadra ile Hasen, Ebu Said'in ona (Ebu Nadra'ya) haber verdiği hadisi kendisine ikisi haber vermişler demiş.»


Demek oluyor ki Hz. Ebu Said-i Hudrî (R.A.)'dan hadîsi yalnız Ebu Nadra işitmiş; fakat Ebû Kazea'ya Hasan'la birîikde rivayet etmişler. Filhakika Gassâni'nin iddiası budur. Bu babta bir çok hafızlar Gassâni'nin izinden gitmişlerdir. Hatta onlara göre buradaki Hasan 'dan murad: Hasan-ı Basri 'dir. Halbuki mesele onların dediği gibi değil, Müs1im'in rivayet ettiği gibidir. Yani hadîsi Hz. Ebu Said (R.A.)'dan Ebu Nadra işitmiş ve onu Ebû Kazea ile Hsan'a rivayet etmiştir. Hafız Ebû Musa el-îsbahâni 'nin beyanına göre burada zikri geçen Hasan, Hasan b. Müslim 'dir. îbni Cüreyc mezkûr Hasan 'dan buradaki hadîsden başka hadîsler de rivayet etmiştir,


Ebu Mes'ud ed-Dımeşki ile diğer bazı ulema hadisin senedinden Hasanı çıkarmışlardır. Zira zikri, işkâle yol açmasına rağmen rivayete bir dahlü tesiri yoktur, cümlesinden murâd: «Allah seni belâlardan korusun» demektir.


Bu hadise aid hükümler yeri geldikçe yukarıda geçen rivayetlerde görüldü. Son rivayet ayrıca bir müslümana: «Allah beni sana feda kılsın»


denilebileceğine delâlet ediyor.




7- İki Kelime-i Şehadete ve İslamın Şeriatlarına Da'vet Babı



Bu bâbta Hz. Muaz (R.A.)'in Yemen'e gönderilmesi meselesi görülecektir. Muaz (R.A.) hadîsi müttefekun aleyhtir.




29 — (19) Bize Ebu Bekir İbni Ebî Şeybe ile Ebu Kürcyb ve İshak b. İbrahim [90] toptan Vekî'den rivayet ettiler. Ebu Bekir dedi ki: Bize Vokî', Zekerîyya b. İshâk'tan [91] rivayet etti. Dedi ki: Bana Yahya b. Abdil-lah k Sayfi, [92], Ebu Ma'bed'den [93], o da İbni Abbas'tan, o da Muâz b. Cebel'den [94] işitmiş olmak üzere rivayet eyledi. Ebu Bekir dedi ki: Galiba Veki', îbni Abbas'dan diyerek rivayet etti. Muâz şöyle demiş:


«Resulüllah (SaUaUahü Aleyhi ve Sellem) beni (Yemen'e) gönderdi. Buyurdu ki:


«Gerçekten sen ehM kitaptan mâdut bîr kavme gidiyorsun. İmdi onları; Aüahdan başka ilâh olmadığına benîm de Allah'ın Resulü olduğuma şehâdet getirmeye davet eyle. Eğer buna itâât ederlerse kendilerine bildir ki, Allah cidara her gün ve gecede beş vakit namaz farz kılmıştır. Buna da itaat ederlerse onlara bildir ki, Allah kendilerine, zengin'ednden alınıp fakirlerine verilecek bir zekât farz kılmıştır. Şayed buna da iîâaî ederlerse sakın mallarının en kıymetlilerini alma! Mazlumun {bed) duasından da korun! Çünkü bu dua île Allah'ın arasında perde yoktur.»


İmam Müslim (R.) bu hadîsin isnadında dahî son derece ihtiyatlı ve dikkatli davranmış; ve birinci rivayette «an Muâz» demiş; ikinci rivayette ise «enne Muâzen» ta'birini kullanmıştır, «an» ile «enne» edatlarının ma'naları arasında ise fark vardır. Vakiâ cumhur-u ulemaya göre ikisinin ma'nalaıjı birdir. Ve ikisi de hadîsin muttasıl olduğunu ifade ederlerse de bir çok ulema iki edat arasında fark görmüş ve «enne» ile rivayet edilen hadîsin mürsel hükmünde olduğunu söylemişlerdir. Şu var ki buradaki irsali sahâbî yaptığı için hadîs yine muttasıl hükümündedir, Ek-ser-i ulemanın kavli budur. Bu hususta muhalefet eden yalnız ,E b u îshâk-ı Esferâînî 'dir. Ona göre sahâbin±n mürseli ile ihticac olunamıyacağı için imam Müslim ihtiyatlı davranmış ve her iki rivayet şeklini göstermiştir.


Bu hadîs kütübü sittenin hepsinde rivayet edilmiştir. Buhâri onu, Tevhîd, Ccnâiz, Megâzî, Zekât ve Mezâlim bahislerinde muhtelif ravîlerden tahric etmiş; Ebû Davud, Tirmizi, Nesâi ve İbni Mâce'de yine muhtelif râviîerden zekât bahsinde rivayet eylemişlerdir.


Tirmizi 'nin rivayetine göre Resulüllah (S.A.V.) Hz. Muâz'ı Yemen'e vali olarak gönderirken kendisine şu suâlleri tevcih buyurmuştur:


«Yemen'de ne ile hüküm vereceksin ya Muâz?»


Muâz buna :


«Allâhm kitâbîle...» cevabını vermiş.


«— Kitabda faulamazsan ne yaparsın?» sualine;


«— Resulüllahm sünneti ile hükmederim...» diye mukabele etmiş;


«— Ya sünnetde de bulamazsan?» sualine de:


«—Kendi re'ymüe İcühad ederim...» cevabını vermiştir. Bunun üzerine Resulüllah (S.A.V.) :


«Resulünün elçisini Resulünün hoşnud olduğu şeye muvaffak eyleyen Allah'a hamdolsun» buyurmuşlardır.


Muâz (R.A.)'ın Yemen'e vali gönderilmesi Tebük gazasından sonra yani dokuzuncu hicrî yılda vuku' bulmuştur. Bir rivayette Hz. Muâz son derece cömerd bir zât olduğundan borçlanmış; ve nihayet alacaklıların müracaatı üzerine bütün malı alacaklılarına dağıtılarak elinde avucunda bir şey kalmamış. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) kendisini Yemen'e vali ve kaadî olarak göndermiş ve:


«Ola ki Allah mâlî vaziyetini İslah eyleye!» buyurarak, zekât memurlarının topladığı zekât mallarını tesellüme de onu tevkil eylemiştir. Resulüllah (S.A.V.) Yemen'i beş vilâyete ayırmış; bunlardan San 'a vilâyetine Hâ1id b, Said - ,i Kinde'ye Muhacir _ b i n Ebî Ümeyye 'yi, Hadra Mevt'e Ziyâd bin Lebîd'i, Cened'e Muâz'ı, Zebid ve Aden'e Ebû Mûse'l-Eş'arî'yi vali göndermiştir.


Yemen 'liler ehl-i Kitâb idiler. [95] «et-Telvih» nam eserde bunların yahudi oldukları kaydedilmektedir. İslama da'vet, her sınıf halkın i'tikadına göre yapılmak icabeder. Bundan dolayıdır ki ehl-i kitâb yani Allah ve Peygamber tanıyan bir kavme gönderilen Muâz (R.A-)'a Resulüllah (S.A.V.) kelime-i şehâdetten işe başlamasını emir buyurmuştur.


Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir: Ehl-i kitâb nâmı verilen yahu-dilerle hıristiyanlar Allah ve Peygamber tanıdıklarına göre bunları ayni şeyleri kabul ve tasdikâ da'vet etmek hâsılı tahsil olmaz mı?


Cevab: Hayır olmaz. Çünkü ehl-i kitâb her ne kadar A11ah'in varlığını i'tiraf etseler de ona şerik koşmaktan hâli kalmazlar. Meselâ hıristiyanlar: «İsâ Allahın oğludur» derler. Yahudiler dahi «Üzeyr (A.S.) Allah'ın oğludur» iddiasında bulunurlar. Hz. Muhammed (S.A.V.)'-in peygamberliğini ise ya hiç kabul etmezler yahud kendilerine gönderildiğine inanmazlar. Bittabi böyle sakat inançlara seran îman denilemez. Onun için ehl-i kitâb her şeyden evvel Allah 'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (S.A.V.)'in onun Resulü olduğuna şehâdet getirmeye da'vet edilmişlerdir. Bu hususta Kaadi lyâz şunları söyler:


Peygamber (S.A.V.) in Hz. Muaz'a, evvela yemenlileri Allah'ı tevhîd ve Muhammed (S.A.V.)'in peygamberliğini tasdike da'vet etmesini emir buyurması, onların Allah Teâlâ'yı bilmediklerine delildir.»


Yahudilerle hıristiyanlar hakkında hâzik kelâm ulemasının mezhebi de budur. Yahudilerle hıristiyanlar her ne kadar ibadet ederek ellerindeki sem'i deliller icâbı A11ah'ı bildiklerini göstermek isterlerse de onlar hakikatta A11ah'ı bilmezler.


Gerçi akıl, bir peygamberi tanımayan kimsenin Allah Teâlâ'-yı bilmesini mümteni' saymaz ama böylesi hakkında Kaadi Iyaz şöyle der :


«Allah'ı mahlûkatma benzeten ve onu cisimleştiren yahudilerle ona çocuk veya zevce izafe eyleyen yahud ona hululü, intikali ve imtizacı caiz gören hıristiyanlar; Keza Allah'ı, lâyık olmadığı sıfatlarla vasıflandıran veya ona şerik izafe eden ve mahlûkaatı hakkında muarız davranan me-cûsilerle seneviyye fırkaları Allah'ı bilmemişlerdir. Binaenaleyh onlar kendisine ibâdet ettikleri mabutları için «Allah» da deseler Allah o değildir. Çünkü o vacibu i-vücûd olan Allah'ın sîfatlariyîe mevsuf değildir.


Şu halde yahudilerle Hıristiyanlar Allah u Azîmüşşânı bilmiyorlar demektir...»


Ulemadan bazılarına göre Resulüllah (S.A.V.)'in Yemenlilerden iki şehadeti getirmelerini istemesi, bunlar dinin temeli olduğu içindir. Zira temel olmazsa dinin fürûuna aid hiç bir şey sahih olamaz.


«Dinde ilk vâcibolaıı şey ikrardır» diyenlerin delili buradaki şehâdet emridir. Fakat bu istidlale i'tiraz edenler vardır. Derler ki:


«Burada iki şehadeti getirmeye da'vetten murad: harp başlarken düşmana yapılan da'vetür. Bunun vâcib olup olmadığı ihtilaflı ise de hadis-i şerif vâcib olduğuna delâlet etmektedir. Dinde ilk vâcib olan şeyin ikrar olup olmaması ihtilâfı ise bulûğ zamanına mahsustur.»


Hadis-i şerifde günle gecede beş vakit namaz emredildikten sonra: «Buna da itaat ederlerse...» Duyurulmuştur ki bu itaatin iki veçhe ihtimali vardır :


1- Namazın kendilerine farz kılındığını ikrar etmeleri;


2- Bilfiil namaz kümak suretiyle itaatte bulunmaları.


Hadisde namazın farz kılındığı haber verildiğine göre buradaki işaret ona aid olmakla birinci vechin tercihini gerektirdiği gibi, namazın kendilerine farz kılındığını duydukları vakit hemen kılmış olsalar bunun da kâfi geleceği, vücubunu ikrar etmelerinin şart olmayışı da ikinci vec-h;n tercihini iktiza etmektedir. Zekâtın namazdan sonra zikredilmesi ter-tib-i vücubî değil tertib-i bcyanîdir. Yani evvela namaz, sonra zekât farz-olur, manasına değildir.


Burada şöyle bir tahmin yürütenler de vardır: Yemenliler kendilerinden istenilen iki şehadeti getirmek suretiyle İslama girerler de namazın farz kılındığını kabul etmezlerse bu yaptıkları, küfür ve irtidâd olur. Artık onların mallarıda ganimet olacağı için zekât vermekle me'mur olmayıp katledilirler. Namazın evvel, zekâtın sonra zikredilmesi bundan olabilir.


Oruçla hacc ise hadîsde hiç zikredilmemişlerdir. Halbuki o zamana kadar her ikisi de farz kılınmışlardı. Oruç hicretin ikinci yılında, hacc ise hicretin dokuzuncu yılında Hz. Muâz, Yemen'e gönderilmezden bir kaç ay Önce farz kılınmıştı. Zaten Muâz (R,A.)'ı Yemen'e göndermek Resulüllah (S.A.V.)'in son icrââtı olmuştu. Çünkü bir rivayete göre o Yemen'de iken Hz. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) irtihal eylemiştir. Ekser-i ulemanın kavli bu olmakla beraber ikinci bir rivayete göre Muâz (R.A.), Peygamber (S.A.V.) hayatta iken Yemen' den dönmüştür. Hatta bu rivayete göre Resulüllah (S.A.V.)'e secde etmiş. Peygamber (S.A.V.) gadaba gelerek:


«Bu ne?» diye sormuş. Muâz:


«Ben yahudilerle hiristiyanlardan böyle gördüm; hahamlarına ve pa-paslarına secde ediyorlar.» cevabını vermiş. Bunun üzerine Resulül1a h (S.A.V.) : «Haİt etmişler. Secde ancak Allah Teâla'ya olur.»


buyurmuş.


İbni Salâh'a göre oruçla hacem bu hadîsde zikredilmemesi ravîlere aid bir hatâdır. Yoksa Peygamber (S.A.V.) onlara da zikretmiştir. Fakat Kurtubî, İbni Salâh'in fikrinde değildir. O na göre bu hadis meşhurdur. Resulüllah (S.A.V.) onları da zik-retse mutlaka bize nakledenler bulunurdu. Nakledilmediğine göre onla. ı söylemediği anlaşılıyor. Buna sebep o zaman Yemenlilere nisbetle daha mühim ve müekked olan şeyleri bildirmek istemiş olmasıdır. Nitekim Peygamber (S.A.V.)'in daima âdeti bu idi.


Zekât olarak alınması yasak edilen en kıymetli mallardan murad: en sütlü, en yapağıh, en semiz ve en gösterişli olanlarıdır. Bunların alınmaması mal sahiplerine bir lütuftur.


«Çünkü bed duâ ile Allah arasında perde yoktur.» ifadesinden murad: bu duanın reddedilmeyerek derhal kabul oîunmasıdır. Hatta Dâre Kutnî 'nin rivayetinde, bed duâ eden kâfir bile olsa duasının kabul edileceği bildirilmiştir.




Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:



1- Haber-i vâhid makbul ve onunla amel vaciptir. Vakıa «ette1vih » nam eserin sahibi Hz. Muâz (R.A.) ile birlikte Ebû Mûse'l-Eş'arî 'nin de gönderildiğine bakarak bu hadîsin haber-i vâhid olduğuna itiraz etmişse de bu i'tiraz tuhaf görülmüştür. Çünkü râ-vinin iki olması hadîsi haber-i vâhid olmaktan çıkarmaz.


2- Harpde çarpışma başlamazdan önce kâfirler islâm dinini kabule da'vet olunurlar.


3- Kâfir Allah 'dan başka ilâh olmadığına ve Muhamnıed (S.A.V.)'in O'nun Resulü olduğuna şehâdet-getirmedikçe, müslüman olduğuna hükmedilemez. Ehl-i sünnetin mezhebi İJudur.


4- Her gün ve gecede beş vakit namaz farzdır.


5- Zenginlerin fukaraya zekât vermeleri farzdır.


6- Bazıları: bu hadîsdeki:


«Zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek bir zekât farz kılmıştır.» ifadesine bakarak zekâtın başka bedleye nakledilemeyeceğine kail ol-muşlarsa da bu doğru değildir. Çünkü fakirlerden murad yalnız o yer-dekiler değil nerede olursa olsun bütün müslüman fakirleridir. Tıybî bir yerden başka yere nakledilerek verilen zekâtın, farzı sahibinden iskat ettiğine ulemanın ittifakı bulunduğunu, buna-yalnız Ömer b. Ab-dilaziz'in muhalefet ettiğini ve Horasan 'dan Ş.a m 'a getirilen zekâtı tekrar Horasan'a iade ettiğini söyler.


7- «Küffar yalnız imanla me'murdur; dinin Sair ahkâmıyla me'mur değildirler» diyenler bu hadîsle istidlal ederler. Çünkü Peygamber (S'A.V.) vâcibâtı tertib üzere beyan etmiş; evvelâ şehâdeti, sonra namazı, daha sonra zekâtı emir buyurmuştur.


Fakat Nevevî bu istidlali zaif bulmuş; ve :


«Maksad Küffar'ın dünyada namaz ve emsaliyle muhatab ve mes'ul olduklarını kendilerine bildirmektir. İbâdetlerin dünyada ifâsı ise ancak müslümanlığı kabul ettikten sonra istenir. Bundan kâfirlerin namaz ve saire île muhatap olmamaları lâzım gelmez. Bu gibi ibâdetler sebebiyle âhiretde onların azabları arttırılır.» dedikten sonra sözüne şöyle devam etmiştir:


«Bilmiş ol ki, muhtar olan kavle göre kâfirler şeriatın gerek me'mu-run bih g&rekse menhiyyun anh bütün furû'u ile muhataptırlar. Muhakkiklerle ekser-i ulemanın kavli budur. Bazıları Küffann furû' ile muhatap olmadığına, diğer bazıları yalnız yasak edilen şeylerle muhatap olduklarına kaildirler...»


Şemsü'l Eimme dahi bu bâbta hulasaten şunları söylemiştir:


«Hilaf yoktur ki Küffâr îmanla muhataptırlar. Çünkü Peygamber (S.A.V.) bütün insanları imana da'vet için gönderilmiştir. Yine hilaf yoktur ki Küffâr meşru kılınan ukûbât (cezalar) la muhataptırlar. Bittabi muamelât bâbındaki hitâb da kendilerine şâmildir. Küffârm uhrevı muâ-haze hususunda dînin şerîatlarıyla muhatap bulundukları da ittifâkîdir. Dünyada vücûb-i edâ meselesi ihtilaflıdır. Hanefîlerin Irak ulemasına göre bununla da me'murdurlar. Mâverâ-i Nehir ulemasına göre ise sükûta ihtimali olan ibâdetlerin edasiyle muhatap değildirler.»


8- Vitir namazının vâcib olmadığına kail olanlar bu hadîsle istidlal ederler,


9- «Zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek...» ifadesiyle Şafiiler sabî ve mecnunun malından zekât vermek lâzım geleceğine istidlal etmişlerdir. Hanefilere göre ise zekâtın îarzoîması için akıl ve bulûğ şart olduğundan sabî ile mecnunun malından zekât verilmez.


Yetim malından zekât verilip verilmeyeceği ihtilaflıdır. Ashâb-ı Kiramdan: Öme-r, Ali, Âişeveîbni Ömer. (Radıyaîlahu Anhüm) ile diğer bazı sahabeye göre yetim malından zekât vermek icâbeder ki imam Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'in mezhepleri de budur. Diğer bir takım ulemaya göre yetim malından zekât verilmez. Hanefilerle, Süfyan-ı Sevrî, Abdullah b. Mübarek, Said b. Cübeyr, İbrahim Nahai, Şa'bî ve Hasan- Basri 'nin kavilleri de budur. Said b. el-Müseyyeb:


«Zekât ancak kendilerine namaz ve oruç farz olanlara lâzımdır.» demiştir.


Hasan-ı Basri bu bâbta ashab-ı kiramın ittifak halinde olduklarım rivayet etmektedir.


10- Malda zekâttan başka farz oîan bir hak yoktur.


«Zenginlerinden alınıp...» cümlesi hükümet reisinin mal sahiplerine memur göndererek zekâtlarını toplattırabileceğine delildir. İbnü'1-Münzir diyor ki:


«Vaktiyle zekâtın hem Resulüllah (S.A.V.)'e hem de Onun elçHeriyle memurlarına ve kendisine verilmesini emir buyurduğu zâta verildiğine ehl-i ilim ittifak etmişlerdir. Ümerâya zekât verilip verilemeyeceği hususunda ise ihtilâf vardır...»


12- Zekât me'muru malın en iyisini zekât olarak alamaz. İyisi ile kötüsünün ortasını seçer.


13- Bazıları bu hadîsin imam Mâ1ik'e delil olduğunu söylerler. İmam Mâlik zekâtın ayet-i kerîmede zikredilen sekiz sınıf muhtaç arasında taksim edilmesinin vâcib olmadığına kaildir. Ona göre hükümet reisi dînî bir maslahat görürse zekâtı mezkûr sekiz sınıftan yalnız birine verebilir.


14- Mazlumun bed duası mutlak surette reddedilmez.


15- Devlet reisinin valilerine nasihatta bulunarak onlara Allah'-dan kurkmalannı emretmesi, zulümden kendilerini son derece sakındırması icâbeder.


16- Kâfire ve zengine zekât verilemez.




30 — (...) Bize İbni EM Ömer [96] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Biş-rü'-bnü'-Seriy [97] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Zekeriyya b. İshak rivayet etti. H.


Bize Abd b. Humeyd [98] de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû


Âsim [99] , Zekeriyya b. İshak'dan, o da Yahya b. AbdiIIah b. Sayfi'den, o da Ebu Ma'bed'den, o da İbni Abbas'dan naklen rivayet etti ki:


«Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selîem) Muâz'ı Yemne'e göndermiş; (Veki' hadîsinde olduğu gibi): «Gerçekten sen bir kavme gideceksin ilah.» buyurmuştur.


Bundan evvelki hadîsi Resulüllah (S.A.V.)'e müsned olarak Muâz (R.A.) rivayet etmişti. Bu hadîsle bundan sonra gelen hadîsi ise yine müsned olarak îbni Abbas (R.A.) rivayet etmiştir. İki rivayetin arası şöyle bulunur : İbni Abbas (R.A.) hadîsi Muâz (R.A.)'dan işitmiştir. Ancak bazen muttasıl bazan da jnürsel olarak rivayet ettiğinden Muâz (R,A.)'ı anmamıştır. Her iki şekildeki rivayet sahihtir. Çünkü sahâbinin mürseli, senedde zikredilmeyen ravînin kim olduğu bilinmese bile hüccettir. Burada zikredilmeyen ravînin Hz. Muâz (R.A.) olduğu bilinip dururken hadîsin sıhhatinde elbette şüphe edilemez.


İbni Abbas (R.A.) hazretlerinin bu hadîsi hem Muâz (R.A.)'-dan işitmiş hem de onu Yemen'e giderirken Resulüllah (S.A.V.)'in yanında bulunmuş olması da 3|jtlwial dahilindedir. Bu takdirde hadîsi vasıtasız rivayet etmesi, bizzat o meclisde bulunduğu içindir. Muâz (R.A.)'dan rivayeti ise: Ya kendinin orada bulunduğunu unuttuğundan yahud başka bir sebeptendir.




31 — (...) Bize Ümeyyetü'bnü Bistâm [100] el-Ayşî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yezid b. Zürey' [101] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ravh [102] —ki lb-ni'I-Kaasım'dir — İsmail b, Ümeyye'den, [103] o da Yahya b. AbdilIâh b. Sayfi'den, o da Ebu Ma'bed'den, o da İbui Abbas'dan naklen rivayet etti ki: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Muâz'ı Yemen'e gönderirken


«Şüphesiz sen ehl-i kitâb bir kavme gidiyorsun. Şu halde onları ilk da'vet edeceğin şey Allah azze ve celeye ibâdet olsun. Allah'ı tanıdıkları vakit onlara haber ver ki, Allah kendilene günleriyle gecelerinde beş vakit npmaz farz kılmıştır. Bunu yaparlarsa onlara haber ver ki, Allah kendilerine zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek bir zekât farz kılmıştır. Buna da itaat ederlerse onu kendilerinden alıver. Ama mallarının en iyilerini almaktan sakın.» buyurmuş:


«Zenginlerinden alınıp...» ifadesiyle zekâtın icâbında zorla alınacağına istidlal olunur. Bu cihet ittifakı ise de sahibinin rızası olmadığr halde zorla malından alınan zekâtın hakikaten zekât yerine geçerek sahibinin zimmetinden sakıt olup olmayacağı ihtilaflıdır.




8- Allahdan Başka İlah Yoktur; Muhammed Allah'ın Resulüdür......... Deyinceye Kadar İnsanlarla Çarpışmanın Emri Babi



32 — (20) Bize Kuteybetü'bnü Said rivayet etti, (Dedi ki): Bize Leys b. Sa'd, Ukayl'den, [104] o da Zühri'den [105]naklen rivayet etti. Zühri de-miş ki: Bana Ubeydullah b. Abdillâh b.Utbete'bni Mer-'ud [106] Ebu Hürey. re'den naklen haber verdi. Ebu Hüreyre şöyle demiş :


Resulüllah (Saîlaîtahü Aleyhi ve Selletn) dünyadan gidin de ondan sonra Ebû Bekir halife seçildiği ve araplardan küfredenler küfrettiği zaman Ömerü'bnü'l-Hattâb, Ebû Bekre: şunları söyledi:


— Resulüllah (SaİlaUahü Aleyhi ve Sellem) : İnsanlar: Allahdan başka ilâh yoktur deyinceye kadar (onlarla) çarpışmaya me'mur oidum; imdi her kim Allahdan başka ilâh yoktur derse malını ve canını benden korumuş olur. Ancak hakkiyle olursa müstesna! Onun da hesabı £J>aha kalmıştır, buyurduğu halde sen nasıl oluyor da insanlarla harb ediyorsun?


Ebû Bekir :


«Vallahi namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka harb edeceğim. Çünkü zekât, malın hakkıdır. Vallahi Resulüllah(SaUallahü Aleyhi ve Sellem) e vere geldikleri yularları bana vermezlerse, vermediklerinden dolayı onlarla behemehal harb ederim.» dedi. Bunun üzerine Ömerü'bnü'1-Hattâb:


«Vallahi iyi anladım ki Allah Azze ve Ceîle Ebû Bekr'in kalbine kıtal için fütuhat vermiş. Ve anladım ki bu kıtal bakmış» dedi.


Bu hadîsi Müslim (R.) Ebû Hüreyre, Câbir, Abdullah b. Ömer ve Târik (RadıyaUahu Anhiim) hazeratm-dan tahric ettiği gibi Buhâri (R.) dahi Ebu Hüreyre, Abdullah b. Ömer ve Enes (RadıyaUahu Anhum)'den namaz ve zekât bahislerinde rivayet eylemiştir. Hadîs diğer sahih kitaplarda da


mevcuddur.


«Resulüllah (S.A.V.) dünyadan gidip de ondan sonra Ebû Bekir halife seçildiği ve araplardan küfredenler küfrettiği zaman...» ifadesini


Hattâbi uzun uzadıya ve güzel bir şekilde şerh etmiş; Nevevi'de bunu beğenerek Müslim şerhine almıştır. Hulâsası şudur: ~Resulüllah (S.A.V.)'in irtihalinden son: a dinden dönenler iki sınıftır: Bunların biri tamamiyle dinden irtidâd edefek küfre dönmüştür. Hz. Ebu Hüreyre (R.A.)'m anlatmak istediği işte bunlardır ki,


iki taifeye ayrılırlar:


Birinci taife Müseylemetü'l-Kezzab'ın Peygamberlik iddiasını tasdik eden Benî Hanîfe ile onlara tâbi' olanlar; Ve el-Esvedü'1-Ans î'nin peşinden giden Yeme h'lilerle onlara tâbi olanlardır. Bu fırkaya mensub olanların cümlesi Hz. Muhammec Mustafa (S.A.V.)'in peygamberliğini inkâr ediyorlardı. Hz. Ebî Bekir bunlarla harbetti. Binnetice Müscyleme'yi Yemame'de, e1- Ansî'yi de Sanâ 'da tepeletti ve onlara tâbi' olanla rın ekserisini helak etti. Kurtulabilenler de dağılıp kaçtılar.


İkinci taife dinden dönerek şeriatın bütün ahkâmını inkâr ve namaz, 2ekât gibi bütün ibâdetleri terkedenlerdir. Bunlar tamamiyle cshiliyyet devrindeki hallerine dönmüşlerdi. Bu sebeple Mekke, Medine mes-cidleriyle el-Bahreyn 'deki Abdülkays mescidinden başka ibâdete açık mescid hemen hemen kalmamış gibi idi. Müslümanlar, A11ah'm yardımı yetişinceye kadar bir hayli sıkıntı çektiler.


İkinci sınıf mürtedler namazla zekâtı birbirinden ayıranlardır. Bunlar namazın farz olduğunu kabul ediyor, fakat zekâtı tanımıyorlardı. Ha-kikatta mürted değil bâgi idiler. Ancak mürtedler arasına karıştıkları için onlara da mürted denilmiştir. Zekât vermeyenlerin içinde onu vermek isteyenler bile vardı. Yalnız reisleri buna mani' olduğundan veremiyorlar-dı. Benî Yerbû' kabilesi bunlardandır. Mezkûr kabile kendi aralarında zekâtlarım toplamış; tam Hz. E b û Bekir (R.A.)'a göndermek üzere iken Mâlik b. Nüveyre buna mani' olmuş; ve toplanan zekât mallarım kabileye dağıtmıştır. Hz. Ömer (R.A.)'ın Ebû Bekir (R.A.)'a ı'tıraz eüeıch münakaşaya girişmesi bunlar hakkındadır. Hz. Ömer (R.A.)'ın i'tirazı hadîsin zahirine baktığı ve üzerinde fazla durmadığı içindir. Ebû Bekir (R.A.) ise şartları ifa edildiği takdirde meselenin mal ve can dokunulmazlığını tazammun ettiğini kasd-ederek:


«Zekât malın hakkıdır.» demişti. Hasılı Hz. Ebû Bekir, namaz kılmaktan imtina' edenlerle harb edileceğine ashab-ı kiramın icmaı bulunduğunu bildiği için zekât meselesini namaza kıyas etmiş; Hz. Ömer ise hadîsin umumu ile ihticacta bulunmuştu. Bu hâdise âmmın kıyasla tahsis edilebileceğine ve bir hüküm hakkında vârid olan emrin tazammun ettiği bütün şart ve istisnaların o hükmün sahih olabilmesi için muteber sayılacağına delildir. Hz. Ömer, Ebû Bekir (R.A.)'in haklı olduğunu, gösterdiği delilden anlayarak kabul edince, harbin lüzumu hususunda ona tâbi' olmuştur.


Dalâlet fırkalarından Râfiziler Hz. Ebû Bekir 'in, müslüman-ları esir eden ilk hükümdar olduğunu söyleyerek ona ta'n ederler. Akıllarınca Ebû Bekir (R.A.)m esir aldığı âsiler mürted değil, müteev-vil müslümanlarmış. Çünkü Teâ1â hazretlerinin:


«Onların mallarından, kendilerini temiz pak edeceğin bir zekât al...»


mealindeki ayet-i kerîmesi ve emsali hitablar Peygamber (S.A.V.)'e hâsmış. Zira zekât sahibini hiç bir kimse Resulüllah (S.A.V.) kadar temiz pak edemezmiş. Böyle bir şüphe karşısında ise zekâtlarını vermeyen mürtedler ma'zur görülerek öldürülmemek icâbeder-miş,.. Bu sözlerle Râfiziler Hz. Ebû Bekir (R.A.)'a zulüm isnad etmeye çalışırlar. Hattâbî:


«Bunlar dinden nasipleri olmayan bir kavimdir. Sermayeleri yalnız yalan ve iftira, bir de selef-i salihîne atıp tutmaktır...» diyerek Râfizilerin kimler olduğunu güzel bir şekilde beyân etmiştir.


Mürtecilerin bir değil bir kaç sınıf olduğunu az yukarıda gördük. Bunların içinden namazı, zekâtı ve bütün dinî ahkâmı inkâr edenlerine ashab-ı kiram kâfir hükmünü vermişlerdi. Onun için Ebû Bekir (R.A.) onları esir etmiş; sahabenin ekserisi de ona yardım etmişti. Hatta Hz. Ali (R.A.), Benî Hanîfe kabilesinden esir edilen bir câriye almış. Muhammedü'bnü'l.Hanefiyye ismindeki oğlu bu cariyeden doğmuştur. Ancak sonraları ashab, mürteddin esir alınamayacağına ittifak etmişlerdir.


Râfizilerin zekât almayı emreden âyeti Resulüllah (S.A.V.)'e mahsusmuş gibi göstermeye çalışmaları bir mugaletadır. Âyet-i kerîme bütün müslümanlara âmm ve şamildir. Filvaki' Kur'an-ı Kerîm'-de Peygamber (S.A.V.)'e hâss emirler vardır. Fakat bunların ona mahsus olduğu hiç bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde beyan edilmiştir. «Gecenin bir kısmında o Kur'anla, sana


mahsus bir ziyade farz olmak üzere namaz kıl.» — İsrâ: 79 mealindeki âyet-i kerime bunlardandır. C>( Hulâsa : Kur'an-ı Kerîm'in. hitabları üç kısımdır :


1- Umumî hitaplar :


«Ey îman edenler namaza kalkmak İstediğiniz zaman yüzlerinizi yıkayın...»


— Mâide : 7 — gibi.


2- Peygamber (S.A.V.)'e hâss olan hitablar:


«Yalnız sana mahsus olmak üzere... mü'minlere caiz değil.» Azhâb: 50 — gibi.


3- Peygamber , daki mahsur hayattan kurtulduktan bir kaç gün sonra Ebû Tâlib vefat etti. Ondan üç gün sonra da ümmül mü'minin Hz. Hadice (R.A.) dünyadan gitmişti. Onun için Resûlüllah (S.A.V.) o seneye «Âmü'I-Hüzn» (keder yılı) namını vermişti. O zaman Peygamber (S.A.V.)'in yaşı elliyi doldurmak üzere idi. İşte Resujüllah (S.A.V.), üzerinde bu derece emek ve hakkı bulunan amcasının ebedî seâdete ermesini istiyordu. Bunun için ise müslüman olmak şarttı. Resûlüllah (SalîaUahü Aleyhi ve Sellem) 'in amcasını görür görmez şehadet tavsiyesinde bulunması bundandır.

Vahidi 'nin Musa b. Ubeyde 'den tahric ettiği bir rivayete göre: Ebû Tâlib Ölüm döşeğine düşünce Kureyş:

«Kardeşin oğluna haber gönder de sana şu söylediği cennetten şifâbahş olacak bir şeyler yollasın!» demişler. O da Resûlüllah (Saîlaîîahü Aleyhi ve Sellem) J& haber yollamış, ^Peygamber efendimiz:

..Şüphesiz ki Allah o cennetin yiyecek ve içeceklerini kâfirlere haram kılmıştır.» buyurmuş.

Sonra Ebû Tâlib'in yanma giderek ona islâmı arzetmiştir. Ebû Tâlib şu cevabı vermiş:

«Eğer bu şehâdet sebebiyle ta'yib edilerek: amcan ölümden korktu, denilmese bu şehâdeti getirerek seni mutlaka memnun ederdim.»

Sa1ebi'nin rivayetine göre Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Ebû Tâlib'e:

«Ey amca! Muhakkak üzerimde en çok hakkı olan ve bana en büyük minnet ihsan eden insan, sensin. Hiç şüphe yok ki üzerimde babamdan da ziyade hakkı olan sensin. İmdi bir kelime söyle ki, kıyamet gününde onun sebebiyle şefaatim sana vâcib olsun!» demiştir.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin amcasından:.

«Allah'dan başka ilâh yoktur» demesini istemesi kinaye yolu ile kendisinin de Resûlüllah olduğunu istemektir. Çünkü bu iki şehâdeti yapmadıkça bir kimseye müslüman hükmü verilemez. Yalnız tevhidi istemiş olmasıda ihtimal dahilindedir. Çünkü Ebû Tâlib, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in hak Peygamber olduğunu biliyordu. ifadesi bütün asıl nüshalarda bu şekilde rivayet

edilmiştir; Ve:

«Ebû Tâlib Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e o sözii tekrarlıyordu» ma'nasina gelir. Ancak Kaadi Iyaz bir nüshada » şeklinde gördüğünü ve bu rivayetin daha muvafık olduğunu söylemiştir. Bu takdirde ma'na:

«Ebû Cehil ile îbni Ebî Ümeyye söylediklerini tekrarlayıp durdular. demek olur.

«Nihayet Ebû Tâlib onlara son söz olarak kendisinin Abdülmuttaîib'ir dîni üzre bulunduğunu söyledi» ifâdesi en güzel âdâb ve konuşma! usullerinden sayılır. Yani başkasının nahoş bir sözünü nakleden, burada olduğu gibi gaib zamiri kullanmalıdır. Burada mezkûr adaba riâyet edilmese:«Ben Abülmuttalib'in dîni üzereyim dedi.» ifadesini kullanmak gerekirdi. Çünkü Ebû Tâ1ib'in ağzından çıkan söz bu idi.

«Şüphesiz ki sen sevdiğine hidayet veremezsin...» ayet-i kerimesinin Ebû Tâlib hakkında nazil olduğunda bütün müfessirler müttefiktirler. Keza hidâyet ve dalâlet ancak Allah'a mahsus olduğunda dahi bütün ulemâ ittifak halindedirler.


Hadîsden Çıkarılan Hükümler:


1- Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in şehâdeti, kendisine nasib olan kimse için bir fazilettir.

2- İstenilmeden yemin etmek caizdir.

3- Bu hadîs Ebû Tâîib'in müşrik olarak vefat ettiğine nas-san delildir. Maamafih mesele ihtilaflıdır. Çünkü İbni îshâk'm rivayetinde:

«Abbas; Peygamber(Saliaîlahü Aleyhi ve Selkm)Je;

«Ey kardeşim oğluî Senin amcana arzetîiğin kelimeyi onun gerçekten söylediğini işittim.» dediği; Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) in ise:

«Ben işitmedim» cevabım verdiği zikredilmektedir. Sühey1i diyor ki:

«Abbasm sözünün kabul edilmemesi onu müsîüman değil iken söyle-diğindendîr. Şayed o sözü müsîüman olduktan sonra söylese kabul edilirdi. Nitekim Cübeyr b. Mut'im'in kâfirken dinleyip müsîüman olduktan sonra eda ettiği hadîsi kabul edilmiştir.»

Tenbih : Kelâm ulemasının da beyan ettikleri vecihle Ebü Tâ1ib'in iman etmediğine kail olmak Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in gücenmesine sebeb olabilir. Binaenaleyh bu babta en ihtiyatlı hareket bu meseleye dil uzatmamaktır.



40 — (...) Bize İslı âk b. İbrahim [133] ile Abd h. Humeyd rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Abdürrezzak [134] haber verdi. (Dedi ki): Bize Ma'-mer [135] haber verdi. H.

Bize Hasan el-Hulvâni ile Abd b. Humeyd dahî rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Yâkub [136] — ki îbni İbrahim b. Sâ'ddır — rivayet etti. Dedi ki: Bana babam, Salih'den, [137] Salih ile Ma'mer'in her ikisi de Zühri'den naklen bu isnadla bu hadîsin mislim rivayet etti. Şu kadar var ki, Salih'in hadîsi:

«Bunun üzerine Allah Azze ve Celi onun hakkında (ayet) indirdi.» cümlesinde nihayete ermiş, her iki âyeti zikretmemiştir, Salih hadîsinde:

«Ebû Cehil ile Abdullah o sözü tekrarlıyorlardı» denilmiştir. Ma'mer hadîsinde ise bu cümlenin yerinde:

«Onlar Ebû Tâlib'in yakasını bırakmadılar.» cümlesi vardır.



41 — (25) Bize Muhammed b. Abbâd ile İbni Ebî Ömer rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Mervan, [138] Yezid'den [139] — ki îbni Keysân'dır— o da Ebû Hâzim'den [140] o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hü-reyre şöyle demiş:

— Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) amcası Ölürken ona: «Ailah'dan başka ilâh yoktur de bunun sebebiyle ben kıyamet gününde senin lehine şehâdet edeceğim« buyurdu.

Fakat o buna yanaşmadı. Bunun üzerine Allah:

«Şüphesiz ki sen sevdiğine hidâyet veremezsin... —el-Kasab: 56 ayet-i kerimesini indirdi.



42 — (...) Bize Muhammed b. Hatim b. Meymfin rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya b. Said [141] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yezid b. Keysân, Ebû Hâzini el-Eşcâi'den, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet eyledi. Ebû Hü-reyre şöyle demiş:

— Eesulüllah (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) amcasına: «Ailah'dan başka ilâh yoktur; de. Bunun sebebiyle kıyamet gününde ben senin lehine şehâdet edeceğim.» tuyurdu. Amcası:

«Kureyş beni ayıplayarak: Ebû Tâlib'i buna ancak korku şevketti; demeseler seni mutlaka memnun ederdim» dedi. Bunun üzerine Allah: «Şüphesiz ki sen sevdiğine hidâyet veremezsin: ama Allah dilediğine hidâyet verir... el-Kasas: 56 âyetini indirdi.

Bu hadîs, bütün esas nüshalarda ve bütün râvilerin nakillerinde şeklinde rivayet olunmuştur. Ancak lügat âlimlerinden Zemahşeri 'nin de dâhil olduğu bir cemaat bu ibarenin: olacağına kaildirler.

Hara': Za'f ve gevgaklik demektir. Birinci rivayete göre mezkûr cümle:

Ebû Tâlib'i buna sevkeden ancak korkudur.» İkinciye göre ise:

«Ebû Tâlib'i îiaua sevkeden ancak za'fıdir» manasına gelir.Kaadı Iyaz:

«Bize üstadla.'anızdan bir çokları doğrusunun bu —hara'— olduğuna

lenbihde bulundular» demiştir.

»cümlesinin ma'nası Saleb'e: göre: «Muradım yapardım.» ma'nasına gelir. Çünkü araplar:

sözünü: Allah muradına erdirsin; tâ ki nefsi razı oîsun ve gözü karar kılsın da başka bir şeye göz dikmesin, mavnasında kullanırlar. Esmaî'ye göre ise bu sözün ma'nası: Allah gözünün yaşım soğutsun, demektir. Zira sevinç sebebiyle akan göz yaşı soğuk olur. Bazıları:

«Bu sözün ma'nası: Allah ona, sevindirecek bir şey göstersin» demektir mutaleasmda bulunmuşlardır.



10- Tevhid Üzere Ölen Kimsenin Kati Olarak Cennete Gireceğine Delil Babı


Ehli Sünnet ve'I-Cemaat mezhebine göre imanım kurtaran mutlaka cennete girecektir. Hiç günahı olmayanlar doğrudan doğruya cennete girecek, kat'iyyen cehennem azabı görmeyeceklerdir. Herkesin behemeha cehenneme varacağım bildiren bir âyet-i kerime varsa da sabih olan kavle göre ondan murad: Sıratı geçmektir. Çünki sırat cehennemin üzerine kurulmuş bir âhiret köprüsüdür. Cennete gidenler bu köprüden geçecekler; cehennemlikler ise geçemeyip cehenneme düşeceklerdir.

Büyük günah işlemiş olanlar tevbe etmeden ölürlerse akıbetleri A11ah'm meşietine kalmıştır. Dilerse böylelerini affeder; ve günahsızlar gibi hiç azâb etmeden cennetine koyar; dilerse dilediği müddet onları cehenneminde azâb ettikten sonra cennetine götürür. Fakat tiev-hid üzere Ölen bir mü'mini, günahları ne kadar çok olursa olsun cehennemde ebedî bırakmadığı gibi, kâfir olarak dünyadan giden bir insani hayır ve hasenatı ne derece çok olursa olsun ebediyyen cennetine sokmaz. İşte îmam Nevevi 'nin de beyan ettiği vecihle bu meselede ehl-i hakkın mezhebi kısaca budur. Kitab, sünnet ve icma'ı ümmet, yani bütün şer'î deliller bu hususda müttefiktirler. Bu kaide, görüldüğü şekilde sağlam temeller üzerine kurulmuştur. Binaenaleyh iman ve i'tikada dair görülmüş ve görülecek bütün hadîsler bu ölçüye göre mutaîea edilmelidir. Zahiren bu kaideye muhalif görülen hadîslere rastlanırsa onlarıda yine bu kaideye göre teVil etmek: aralarını bulmak icabeder. Çünkü hakikatte şeriatın delilleri arasında asla bir birine muhalefet yoktur. Te'vil edilmiş hadîsler inşallah sırası geldikçe görülecektir.



43 — (26) Bize Ebû Bekir b. Ebi Şeybe ile Züheyr b. Harb — ikiside — İsmail b. İbrahim'den [142] rivayet ettiler. Ebû Bekir dedi ki: Bize İbni , [143] Halid'den [144] rivayet etti. Demiş ki: Bana el-Velid b. Müslim, [145] Humrân'dan [146], o da Osman'dan [147] naklen rivayet etti. Os-man-şöyle demiş:

— Resulüllah (Salfollahü Aleyhi ve Sellem) :

«Her kim Allah'dan başka ilâh olmadığını bilerek ölürse cennete girecektir.» buyurdular.

Bu hadîs muhtelif râviler tarafından muhtelif lâfızlarla- rivayet olunmuştur. Bu sebeble selef arasında bir çok hataya düşenler olmuşsa da ehl-i tahkik ulemaya göre bütün rivayetlerin ma'naları birdir. Buradaki hadîsle emsalinin ma'naları hakkında Kaadi Iyaz'm verdiği ma'lû-matı Nevevi pek beğenmiş; ve hulâsasını Müslim şerhinde nakletmiştir, Kaadi Iyaz (Rahimehutlah) şöyle demektedir:

Allah ve Resulüne şehâdet getirerek imân edenlerden Allah'a âsî olanlar hakkında ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Binnetice Mürcie [148] i taifesi.

«İmam bulunan âsiye günah işlemek zarar etmez,» demiş; Haricî1er [149] :

«Bilakis günah işleyen kâfir olur,» iddiasında bulunmuş- Mu'tezile [150] :

«Asî büyük günah işlerse dinden çıkar; fakat kâfir olmaz. Böylesine fâsik denilir.» mütalaasını ileri sürmüş; Eş'ariler [151] de :

«Âsî Allah'ın afvine mazhar olmasa hile yine mü'mindir. Azâb olun fakat sonunda mutlaka cennete girer» demişlerdir.

Bu hadîs Hâricilerle Mu'tezile aleyhine delildir. Mü^cie'ye geline Eğer onlar da bu hadîsin zahiri ile istidlal ederlerse kendilerine şöyle d riz:

Hadîs; ya o âsinin günahı affedilecektir, yahud şefaat sayesinde c heımemden çıkarak cennete girecektir diye te'vil olunmuştur. Binaen] leyh Resulüllah (SaMkhü Aleyhi ve Sellem)'in:

«Cennete girer» buyurması cehennemde azâb olunarak cezasını çekti ten sonra girer ma'nasına gelir.» hadîsi böyle te'vil etmek behemehal lâzımdır. Aksi takdirde şeriatın delilleri birbirlerini nakzetmiş olurlar. Çünkü bazı âsîlerin azâb olunacağına dair bir çok deliller vardır.

Resulüllah (Sattallahü Aleyhi ve Sellem)'in: «Bilerek ölürse...» buyurmuş olması Mürcie taifesinin taşkınlarına bir cevab-ı reddir. Bunlar:

«Allah ve Resulüne şehâdet getiren kimse kalbinden inanmasa bilb cennete girer.» derler. Halbuki Peygamber (Satlallahü Aleyhi ve Sellem) diğer bir hadîsde:

«Allah ve Resulü hakkında hiç bir şüpheye düşmeyerek...» buyurmuş; ve bununla kalben i'tikadm lüzumunu beyan etmiştir. Bu da bizim söylediklerimizi te'kid eder. Mürcie'nin :

«İmân etmiş olmak için mücerred kalbin Allah'ı bilmesi kâfidir; iki kelime-i şehâdeti getirmeye lüzum yoktur» diyenleri de bu hadîsle istidlal ederler. Çünkü hadîsde yalnız bilmek zikredilmiştir.

Ehl-i Sünnetin mezhebine göre: İki şehâdet ile kalbin Allah *ı bilmesi birbirine bağlıdır. Biri bulunur da diğeri olmazsa o imanın bir faydası yoktur, sahibini ebedî cehennemden kurtaramaz. Bundan ancak dilinde sakatlık olduğu için konuşamayanlarla şehâdetleri getirmeye vakit bulamadan ölenler müstesnadır. Onların' imanı sırf kalblerinin tasdikiyle mu'teberdir. Ehl-i Sünnet ve'1-cemaata muhalefet eden Mürcie 'nin bu bâbta delili yoktur. Çünkü burada Resulüllah (Salîallahü Aleyhi ve Sellem):

«Allah'dan başka ilâh olmadığını bilerek ölen cennete girer.» buyurmuş; fakat başka hadîslerde:

«Her kim Allah'dan başka ilâh yoktur, derse...» ve;

«Her kim Allah'dan başka ilâh olmadığına, benim de Resulüllah olduğuma şehâdet ederse,'..» buyurarak mezkûr hadisden neyi kaydettiğini tefsir eylemiştir.

Eu hadîsin emsali çoktur. Bunların lâfızları muhtelif ise de ma'naları hususunda ehl-i tahkik ulemanın ittifakı vardır. Meselâ: hadîs burada bu lâfızlarla gelmiş; ama Muaz (Radiyallahu anh) 'm Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemy&en rivayetinde: «l'er kimin son sözü «iâ ilahe illallah» olursa o kimse cennete girecektir,.» Duyurulmuş; yine onun bir rivayetimde:

Her kim Allaha hiç birşeyi şerik koşmayarak kavuşursa Cennete girecektir, denilmiş başka bir rivayette:

«Eğer bir kul Allah'dan başka ilâh olmadığına; Muhammed'in de Resulüllah olduğuna şehâdet ederse Allah onu cehenneme haram kılar» buyurulmuştur.

Bunun bir benzerini de Ubâdetü'bnü's-Sâmit ile Itbân b Mâlik rivayet etmişlerdir. Ebû Hüreyre hadîsinde:

«Bu iki şehâdetle bir kul - [Bunlarda hiç şüphe etmeyerek) Allah'a kavuşursa zina da etse, hırsızlık da yapsa mutlaka cennete girer.» buyurulmuş.

Enes hadîsinde:

«Allah*dan başka ilâh yoktur diyerek bununla Allahü Teâlâ'nm rizasını dileyen kimseyi Allah cehenneme haram kılar» ifâdesi kullanılmıştır.

Bu hadîslerin hepsini Müslim (Rahimehuîlah) kitabında sıralamıştır İçlerinde Saîd b. el-Müseyyeb de bulunmak üzere seleften bir cemaatin;

«Bu hadîsler farzlarla emir ve nehiyler nazil olmazdan önce şerefsâdır olmuşlardır.» dedikleri hikâye edilir. Bazıları:

«Bu hadîsler mücmeldir; şerh ve izaha muhtaçtır.» demiş ve bunların ma'nası:

«Her Mm şehâdet getirirde onun hakkım ve farzını edâ ederse» demektir şeklinde izahta bulunmuşlardır. Hasan-ı Basri'nin kavli budur. Hatta:

«Bu hadîsler pişman olarak levbe eden ve arkasından hu halde ölen hakkındadır.»'diyenler bile vardır. Buhar i'nin kavli de budur.

Bütün bu te'viller hadîsler zahir ma'nalarma hamledildiğine göredir. Vârid oldukları yerlere göre ise muhakkıkin-i ulemanın beyanına göre te'-villeri nıüşkil değildir.

Evvela şunu söyleyelim ki: Bütün ehl-i-sünnet mezhebine mensub se-lef-i sâlihin ile muhaddisîn, fukaha ve mütekellimînden ehl-i sünnet mezhebinde bulunan Eş'arilere göre günah sahipleri A11ah'in meşi'etine kalmışlardır. Kalbden gelen bir ihlâs ve samimiyetle iki şehâdeti getirerek imanla ölen herkes cennete girecektir. Eğer tevbe etmiş veya hiç günah işîememişse Rabbi 'nin rahmetiyle cennete girer ve cehenneme ta-

mamen haram olur. Vârid olan iki şehâdet lâfzını bu sıfattaki insanlara hamledersek ma'na zahirdir. Hasan-ı Basri ile Buharı 'nin yaptıkları te'vilin ma'nası budur. Şayet ölen kimse Al1ah'in vâcib kıldığı bir şeyi yapmamak veya haram kıldığı bir şeyi yapmak suretiyle ibâdetle isyanın her ikisini yapanlardan ise böylesi Allah'ın meşietine kalmıştır. Onun hakkında cehenneme haramdır. Veya Cenneti hak etmiştir diye peşin bir hüküm verilemez. Yalnız eninde sonunda cennete gireceği kat'iyetle söylenebilir. Bundan Önceki hâli A11ah'm rneşieti-ne bağlıdır. Dilerse günahı mukabilinde onu azâb eder; dilerse fadlu ke-remiyle afv buyurur.

Bu hadîslerin her birinin müstakil olması da mümkündür. O halde aralan bulunur; ve cenneti hak etmeden murad: yukarıda beyan ettiğimiz vecihle her muvahhid mü'minin yâ affa mazhar olarak derhal, yahud cezasını çektikten sonra cennete gireceğine, ehl-i sünnetin icmâı bulunmasıdır.

Cehenneme haram olmak ta'birinden murad; orada ebedî kalmamaktır. Bu iki meselede Hâricilerle Mu'tezile muhaliftir.

«Her kimin son sözü lâ İlahe illallah olursa cennete girer.» hadîsi son nefeste bunu söyleyenlere mahsus da olabilir. Bu takdirde evvelden günah işlemiş bile olsa kelime-i tevhid, Allahü Teâlâ 'nin rahmetine ve o kimsenin doğrudan doğruya cehennemden kurtulmasına; cehennemin ona haram kılınmasına sebeb olur. Fakat son nefesinde kelime-i tevhidi söyleyemeyen günahkâr mü'minlerin hali böyle değildir.

Bu hadîs gibi Ubâde 'den rivayet edilen hadîsin hükmü ve mu-vahhîdin, cennetin hangi kapısından isterse gireceği, meselesi de Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m buyurduklarım söyleyerek, iki şehâdeti, hadîsde vârid olan imanın hakikatiyle birlikte getiren kimseye mahsus olur. Böylesinin sevabı günahlarından çok olur da, inşaallah afv-u mağfireti ve doğrudan cennete girmeyi hak eder. Allahü a'lem,

Kaadi Iyaz'm sözü burada sona eriyor. Nevevi bu Eözün son derece güzel olduğunu söyledikten sonra kendi mütalaasını beyana geçerek şunları söylüyor:

«Kaadi'nin, Îbm'l-Müseyyeb ile başkalarından hikâye ettiği şeylere gelince: bunlar zaif, bâtıl sözlerdir. Çünkü mezkûr hadîslerin bazısını Ebû Hüreyre (Radiyallahu anh) rivayet etmiştir. Halbuki Ebû Hüreyre'nin müs-lüman oluşu geçtir. O bilittifak Hayber vak'ası yılında müslüman olmuştur ki, o zamana kadar şeriatın hükümleri yerini bulmuş, dinî vecîbelerin ekserisinin farziyyeti istikrar kesbetrniş namaz, oruç, zekât ve sair ahkâmın farziyeti tekarrur etmişti. Haccın beşinci veya altıncı sene farz kılındığına kail olanların kavline göre — ki bu kavil dokuzuncu yılda farz oldu diyenlerin kavline tercih olunur — hacc da Öyledir.

Mücerred şehâdet getirmekle cennete girileceğini ifâde eden hadîslerin bu zahirî ma'nalarını te'vü hususunda Ebû Amr İbni Salâh daha başka bir mütalaa serd etmiş ve:

«Noksan rivayetin Resulüllah (Sallaîîahü Aleyhi ve Seîlem) 'den değil, belleyiş ve zabıt kifayetsizliği sebebiyle bazı râvilerden neş'et etme bir kusur olması caizdir. Hadîsin başka rivayette tam olarak zikredilmesi de bunu gösterir...» dedikten sonra sözüne şöyle devam etmiştir:

«Mamafih bunun, putperest kâfirlere hitab ederken Kesûlüllah (Sallallahu Aleyhi ve Seliem) tarafından yapılma bir kısaltma olması da caizdir...»

Ancak Müslim sarihlerinden Muhammed el-Übbî, râvilerin kısaltma yapma ihtimalini pek vârid görmüyor. Çünkü bu hadîsleri ashab-ı kiramdan yedi, tabiîn hazerâtmdan da on zâtın rivayet etmiş olması toptan böyle bir kısaltma yapma ihtimalini zayıflatmaktadır. Ona göre Hz. Ebû Hüreyre (Radiyallahu anh) 'm bu hadîsi müslüman olmazdan evvel işitmiş hıfzetmiş olması ihtimali daha kuvvetlidir.

(...) - Bize Muhammed b. Ebû Bekir el-Mukaddemi [152] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Bişrii'bnü'l Mufaddal [153] rivayet eyledi. (Dedi ki): Bize Hâlid el-Hazzâ' el-Velid Ebû Bişr'den naklen rivayet etti. Demiş ki: Humrân'i şunları söylerken işittim.

— Osman'ı: Resulüllah(Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'i aynen tu hadîsin mislini söylerken işittim: derken duydum.



44 (27) Bize Ebû Bekir b. en-Nadr [154] b. Ebû'n-Nadr rivayet etti. Dedi M: Bana Ebû'n-Nadr Haşini b. el-Kaasim [155] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ubeydullah el-Eşcai [156] , Mâlik b. Miğvelden, [157] o da Talha b. Musarrifden [158] o da, Ebû Salih'den [159] o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet eyledi. Ebû Hüreyre şöyle demiş:

— Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Seliem) ile bir yolculukta beraberdik. Derken cemaatin yiyecekleri tükendi. Hatta Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Seliem) onların yük develerinden bazılarını boğazlamayı düşündü. Bunun üzerine Ömer:

— Yâ Besûlallah! Cemaatin yiyeceklerinden ne kaldı ise bir yere top-lasan da onların üzerine Allaha duâ buyursana! dedi. Peygamber (Sallallahu Aleyhi've Seliem) de Öyle yaptı. Artık buğdayı olan buğdayını, hurması bulunan hurmasını getirdi.

Talha diyor ki:

— Mücâhid:

— Çekirdeği olan da çekirdeğini (getirdi.) dedi. Ben:

— Bu çekirdekleri ne yapıyorlardı? dedim.

— Onlan emiyor, üzerine de su içiyorlardı, dedi. Ebû Hüreyre demiş ki:

— Müteakiben Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) toplanan şeyler üzerine duâ etti. Neticede cemaat yemek kaplarım doldurdular. O zaman Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem):

«Allah'dan başka ilâh olmadığına ve kendimin Resulüllah olduğuma şehâdet eylerim. Eğer bir kul bu iki şehâdet hususunda hiç bir şüpheye düşmeyerek bunlarla Allah'a kavuşursa mutlaka cennete girer.» buyurdular.

Bu hadîsle bundan sonraki hadîsin isnâdlarını Dâre Kutni illetlendirmiştir. Bu hadîsin illeti: Ebû Üs'âme ile başkalarının, Ebeydulîah el-Eşcai 'ye muhalefet ederek onu Mâlik b.

Miğve1 'den o da Talha 'dan, o da Ebû Salih 'den mürsel olarak rivayet etmeleridir.

Müteâkıb hadîsi ise A'meş'den rivayetinin ihtilâfla olması ile il-letlendirmiştir. Çünkü ayni hadîsin isnadı hakkında:

A'meş'den, o da Ebû Salih'den, o da Câbir'den naklen rivayet etti.,.» dahî denilmiştir. Bir de A'meş o hadîs hakkında şüphe edermiş.

Fakat Ebû Amr İbni SalU Dâre Kutni 'nin bu İki istidrâkini — Buharı ile Müsli^n üzerine yaptığı ekseri is-tidrakleri gibi— onların isnadlarma ta'n saymakda ve mezkûr ta'nm hadîslerin metinlerini sahih olmaktan çıkaramayacağını söylemekte sözüne şöyle devam etmektedir: «Çünkü hadîsin mürsel oluğu senedine dokunsa bile sıhhatına dokunmaz. Bir hadîsi mu'temed râvilerden bazısı mevsûl olarak rivayet eder; bazısı da mürsel bırakırsa, o hadîs ehî-i tahkik ulemaya göre mevsûl hükmündedir. Zira buradaki ziyade sika râvinin ziya-desidir. Sikanın ziyadesi ise makbuldür. Bundan dolayıdır ki Dâre Kutni 'nin istidrâkine cevap veren Hafız Ebû Mes'ud İbrahim b. Muhammed:

Eşcaî sika ve mücevvid'dir.»* demiştir. Zaten bu hadîsin Re-sulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selîem) 'den sübut bulmuş bir aslı vardır. Onu A'meş müsned olarak rivayet etmiş Yezid b. Ebû Ubeyd ile İyâs b. Sel^tnete'1-Ekv â'da Seleme 'den rivayette bulunmuşlardır. Ayni hadîsi Buhâri, Seleme tarikiyle Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyden rivayet eylemiştir. A'meş'in şekkine gelince: bu şüphe hadîsin metnine dokunamaz. Çünkü sahâbi olan râvinin kim olduğunu ta'yin hususundadır. Sahabe (Radıyallahu Anhüm)'ün hepsi âdildirler.

Dâre Kutni 'ye, İmam Nevevi iki vecihle cevap veriyor:

1- Mu'temed râvilerden bazısının mevsûl, bazısının mürsel olarak rivayet ettikleri hadîs, sahih kavle göre mevsûl hükmündedir. Mevsûl rivayetin râvi sayısının mürsel rivayetteki râvilere müsavi veya daha az olmasının da bir ehemmiyeti yoktur.

2- Hadîs ulemasına göre bir râvi: «Bana ya filan yahud filan rivâyet etti.» dese, zikrettiği râvilerin ikisi de mu'temed oldukları takdirde o hadîsle bilittifak ihticâc olunur. Çünkü maksad, ismi verilmek suretiyle sika bir zattan rivayette bulunmaktır. Burada da öyledir. Bunun bir kaide olduğunu Hatib-i Bağdadi «el-Kif âye» nâm eserinde zikretmiştir. Şâir ulema dahi mezkûr kaideye temas etmişlerdir. Binaenaleyh sahâbi olmayan râviler hakkında hüküm bu olunca sahabiler hakkında da ayni hükmün sabit olacağı evleviyette kalır. Zira ashab-ı kiramın hepsi âdildirler. Onları ta'yin etmekte bir fayda mülahaza edilemez.

cümlesindeki «Hamail» kelimesi «Cemâil» geklinde de rivayet olunmuştur. Kaadi Iyaz doğrusu «Hamail» olduğuna kat'iyetle hükmetmiş; hatta • Cemâil» rivayeti bulunduğunu hiç anmamıştır. Buna mukabil bazıları «Cemâil» rivayetini tercih etmişlerdir. İbni Salâh iki rivayetin de doğru olduğunu söylemiştir.

Hamail: Hamulenin cem'idir. Hamule: Yük taşıyan devedir. Cemâil: Cimâlenin cem'idir. Cimâle de cemel'in cem'idir. Cemel: Erkek deve demektir.

Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in bazı yük develerini kesmeyi hatırından geçirmesi, maslahata riâyet gerektiğini, mühimmin karşısında daha ehemmin tercih edileceğini, büyük zararı önlemek için

küçük zarara katlanmak lâzım geldiğini anlatmak içindir.

ihâresi bütün esas nüshalarda böyledir. İbni Salâh diyor ki:

«Ezvide: zâdın cem'idir. Zâd (yani yiyecek) ise doldurulmaz. Ancak onunla kaplar doldurulur. Bence bunun hail çaresi: cemaat yiyecek kaplarını doldurdular» ma'nasma almaktır. Bu takdirde ibareden muzâf atılmış; onun yerine muzâfun ileyh konulmuştur. Mamafih kaplara, içlerindeki yiyeceklerin ismi de verilmiş olabilir.» buna mecaz bil mucâvere derler.



Hadisden Çıkarılan Hükümler:


1- «Zarar-ı âmmı defi' için zarar-ı hâss ihtiyar olunur. [160]

2 - «Zarar-ı eşed zarar-ı ehaf ile izâle oulnur.» [161]

3 - «İki fesad tearuz ettikde ehaffı irtikâb ile â'zamının çaresine bakılır.» [162]

4 - «Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.» [163]

5 - «Bir kimse maslahata muvafık gördüğü bir şeyi, mütalaasını almak için kendinden daha faziletli olan bir zâta arzedebilir.

6- Yolcular yiyeceklerini bir yere karıştırarak beraberce yiyebilirler. Bu hususta birbirlerinden az veya çok yemelerinin hükmü yoktur.

7- Hadis-i şerif de Resulülla h (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in peygamberliğine delâlet eden bir. mucize vardır. Bu mucize onun duası bereketiyle yiyeceklerin bütün yolcuların kaplarını dolduracak kadar artmasıdır.



45 (...) - Bize Sehl b. Osman ile Ebû Küreyb Muhammed b. el-Alâ' ikisi birden Ebû Muâviye'den [164] rivayet ettiler. Ebû Küreyb dedi ki: Bize Ebû Muâviye A'meş'den [165] o da EbÛ Sâlih'den, [166] o da Ebû Hü-reyre'den yahud Ebû Said'den — burada A'meş şekketmiştir — naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre yahud Ebû Said şöyle demiş:

— Tebiik gazası vuku' bulduğu zaman halka şiddetli açlık isabet etti.

— Yâ Resûlâllah! Bize izin versen de su taşıdığımız develerimizi bo-ğazlasak ve onları hem yesek hem yağlarını kullansaka! dediler. Resulüllah (Sallalîahii Aleyhi ve Sellem) : Öyle yapın! buyurdu. Derken Ömer geldi. Ve:

— Yâ Resûlallâhî Bu işi yaparsan binilecek hayvan azalır; öyle yapacağına bu zevatı yiyeceklerinin fazlasını getirmeğe da'vet et. Sonra onlar için o yiyeceklere bereket ihsan buyurmasını Allah'dan niyaz eyle ola ki Allah onlarda bereket halk eyleye, dedi. Bunun üzerine Resulüllah (Sallalîahii Aleyhi ve Sellem):

«Evet (Haklısın)» buyurdu. Ve hemen-deriden bir yaygı getirerek onu yaydı. Sonra herkesin yiyeceğinden fazlasını getirmesini istedi. Râvi diyor ki:

— Artık kimisi bir avuç mısır, kimisi bir avuç hurma, öteki bîr çacık bir şey getirmeye başladı. Nihayet bunlardan deri yaygının üzerifl-de az bir şey toplandı Resulüllah (Sailallahü Aleyhi ve Sellem)'de bu toplanan şey üzerine bereket duasında bulundu. Sonra:

— Kaplarınıza (bundan) alın, buyurdu. Halk derhal kaplarına (yiyecek) aldılar. O derecede ki, asker arasında doldurmadık bir tek kap bırakmadılar. Müteakiben doyuncaya kadar yediler. Bir hayli yiyecek ;]de arttı. Bunun üzerine Resulüllah (Sailallahü Aleyhi ve Sellem): buyurdular.

«AUah'dan başka ilâh olmadığına ve kendimin Resulüllah olduğuma şehâdet ederim. Eğer bir kul, şüphe etmemek şartı yi e Allah'a bu iki sehâ-detle kavuşursa cennet (e girmek) ten men' olunmaz.» buyurdular.

Tebük, Şam ile Medine arasında yarı yolda bulunanfbir şehirdir. Medine 'den on dört konak uzaktadır.

Bir rivayete göre Tebük gazasına yahudilerden bir cemaat\se-beb olmuştur. Bunlar Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) 'e i gelerek : :;

«Yâ Ebe'l-Kaasim, eğer peygamberlik iddiasında doğruyu söylüyorsan, hemen Şam'a git, çünkü Şam peygamberler ve mahşer diyarıdır.» demişler; Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) de buna inanarak ordusu ile yola çıkmıştı. Maksadı yalnız Şam'a gitmekti. Fakat Tebük'e vardığı zaman Teâ1a Hazretleri:

«Az daha seni bu yerden çıkarmak için İ2'âc edeceklerdi...»

âyet-i kerimesini indirdi ve yahudilerin su-i kasd yapmak istedikleri anlaşıldı. Bunun üzerine Resulüllah (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) Medine'ye döndü. O sene Hicâz'da müdhiş bir sıcak ve açlık vardı. Diğer bir rivayete göre bu gazaya sebeb: Bizanslıların büyük bir ordu ile müslümanlarm üzerine hareket halinde oldukları şâyiasıdır. Bu haberin tahkikine imkân bulunamadığı için Resulüllah (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) derhal hazırlanarak yola çıkmıştı. cümlesinin asıl ma'nası:

«Yâ Resulüllah! Bize izin versen de su taşıdığımız develerimizi bo-ğazlasak ve onları hem yesek hem yağlansak a» demektir. Ancak buradaki yağlanma ta'birinden maksad araplarca ma'ruf olan yağlanma değil, iç yağlarından istifade etmektir.

Nevâdıh: Nâdıha'nın cem'idir.

Nâdıha : Üzerine su yüklenen dişi devedir. Erkeğine nâdıh derler.

«Bize izin verirsen», «Müsaade buyurursan» gibi sözler büyüklere karşı gösterilecek en güzel terbiye ve nezâket örnekleridir. Büyüklere emir sîgası kullanarak: «Şunu yap» dememelidir.

Deriden yapılan yaygı ma'nasma. gelen nita' kelimesi: nata', nat' ve nif şekillerinde de okunabilir.



Hadisten Çıkarılan Hükümler:


1- Kumandanın izni olmadıkça asker harbde kullandığı hayvan ve silâhını — kendi mülkü bile olsa — itlaf edemez. Zira bunu yapmak islâm ordusunu zayıflatır. Meğer ki pek büyük bir maslahat veya mefsedetten dolayı telef etmiş ola. O zaman caizdir. Çünkü zaruretler haram olan şeyleri mübâh kılar.

2 - cümlesinin asıl ma'nası şudur:

«Derken Ömer geldi. Ve:

— Yâ Resûlallah, böyle yaparsan sırt azalır; dedi...» Hayvanın binilen yeri sırtı olduğu için araplar binek hayvanlarına mecazen «zahr» yani sırt derler. Bîr âmir veya kumandanın emri altında bulunan kimse, âmirinin yanlış bir hareketini görürse ona doğru bulduğu hatt-ı hareketi bildirerek verdiği emri geri aldırmağa çalışabilir. Hz. Ömer'in Peygamber (Salîalîahü Aleyhi ve Selîem)'e fikir beyân etmesi buna delildir.

3- Resûlüllah (Salîalîahü Aleyhi ve Sellem)'in Hz. Ömer'e: «Evet (haklısın)» buyurması ilk defa vermiş olduğu izni nesihtir.

Yani evvelâ develerin kesilmesine izin vermiş; sonra o izni feshetmiştir.

4- Bu rivayette dahi Peygamber (Salîalîahü Aleyhi ve Sellem) in mu'cizesi göze çarpmaktadır.



46 — (28) Bize Dâvûd b. Ruşeyd [167] rivayet etti. (Dedi ki): Bize el-Velim ya'nî İbni Müslim, İbni Câbir'den [168]naklen rivayet etti.

İbni Câbir demiş ki: Bana Umeyr b. Hânî' [169] rivayet etti. Dedi ki: Bana Cünâdetii-bnü Ebî Ümeyye [170] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ubâde-tü'bnü's-Sâmit [171] rivayet eyledi. Dedi ki:

— Resûlüllah (Salîalîahü Aleyhi ve Sellem) :

Her kim şeriki olmayan bir tek Ailah'dan başka ilâh olmadığına, Muhanv med'in onun kulu ve Peygamberi olduğuna İsa'nın Allah'ın kulu, kadın kuiu-nun oğlu ve Meryem'e ilkâ ettiği kelimesi ve Ailah'dan bir ruh olduğuna, Cennetin hak, cehennemin de hak olduğuna şehâdet ederim derse Allah onu cennetin sekiz kapısından hangisini dilerse ondan cennete koyar.»

buyurdular.

İmam Nevevi diyor ki:

«Bu hadîsin mevkî pek büyüktür. Akaide şâmil olan hadîslerin en cem'iyetlisi yahud en cemi'yetlilerinden biri budur. Çünkü Peygamber (Salîalîahü Aleyhi ve Sellem) birbirlerinden ayrı muhtelif inançlarda bulunan bütün küfür milletlerinden sâdır olan küfür şekillerini bu hadîsde toplamış; ve başkalarına uymayan taraflarını şu bir kaç harfle ihtisar edivermiştir.

Hz. İsâ (Aleyhisselâm) 'a kelime adını vermesi: sair Âdem oğulları hilâfına babasız doğduğu içindir. Zira İsa (Aleyhisselâm) sırf bir kelimesiyle olmuştur. Herevi şöyle demiştir

Hz. İsâ (Aleyhisselâm) 'a Kelime adı verilmesi kelimesi sebebiyle dünyaya geldiğindendir. Nitekim (rahmete sebeb olduğu için) yağmura da rahmet derler. Teâ1â Hazretlerinin onun hakkında :

«Ailah'dan bir ruhtur» buyurması «Allahdan bir rahmettir» ma'nası-nadır. İbni Araf e :

«Bunun ma'nası şudur: tsa babadan meydana gelmiş değildir. Allah annesine ruhu üfürmüştür» demiş; başkaları:

«Bu sözün ma'nası: Allah tarafından yaratılmıştır: demektir.» mütâ-leasında bulunmuşlardır. Bu takdirde İsâ (Aleyhisselâm) *ın Allah'a izafeti Nâkatullah ve Beytullah izafetlerinde olduğu gibi teşrif izafetidir. Yoksa bütün âlem A11ah Teâ1â'nındır. O'nun tarafından yaratılmıştır.»

Bu hususta Kaadi Iyâz da şunları söylemektedir:

« İsâ (Aleyhisselâm)'& kelime denilmesi, Allah'ın kelimesi sebebiyle dünyaya geldiği içindir. Sonra bu kelime hakkında ihtilâf olundu. Bazılarına göre «Ol» kelimesidir. Bir takımları; bu kelime Melek tara-

fmdan Hz. Meryem'e müjde olarak söylenen kelimedir.» demişlerdir, tlka'ın ma'nası; vermektir. Hz. îsâ (Aîeyhisseîâm) 'a Rûhullâh denilmesi, onun Cibril (Aîeyhtsselâm) tarafından annesinin gömleğinin yenine üfürülen emr-i ilâhîden vücud bulmasmdandır... Ruhdan murad; hayattır; diyenler olduğu gibi: kendisine tâbi' olanlara burhan demektir; mütâleasmda bulunanlar da vardır.»

Ulemadan bazılarının beyanına göre Peygamber (Sallaîîahü Aleyhi ve Sellem) hakkında: «Allah'ın kulu ve Resulü» denilmesi hıristi-yanlarla yahudilere ta'riz içindir. Çünkü Hıristiyanlar Hz. İsâ 'nın peygamberliğini iddia etmekle beraber teslise yani üçlü ilâh'e kail olduklarından Hz. îsâ'yı Allah tanırlar. Yahudiler ise Hz. îsâ'nın peygamberliğini inkâr ile annesine zina iftirasında bulunurlar.

Rivayete nazaran hıristiyan büyüklerinden biri Kur'an okuyan bir zâtı:

Isâ Allah'ın Meryem'e tevdî' ettiği bîr kelimesi ve Allah'dan bir ruhtur. [172]» ayet-i kerimesini okurken işitmiş; ve:

«İsâ Allah'ın Meryem'e tevdi' ettiği bir kelimesi ve Allah'dan bir cüz' olduğunu gösteriyor...» demiş. Orada bulunanlar arasında Hasan b. Ali b. Vâfid de varmış. Hıristiyana cevap vererek:

«Hak Teâlâ Hazretleri»

— «Allah göklerde ve yerde kendi (halkettikleri)nden neler varsa hepsini sîzin emrinize âmâde kıldı. [173] buyuruyor.

Eğer (ondan bir ruh) ta'birinden İsa'nın Allah'dan bir cüz* olması lâzım geliyorsa göklerde ve yerde bulunan her şeyin de ondan birer cüz olması icâbeder, halbuki buna kail olan yoktur. Binaenaleyh (Ondan bir ruh) ta'birinden murad; olsa olsa onun halk ve icâd ettiği şeylerdir;» demiş. Bunun üzerine hıristiyan derhal müslüman olmuş.

Bu hadîs, müslüman olmak için kelime-i şehadet getirmeyi şart gibi gösteriyorsa da Müslim Sarihlerinden e 1-Ü b b î bunun şart olmadığını :

«Allah bîrdir Muhammed Resülullah'dır.» demekle de İslama girileceğini söylüyor.



(...) BanaAhmed b. İbrahim ed-Devraki rivayet etti. (Dedi ki): Bize Müheşşir b, İsmail, [174] Evzâî'den, o da Umeyr b. Hânî'den naklen bu isnadda bunun gibi bir hadîs rivayet etti. Ancak o:

«Allah o kimseyi işlemiş olduğu amele göre Cennete koyar.» dedi. «Cennetin sekiz kapısından hangisini dilerse ondan cennete koyar.» cümlesini zikretmedi.

«Allah o kimseyi işlemiş olduğu amele göre cennete koyar.» cümlesinden murad, imâm Nevevi'ye göre; netice i'tibariyle demektir. Yukarıda görüldüğü vecihle büyük günahları varsa o kimse A11ah'm me-şietine bağlıdır. Azâb görse bile neticede yine cennetlik olur.



47 — (29) Bize Kuteybetü'bnü Said rivayet etti. (Dedi ki:) Bize Leys, [175] İbni Aclân'dan,. [176] o da Muhammed b. Yahya b. Habbân'dan, o da [177] İbni MuhayrizMen, [178] o da Sunâbihi' [179] den, o da Ubâdetü'b-nü's-Sâmit'den naklen rivayet etti. Sunâbihî şöyle demiş:

— Ubâdetü'bnü's-Sâmitîn yanına girdim. Kendisi Ölüra hâlinde idi. (Bunu görünce) ağladım.

— Dut bakalım, niçin ağlıyorsun? Vallahi benden şahidlik istense senin için mutlaka şahidlik ederim. Bana şefaat hakkı verilse senin için mutlaka şefaatte bulunurum. Gücüm yetse sana mutlaka faydalı olurum, dedi. Sonra şunları söyledi:

— Vallahi Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den, içinde sizin _ için hayır bulunan hiç bir hadîs işitmemişimdir ki onu sizlere rivayet etmiş olmayayım. Yalnız bîr tek hadîs müstesna! Onu da sizlere bu gün, son demimi yaşarken söyleyeceğim. Ben Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'i:

«Her kim Allah'elan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Resûlüllah olduğuna şehâdet getirirse Allah o kimseye cehennemi haram kılar.» buyururken işittim.

Hz. Suna b ihi 'nin ağlaması ya gördüğü Ölüm ızdırabına yahud bundan sonra Ubâde (Radiyallahu anh) 'dan istifâde edemeyeceğine hamledilirse de en münasibi, huzur-ı ilâhiye çıkılacağını hatırladığı için ağlamış olmasıdır.

«Mehlen» Bana mühlet ver; müsaade buyur; manâsında kullanılan ve fiilinin yerini tutan bir masdardır. Müfred, tesniye ve cem'i ile müzekker ve müennes halleri hep ayni şekilde kullanılır.

«fçinde sizin için hayır bulunan hiç bir hadîs işitmemişimdir ki onu sizlere rivayet etmiş olmayayım.» ifâdesinin mefhumu muhalifinden anlaşılan mâna —ki içinde hayır bulunmayan hadîslerdir— muhataplara nis-betledir. Yoksa her hadîsde hayır vardır.

Hadîs-i şerifin bu cümlesinden pek âlâ anlaşılıyor ki rivayeti gizlenen hadîslerin teklif yani emir ve nehiy ifade eden, delillerden olmamaları icabeder. Bu bâbta Kaadi îyaz şunları söylemektedir :

«Bu hadisde Ubâdet ü'b nü'-s-Sâm it'in zarar ve fitneye sebeb olacağından korktuğu ve her aklın kaldıramayacağı bir şeyi gizlediğine delil vardır. Bu gizleme amel icâbetmeyen ve içinde hudud-i şeriy-yeden bir hadd bulunmayan hadisde olur. Bunun gibi bir amel icâbetmeyen, zaruriyyattan da olmayan yahud avammın, akılları kavrayamayan veya râvisine yahud dinleyene bir zararı dokunacağından korkulan hadîsleri, bâ husus münafıklara veya amirliği ve iyi nâmları olmayan bir kavve Ebu Saİd-i Hııdrî (R. AnhÜm) gibi birçok sahabe-i kirama yetişmiştir. Aslen Mekkeli ise de Beyti Makdis'de yaşamış; Ömer b. Abdilaziz'in hilâfeti zamanında vefat etmiştirmin kim olduklarını tayine; diğerlerini zem ve tel'ine mütaallik haberleri ashab-ı kiramın terkettikleri çoktur.

cümlesi esas itibariyle :

«Nefsim kuşatıldı» demek ise de onunla :

Ecelim yaklaştı; hayattan ümidimi kestim; son demimi yaşıyorum»

mânaları kasdedilir. Esasen bu söz düşmanları tarafından her tarafı sımsıkı çevrilen ve kurtuluş ümidi kalmayan kimsenin söyleyeceği sözdür.



48 _ (30) Bize Heddâb b. Hâlid [180] el-Ezdî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hemmâm [181] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Katâdo rivayet etti. (Dedi ki): Bize Enes b. Mâlik, Muâz b. Cebel'den naklen rivayet eyledi. Muâz şunları söylemiş :

— Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in terkisinde idim. Onunla aramızda semerin arka kaşından başka bir şey yoktu. (Bana)

«Ya Muâze"bne Cebel!» dedi. Ben:

«Lebb*»yk ya Fes^lâllah ve sa'deyk» dedim. Sonra biraz yürüdü, ve (yine .

«Ya Muâze'bne Cebel!» dedi.

«Lebbeyk ya Resûlâllah ve sa'deyk» dedim. Sonra biraz yürüdü, ve (tekrar):

«Ya Muâze'fane Cebel!» buyurdu. Ben:

«Lebbeyk ya Resûlâllah ve sa'deyk» dedim.

«Allahın kulları üzerindeki hakkı nedir bilir misin?» diye sordu. Ben:

«Allah ve Resulü bilir» dedim.

«Gerçekten Allah'ın kullan üzerindeki hakkı ona ibâdet etmeleri ve kendisine hiç bir şeyi ortak koşmamalarıdir.» buyurdu. Sonra biraz daha yürüdü. Ve (yine): .

«Ya Muâze'bne Cebel!» dedi.

«Lebbeyk ya Resûlâllah ve sa'deyk.» dedim.

«Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerinde hakkı nedir, bitir misin?» dedi. Ben:

«Allah ve Resulü bilir.» dedim.

«Onlara azâb etmemesidir.» buyurdular.

Ridf: Hayvan üzerinde bulunan bir kimsenin terkisine yani arkasına oturandır. Kelimenin meşhur rivayeti bu ise de Kaadi Iyaz'm beyânına göre (Radîf) şeklinde rivayeti dahi varmış.

Rahl: Devenin semeridir. Atın eğerine «Sere» eşeğin semerine «Ükâf» derler.

Mu'hiretü'r- rahl: Semerin arkasındaki kaştır. Bu kelime muahhara dahi okunabilir. Ancak ayni manada «Âhiratü'r-Rahl» ta'biri daha çok kullanılır.

Hz. Muâz (Radiyallahu anh):

«Aramızda semerin arka kaşından başka bir şey yoktu.» demekle Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'e son derece yakın bulunduğunu mubâleğalı bir şekilde anlatmak istemiştir.

Lebbeyk: Sana tekrar tekrar icabet eylerim demektir. Hacc bahsinde görüleceği vecihle bu kelimenin mânası hakkında bir kaç kavil daha vardır.

«Senin taatin üzreyim», «Mahabbetim sanadır» ilâh... gibi. Sa'deyk : Senin taatine tekrar tekrar yardım ederim, manasınadır. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'in Hz. Muâz (Radiyallahu anh)*a tekrar tekrar nida buyurması, söyleyeceklerine bittekid ehemmiyet versin Ve dinleyeceği şeylere karşı tamamiyle dikkatli bulunsun di-yedir. Filhakika bu maksadla bir kelimeyi üç defa tekrar buyurduğu Sa-hîhaynda sabit olmuştur.

«Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir bilir misin?» Buradaki soru için el-Übbî:

Bu hakikaten istifhamdır.» dedikten sonra şunları söyler : «Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, onlara farz kıldığı şeylerdir.» «Hakka'ş-şey'ü'»den alınmıştır ki sabit oldu demektir. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise, va'd-i sâdıkiyle şerân onlara verilmesi lâzım gelen şeylerdir. Bazıları hakkı şöyle tarif etmişlerdir.

Hak: Mevcud ve' mütehakkik olan yahud yüzde yüz vücud bulacak olan her şeydir. Meselâ Allahü Teâlâ ezelen ve ebeden mevcud olan Haktır.

Ölüm, cennet ve cehennem haktırlar. Çünkü yüzde yüz vâkidirler. Bîr söz için «Bu söz haktır.» denirse bunun mânası; onunla haber verilen şey muhakkak olacaktır; tereddüd götürmez; demektir.

Bazı ulemaya gör ^ Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'in : «Kulların Allah üzerindeki hakları...» buyurması, A11ah'm kulları üzerindeki hakkına mukabele olmak içindir. Yoksa kulların Allah Teâlâ üzerinde bir hakkı olamaz. Bu söz bir kimsenin arkadaşına:

«Hakkın bende mahfuzdur» demesi kabilinden de olabilir. Bundan maksad; sana vadettiğim şeyi bende hakkınmış gibi muhakkak surette yapacağım demektir.

«Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, ona ibâdet etmeleri ve kendisine hiç bir şeyi ortak taşmamalarıdır.» ifadesinde ibadetle şirk koşmamayı niçin bir yerde zikrettiğini kitabımızın beşinci hadîsinin şerhinde gördüğümüz için tekrar etmiyoruz.



49 — (...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebu'l- Ahvas Sellâm b. Süleym, Ebû tshâk'dan, o da Amr b. Meymûn'-dan, o da Muâz b. Cebel'den naklen rivayet eyledi. Muâz şöyle demiş:

— Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'in terkisinde Ufeyr denilen bir merkebin üzerinde idim.

«Yâ Muâz! Allah'ın kulları üzerinde, kulların da Allah'ın üzerinde hakkı nedir bilir misin?» buyurdu. Ben:

«Allah ve Resulü bilir.» dedim.

aGerçekten Allah'ın kulları üzerindeki hakkı: Allah'a ibâdet etmeleri ve ona hiç bir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah Azze ve Celle üzerindeki hakkı İse ona hiç bir şeyi ortak koşmayan kimseye azâb etmemesidir.» buyurdular. Ben:

«Yâ Resul âli ah! (Bunu) insanlara müjdelemeyeyim mi?» dedim. — «Müjdeleme zira güvenirler.» buyurdu.

Kendilerine her haramı mubah i'tikad eden İbâhiyye serserilerinin kulakları Çınlasın! Maalesef muhitimizde (ie sık sık tesadüf edilen bu şeytanların kahvehanelerde ve ötede beride rastladıkları saf Müslümanlara karşı birer evliya kesilerek, bazı âyet ve hadîslerden dem vurarak kendi dalâletleri yetmiyormuş gibi onları da idlâl etmeye çalıştıklarını duyuyoruz. Bu münasebetle birkaç kelime söylemek zaruretini hissettik.

Nefislerinin esiri olan bu şaşkınlara ilm-i kelâmda «İbâhiyye taifesi» denilir ki, dala-"" let fırkalarının en menfur ve en mel'unlanndan biridir. Muhitimizdekİ sâliklerinin ne derece kıdemli olduklarım bilemem; fakat fırkanın târihi eskidir. Şanına yaraşır ta'birle söy-

lemek lâzım gelirse, o da şâir dalâlet fırkalariyle yaşıttır! Bunlar akıllarınca: «

âyet-i kerîmesini İşlerine elverişli bulmuş ve o mübarek âyeti o gün bu gün bâtıl da'valanna delÜ gösteregelmişlerdir. Âyet-i kerîmeye şöyle ma'na verirler: cAl-lah'ı ilm-i yakîn ile bilinceye kadar kendisine ibâdet et.» (Sûre-i Nahl, âyet; 99).

Dİyorlarmış ki: «Arif bîllâh olan veliden bütün. teklifler sakıt olur; yâni artık ona her haram mubahtır. İbâdet de yoktur. Bizler de ermiş bulunuyoruz; binaenaleyh bize ibâdet farz değildi. Bizim surda oturup sohbette bulunmamız câhillerin namazından bin kat evlâdır...>

Kendilerine bilfarz Peygamber (SA.V.)'in bir vakit namaz borcu kalmadan dünyadan gittiği batırlatılsa hemen: «Sen ona bakma, o başkalarına öğretmek için kılmıştır..,> diye cevap verirlermiş.

Halbuki âyet-i kerîmenin ma'nası: Sahabe, tabiîn ve bütün müctehidlerin icmaile şöyledir : «Sana Ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet et.» Nitekim Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz de böyle yapmıştır. Hattâ birkaç defa bayılmasına rağmen Ölüm döşeğinden kalkarak namazını kılmak istemiş. Nihayet kendinde oturacak kadar derman bulunca son namazını oturduğu yerden kildınnıştır. Resûlullah (S.A.V.); «Allah'ı en iyi bileniniz benim» buyururken elbet de hiç bir Müslüman Allah'ı ondan daha İyi bildiğini iddia edemez. Şu halde Allah'ı herkesden daha iyi bilen ve Allah'ın en sevgili kulu olduğunda zerre mikdarı şüphe bulunmayan ahîrzaman peygamberi Muhammed Mustafa (S.A.V.) den ve diğer peygamberlerden hiç bir teklif sakıt olmayacak da bütün menhiyatı rahatça İcra etsinler diye bir alay serseriden bütün teklifler sakıt olacak öyle mi!?... Maskara heriflerin kendilerine verdikleri payeye bakınız!.. Yedikleri herzeleri meşru' gösterebilmek için tâ nerelere uzanıyorlar!...

Şu nâtık hayvanların nasıl konuştuklarını görmek için biz de kendilerine bazı sualler soralım:

a) Hazreti' Peygamber (S.A.V.) ümmetine öğretmek için İbâdet etti ise sizin gibi ibâdet kaçkınlarına ibâdet öğretmeye çalışması abesle iştigal değil midir? Öyle ya ibâdet yapmayacak bir kimseye ibâdet öğretmenin hikmeti ne olabilir?

b) Peygamber (S.A.V.) ibâdetleri ashab-ı kirâmma öğretmiştir. Acaba onlardan kaç tanesi bir vakit namazım bırakmıştır.

c) içlerinden birçokları hayatlarında cennetle müjdelenen bu zevat sizin derecenize yükselemediler mi dersiniz?

d) öğreten hoca ömrü boyunca çalışsın, öğrenen ise yapmamak için öğrensin!.. Ve yapmadığından mes'ul olmasın!.. İşte Resûlullah (S.A.V.) e nisbeüe sizin haliniz!.. Böyle bir saltanat dünyanın neresinde görülmüştür?..

e) Peygamber (S.A.V.) Hz. Muâz'a: «Müjdeleme! Çünkü ona güvenirler» yâni ibâdet etmeyip tembel tembel oturur kalırlar; buyuruyor. Buna sizler ne buyurursunuz?..

Ufeyr: Peygamber (Saliailahü Aleyhi ve Sellem)'in merkebinin ismidir.Ash a'fer olup terbim suretiyle tasgir yapılmıştır; nitekim aynı usulle (esved) kelimesinin tasgiri de (süveyd) gelir. Bu kelimeyi Kaadi Iyaz gufeyr şeklinde zaptetmişse de, bunun hata olduğu beyan edilmiştir. Resûlullah (Sallatîahü Aleyhi ve Selîem) 'in merkebinin meşhur ismi Ya'fur'dur. Bu hayvanın Haccetü'1-Vedâ' da öldüğü söylenir.

Zahire bakılırsa bu rivayet yukarikinden başka olmalıdır. Çünkü yu-karıki rivayette «Mu'hıratu'r-Rahl» tabiri kullanılmıştır.

Deve semerinin arka kaşı mânâsına gelen bu tâbir, binilen hayvanın deve olduğunu gösterir. Maamâfih mezkûr tâbirden:

«Deve semerinin arka kaşı kadar» mânası kasdedilmiş de olabilir. O takdirde iki rivayette bahsedilen hadise bir olur.



50 — (...) Bize Muhammed b. el Müsennâ ile İbni Beşşâr rivayet ettiler. İbnü'I-Müsennâ dedi ki: Bize Muhammed b. Ca'£er rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Ebû Hasîn [182] ile Eş'as b. Süleym'den [183] naklen her ikisinin Esved b. Hilâl'i [184] Muâz b. Cebel'den hadîs rivayet ederken işittiklerini anlattı. Muâz (Radiyallahu anh) şöyle demiş:

— Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

— «Yâ Muâz, Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir bilir misin?» dedi. Muâz :

— Allah ve Resulü bilir, cevâbım verdi. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ;

«Allah'a ibâdet olunmak ve ona hiç bir şey ortak koşulmamaktır.» buyurdu. (Yire) Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı nedir bilir misin?» buyurdu. Muâz

(tekrar) :

— Allah ve Resulü bilir, cevabım verdi. Bunun üzerine Resûlüllah

(Sallalhhü Aleyhi ve Selleın): «onları azâb etmemektir.» buyurdular.

ibaresi hakkında Ebû Amr İbni Salâh şunları söylemiştir

«Esâs nüshalarda kelimesi mansûb olarak da rivayet edil-Wştir. Cümle üç vecih arasında tereddüd'de kalmak şartiyle bu doğrudur. Üç vecihden birincisi fiili: şeklinde müzekker gaib olarak okumaktır.

Mânası: «Kulun Allah'a ibâdet etmesi; ona hiç bir şeyi prtak koşmaması» demek olur; ki en güzel vecih de budur.

İkincisi: okumaktır. Bu vecih (senin ibâdet etmendir;

mânasına gelir ve fiil) muhâtab okunur. Muhâtab; Muâz (Radiyallahu anh) olduğu için hitâb hassaten onadır. Ondan başkalarına da tenbih suretiyle delâlet eder.

Üçüncüsü: şeklinde fiili meçhul okumakla olur. Bu tak-dirde: kelimesi meful-i bih değil, masdardan (yâni mefulü mutlak olan «işrâken» den) kinaye olur. Nâib'i fail de cârr ve mecrurdur. Rivayet bu üç vecihden birini tayin etmediğine göre bu hadisi rivayet eden bizlere düşen vazife üç vechi de birer birer söylemektir. Tâ ki üç vecihden hangisiyle söyledi ise onu yüzde yüz zikretmiş olalım.»

İmam Nevevi, İbni Salâh 'm yukarıdaki sözünü naklettikten sonra:

«Bizim zikrettiğimiz ilk şekil ham rivâyeten hem manen doğrudur.» demiştir.



51 — (...) Bize el-Kaasim b. Zekeriyya rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hü-seyn [185], Zâide'den, [186] 0 da Ebu Hasîn'den, o da Esved b. Hilâl'den naklen rivayet eyledi. Esved demiş ki: Muâz'ı,

— Beni Resulüllâh (Sallailahü Aleyhi ve Seilem) çağırdı. Hemen kendilerine icabet eyledim.

«Allah'ın insanlar üzerindeki hakkı nedir bilir misin...» buyurdular... derken işittim. Râvî, hadîsi yukarıküerin rivayetleri gibi nakletti.

Yani İmam Müs1im'in bu dördüncü rivayetteki şeyhi el-Kaasim b. Zekeriyya dahi bu hadîsi, daha önceki rivâyetlerdeki şeyhleri Heddâb, Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ve Mu-hammed b. Müsennâ ile İbni Beşşar'm rivayetleri gibi nakletmiştir.

Bu rivayette zikri geçen Hüseyn kelimesi bütün esas nüshalarda (sin) ile yazılıdır. Ancak Kaadi Iyaz bazı esas nüshalarda bu kelimenin (sâd) ile Husayn şeklinde yazıldığını söylemişse de mezkûr şekil doğru değildir. Çünkü Husayn nâmında bir râvinin Zâide'den rivayette bulunduğunu bilen yoktur. Ondan bir çok yerlerde hadîs rivayet eden râvi Hüseyn b. Ali el-Cu'fi ıdir.



52 — (31) Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ömer b. Yunus el Hanefi [187] rivayet etti. (Dedi ki): Bize İkrimetü'bnü Ara-mâr [188] rivayet eyledi. Dedi ki: Bana Ebû Kesir [189] rivayet etti. Dedi ki: Bana Ebû Hüreyre rivayet etti. Dedi ki:

— Bir cemaatin içinde Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selİeın) 'in etrafında oturuyorduk. Yanımızda Ebû Bekir'le Ömer de bulunuyorlardı. Derken Resûlüllah (SallaUahii Aleyhi ve Sellem) aramızdan kalktı gitti; ve yanımıza dönmesi biraz gecikti. Biz kendisine bir kötülük yapılmasından korkarak endişeye düştük. Ve hemen kalktık. İlk telâşa kapılan ben idim iiesulülîâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellemfı aramağa çıktım. Nihayet Ensar-dan beni Neccâr'a aid bir bahçeye gelince acaba bir kapı bulabilirmiyim diye onun etrafını dolaştım. Fakat bulamadım. Birde baktım ki akar bir kuyudan (meydana gelen) bir râbî' bir bahçenin içine giriyor. —Rabi': kanal dernektir—. Ben derhal tilkinin büzüldüğü gibi büzülerek Kesu-lüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in yanma giriverdim.

«Sen Ebu Hüreyre misin?» diye sordu.

«Evet yâ Resulâllah» dedim.

«Niye geldin?» dedi.

«Aramızda idin. Sonra birden kalkdin, gittin; ve yanımıza dönmekte geciktin. Doğrusu sana bir kötülük yapılmasından korkarak endişeye düştük. İlk endişe eden de ben oldum da şu bahçeye kadar geldim ve hemen

tilkinin toparlandığı gibi toparlan (arak içeri dal)dım. Öteki insanlar da ar-kamdadır.» dedim. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Yâ Ebâ Hüreyre!» dedi; ;ve bana ayakkaplarını vererek:

«Şu iki tek ayakkabımı götür. Bu bahçenin arkasında kalbi yüzde yüz inanarak: «AHah'dan başka hiç bir ilâh yoktur.» diye şehâdet getiren her kime rast gelirsen onu hemen cennetle müjdele.» buyurdular.

İlk rastlndiğım Ömer oldu. (Bana)

«Bu ayakkabılar nedir ya Ebâ Hüreyre?» dedi.

«Bunlar Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'\n ayakkablarıdır. Beni bunlarla gönderdi ki, kalbi yüzde yüz inanarak "Allahdan başka hiç bir ilâh yoktur." diye şehâdet getiren kime rastlarsam onu cennetle müjdeleyeceğim» dedim. Bunun üzerine Ömer eliyle iki mememin arasına vurdu. Ben de oturağımın üstüne düştüm. Ömer:

«Geri dön yâ Ebâ Hüreyre!» dedi. Ben de Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in yanına döndüm. Ama nerde ise ağlamak üzere idim. Ömer beni tâkib etmiş. Bir de baktım izimden geliyor. Resûlüllah. (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Ne oldu sana Yâ Ebâ Hüreyre?» dedi.

-Ömere rastgeîdim. Benimle gönderdiğin haberi kendisine söyledim. Bunun üzerine Ömer iki mememin arasına Öyle bir vuruş vurdu ki, kalçamın üstüne düştüm.-Bana: geri dön!» emrini verdi; dedim. Resûîüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (ona) :

«Yâ Öme.i Bu yaptığına seni sevkeden nedir?» dedi. Ömer:

«Yâ Rcsûlâllah! Annem babam sana feda olsun! Sen, kalbi yüzde yüz inanmış olarak Alîah'dan başka hiç bir ilâh yoktur dîye şehâdet getiren kime rastlarsa onu cennetle müjdelesin diye Ebû Hüreyre'yi ayakkabla-nnla gönderdin mi?» dedi. Resûîüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :

«Evet» buyurdular. Ömer :

«Aman yapma! Zira, korkarım insanlar buna güvenip kalırlar. Binaenaleyh bırak şunları amel etsinler.» dedi. Resûlüllah (Sallallahü Albyhi ve Sellem) de:

«Öyle ise bırak şunları!» buyurdular.

«Telâşa düştük ve hemen kalktık...» Kaadi ym beyânına göre feza' kelimesi üç mânâda kullanılır :

a) Korkmak

b) Ehemmiyet vermek; şitab etmek;

c) Yardımda bulunmak.

Burada bu mânâların üçü de şahindir. Birinci ihtimale göre mânâj: «Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in tevkif edilmiş olmasından korktuk.» İkinciye göre:

«Telâşa düştük ve hemen ayağa kalktık.» üçüncü ihtimâle göre : «Telâş ettik ve derhal yardıma kalktık...» demek olur.

tâ'birİ üzerinde de üç vecih rivayet olunmuştur.

1- Hârice bi'rin sıfatıdır; sıfatla mevsuf tenvinlidirler; ve «Akan kuyu» mânasını ifâde ederler.

2- şeklinde olup bi'r tenvhılidir. Hâricenin sonundaki (ha) zamirdir. Yani: «Bahçenin dışındaki bir kuyudan» mânasma gelir.-

3 - şeklindedir. Yani. bi'r Hâriceye muzaftır. Hârice bir

adamın ismidir. Terkib: «Harice kuyusu» mânasına gelir.

Bu üç vecihin meşhur olanı birincisidir. Üçüncüsüdür diyen de olmuşsa da ulema buna muvafakat etmemişlerdir.

Bi'r: kuyu mânasına gelen müennes bir kelimedir. Hemzesini tahfif ederek «Bîr* de okunabilir. Cenri kılleti: «Eb'âr» gelirse de çok defa kelimenin hemzesi kalb ve nakil adiler ek «Âbâr» denilir. Cemi' kesreti «Biâr» gelir.

kelimesi şeklinde de rivayet edilmişse de

birinci rivayet daha doğru ve mâna itibariyle daha muvafıktır. Çünkü «îhtefeztü» dar yere girebilmek için büzüldüm toplandım manasınadır. Ekser-i ulemanın kavli de budur. «Ihtefertü» ise yeri kazdım demektir ki, buraya pek yakışmaz.

Resûlüllah (SaUallahü Aleyhi ve Sellem) rm ayakaplarım Hz. Ebû Hüreyre 'ye vermesi, onu gördüğüne bir alâmet olsun ve onun tarafından kendilerine söyleyeceği şeyleri daha kolay kabul etsinler di-yedir.

«... Kalbi yüzde yüz inanarak «Allah'dan başka hiç bir ilâh yoktur» diye şehâdet getiren her kime rast gelirsen onu hemen cennetle müjdele» ifadesinden murad:

«Bu sıfat khnde bulunursa onun cennetlik olacağını haber ver» demektir. Yoksa Hz. Ebû Hüreyre'ye bu şekilde imân eden kimseleri bilmesi emredilmemiştir. Çünkü imân kalb isi olduğu için bunu bilmeye imkân yoktur.

Hadis-i şerifin bu cümlesi: «İman etmiş olmak için kalple tasdik ve dille ikrar lâzımdır; sadece bunlardan biri kâfi değildir» diyen ehl-i hakkın mezhebine delildir.

ifadesi bütün esas nüshalarda bu şekilde tesbit edilmiştir. İbare doğrudur; ve şöyle halledilir: kelimesi muzmer ile nasbedümiştir. Cümlenin geri kalan tarafı ise takdirinde mübtedâ ve haberdir.

Ömer (Radiyallahu anh) 'm Hz. Ebû Hüreyre 'nin göğsüne vurması onu yere sermek veya ona eziyet etmek için değil, söylediği sözden vazgeçirmek içindi. Bu hususta Kaadi Iyaz ile diğer ulemadan bazıları şunları söylemişlerdir.

«Ömer (Radiyallahu anh) 'm fiili ve Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Seîlem)'e müracaatı, ona itiraz ile emrini kabul etmemek değildir. Çünkü Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Hz. Ebû Hüreyre ile gönderdiği sözde ümmetinin gönlünü almak ve onlara müjdede bulunmaktan başka bir şey yoktu. Binaenaleyh Ömer (Raâiyallahu anh) ümmet bu müjdeye güvenerek amel ve ibâdeti terk ederler endişesiyle onun gizlenme3İ ve bu gizlenmenin rnüslümanlar için o peşin müjdeden daha hayırlı olacağı rnutâleasmda bulunmuştu. Nitekim fikrini Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e arzedince onun bu fikrini tasvib buyurdular.»

İst: dübür, kıç manasınadır. Böyle yerlerde kelimenin hakikatini söy-lemekde utanmayı İcâbedecek bir şey yoksa da bütün bu gûnâ gizli yerlerde müstehab olan, onları burada olduğu gibi kinaye sözlerle ifâde etmektir. Kur'an-i Kerîm ve sünnet-i Nebeviyye hep bu âdâb üzere gelmişlerdir. Fakat icâbında kelimenin hakikati sarahaten zikredilir.



Hadisden Çıkarılan Hükümler :


1-Hükümdar veya herhangi büyük bir zât bir hususta fikir beyan eder de tebaasından biri onun fikrine muhalif mutâleada bulunursa, büyüğün gözden geçirmesi için mutaleasmı ona arzetmesi gerekir. Şayed mutaîeası doğru ise büyük onu kabul eder; değilse yanıldığı yeri söyler.

2-Âlim; öğretmek, fetva vermek gibi bir maksadla talebesi arkadaşları ve diğer kimselerle oturur.

3-İsimleri sayılamayacak kadar kalabalık bir cemaat zikredileceği zaman eşrafdan bir kaçının adı söylenerek : «filân, filân ve daha başkaları...» şeklinde sözü kısaltmak caiz hatta güzel bir usuldür,

4-Ashab-ı kiram Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Sellem) 'in hukukuna son derece riâyet eder; ona şefkat gösterir, başına gelen bir musibetten dolayı pek üzülürlerdi.

5-Hükümdarlar tebaalarının yararına olan şeyleri istihsâle, zararına olanların İse önünü almaya gayret ederler.

6-Aralarındaki dostluk ve sâireden dolayı razı olacağını bildiği bir kimsenin milkine izinsiz girmek caizdir. Çünkü Hz. Ebu Hüreyre o bahçeye izinsiz girmiş; Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Sellem) de bir şey demeyerek onu takrir buyurmuştur. İzin meselesi sâde milkine girmeye de mahsus değildir. Hayvanına binmek, âletinden istifâde etmek, yemeğini veya meyvesini yemek yahud alıp evine götürmek ve saire hep ayni hükümdedirler. Selef ve halef ulemanın cumhuru buna kaildirler. Ancak İbni Abdilb er r bu meselenin yalnız yenilip içilen şeylerle onlara benzeyenlere mahsus olduğuna, altın ve gümüş gibi şeylere şâmil olmadığına icmâ-ı ümmet bulunduğunu söylemişse de bu icma' iddiası mutlak surette kabul edilmemiştir. Çünkü sahibinin yüzde yüz arazı olacağı bilindiği takdirde bu gibi mallarda da izinsiz tasarruf caizdir. Tasarruf, rıza göstereceği şüpheli olduğu zaman caiz değildir.

7- Hükümdar veya tebaadan biri, tabi'lerine .bir alâmet göndererek kendisini onlara tanıtması ve bu suretle endişelerinin önünü alması

caizdir.

8- Ebedi cehennemden kurtaracak iman, kalple tasdik, dille ikrar'ın mecmu'udur. Yalnız biri kâfi değildir.

9- Bilinmesi zaruri olmayan bazı bilgileri bir maslahattan veya mef-sedetten dolayı öğretmemek caizdir.

10- Bir kimsenin başkasına: Annem babam sana feda olsun demesi caizdir. Yalnız Kaadi Iyâz selefden bazılarının bunu mekruh saydığım ve «Müslümanla feda yapılamaz» dediğini söylerse de sahih hadisler bunun mutlak surette — yani feda edilen müslüman olsun olmasın, diri olsun, ölü olsun— cevazına delâlet etmektedirler.

11- Peygamber (SallaUahÜ Aleyhi ve SeHemyin huzurunda as-I habdan biri ictihadda bulunabilir.

53 (32) — Bize İshâk b. Mansûr [190] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muâz b. Hişâm [191] haber verdi. Dedi ki: Bana babam, Katâde'den [192] rivayet eyledi. Demiş ki: Bize Enes b. Mâlik rivayet etti ki:

—Nebiyullah (SaihıUahii Aleyhi ve Scîleın) , Muâz b. Cebel terkisiıkjje olduğu halde deve semerinin üzerinde imiş.

«Yâ Muâz!» diye seslenmiş. Muâz:

«Lebbcyk yâ Rcsufiillah ve sa'deyk» demiş. Resulüllah (Salîallami Aleyhi ve Selle m) yine:

«Yâ Muâz!» diye nida etmiş. Muâz:

«Lebbeyk yâ Rasulâllah ve sa'deyk.» demiş. Peygamber (Sallal^ü Aleyhi ve Sellem) tekrar:

«Yâ Muâz!» demiş. Muâz:

«Leblieyk yâ Rasulâllah ve sa'deyk» diye mukabele etmiş. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Allahdan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in onun kulu ve Resulü olduğuna şehâdet getiren hiç bir kul yoktur ki Allah onu cehenneme haram kılmasın.» buyurmuşlar. Muâz:

«Yâ Resulâllahî Bunu insanlara haber vereyim de sevinsinler mî?» demiş. Fahr-i Kâinat (Sallallahü Aleyhi ve Sellem

«Amma o takdirde buna i'timâd ederler (de ameli boşlarlar) buyurmuşlar. Bunun üzerine Muâz da onu (tâ) ölürken günahı boynundan gitsin diye haber vermiş.

Hadis müttefekun aleyhtir. Buharı onu ilim bahsinde zikretrhiştir. cümlesi Hz. Enes tarafından rriüdrecdir.

Teessüm : günahdsn çıkmak ma'nasınadir. Bu cümlenin ma"nası şudur: Hz. Muâz (Radiyallahu anh) kendi ölümü ile zayi olup gidecek bir ilim biliyordu. Yani kendinden başka kimsenin bilmediği bir şey biliyordu. Binaenaleyh kimseye söylemeden ölürse bir ilmi gizlemiş ve onu tebliğ hususunda Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in emrine imtisal etmediği için günaha girmiş olmaktan korktu; da ihtiyatla hareket etti: ve bu hadisi ölürken haber verdi.

Hz. Muâz 'm şu hareketi gösteriyor ki, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu hadisi başkalarına haber vermekten kendisini tahrimen men'etmemiş, zira tahrimen men'etse idi onu ebediyyen kimseye söylemezdi. Kaadi Iyaz şöyle diyor:

«İhtimal ki Muâz, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) den nehî mâ'nasını anlamamıştır. Lâkin Ebu Hureyre 'nin rivayet ettiği :

(Allah'dan başka ilah olmadığına kalbi kanarak şehâdet getiren kime rastlarsan onu hemen cennetle müjdele...» hadisinin delaletiyle ashaba yap-mDk istediği tebşirden burada azmi kırılmıştır. Yâhud hadisin ma'na-sı şudur: İhtimal Peygamber (SaUaüahü Aleyhi ve Setîemj'in Hz.

Ebû Hüreyre'ye emir verdiğini Muâz (Radiyallahu anh) bu hâdiseden sonra duymur da bildiği bir ilmi gizlemiş ve bu sebeple günaha girmiş olmaktan korkmuştur. Yâhud Muâz (Radiyallahu anh) nehyi: (herkese, yaymamak) ma'nasına hamletmiştir.»

Ebû Amr İbni Salâh bu son ihtimali ihtiyar etmiş ve şunu söylemiştir:

.«Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Selletn) bu haberi bilgisi ve tecrübesi olmayan bazı toy kimseler duyar da aldanarak, buna i'timâd eder ve ameli bırakırlar endişesiyle Muâz (Radiyallahu anh) 'a umumi müjdeyi men'etnüş, fakat aîdanmayacaklanndan ve i'timad edip ibâdetleri bırakmayacaklarından emin olduğu ehl-i marifetten bazı zevata hususî olarak haber vermiştir. Onu Muâz'a da haber vermiş; o da ayni yolu tutarak bu haberi ehil gördüğü hususî zevata haber vermiştir. Resulüllah (Sallalhihü Aleyhi ve Sellem)'in Ebû Hüreyre hadisinde emrettiği tebşir ictihâd değişmesindendir. Filvaki' Peygamber (SallallahU Aleyhi ve Selle m) "'e ietihad hem caizdi; hem de muhakkikin ulemaya göre vâki'di. Onun diğer müetehidler üzerine meziyyeti vardır. O içtihadında hatâ ederse, hatâsı ürerine bırakılmaz Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)'e içtihadı caiz görmeyen ve:

«Ona dinî hususâtta vahiyden başka suretle konuşmak caiz değildir...» diyenlere göre ise Ömer (Radiyallahu anh) iîe konuşurken ona cevap verdiği şekilde vahiy inerek sabık vahyi neshetmiş olması mümkündür...»

Resulüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) 'in içtihadı meselesi etrafında tafsilât vardır. Dünyevî hususlara dair ietihâdda bulunmasının caiz olduğunda bütün ulemâ müttefiktirler. Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) bilfiil bu gûnâ ictihadlarda bulunmuştur.

Dinî hususlarda dahi ekseri-i ulemâya göre ictihâd edebilir. Zira ictihâd Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) 'den başkalarına caiz olunca Ona caiz olması evleviyyette kalır.

Cübbâi ile oğluna ve İmamiyye taifesine göre Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)'e dinî ahkâm hususunda ictihâd caiz dağildir. çünkü o yakînen bilmeye muktedirdir.

Bazıları Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) hakkında yalnız harplerde içtihadı caiz görürler, sair umurda İçtihadının caiz olmadığına kaildirler.

Bir takımları da hangi hususa âid olursa olsun ictihâd etmesinin caiz olup olmadığına dair bir şey söyleyemeyip tevakkuf etmişlerdir, tmâmül Haremeyn bunlardandır.

Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) 'in ictihâd etmesini caiz gören cumhur da bilfiil ictihâd edip etmediğinde ihtilâfa düşmüşlerdir. Ekseriyete göre Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) ictihâd etmiştir.

Bazıları ictihâd etmediğine kail olmuş; bir takımları da tevakkuf etmişlerdir.

Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellemj'e içtihadın caiz olduğuna ve bilfiil ictihâd ettiğine kail olan- ekser-i ulema dahî içtihadında hatâ etmek caiz midir değil midir meselesinde ihtilâf etmişlerdir. Muhakkik ulemaya göre caiz değildir. Bir çok ulemaya göre caiz ise de hatası üzerine ikrar edilmez; bilâkis hatası kendisine tenbih olunur.



Hadisden Çıkarılan Hükümler;


1- İlim hâsseten iyi anhyan ve iyi belleyen kimselere emanet edilir. Ehli olmayan anîayışsızaira verilemez,

2- İki kişi bir hayvana binebilir.

3- Hz. Muâz'm Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) nezdinde pek büyük bir mevkii vardır.

4- Bir kimse hükümdarın kendisine bildirdiği bir sırrı başkasına söyleme izni olup olmadığını ona sorabilir.

5- Bir nükteden dolayı bîr söz tekrar edilebilir.

6- Çağırana lebbeyk ve sa'deyk diye icabet edilebilir,

7- Bu hadisde ehl-i tevhide pek büyük müjde vardır.



54 (33) - Bize Şeybân b. Fcrrûh [193] rivayet etti. (Dedi ki): Bize süleymân ya'ni Îbni'î-Muğira rivayet etti. Dedi ki: Bize Sabit, [194] Enes ). Mâlik'den naklen rivayet etti. Enes demiş ki: Bana Mahmud b. Ra-îî' [195] İtbân b. Mâlik'den [196] rivayet etti. Mahmud şöyle demiş:

— Medine'ye geldim. Az sonra İtbân'a rastladım; ve:

— Senden kulağıma bîr hadis geldi, dedim, İtbân şunları söyledi:

— Gözüı.ie bir şey arız oldu da Resuîüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) i haber yolladım; Bana kadar gelerek evimde namaz kılmam, bunu mü-teakib evimi namazgah yapmayı arzu ettiğimi söyledim. İtbân (sözüne

devamla) dedi ki:

— Bunun üzerine Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Allah'ın dilediği ashâbiyle birlikte geldi ve içeri girdi. O evimde namaz kılıyor; ashabı da aralarında konuşuyorlardı. Sonra mevzu-i babs olan şeylerin en çoğunu ve en büyüğünü Mâlik b. Dühşum'a isnâd ettiler. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeUem)fin ona beddua etmesini ve bu sebeble onun helak olmasını dilediklerini, onun başına bir telâ gelmesini arzu ettiklerini söylediler. Derken Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) namazım bitirdi ve «Bu adam Aliahtan başka ilâh olmadığına, benim Allahın peygamberi olduğuma şehâdet etmiyor mu? dedi, Ashâb:

— Amma o tunu kalbinde olmadığı halde söylüyor, dediler. Resuîüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):

«Allah'dan başka ilâh olmadığına, benim de Resûiullah olduğuma şehâdet getiren hiç bir kimse yoktur ki (cehennem) ateş(in) e girsin yahud onu tatsın.» buyurdular.

Enes demiş ki:

«Bu hadis benim hoşuma gitti, de oğluma: bunu yaz! dedim. O da yazdı.»

Bu hadisde : «Gözüme bir şey arız oldu...» denilmiş, diğer bir rivayette o şeyin körlük olduğu beyan edilmiştir. Şu halde birinci rivayetteki «bir şey» ta'birinden gözlerinin tamamen görmez olduğunu anlatmak istemiş olması ihtimâl dahilinde olduğu gibi gözlerinin zayıfladığım kasdetmiş olması da muhtemeldir. Bu takdirde ikinci rivayette gözlerinin zayıflamasına mecazen körlük itlâk etmiş olur. Çünkü göz zayıflığı körlüğe yakındır; hatta körlüğün hafif şeklidir.

ifâdesindeki «Kubr» kelimesi «Kibr» şeklinde de okunmuştur. Cümlenin ma'nâsı:

«Mevzu-u bahsolan şeylerin en çoğunu ve en büyüğünü Mâ1ik b, Dühşum'a isnâd ettiler» demektir. Orada haklarında söz edilenler münafıklardı. Onların çirkin halleriyle kötü icrââtından ve müslümanlara reva gördükleri zahmetlerden bahsedilmiş; binnetice kabahatin büyüğü Mâlik b. Duhşum'a yükletilmişti. Halbuki Hz. Mâlik (Radiyallahu anh) ensardan olup Bedir gazasına da iştirak etmişti. Ondan asla nifak beklenemezdi. Müslüman olduktan sonra yaptığı bütün icraat böyle bir itham altında kalmasına manî' idi. Bundan dolayı Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ashabın.bu husustaki fikrine iştirak etmemiş : Allah 'dan başka ilâh yoktur; Muhammed O'rmn Resulüdür diye şehâdet eden bir zâtın cehenneme girmeyeceğini bildirmişti. Buhâri'nin rivayetinde :

«Görmüyormusun Allah' dan başka ilâh yoktur; dedi. Bununla o, A11ah'in rızasını dilemiştir...» buyurulmuştur. Böylece Resuîüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun bu şehâdet i samimâne getirdiğine şehâdet eylemiştir, Binaenaleyh Hz. Mâ1ik'in imânının sadâkat ve samimiyetinde asla şüphe etmemek gerekir.

Dühşum kelimesi, ed-Dühayşûm, Dühşun, ed-Dühayşun ve ed-H)ihşin şekillerinde rivayet olunmuştur.



Hadisden Çıkarılan Hükümler:


1- Namaz kılan bir kimsenin yanında onu meşgul etmeyecek şekilde konuşmak caizdir.

2- Sulehânm eserleriyle teberrük olunabilir.

3- Ev sahibinin rızasiyle ziyaretçi imam olabilir.

4- Münafık ve şakilerin helaki ve başlarına belâ gelmesi temenni edilebilir.

5- Bir şüpheden dolayı töhmet altında bulunan kimseyi hükümet büyüklerine söylemek caizdir; ta ki onlar da onun şerrinden korunsunlar.

6- Büyükler, ulema ve fudaîâ kendilerine tâbi' olanları ziyaret ve tebrik edebilirler.

7- Bir maslahat dolayısiyle kendinden büyük bir zâtı çağırmak caizdir.

8- Nafile namazı cemaatla kılmabilir.

9- Gündüz nafilelerini de gece nafileleri gibi ikişer rek'at kılmak sünnettir.

10- Hadîs ve diğer şer'i ilimleri yazmak caiz hattâ müstehâptır. Hadîslerin yazılması nehy edildiği gibi yazılmasına müsaade dahi buyurulmuştur. Bundan dolayı bazı ulema şöyle demişlerdir:

«Hadîs yazmak, ezberlemeye imkânı varken sadece yazıya güvenip ezbere yanaşmıyacağından korkulanlara yasak edilmiş;; ezberlemeye imkân bulamayanlara yazmalar için izin verilmiştir.»

Bazılarına göre hadîs yazmak ibtidâ'İ islâmda yasaktı. Çünkü, yazılırsa Kur'anla hadîsin bir birine karıştırılmasından korkuluyordu. Sonraları böyle bir endişe kalmayınca hadîsin yazılmasına izin verildi. Selef-i salibinden sahâbe-i kiram ile tabiin arasında hadîsin yazılıp yassılamayacağı hususunda hilaf vardı. Sonraları yazılabileceğine hatta yazılmasının müstehab olduğuna icma-i ümmet vâk'i olmuştur. Hadîs tasnifi Hasan-i Basrî, Said b. el-Miüseyyeb ve diğer kibâr-ı tabiinin vefatlarından sonra başlamıştır. İlk tel'lifi "İbni Cüreyc yapmıştır.

11- Daha mühim olan bir şey mühim olana tercih edilir. Zira Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Hz, Itbân 'in evine gelince evvelâ namaz kılmış; sonra yemek yemiştir. Ümmü Sü-İeyra hadîsinde ise evvelâ yemek yediği, sonra namaz kıldığı zikrediliyor. Çünkü o zaman yemeğe da'vet edilmişti. Itbân hadîsinde ise namaz kılmak için davet olunmuştu.

Şu halde her iki hadîsde evvelâ en mühim olandan yani ne için da'vet olundu ise ondan başlamıştır.

12- Buharı rivayeti «imanda i'tikad şart değildir; ikrar yeter» di-yeri gulât-ı mürcie'ye red cevabıdır.

13- Körlük ve benzeri özürlerden dolayı cemaat terk edilebilir.



55 (...)- Bana Ebû Bekir b. Nâfi' [197] el-Abdı rivayet etti. (Dedi ki): Bize Behz [198] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hammâd [199] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Sabit [200], Enes'den naklen rivayet eyledi. Enes demiş ki: Bana Itbân b. Mâlik rivayet etti.

— Kendisi kör olmuş da Resulü ilah (Sallallahü Aleyhi ve Seliemye haber göndererek:

— Gel de bana bir mescid yeri göster, demiş. Bunun üzerine Rcsuiüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ashabiyle birlikte gelmiş. Onlardan Mâlik b. Dühşûm denilen zât (Kötü sıfatlarla) tavsif olunmuş...

Sonra Enes, Süleyman b. el-Mugira'nııı hndîsi tarzında rivayette bulunmuş.



11- Her Kim Rabb Olarak Allaha, Din Olarak İslama Peygamber Olarak da Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Selleme Razı Olursa Büyük Günahları İşlerse Bile Mü'min Sayılacağına Delil Babı


56 - (34) - Bize Muhammed b. Yalıya b. Ebi Ömer el-Mekki ile Bişr h. el-Hakcm rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Abdülaziz —ki İbni Muhammed ed-Derâverdi'dir— Yezid b. el-Îİâd'dan, [201] o da, Muhammed b. İbrahim'den, [202] o da Âmir b. Sa'd'dan, [203] o da e!-Abbâs b. Abdilmut-talîb'den [204] naklen rivayet etti ki, Abbâs Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve SeUem)'i:

«İmanın tadını, Rabb olarak Allah'a, din olarak İslama, Peygamber olarak da Muhammed'e râzi elan tatmıştır.» buyururken işitmiştir.

Bu hadîsi yalnız Müslim rivayet etmiştir.
«Ona kanaat ettim; onunla iktifa ederek başkasını istemedim» ma'Aa-sına gelir. O halde hadîsin ma'nası:

«Allahdan başka ilâh aramayan İslâm yohindan başka bir yola gir-meyip yalnız Muhammed (SallaHahü Aleyhi ve Selicın) 'in şeriatına uygun olan yolu tutan kimsenin kalbinde imanın hâlis lezzeti yer eder ve onun tadım duyar.» demek olur.

Kaadi Iyâz'a göre hadîsin makası:

«Böyle bir kimsenin imâm sahih, nefsi mutmain, içi rahat olur» demektir. Çünkü onun mezkûr şeylere razı olması, onlar hakkındaki bilgisinin sabit, basiretinin nafiz ve kalbinin mutmain olduğuna delildir. Zira bir kimse bir şeye razı olursa o iş ona kolay ve lezzetli gelir. Kalbine iman" girmiş bulunan mü'min de öyledir. A1lah'a ibadetlerini yapmak ona kolay ve lezzetli gelir.



12- İman Şu'belerinin Sayısını, Bunların En Üstün ve En Aşağı Derecede Olanını; Utanmanın Faziletini ve İmandan Olduğunu Beyam Babı


57 (35)-Bize Ubeydullah b. Said [205] ile Abd b. Humeyd rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Ebû Amir eİ-akadi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süleyman b. BÜâl [206], Abdullah b. îMnârdan, [207], o da Ebû Sâlih'den, o da Ebû Hüreyre'den o da Peygamber (Salîallahii Aleyhi ve SeUem)'den naklen rivayet eyledi. Fahr-ı Kâinat (SallaHahü Aleyhi ve Sellem) :

«İman, yetmiş küsur şu'bedir. Utanmak da imandan bir şu'bedir.» buyurmuşlar.

Bu hadîsi Buhâri ile Müslim ittifakla tahriç ettikleri gibi Ebû Davûd, Tirmizi, Nesâi ve İbni Mâce dahi muhtelif râvilerden muhtelif lâfızlarla rivayet etmişlerdir. Mezkûr rivayetlerin bazılarında burada olduğu gibi: «

«yetmiş küsur» denilmiş; bazılarında «Altmış küsüm diğer bazılarında râvi Süheyl tarafından şek edilerek:

«yetmiş küsur yahud altmış küsur» ifadesi kullanılmıştır. İbni Salâh:

«Bizim memleketteki Buhârİ nüshalarında altmıştan başka bir aded zikredilmemiştir.» demiştir. Tirmizi 'nin bir rivayetinde «Altmış dört bab» kaydı vardır. Bu rivayetlerin hangisi tercih edileceği ihtilaflıdır, Kaadi Iyâz yetmiş küsur rivayetini tercih etmiş ve:

«Doğrusu budur.» demiştir. İmam Nevevi ile uleâmadan bir cemaat da bunu tercih etmişlerdir. Çünkü sika râvinin yaptığı ziyâde makbuldür.

İbni Salâh'a göre ise az aded bildiren rivayeti tercih etmek daha muvafıktır. Zira yüzde yüz malûm olan odur; ihtiyat da onu tercih etmektir.

Bid'un kelimesi Kaadi Iyâz'm beyanına göre sayılarda bad'un, bid'atün ve bad'atün şekillerinde okunabilir. Et parçası ma'nasında kullanılırsa yalnız bad'atün okunur. Sayıda bid'atün kelimesi üç ile on arasındaki adetlerde kullanılır. Üçten dokuza kadar diyenler de vardır. îmam Halil b. Ahmed'e göre bu kelimenin ma'nası yedi demektir. Bazıları; «İki İle on arası ve oniki ile yirmi arasıdır.» demişlerdir. Onbİr ve oniki adetlerinde kullanılmaz en meşhur kavil budur. Üçten yediye ve beşten yediye kadar ma'nalarına geldiğini iddia edenler de vardır. 2 e c -câc, bu kelimenin aded parçası ma'nasına geldiğini söylemiştir. Daha başka kaviller de vardır.

Neyyif: Birden üçe kadar olan adeddir.

Şube: Bir şeyin parçası, fırka ve dal ma'nalanna gelir. Şu halde hadîsin ma'nası:

«îman yetmiş küsur haslettir;» yahud: «İman yetmiş küsur daldır» demek oulr. Dal ma'nası verildiği takdirde iman dallı budaklı bir ağaca benzetilmiş olur. .

Kaadi Iyâz şöyle diyor: Yukarıda gördük ki lügatte irriankn aslı tasdik, şeriatte ise kalple dilin tasdikidir. Şeriatın zahiri olan, amellere de iman adı verilir. Nitekim burada da:

«Mezkûr şu'belerin en makbulü: Allah'dan başka ilâh yoktur, demektir. Sonuncusu ise yoldan eziyet veren şeyleri gidermektir.» buyurulmaktadır.

Yine yukarıda arzettik ki, imanın kemâli amellerle, tamamı ise tâat-lerledir. Tâatleri benimseyerek bu şu'belere katmak tasdik cümlesinden olup tasdike delil sayılır. Bunlar ehl-i tasdikin ahlâkıdır. Binaenaleyh ne şer'i ne de lügâvî iman isminden hâriç değillerdir. İşte Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Setlem) bu şu'belerin, herkese aletta'yin lâzım olan en makbulünün tevhid olduğuna o sahih olmadıkça hiç bir şu'benin sahih olmayacağına; en aşağısının da müslümanlara zararı dokunması melhuz olan şeyleri onların yollarından gidermek olduğuna tenbih buyurmuşlardır. Bu iki tarafın arasında bir takım adedler kalıyor ki, bir müctehid bunları ga-lebe-i zan ve sıkı bir tetebbu' île tahsile çalışsa imkân bulur. Geçmiş ulemâdan bazıları bunu yapmıştır. Yalnız Peygamber (Saîlailahü Aleyhi ve Sellem) 'in muradı bu olduğuna hüküm vermek ve bu hükmü kabul etmek güçtür. Sonra mezkûr şu'beleri adıyla şanıyla bilmek lâzım değildir. Bunları bilmemek imana zarar vermez. Çünkü imanın usûl ve füru'u ma'lûm ve muhakkaktır. İmanın bu kadar şu'besi olduğuna inanmak bilcümle vaciptir.

Hattâbi de buna benzer şeyler söylemiştir. îmanın şu'belerini tayin hususunda bir çok ulema kitap te'lif etmişlerdir. Şâfiilerden E b û Abdillâh el-Huleymi 'nin «el-Minhâc» Ebû Bekir Beyhakî ile Abdülcelil'in «Şuabü'1-İman» ismindeki eserleri, İshâk İbnil-Kurtubi 'nin «Kitâbu'n-Nasâih»i, Ebû Hâ tim'in «Vasfu'l-İmâni ve Şuabuh» adlı kitabı bunlardandır. Buhâri sarihi Bedrüddin Aynî bunların içinde sadra şifa veren göremediğini söyledikten sonra iman şu'belerini yeniden şöyîe hulâsa etmiştir:

İmanın aslı kalple tasdik, dille ikrardır. Lâkin iman-ı kâmil kalple tasdik, dille ikrar ve âza ile amelin mecmuudur. Yani iman üç kısımdır:

Birinci kısım: i'tikadiyata aid'dir: ve otuz şu'bedir:

1- Allah'a iman, zatına, sıfatlarına ve birliğine inanmak bunda dahildir.

2- A11ah'dan başka her şeyin hadis olduğuna inanmak. [208]

3- Allah 'in meleklerine iman.

4- Kitaplarına imân.

5- Peygamberlerine iman.

6- Kadere, hayrına şerrine iman.

7- Âhiret gününe iman. Kabirde suâl, kabir azabı, dirilmek, mahşer yerine gitmek, hesab vermek, amellerin tartılması ve sırat gibi şeylere inanmak bu şu'beye dahildir.

8- A11ah'in cennet va'dine ve cennetteki ebedi hayata iman.

9- Cehennem ateşiyle tehdide, cehennem azabına ve o azabın kâfirler I,hakkında sonu olmadığına iman.

10- A11ah'ı sevmek.

11- Allah için bir birini sevmek ve Allah için bir birine buğzetmek. Allah için sevmekde gerek muhacirin gerekse ensar bütün ashab-ı kirâmiyle Peygamber (Saîlailahü Aleyhi ve Sellem) 'in akraba ve süîâe-li tâhiresini sevmek de dahildir.

12- Peygamber (Saîlailahü Aleyhi ve Sellem) 'i sevmek, O'na salevat getirmek ve sünnetine tâbi' olmak bunda dahildir.

13- İhlâs ve samimiyet. Riya ve nifakı terketmek bunda dâhildir.

14- Günahlarına pişman olup tevbe etmek.

15- Allah 'dan korkmak.

16- Rahmetini ümid etmek.

17- Rahmetinden ümidi kesmemek.

18- A11ah'a şükretmek.

19- Vefakâr olmak.

20- Belâya sabretmek.

21- Mütevâzi' olmak. Büyüklere hürmet göstermek bunda dahildir.

22- Şefkatli ve merhametli olmak. Küçüklere şefkat bunda dahildir,

23- A11ah'm kazasına râzî olmak. '

24- A11ah'a tevekkül etmek.

25- Kendini beğenmemek. Kendini medhetmemek de bunda dahildir.

26- Kin ve garezi terketmek.

27- Hasedi terketmek.

28 - Gadablanmamak.

29- Hıyanet etmemek, Hile ve sû-i zannı terketmek bunda dahilidir. 30"— Dünyaya dalmamak. Mal ve ma'kam sevgisini terketmek bunda dahildir.

Hâsılı fazilet veya rezalet nâmına burada zikredilmeyen bir kalp ameli bulunursa bilmeli ki bu ziyade zahire göredir. Hakikatte ziyâde sanılan o şey, zikredilen fasıllardan birine raci'dir. İyi düşünülünce anlaşılır.

İkinci kısım: Dilin amellerine râci' olup yedi nevi'dir:

1- Kelime-i tevhidi diliyle söylemek.

2 - Kur'an okumak.

3 - İlim öğrenmek.

4 - İlmi öğretmek.

5 - Duâ etmek.

6 - Zikirde bulunmak. İstiğfar bunda dahildir.

7- Lağv yani bâtıl sözlerden sakınmak.

Üçüncü kısım: Bedenin amellerine aiddir; ve kırk şu'beye ayrılır. Bu şu'beler üç nevi'dir:

Birinci nevi: Muayyen şeylere mahsus olup onaltı şu'bedir;

1- Temizlenmek, abdest almak, cünüplükten, hayız ve nifastan temizlenmek gibi bedene aid temizliklerle elbise ve yer temizliği bunca dahildir.

2 - Namazı dosdoğru kılmak. Farz ve nafile namazlarla kaza namazları bunda dahildir.

3 - Sadaka vermek. Farz olan zekâtla, sadaka-i fıtır ve müsafirper-verlik, cömertlik gibi şeyler bunda dahildir.

4- Farz ve nafile oruç tutmak.

5- Haccetmek. Ömre' denilen küçük hacc bunda dahildir. .

6- İ'tikâfa girmek. Kadir gecesini aramak bunda dahildir.

7- Din aşkına başka yere kaçmak. Müşrikler diyarından İslâm beldesine hicret etmek bunda dahildir.

8- Nezri yani adadığı şeyi i'fâ etmek.

9- Yeminlerde teharrî.

10- Keffâret vermek.

XX - Namazda ve namaz dışında avret yerini örtmek. 12 — Kurban kesmeyi adarmşsa onu kesmek. İ3 — Cenaze işlerine bakmak.

14- Borcunu ödemek.

15- Muamelâtta doğru hareket ederek ribâdan kaçınmak.

16 -Doğruya şehâdeti gizlemeyerek eda etmek.

ikinci nevi; Kendisine tâbi' olanlara mahsus olup altı şu'bedir.

1 - Nikahlanmak suretiyle iffet ve namusu korumak.

2 - Çoluk çocuğun haklarını ifâ etmek. Hizmetçiye hoş muamele bunda dahildir.

3 - Anne babaya iyi muamele etmek. Onlara âsî olmaktan kaçınmak bunda dahildir.

4 - Çocuklarına dinî terbiye vermek.

5 - Sıla-i rahim.

6 - Büyüklere itaat. !- Üçüncü nevi1: Âmmeye taallûk eden şeylerdir ki, onsekiz şu'bedir:

1 - Hükümdarılğı adaletle icra etmek.

2 - Cemaata devam etmek.

3 - Ülü'1-emre itât.

4 - İnsanların aralarını islâh etmek. Âsi ve bâgilerle harbetmek bunda dahildir.

5 - İyilik hususunda başkasına yardım etmek.

6 - Emr-i bilma'ruf,- neni ani'l-münkeri yani iyiliği başkasına emir; kötülükten nehyetmek.

7 - Hudud-i şer'iyyeyi ikame etmek.

8 - Cihâd etmek. Kışlalarda asker bulundurmak bunlarda dahildir.

9 - Emâneti edâ etmek. Ganimetlerin beşte birini gizîemeyip vermek bunda dahildir.

10- Ödemek şartiyle Ödünç vermek.

11- Komşuya ikram ve iyi muamelede bulunmak.

12 - Herkese iyi muamele etmek. Helâlından mal toplamak bunda dahildir.

13 - Malı yerinde harcamak. îsraf ve tebzirde bulunmaktan kaçınmak bunda dahildir.

14 - Selâm almak.

15 - Aksırana teşmit eylemek. (Yani: yerhamükâllah demek)

16 - Başkalarına zarar vermemek.

17 - Boş şeylerden kaçınmak.

18 - Yoldan, eziyet veren şeyleri atmak.

Yukrnki şu'belerin mecmuu yetmişyedi eder ki, (yetmiş küsur desinden murad da budur.

îmam Ebû Hatim b. Hibbân diyor ki:

«Ben bir müddet bu hadîsin ma'nasını tedkik ettim; ve bütün tââtı saydım. Baktım ki, tâât bu adedden bir hayli ziyâde çıkıyor. Bu sefer sünnetlere döndüm; ve Resûlüllah (Saîlallahü Aleyhi ve Setlemj'in iman nâmına serdettiği bütün tââtlan saydım. Baktım ki bunlar da yetmiş küsürden azdır. Bir de kitâbullaha müracaat ederek onu dikkatle okudum; ve Allah Teâlâ 'nın iman nâmına saydığı bütün tââtlan sıraladım. Onlar da yetmiş küsürden noksan çıktı. Bunun üzerine kitabı sünnete kattım. Âhireti bundan çıkardım. Bir de baktım: Allah ile Resulü 'nün imandan olmak üzere saydıkları şeyler yetmişdokuz şu'be olup bundan ziyade ve noksanı yoktur. Ve anladım ki Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)ym muradı kitab ve sünnetteki bu adetmiş.»

Ebû Hatim (Rahimehullah) bu ma'lûmatı «Vasfu'1-imâm ve Şuâbihi» adlı eserinde vermektedir. O: «îman altmış küsur şu'bedir...» rivayetini de sahih bulmakta ve arapların bir şey için bir adet göstermekle o adedden mâadasını nefi etmek istemediklerini kaydetmektedir.

Faideler: 1 — Hadîsin (altmış küsur) şeklindeki rivayetinin hikmeti şudur: Bir sayı ya zaid ya nakıs yahud tam olur.

Zaid: Kesirsiz olan cüzleri toplandığı zaman kendinden fazla olan adeddir. Meselâ 12 adeti böyledir. Çünkü 12 nin yarısı, üçte biri, dörtte biri, altıda biri ve altıda birinin yarısı vardır. Bunlar toplanırsa yarısı 6, üçte biri 4, dörtte biri 3, altıda biri 2, onun yarısı da 1 eder ki, mecmu'u 16 olur.

Nakıs: Cüzleri kendinden az olan sayıdır. Meselâ 4 ün yalnız yarısı ile dörtte biri vardır. Yarısı 2, dörtte biri de 1 eder ki, mecmu'u 3 olur.

Tâm: Cüzleri kendine müsavi olan sayıdır. 6 gibi; 6 nın yarısı, üçte biri ve altıda biri vardır. Yarısı 3, üçte biri, 2 altıda biri de 1 olup bunların mecmu'u yine 6 eder.

Bu üç nevi sayının en mu'teberi tam olanıdır. Tam olan 6 adedi üzerinde mübalağa göstermek istenilince birlikleri onar defa büyütülmüş ve 6 adedi 60 olmuştur.

(Yetmiş küsur) rivayetine gelince: Bunun ta'yinindeki hikmet de şudur: Yedi sayısı adedin bir çok kısımlarına şamildir. Çünkü aded çift, tek basit mürekkeb gibi kısımlara ayrılır. Binaenaleyh 7 üzerinde mübalağa göstermek istenince onun birlikleri de onar defa büyütülerek 70 olmuştur.

Küsur manasını verdiğimiz (Bid) kelimesinin 6 ve 7 ma'nalarına gelebileceğini zira bunun iki ile on arasındaki sayılara ıtlak edildiğini az yukarıda mezkûr kelimeyi izah ederken gördük. Hâsılı altmış küsur rivayetinde altmışın aslı altı, yetmiş küsur rivayetinde de yetmişin aslı yedidir. Aded

ta'yininin vechi budur.

2 - Bu. rivâyetlerdeki altmış ve yetmiş adedlerinin -hakikat mı yoksa mübalâğa yolu ile mi zikredildikleri ulema arasında ihtilaflıdır. Bazılarına göre bunlardan murad, çokluk ifâde etmektir; adedlerin hakikat-ları maksud değildir. Tîybî de bu ihtimal üzerinde durmuştur. Bu takdirde küsuru zikretmek çokluğu daha da ileri götürmek içindir. Yani imanın şu'beleri öyle mübhenı bir takım adedlerdir ki, çok oldukları için sayılarının sonu yoktur. Araplardan bazıları 70 adedinin çok defa mübalağa için kullanıldığım söylemişlerdir. (Bid') lafzıyla ifade edilen yedinin onun üzerine ziyade olunması, yedi adedinin sayılar içinde en kâmil aded olmasındandır. Çünkü altı adedi ilk tam sayıdır. Onun üzerine bir ilâve edilince yedi olur. Binaenaleyh yedi adedi kâmil adeddir. Zira tam olandan sonra ancak kâmil olan gelir. Arslana da kuvveti kemal derecesinde olduğu için (sebû') derler. Yetmiş adedi ise gayenin gayesidir. Çünkü birlerin gayesi onlardır.

3- Utanmak niçin imandan sayılmıştır? denilirse şöyle cevap verilir: Haya' namı verilen utanma iyi şeyleri yapmaya kötü olanları yapmamaya sevkeden bir sâiktir ki, kimi sair iyi ameller gibi kesbi bir ahlâk kimi de bir tabiat ve haslet olur. Ancak onu şeriat kanununa göre kullanmanın ik-tisab ve niyyete muhtaç olduğuna bakarak haya da imandan sayılmıştır.
dua

Anonim" seçeneğiyle isim vermeden yorum yazılabilir.
"Adı/URL" seçeneğiyle sadece isim verilerek de yorum eklenebilir.

Yorum Gönder (0)
Daha yeni Daha eski