İzahlı Mişkatül Mesabih Tercümesi 1.Cild 1.Bölüm

Takdim


Sonsuz hamdi; Âlemlerin Rabbi, insanlığın hidâyet ve seâdetlni be­yan etmeleri için Rasullerin göndericisi; âlim ve ariflerin kalblerlni îman nuru ile açıcı, hidâyet ve dalâletin halikı hakikîsi, Hayatin, ölümün ve öl­dükten sonra tekrar dirilmenin yaratıcısı ve bütün varlıkların tek mabudu, ezeli ve ebedi sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olan halikı zülcelâla olsun. Ona hamd ederiz, ondan yardım dileriz, onun afvı mağfi­retini umarız.

Nefislerimizin şerrinden ve amellerimizin kötülüğünden ona sığınırız. Onun hidâyette kıldığı kimseyi, hiç bir varlık dalâlete çevirib kötü yola sap-tıramaz ve onun dalâlet bataklığına attığı kimseyide, hiç bir varlık hidâyete çeviremez. Herşey o yüce halikın dilemesi ve yaratması iledir. Onun zat ve sıfatında birliğine, şerik ve naziri olmadığına ve Muhammed Aleyhisselâm onun kulu ve râsûlu olduğuna şahadet ederiz.

Salâtü selâm, insanların mürşidi hakîkîsi, nübüvvet nurunun sonuncu­su, âlemin efendisi, islâm nurunun tebliğcisi, din ve îmanın kemâle erip ta­mam olduğunun açıklayıcısı, kıyamette ümmetin büyük günâh sahiplerinin şefaatçisi, iki cihanın tek fazilet timsali olan Peygamber sallallahü aley-hiveselleme ve onun ashabına, tabiin ve tebe-î tabiine ve ûiemâ-i âmilin, sûlâha-i salihine ve bütün müslüman kardeşlerimize olsun. Dua ve hayır temennilerimizi, hassaten rahmeti Nahiyenin tecellisini bütün müslüman kardeşlerimize şumûlunu dileriz.

Edille-i Şeriyenin esas ve anası olan kitap, sünnet olduğu malûmdur. Icma-ı ürhmetle kıyası fukaha, bu ana delilleri açıklayıcı mahiyettedir.

Elimizdeki «mîşkâtü! mesâbih» adlı eser, ohüç (13) sünenden (hadis kitaplarından) toplanmış altı bin yüz yetmişdört (6174) hadisi şerifi ihtiva etmektedir.

Eserin yazarı, 737 târihinde vefat eden Hatibi teprizidir. Eser; 516 târi­hinde vefat eden İmamı Beğavinin «Kitabül mesâbih» adlı eserinden alına­rak bablar ve fasıllar tasnif edilmiştir. Peygamberimizin sünnetlerinin her çeşidini beyan eden veya işlâmın ana hükümlerinden sünnetleri ihtiva eden pek kıymetli bir değer taşımaktadır ve selefin değer verib İtimat ettikleri, nadide eserlerden birisidir.

Böyle kıymeti hâiz olan mübarek bir eseri, tqrcüme ve izah ederek is-lâmın ana kaynağından birisi olan sünneti nebeviyyeye hizmet etmiş ve Müslüman kardeşlerimize dini hükümleri aydınlatmış oluyoruz Bu vesiyle ile cenâbu hakkın rahmetine kavuşup azabından emin olarak cennet ve ni­metine nail olmayı ve sevgili peygamberimizin şefaatim umarız.

İslâm hukukunun ana kaynaklarından olan fıkıh kitabı, «Mültekâ» adlı eserin tercüme ve izahından sonra nuru nübüvveti hamil olan bu eserin tecrüme ve izahını lütfeden yüce mevlâya nâ mütenâhi ham eder, bu eseri, 8-10 cilt halinde çıkarabilmemiz için tefvik ve inayetini temenni ve niyaz ederiz.

Sâyü gayret bizden, tevfik ve inayet yüce Allahdandır. [1]


Musannif Ve Eseri


Tercümesini yabdığımiz «Mişkât-EI Mesâbîh» adh eserin yazan; Veliy-yüddin, Ebû Abdillâh Muhammed bin Abdilİah El-Hatîbi Tehrizıdir. Hicretin sekizinci asrının ulemâ ve Muhaddisindendir.

Kendisinin ha! tercümesi uzun-uzun beyan edilmediğinden bütün şu rihler bir kaç cümle ile taltif ve takdir etmişler.

Meselâ : Mişkât sarihi allâme Hasan bin Muhammed Ettîbî şöyle taltif-lemistir : «Hatibi tebrizî, evliyanın bakiyesi ve sâlihlerin kutbudur.»

Şârih Aliyyülkâri de. «Mirkâtül Mefâtih» adlı şerhinde şöyle demiştir :

«Hatîb-i tebrizî efendimiz gayet bilgin, âlim, anlayış denizi, hakkikatla-rı izhâr edici ve dakik meseleleri izah edici müttekî ve pâk bir zattır.»

Sarihlerin beyanlarında olduğu gibi, Müellifin te'lifleri ilminin gayet ge­niş ve büyük fazilet sahibi olduğuna delâlet etmektedir.

Müellif Hatibi tebrizi'nin vefat târihi kesin olarak bilinmemektedir. Fa­kat «Mişkâtül mesâbîh» adlı bu tercümesini yabdığımız eserini te'lif ettiği sene olan yedi yüz otuz yedi (737) tarihinde vefat ettiği zikredilmektedir.

Teliflerinden biriside : «El ikmâl Fî Esmâirricâ!» adlı matbu eseridir. Sarihlerin beyanı gibi cümleler, «keşfüzzünûn» adlı eserdede zikredilmiştir.

Tebriz : Iranın âzerbeycan semtinde bir şehirdir.

Mişkat :

Müellif merhumuun eseri, ne şekilde ve hangi gayelerle telif ve tertib ettiğini ilerde kitabının baş tarafında okunacağından burada zikretmeyi zâid buluyoruz.

Müellif merhum, ihtisar edip seçtiği eser olan İmamı Beğâvînin [2] «ki-tabül Mesâbih» adlı eserine ilâveten bin beş yüz on bir (1511) hadisi şerif ilâve etmiştir.

Evet tercümesini yabtığımız müellifin bu eseri : Altı bin yüz yetmiş dört (6174) Hadisi şerifi ihtiva etmektedir. Ve her hadisi şerifin sened ve kay­naklan eserde zikredilmiştir. Ayrıca izah bölümünde bir çok âyet'i kerîme ve hadis'i şerif meallerini'de zikrettik.

Eser, arabca tahkıklı metin olarak üç cilttir. Muhtelif Şerhleri vardır. Hâlâda yeni şerhler yazılmaktadır.

Mevcut Şerhlerinden bir kaçı şunlardır :

1 - Elkâşifü an Hakâiki Essünen : Müellifi, Allâme Hasan bin Mu­hammed Ettîbi, vefatı : 743

2 - Minhâcül Mişkat : Müellifi, Abdulaziz, bin Muhammed bin Abdül-aziz. Vefatı, 895

3- Mirkâtül Mefâtih Şerhi Mişkâtül Mesâbih : Müellifi, Molla Aii bin Suttan Muhammed Elkâri (mâruf olan Aliyyülkâri) dir. vefatı, 1014.

Bu şerh, şerhlerin hemen-hemen en büyüğü ve en îzahlısıdır. Büyük-büyük beş cüt halindedir. Ve bu eserin tercüme ve İzahında yegâne istifâ­de ettiğimiz şerhdir.

Mişkâtü! Mesâbih hakkında söylenen sözlerden bâzıları şunlardır : Şârih tîbî diyor ki; «Mişkâtül Mesâbih isminin verilmesi, İsimle mânâ arasında münâsebete riâyet olunmuştur. Zira Mişköt, Ziyanın toplandığı ve konduğu yerdir. Öyle olunca birbirine kuvvtle bağlı ve çerçeveli bir yer olur. Geniş yer elbet buna muhalifdir. Hadisi şeriflerde, ravîlerden gafil olarak rivayet edilirse, bir dayanti ve zincirlemeye çerçeve olmadığından dağılır. Fakat, râvî ile kayıtlanırsa, zabdolunur ve mekanında karar eder.»

Şeyh dehlevîde şöyle demiştir: «Bildİmkİ, elbette mişkat; duvardaki pencereden başka etrafı çevrili ışık toplanan bir deliktir.

İşte o deliğe çırağlar (kandil, lamba ve idareler) konur. İsmin konul­masının ciheti ise, duvardaki deliğe Çırağ (kandil, lamba ve fener) kon­duğu gibi, Mesâbih kitabınada (Mişkata) konulmuştur.»

Ygnj Mişkat, Çırağ ve idarenin konduğu delik ve yer manasınadır. Sanki Mesâbîh hadisi şerifleri, birer Çırağ ve ışıktır, Mişkâtta; delik ve ye­rine konarak aydınlık hâsıl olmuştur.

Mişkâtül mesâbîh kitabı hakkında şöyle denilmiştir : Elbette çıra ve lamba yerine konmuş aydınlatıcı bir ışığı vardır, işte oda mişkat (ışık konan yer} dir ve o yerde ışıklar (efektrikler, kan­diller) vardır.

Ve orada (mişkat da) menfeatı umumî olan nurlar vardır.

Mesâbih : Misbah kelimesinin cem'İdir. Çıralar, lambalar, ışıklar mana­sınadır.

Bu sebebden insanların ve cinnilerin kltablarına tercih yönleri vardır Evet bu mişkat da dînin usûlü, fıkıh ve hidâyet yolu vardır.

Ehli sadık kimselerin muhtaç olduğu yollarda bunda (mişkatda) dır.

Kütübü sittedçn olan Buharı, Müslim, Tirmizi, İbni mâce, Nesa^fve Hâ­kim gibi sünenlerde bâzı hadisi şerifler mükerrer ve hatta hükmü neshoiun-muşlarda zikredilmiştir. Bu sebeble avamdan olan okuyucularda bâzı tered­düt ve yorgunluklar olabilir.

Mişkat da ise, mükerrer -zikredilmediğinden okuyucunun daha fazla ilgisini çekecektir ve yeni yeni rnes'eleler öğrenme zevkine dalarak okuna­cağı muhakkaktır.

Evet okunduğundada görüleceği üzere bu eserde toplanan hadisi şe­rifler çok manalı ve mühim hükümleri ihtiva etmektedir. Okuyana, dinleye­ne ve hatta evinde bulundurana Nur saçar. Sahih sened ve râvîler tarafın­dan nakledilen, bu hadîsi şerif kitabını okuyan her Mümin, bilhassa açıkla­nan kısımlarımda okudukça tatmin olub manevî zevk ve huzura kavuşacak­tır.

Kitab, 13 Muhaddisin süneninden seçilmiş hadislerden toplanarak teiif edilmiş bir hadisi şerifler, kütübü sitte ve şâir sönenlerin içtimâ ettiği ve böylelikle çırağ ve ışıkların toplandığı bir yer olmuş oluyor.

Hadisi şerifin îzah kısmında rivayet eden sahabe ve tabiînden olanla­rın tercüme-i hallerinden bahsetmekle okuyanın meclisine feyz, bereket ve huzur gelecektir. Zira büyükler şöyle buyurmuşlar :

«Sâlihler, zikredildiğînrie o meclise rahmeti ilâhi iner.»

Böyle kıymete hâiz olan bu eseri, tercüme ve İzah ederken sânına lâ­yık çalışmak emelini taşıdık. 8 veya 10 cildde tamamlanacak olan bu tercü­memizde de her hangi bir hatâ görülürse, Meslekdaş ve okuyucularımız­dan hüsnü te'vil ve İkazlarını istirham ederiz.

Ve bu «mişkat El mesâbîh» adlı eserin muhteviyatı; îman, ilim ve fazî-ieti, ibâdet, alhâk edeb, muamelât, siyeri nebî ve ashabı kiram hakkında bilinib inanılması gereken îtikâdî ve ve fıkhî hükümleri camidir. En krymetli -senet ve hükümleri ihtiva ederek edille-î şer'iyyeden sünneti seniyyenin her çeşidi yazılmış ve zikredilmiştir.

Ayrıca hadîsi şeriflerin açıklama ve îzah kısmında naçiz tarafından ya­zılan ilâve hadîsi şerifler ve hadîsi şerifin hükmünün hangi âyeti kerimeler­de mündemiç olduğuda zikredilmiştir.

Evet on üç (13) sünenden (hadis kitaplarından) derlenen bu kıymetli hadis kitabına, daha başka sünenlerdende istifade edilerek manevî nur olan mübarek hadîsi şerifler, «Mişkat el mesâbih - nur ışıkların toplandığı yer» ismi dahada şumulfandırılmıştır.

Metinde hadîsi şeriflerin bâzılarının sonunda «Müttefekun aleyh» zik­redilir. Bu kelime zikredilen hadîsi şerif hem Buharîde ve hem Müslimde mevcud olduğunu beyan ederek, Buharî ve Müslimin ittifakı vardır, demek­tir. Hadîsi şerifler, numaralıdır. Ayrıca her bab ve fasıllardaki hadislerde, mahallî numara île numaralıdır.

izah bölümünde de, evvela hadîsi şerifi rivayet eden sahabenin kısa hal te/cümesi, sonra lüzumlu îzahat yapılmıştır. Hadisi Şerifin râvisi yukar­da geçmişse işaret edilmiştir, Veya zikri terk edilmiştir.

Şârih Aliyyülkâri :

Mişkat Şerhi «Mirkâtül mefâtih» adlı eser, yegâne istifâde kaynak ve dayanağımız olması hasebiyle bu kıymetli büyük beş cilt hâlindeki ese­rin yazan, âlim, kâmil, muddekkik, hafızı kelam ve rriuhaddis olan Aliyyülkâri hakkında bir nebze bahsetmek gerekmektedir..

Asrının müceddidl kabul edien, hanefiyyülmezhep Aliyyibni sultan Mu-hammed elherevî: Hiratda doğuyor, sonra ilim tahsili için Mekke-İ Mükerremeye göç ediyor. Orada üstad Ebilhasanil Bekrî, Ahmed bin Hacer elmekkî, Abdullah sindi ve kudbuddîni Mekkiden iMm tahsil ediyor. Vefatı 1014 hicridedir. Allah ondan razî olsun.

Telifâtı kesîre sahibi olan bu zat, az zamanda nam ve sânı etrafa yayı­lıyor. Eserlerinden bâzıları şunlardır :

1 - 500-560 sahife şeklinde büyük 5 cild hâlinde arabca ifâdelerle yazılan «Mişkat Şerhi Mirkâtül Mefâtih»,

2 - Bir cild halinde «Şemaili tirmizi Şerhi»,

3 - İki cild hâlinde «Şerhi Şifa-i Şerif»,

4 - Usûlü hadîsden «Şerhin nuhbe»,

5 - İlmi kıraatdan «Şerhi Şâtıbi»,

6 - Yine ilmi kıraatdan, «Şerhi Cezerî»,

7 - Mevzu Hadisleri zikreden «Mevzuatı Suğra ve kubrasi»,

8 - Hanefi âlimlerinin tabakalarını beyan eden «El esmarul ceniyye fitabakatıl Hanefiyye»,

9 - Nüzhetülhatırılfatır fi menakıbışşeyh Abdilkâdir,

10 - Keşfül hader fi emrilhızır,

11- Zavul meali fi şerhi Bed'il Emâlİ,

12- Hac mes'elelerini en geniş şekilde îzah eden «Menasiki hac»,

13- İmam Azamın eserine «Şerhi Fıkhulekber» Şerhi,

14 - Fıkıhdan «Nikâye» isimli esere şerh «Fethu Bâbıl inâye fi şerhi ennikâye»,

15 - Ahlakdan iki cild halinde «Şerhi Aynül ilim» eseri.

Bu yazdıklarımızdan başka daha pek çok eseri ve risalesi vardır. [3]


Sünnet Ve Hadisle İlgili Mühim Bilgiler


Tercümesini yapdığırmz «MİŞKAT EL MESÂBİH» isimli kitab,, hadîsi şerif kitablarından olması hasebiyle hadîsi şerif ve sünnet hakkında kısa ve umumî malumat vermek uygun görülmüştür.

Sünnet : yol ye âdet gibi lugât manâlarını ifâde eder ve çeşitli yerler­de çeşitli mânaları muhtevidir.

Sünnetüllah : Allanın sünneti, Allâhın yolu, Allâhın âdet ve tabiatı de­mektir.

Sünnetülevvelîn : Evvel geçen kimselerin sünneti.

Sünnetülâhirîn : Sonra gelenlerin sünnet ve âdeti.

Sünnetü nebeviyye : Peygamberin sünneti.

Sünneti kavfiye : Peygamberin buyurduğu sünnet. Sünneti fîliye : Peygamberin işlediği sünnet.

Sünneti takrîriye : Başkasının işlediği şeyi peygamberin güzel görüp ka­bul ettiği sünnet.

Sünnet hükümlerini beyan eden ilâhî âyet mealleri :

«İşte bundan evvel geçen münafıklar hakkındaki AlEahin (azab ve he­lak) sünneti, böyledir. Allâhın sünnetini (âdet ve kanununu) değiştirmeğe asla imkan bulamazsın.» Ahzab sûresi, 62

«Halbuki, evvelki inkarcılar hakkında Allâhın sünneti geçmiştir.» Hıcr sûresi, 13

Peygamber (S.A.V.) efendimizde bir hadîsi şerifde sünnet kelimesini şu ifâde ile kullanmıştır.

«Bir kimse, ümmetimin fesad olduğu zaman benim sünnetime satılır­sa, işte o kimse için yüz şehit ecri vardır.» Beyhakî

Şer'î hükümler, dört delile dayanmaktadır. Bu delil de : kitab, sünnet, icmâi ümmet ve kıyası fukahadır.

Şer'î hükümleri isbat eden delil, hakîkatta kitab ile sünnettir. İcmâi ümmetle kıyâsı fukaha ise, bu iki deiîlin, hükümlerini açıklayıcı delildirler.

'Sünnet ve hadis de, kur'anı kerimin hükümlerine dayalı veya kur'anı kerimin âyetlerini tefsir, îzah ve beyan eden hükümler mâhiyetini taşımak­tadır.

Evet sünnet ve hadis; ya kur'anı kerîmi tefsir ve beyan eder veya onun üzerine bir hüküm ziyâde eder. Binâen aleyh beyan ve tefsir eaenin mertebesi, beyan olunanın mertebesinden sonradır. Zîra aslî olan nas, esastır. Tefsir ise, onun üzerine kurulmuş bir binadır.

Sünnet ve hadis de olan mânaların hebsi için kur'anda bir asıl ve hü­küm mevcuttur. Bununla beraber kur'anın anlaşılmasında hadis ve sünne­te mutlaka bir ihtiyaç vardır. Hadis ve sünnet olmadıkça kur'an üzerindeki içtihadımız eksiktir ve cok kerre yanlış hükümler çıkarmamı zada sebebtir.

Usulcularm: «Kur'anın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin kur'ana olan ihtiyacından daha çoktur.» Demeleri bu bakımdandır.

Bundan da anlaşılıyorki, «Sünnet, kitabın (Kur'anı kerîmin) hükmü hakkında son kararı söyler ve kitabdan maksat ne olduğunu beyan eder.ıt

Şu halde : «İslâmın esâsı yalnız kur'anjdır. Biz ancak ona bakarız.» gi­bi söz ve iddia da bulunarak Peygamberin hadislerine kıymet vermemek, şayet kötü bir fikre dayanmıyorsa, hadis ve sünneti ve peygamberin vazi­fesinin şümul ve mâhiyetini anlamamaktır. Zîra kur'anı tebliğ edende, tef­sir ve beyan eden de peygamberin kendisidir.

Bu değer ve vasıfları taşıyan sünnet ve hadîsi şerifin ehemmiyet ve faziletini natık olan bârı ayeti keriyme ve hadîsi şerifleri naklederek bah­simize son verelim. [4]


Sünnet Ve Hadîsin Fazileti


Sünnet ve hadis hakkında kur'anı kerimde şöyle buyurulmuştur : «Ey îmân edenler! Allâha itaat edin. Peygambere ve sizden (müslü-man) olan âmirlere itaat edin. Sonra bir şey hakkında münazaa (kavga, gürültü) ettinizmi, hemen onu Aİlâha (Kur'ana) ve resulüne (sünnetine) arz ediniz, eğer Allâha ve âhiret gününe inanıyorsanız. Bu (kitab ve sün­nete) müracaat, hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha güzeldir.» Nisa sûresi, 59

Bu âyeti keriymede beyan edildiği üzere, bir mes'ele hakkında müşkil-lik ve niza hasıl olduğunda hemen şer'î delil olan kitab ve sünnete müra­caat ederek halli fasletmek yolunu tutmak ve bu iki delîli bilen ehline mü­racaatla mes'eleyi en doğru şekilde aydınlatmak her müsiümanın vazifesi­dir.

Sünnete sarılmanın ehemmiyet ve lüzumunu natık diğer âyeti kerîme mealleri.

«Habîbim!) Rabbin hakkı için, o kimseler ki; aralarında cekişdikleri şeyler hakkında seni hakem tâyin edib sonrada verdiğin hükümden nefis­leri hiç bir darlık duymadan tam bir teslimiyette (boyun eğib) teslim ol­madıkça, îman etmiş olmazfar.» Nİsâ sûresi, 65

Diğer bir âyeti kerîme mealinde şöyledir :

«Peygamber size ne verdi (getirdi) ise, onu alın (ona sahib olun). Ve size neyi yasak etti ise onu da afmayın (yapma dediğini de yapmayın).» Haşr sûresi, 7

Tercümesini yabdiğımız «Mişkât el mesâbîh» adlı bu kitabın (kitab ve sünnet bâbı)nda geleceği gibi, sünnet ve hadîse, şer'î delil olarak sarılma­nın lüzum ve ehemmiyeti beyan edilmiştir. Cümleden bir kaçını naklede­lim.

Câbir (R.A.) den rivayet edilmiştir,

Resûîüllah (S.A.V.) buyurmuştur ki :

«Bundan sonra, elbette sözün en hayırlısı kitâbuilah ve hidâyetin en hayırlısı da Muharnmed (A.S.) 'm hidâyetidir. İşlerin en şerlisi yeni çıkan­lardır. Ve her Bid'at dalâlettir.» [5]

Abdullah ibni Amr (R.A) dan mervî dir, demiştir. ^Resûîüllah (S.AtV.) şöyle buyurmuştur :

«Sizin biriniz (hakkıyle) îman etmiş olmaz. Takt arzu ve isteği benim getirdiğime (hadis ve sünnete) tabî ola.»

Diğer bir hadîsi şerif de şöyle buyurulmuştur :[6]

«Bir kimse, ümmetimin fesâd o'duğu zaman, benim sünnetime sarılır-sa, o kimseye yüz şehid ecri vardır.» [7]

Bir hadîsi şerifte de şöyle buyurulmştur :

«Size iki şey bıraktım, onlara sımsıkı yapışdıkca katiyyen yolunuzu şaşırmazsınız. : (o iki şeyde) Allanın kitabı (kur'anı kerim) ve Peygamberin sünnetidir.» [8]

Yukardaki naklettiğimiz gerçeklerden anlaşılmıştaki, edille-i şeriyye-den kitab ve sünnete sarılmak ve mucibi ile amel etmek; fertlerin, cemiyet ve milletlerin dünya ve âhiretin kurtuluş ve seadet yolunun ta kendisidir. Geçmişteki milletlerin ve müslümanların hayatlarına bakıldığı zaman gö-rülecektirki, İmanlı, hakka bağlı, ihlâs, sadâkat, vefakarlık, hüsnüniyyet, hizmet aşkı, büyüklere saygı, küçüklere sevgi, hulâsa îman ve islam ah­lakının esaslarına bağlı yaşandığı zamanlar birlik, huzur, fetihler, dünya çapında yeni hamle ve çağlar ve hatta düşmanların sevgi ve hayranlığını kazanıb islâm ve müslümanlığa akın akın iltihaklar, hep kitab ve sünnete bağlılığın neticesi, hakkın yardım ve lutfuna mazhar olunduğu târihi bir oerçektir.

Nitekim islâmın geliş ve yayılışı. Bedir, Uhud, Handek, Hayber, Mek-kenin fethi, Kudüsün fethi, İspanyanın fethi, Anadolunun ve İstanbulun ve daha bir çok ülkelerin fethi, milletlerin müslüman oluşu top yekun isiâma bağlılığrn neticesidir.

Hal böyle iken bugün milletlerin kurtuluşu için bu gerçek kaynak ve esasların dışında kurtuluş, huzur ve sükûn arayanlar görülmektedir. -Ha-kîkattan, tarihden ve tecrübeden yoksun kalbleri gözlen ve kulakları bâtıl veya küfürle perdelenenler dâima kurtuluşu bâtıl yollardan aramıştır, hglâ görülenler ve görüleceklerde aynı yolun yolcusudurlar; Helak ve hüsran onlarındır.

Seadet ve kurtuluş ise, hakka inanan ve hakka uyanlarındır. [9]



Hadîsi Şerifin Tarifi


Hadîs : Peygamber sallallaâhü aleyhi vesellem efendimizin mübarek sözlerine, fiil ve takrirlerine hadis lafzı söylenmiştir. Bunlara, Sünneti filiye, sünneti kavMye ve sünneti takririye de denir.

Hadisi şerifleri nakleden bilginlere göre, «Haber» lafzı, «Hadis» lafzı nın muradifidir. Bir rivayette ise, «Haber» lafzı peygamber (S.A.V.) efendi­mizden başkasından gelen sözlere denilmiştir. Diğer bir rivayette de, «Ha­dis» lafzının kullanması ile «haber» lafzının kullanması arasında umum hu­sus mutlak vardırki şöyledir: Her «hadis» haber olur. Fakat her «Haber» hadîs olmaz.

Hadîsi Kudsî : Mânası ilhamla veya uyku hâlinde veya bir melek vâsı­tası ile peygamberimize ilkâ olunup lafzı kendisi tarafından söylenerek Allâ-hü teâlaya nisbet edilen hadisler, hadîsi kudsîdir.

Hadîsi şerifin tarifi ise, yukarda geçtiği gibi, söz, fiil ve takriri rasui ile sabit olan hadis ve sünnetlerdir.

Kur'anı Kerim : Hem lafzı ve hem mânası Allâhü teâlâdan cebrâil aley-hisselam ile inzal olunan kelâmı ilâhîdir.

Kur'anı kerim, lafzı ve manası ile mütevâtirdir. İnkarı küfürdür.

Hadîsi kudsî ise, mütevâtir değil belki meşhur olanı olabilir. Hadîsi kudsîyi ve Hadîsi Rasûlü inkâr eden kâfir olmaz. Fakat hadîsin hadîsi sa­hih olduğunu bildiği halde tahkir ve tezyif eden kâfir olur.

Sünnet ve hadisleri terk edip amel etmeyen kimseler, şefaati rasulden mahrum olur.

Eser : Sahâbe-i kiramdan naklolunan güzel söz ve hallerine «Eser» denilmiştir. îlmi hadis, rivayet ve dirayet namlarıyıe iki kısma ayrılmakta­dır.

Rivâyetülhadis : Hadîsi şerif râvîlerinin, zabd, adalet halleriyle hadîsi şeriflerin rasulüllâha ulaşma ve ulaşmadan kesilme keyfiyetleri bahsedilen ilim dalıdır. Bu ilim dalına «İlmi rivayeti Hadîs» denir ve bu ilim «İlmi Usûli Hadîs» nâmiyle anılan ilim dalında beyan edilmiştir.

Dirâyetülhadîs : Arabî ve şer'î kaidelere dayalı ve Rasûlüllah (S.A.V.) efendimizin ahvâli şahsiyetlerine mutabık olduğu halde hadîsi şeriflerden anlaşılan mâna ve mefhumdan bahseden ilim dalına da «İlmi Dirâyetülha­dîs» denilmiştir.

Mevzuu : mâna ve mefhumu itibariyle hadîsi şeriflerin lafızlarıdır.

Gayesi : Hazreti peygamberin mübarek söz, fiil ve takriri ile sadır olan kıymetli sünnetleriyle hallenerek güze! huylarıyla zîynetfenib. haram ve kö­tü şeylerden temizlenib iki cihanda seâdete erişmektir. [10]


Hadîsi Şeriflerin Kısımları


Mürsel Hadis : Râvînin son râviye isnad etmesi olmadan naklettiği ha­berdir. Yani, Tabiînden olan râvîlerin Rasûlü ekrem (S.A.V.) efendimizden naklettiği hadîsi şerifin Gshabdan olan râvînin ismini zikretmemesi hâlin­deki haberdir.

Müsned Hadis : «Hadîsi mürsel» in zıddıdır ki. Resulü ekrem (S.A.V.) efendimize vâsıl oluncaya kadar hadîsi şerifi rivayet eden râvînin, son râ­viye isnet ederek naklettiği hadîsi şerife «Hadîsi Müsned» denir.

Muttasıl Hcdis : Rasûlü ekrem (S.A.V.) efendimize yahud ashabı kiram­dan bir zâta isnadı bitişen hadîsi şerifdir.

Mâlikin Nâfî den ve Nâfiin ibni Ömer den ve ibni Ömer-in Rasûlü ek-rem {S.A.V) den rivayet ettiği hadîsi şerife «Hadîsi Muttasıl» denir.

Münkâtî Hadis : Sahabeden başka olan bir râvînin sakıt olarak rivâ-ti olan hadîsi şerifdir.

Mevsul Hadis : Hadîsi muttasılın aynısıdır.

Mütevutir Hadis : Bir biri ardınca gelen üç cemâat topluluğunun nak­lettikleri ve bu cemaatların, Resûlüllah (S.A.V) efendimizden îtibaren nak­lederek tâ nihayete erinceye kadar hiç birinde yaldn üzerine ittifak etme­leri ödeten ve aklen tecviz imkânı tasavvur edilmeyen kimselerin naklettik­leri hadîsi şeriflere «Hadîsi mütevâter» denir.

Bu hadîsi şerifin hükmü, kadiyyet ifâde ettiğinden bilinmesi ve amel edilmesi lazımdır. Hatta böyle mütevâter hadîsi şerifi inkâr eden, tekfir olunmuştur.

Meşhur Hadis : Birinci asırda haberi ahad gibi olan hadîsi şeriflerin, ikinci ve üçüncü asırda şöhret bulmasıdır.

Yani bir kimsenin resulü ekrem efendimizden ve o kimsedende bir ce­mâatin ve o cemâattanda diğer bir cemâatin işiterek naklettikleri ve bu şekilde nihayete erinceye kadar ittifak eden cemaatların yalan üzerine it­tifak etmeleri tasavvur edilmeyen râvîlerin naklettikleri hadîsi şerife «ha­dîsi meşhur» denmiştir.

Hadîsi meşhurun hükmüde kesinlik ifâde eder. Bianen aleyh hadîsi meşhuru inkar eden, asah olan kavle göre tekfir olunur.

Mevkuf Hadis : Sahabe tarafından rivayet olunup Nebiyyİ muhterem sallaltâhü aleyhi vesellem efendimiz hazretlerine isnâd edilen hadîsi şerif­dir.

Sahih Hadis : Şaz ve muallel olmadığı halde, isnadı Resulü ekrem sal-lellâhü aleyhi vesellem efendimize muttasıl olarak ashabı adi ve zabd ta­rafından en son rivayet eden râviye varıncaya kadar adalet ve zabd sahib-lerinin naklettikleri hadîsi şerifdir.

Haberi âhad : Bir kimsenin Resulü ekrem sallellâhü aleyhi vesellem-den işittiği ve o tek kişiden de diğer bir kimsenin, ondarda başka bir kim­senin işittiği ve nihayete varıncaya kadar bütün râvîterin tek kişilerden işit­tikleri ve bu şekilde naklettikleri hadîsi şerifdir.

Haberi âhadı inkar eden ittifakla kâfir olmaz. Haberi ânüd ile amel edilir. İtikad edilmesi farz değildir. Şu kadar varki, haberi âhadt inkâr eden tazlil olunur ve haberi âhadı inkâr eden, ehli Bid'attan sayılmıştır. Zira ha­bere tecâvüz edilmese dahi, haber veren âlimlere hata nisbet edilmiş o!ur.

Muallak Hadis : Hadîsi şerifi Resûlüllâha isnad etmenin başlangıcında râvînin birisi veya ekserisi hazf olunan hadîsi şeriftir.

Hadîsi Kudsî : Manası A!lah-ü zülcelal tarafından lafzı da Resûlüliah sallallâhü aleyhi vesellem efendimiz tarafından beyân edilen hadîsi şerif­tir.

Bu hadîsi Kudsîyi Cenâbu Hak Resulü ekrem efendimize ilham veya uyku hâlinde iken haber vermiş ve Resulü ekrem hazretlerinin de bu mâ­nadan kendi sözü i!e haber vermiştir

Kur'anı kerim, hadîsi kudsîden efdaldır. Zîra kur'anı azîmüşşanın mu-bârek lafzı ve mânası Cenâbu hak tarafından inzal buyurulmuştur.

Kavî Hadîs : Resulü ekrem sallellâhü aleyhi vesellem efendimizin mu-bârek dili ile buyurmuş olduğu hadîsi şerifi söyledikten sonra Kur'anı ke­rimden bir âyeti kerimeyi ukumuş olduğu hadîsi şeriftir.

Mâsih Hadis : Resulü ekrem sallellâhü aieyhi vesellem efendimizin ömrünün son zamanlarında veya önce söylediğini sonra söylediği ile hük­münü değiştiren hadîsi şeriflere «nâsıh had>e» denir.

Mensuh Hadis : Resulü ekrem efendimizin cmr":.Jn p^'jnda veya ev­velce söylediği hadisi şerifdirki, sonra söyledikleri üe neshedilmiştir.

Kabir ziyaretini evvelce yasaklamıştı. Sonrada kabir zıyaıoti yapılma­sını tavsiye buyurarak ilk hükmü neshetmişti. Evvelki sözüne «mensuh ha­dis», ikinci sözüne de «nâsıh hadis» denilmiştir.

Umum Hadis : Bütün insanlar kasd olunan hadîsi şeriftir.

Husus hadis : İnsanlardan bir kimseye (mesela, sahabeden bir zata} hüküm ve karar verilen hadîsi şeriftir.'

Hasan Hadis : Râvîsi doğruluk ve emânet ehli olmakla meşhur olan hadîsi şeriftir.

Maktu Hadis : Tabiîni kirama bağlı olarak ve tabiin tarafından söylenen söz ve fiillerini beyân eden hadîsi şeriftir.

Şaz Hadis : Bir tek kişinin isnadı ile beyan edilen hadîsi şeriftir ki, o hadîsi şerif hakkında bir hadis şeyhi şehâdet eder.

Eğer o şeyh, îtimâda layık kişi ise, durulur ve onunla hüccet yapılmaz. Şayet o şeyh itimada layık bir kişi değilse, o hadisi şerif terk edilir.

Ğarib Hadis : Bâzan râvînin rivayeti, Tek başına bir şahîs halinde olan hadîsi şeriftir.

Bâzanda râviye hadis ashabından îtimad edilen bir zâtın muhalefeti ile rivayet edilen hadisi şeriftir.

laif hadis : Hasen hadisden : Hadîsi hasenden, mertebe bakımından aşağıdır. Zaif hadis. Sahih hadisle Hasen hadis sıfatlarını câmî olmayan hadîsi şeriftir.

Zaif hadîsin zafiyeti, Bâzan râvinin adaletli olmayışı veya iyi ezberle-meyişi veya îtikad bakımından râvî töhmet edilen kimseden olması gibi sebeblerdir.

Fezâili amal ve menkıbeler mevzuunda zaif hadisle ame! etmek caizdir.

Fakat ulemâi kiram efendilerimiz, «Zaif hadis ile ahkam isbat edilmez. Zira rstihhad hükümlerinin isbâtında müctehid oian zatı muhterem, zaif ha­dîse sarılması ve müctehid oian zatın zaif hadîsi, mezhebine uygun bir de­lil ve bir mes'elede içtihadına delil etmesi caiz değildir.» demişlerdir.

Muhkem Hadis : Tevile muhtaç olmayan hadîsi şeriftir.

Müteşâbih Hadis : Tevile muhtaç'olan hadîsi şeriftir. .

Munfasıl Hadis : Tabiin hazretlerine vasıl olmazdan evvel râvilerin bir­den fazla sakıt olan hadîsi şeriftir.

Müsiefiz Hadis : Nakleden râvileri, üçden ziyâde, olan hadîsi şeriftir.

Muzdarib Hadis : Râvînin rivayetinde ihtilaf ve izdırab olub bir defa bir surette diğer bir defasında da başka bir surette rivayet ettiği ve her iki rivayeti de bir birine zıt ve muhalif olan hadîsi şeriftir.

Merdut Hadis : Zahiren bir söz olub fakat bir mânası olmadığı gibi ri-vâyet şekli de kâfi oimayan hadîsi şeriftir.

Mevzu Hadis : Resulü ekrem saliellâhü aieyhi vesellem efendimize ya­lancıların iftira edib uydurdukları haberdir.

Böyle uydurma hadisler, batıl hükümleri vehmettiren veya akle ve nak­le muhalif olub tevil ve îzah yönleri olmayan, Cümle ve gramer hatası ile mana bozukluğu bulunan, basit bir iş veya hata yüzünden şiddetli cezalar veya basit bir amel için büyük mükâfatlar görüleceğini ifâde eden ve ha­dis rivayet eden kimse yalancılıkla meşhur olan dindar olmayıb cahil olan ve nefsâni arzulara göre senetler ve hükümler uydurmakla bilinen kimseler tarafından uydurulur.

Hadis uydurma hareketi, Hicretin 41. senesi dördüncü halîfe Hz. Ali radiyallâhü anhm hilâfeti zamanında başlamıştır.

Mevzu Hadisi uydurma sebebleri : Hadis uydurmak için pek çok fasit sebebler ve gayelerle ortaya çıkılmış ve birinci asırdan beri devam ede gel­miştir. Sebeblerden bâzılarını sıralayalım :

a) İlk zamanlarda Hadis uyduranlar, ekseriya mensub oldukları tnezheb ve meşreblerini gölib getirmek çabaları ile hadis uydurmuşlardır. O zamanlar, müsiümanlar arasında çeşitli kurub ve partiler münâkaşaya tutuşmuşlar ve siyâsi gayelerle cumhur, haricîler, ve şîa kısımlarına ayrıl­mışlardır.

b) Bid'atcılar da, Resûlüllâha (S.A.V.) iftira etmek için hadis uydur­ma yollarını savunub hadis uydurmuşlardır.

Hammad bin seleme isimli bir Bid'at sahibi Râfizi şöyle demiştir: «Râ-fizîlera'en yaş!; bir adam, hadis uydurmak mevzuunda Râfizîlerin ittifak hâ-linde'olduklarını bana söyledi.s>

Bid'atcılardan biri de, mezheblerini İftira ve tezvir yoluyla müdâfaaya çalışan ve kitablarım mevzu hadislerle dolduran bir takım fakihlerdir. Hadis ilimleri, 313}

c) Hadis uyduranların en fecîsi ve en adîsi, her asırda görülen ba­zı âlim tasfakEaırmn, hükümet adamlarına vaklaşmck ve onlardan dünyalık koparmak maksadiyfe hadis uydurmalarıdır.

Bu mevzuda da geçmişte olduğu gibi, günümüzde de bir takım âlim taslakları câhil kişilerin devlet adamlarının yanında imtiyazlı olmak ve bir dünyalığa kavuşmak emeliyle hakîkati söylemeyib gizleyen, veya tahrif ederek konuşan veya düpedüz uydurma ve indî sözler sarfedenleri görmek fe ve işitmekteyiz.

d) Uydurma Hadiscilerden bir kısmı da, Halk arasında bilgiç geçi­nen bâzı kişiler, halka âlîm görünmek için hadis uydurmuşlar ve peygam­ber efendimize iftira etmişlerdir.

Bu hususta da sayılmayacak kadar misal vardır. En bârız örnekleri bu­gün halk arasında imtiyaz ve şöhret almış bir takım âlim taslaklarıdırlar Usûlü hadis, ilmi hadis, fıkıh, tefsir ve hatta arabca gremer ilimleri olan sarf, nahiv, mantık, meânî, beyan, bedî ile ilmi kelâm bilgilerini beyan eden eserlerden birer tanesini olsun bir üstaddan okumamış, adını dahî duy­madığı ilim dallarından bahsetmeğe kudreti olmayan bir takım şöhret ve menfeat bezirganları görülmektedir.

e) Uydurma hadisciler, halkı yalan ve uydurma kıssalarla en yüz-yüz ve hayasız şekilde avıtırlar ve böylelikle kendilerini halk nazarında âlim göstermeğe çalışırlar. Hulâsa, uydurma sebeblerinden biriside, kıs-sacılardır. Ancak Kur'an kıssalarını okumak ve hadîsi şerif kıssalariyle meş­gul olmak en salim yoldur.

f) Bâzı Zâhld ve mutasavvif geçinen kimselerin, insanları sâlih amellere teşvik etmek için Resulü ekrem (S.A.V.) efendimizin söylemedi­ği bir sözü hadis diye uydurmakta bir beis görmemeleri de en şenî hadîs uydurma sebeb.'erindendir.

Resulü ekrem efendimizin açık, seçik ve her hakîkatı olduğu gibi özlü bir şekilde beyan buyurması kâfi değiimiş ve Resûlüllah salleilâhü aleyhi vesellem efendimiz anlayıb bilememiş gibi, bir mâhiyet göstererek ibâdet ve itâata terğib ve günahlardan korkutmak için bir takım haberler uydur-, mak elbette gayet çirkin ve en şenî iftiralardandır.

Mübarek gecelerle ilgili çeşitli namaz tarif edenler, kur'an kerîmin okunmasını bıraktırıb kendilerine has evrâdlan okutmaya çalışanlar ve daha birçok fazilet diye âyet ve hadis de beyan edilmeyen uydurma faziletlerden bahsedenler olmuşlar. Bugünde aynı yolun sâlikleri imtiyazlı olarak bu amelleri işlemekten geri kalmamaktadırlar.

Halbuki peygamber sallelâhü aleyhi vesellem efendimiz mübarek sö­zünde şöyle buyurmuşlardır :

«Benim ve hulefâ-i râşîdinin (dört halîfenin) sünnetine sımsıkı sanlın. Yeni çıkan (ve ibâdete sokulan) işlerden (uydurmalardan) kaçının. Zira her yeni çıkan Bid'attır ve her Bidat dalâlettir.»

g) Hadis uyduranların en şenî ve kötüsünden biriside, yahûdî ve hırıstiyan âlimlerinin uydurarak ortaya attıkları ve kitablara yazarak piyâse-ye sürdükleri sözlerdir.

Bu hususda da pek çok örnekler vardır. Bir tanesi şöyledir :

«İbni Asâkîr tahric ediyor ve diyor ki,'

«Hârûnu Reşide bir zındık getirildi. Bu zındığın hâlini görüb bilen ha­lîfe öldürülmesini emir buyurdu.

«Bunun üzerine o zındık dedi ki :

«Yâ emirel müminin! Ben, siz müslümanları doğru yoldan çıkarmak için, haramı helâl ve helâhda haram kılar dört bin hadis uydurdum. Ve bu uydurduğum hadislerin bir harfinî dahî peygamber söylememiştir. Sen bu­nu ne yapacaksın?

«Bunun üzerine Hârûnu Reşid dedi ki :

«Ey zındık! Abdullah İbni mübarek ve Ebu İshak gibi âlimler onu ayırt ederler ve harf harf çıkarırlar.» [11]

Buna benzer yahûdî dönmelerinin veya yahûdîlerin, Hıristiyanların ve zındıkların hakîkatı tahrif etmek emeliyle uydurdukları hadis pek çoktur.

İbni cevzi, imamı suyûtî ve Aliyyülkârî gibi, büyük islâm âlimleri böy­le uydurma hadisleri bir bir ortaya koyan senetleri ve hükümleri yazmışlar ve sünnetle hadîsi böyle uydurma sözlerden temizlemeğe çalışmışlardır.

Maalesef yine de pek çok uydurma sözler, hadis diye kitablara yazıl­mış, bu yüzden bir çok kitablar uydurma hadislerle dolmuştur.

Uydurma hadîsler dün, revaç bulduğu gibi, bugünde ayeti, hadîsi şerifi, ve edille-i şer'iyyeden hiç bir bilgisi olmayan pek çok câhil ve yetgisiz kim­seler âyeti hadis ve hadisi âyet ve hatta büyüklerin sözlerinden bir sözü âyet

veya hadîs meali diye söyleyenler görülmektedir. Ve böyle ehliyetsiz kim­seler kendilerine bilgin süsü vermektedirler.

En ünlü mevzuat kitabları

1- Kitabul mevzuat, kitabul ebatıl, Hüseyin bin İbrahim Elcezekânî 543

2 - Kitabul mvzûat, Allâme ibni Cevzî, 597

3- Kitabul mevzuat, Musannifi, Aliyyülkârî - 1014

4 - .Elfevâıdülmecmûa fılhadîsilmevzûa, Şevkânî - 1250

5 - Elleâlîf Mesnûa filehâdisilmevzua, Celâleddin Suyûtî - 911

6 - Tenzîhüşerrîatül mevzua, Alîyyibni Muhammed bin El Irak

Bir hadîsin uydurma olduğnu bildiren ana esaslar .

a) Nakledilen hadîsin Kur'anı kerime ve Hz. Peygamberin sünnetine muhalif olması,

b) İslam ahlakının kurallarına aykırı olması,

c) Aklı selimden, Allanın ödet ve sünneti olan kanunlardan ve realite­den uzaklığı,

d) Hadisin ihtiva ettiği lafız ve manasında gülünç ve maskaralığı icab ettiren sözlerin bulunması,

e) Hadisin, lafzında veya mânasında rekaketlik (uygunsuzluk ve dil dolaşıklığı) bulunması hâli,

f) Hadisin söylenişindekj ölçüsüzlüğün bulunması,

g) Yalan hadisleri ortaya koyanlardan bazıları istedikleri suçları açıkça İtiraf ve ikrar etmiş olmaları,

Buna misal olarak Amr ibni sâbihîn hazreti peygambere nisbelle bir hutbe uydurduğunu söyleyebiliriz.

h) Bir hadisin uydurma olduğu îtiraf edilmez isede, bunu ortaya koya­nın hâlinden bilinebilir.

i) Yalan bir hadisin metni ya uydurucunun kendi ifadeleridir, yahutda başkasının sözlerinden ibarettir, Uydurma metinler ve eski filozofların veya diğer büyük adamların câzib ve özlü sözleridir.

Meselâ : Eski Müşrik hâkimlerinden Haris bin kelûde ile Hz. Ali ve mâ­lik bin dînar gibi zevatın bâzı sözleri Hz. Peygambere nisbet edilerek Hadis diye rivayet edilmiştir. Eski yunan feylazoflanndan Eflâton ve Hipokretes'in bazı tıbbî sözleride Hadis olarak gösterilmiştir.

İşte yukardaki haller gibi, uydurma ve yalan olan hadisleri bildiren pek çok haslet ve esaslar vardır. Bu haller bulunan her hadis, uydurma ve yalan hadisdir.

Hadis ilmine âit mühim kaideler.

Hadis ehlinin nazarında söylenen ve kullanılan bâzı kelime ve terimler vardır. O terimlerin ifâde ettikleri mâna ve maksatları sıralayalım.

Sahih, lafzı : hadis ehlinin ıstılahında zikrolunursa, ondan maksad «Cami-! sahîhi buhâri» dir.

Sahîhayn, lafzı zikrolunursa, ondan murad «sahîhi Buharı» ve «Sahîhi. Müslim» dir.

Sıhah; lafzı zikrolunursa, ondan murad «sıhahısitte-altı sahih kitab -kütübü sitte» dir.

Meşhur olan bu altı hadis kitablarından başkaları, kayıtlı olarak zikro-iunub, mutlak zikrolunmaz. «Sahîhi İbni huzeyme», «Sahîhi ibni Hıbban» Ve «Sahîhi müstedreki hâkim» gibi kayıtlı olur.

Kütübü Sitte-î Meşhure = Meşhur altı kitab

Hadisi şerif kitabları arasında sahih ve sağlam kaynak ve ilk tasnif edilen altı adet hadîsi şerif kitablarına «Kütübü sitte» denilmiştir ve şun­lardır :

1 - Buharînin «El Câmiussahihi», Müellifi; Ebu Abdillah Muhammed bin İsmail El Buharîdir. Vefatı, 256

2 - Müslim-ıin «Elcâmiussâhîhi» Müellifi, Ebil Hüseyn Müslim bin El haccac Elkuşeyrîdir. Vefatı, 261

3 - Ebu Dâvudun «Essünen-i» dir. Vefatı, 275

4 - Ebu Tsa Ettirmizînin «Elcâmi ussünen-i» dir. Vefatı, 279

5 - Ennesa-înin «Essünen» diğer bir ismi «Eİmüctebâ veya Essü nenü essuğra» sidir. Vefatı, 303

6 - İbni Mâcenin «Essünenü» isimli eseridir. Vefatı, 275 Essünen lafzı, mutlak zikrolunursa, ondan murad; «Süneni Ebu Dâvud»,

«Süneni Tirmizi», «Süneni Nesa-i» ve «Sünenü İbni Mâce El- kazvînî» dir. Bunlardan başka sünenler, kayıtlı olarak zikrolunur. «Süner^ü iDâre kutnî» ve «Sünenü kebîri Beyhakî» gibi.

MÜSNEDLER

Mesânîd = Müsnedler lafzı. Mutlak zikrolunursa, ondan murad; «Müs-nedi Ahmed bin Hanbel», «Müsnedi Ebî yâlâ el Mûsilî», «Müsnedü Eddâri-mî» ve «Müsnedil Bezzâr» dır.

Kütübü sitte Musannıflan için remz olunan harfler Kur'anı kerimden sonra hadisi şerif kitablarından altı kitabın Müellifle­rinin her biri için ayrı ayrı harflerle birer remz konmuştur ve şöyledir :

1 - Noktalı «Ha» harfi-lmamı Buharîye mahsustur.

2 - «Mim» Harfi, İmamı Müslime mahsustur.'

3 - «Te» Harfi, İmamı Tirmiziye mahsustur.

4 - Dâl «Harfi, Ebu Dâvuda mahsustur.

5 - «Sin» Harfi, İmamı Nesaiye mahsustur.

6 - «He» Harfi, İmamı ibni Mâceye mahsustur. .

Diğer muhaddislere âit başka rumuzlarda vardır.

Sünnet, Hadis ve muhaddisler hakkında kısa malumat zikrettikden sonra esas eserin mukaddimesine ve kitabın usul ve üslubuna âit ifâde­lerini tercüme ve îzah etmeğe başlamş oluyoruz. Dikkatle okuyup bir yan­lış anlayışa ve hükme varmamak en seâlim yoldur. Kalem, ifâde ve matbaa hatası görülürse düzeltmek veya ikazda bulunmak ise, yolların en doğru­larından birisidir. Cenabı hak bütün mümin kardeşlerimizle bizlere tevfik ve ıınâyetini ihsan buyursun. Amin 20 - Muharrem - 139710 - Ocak - 1977[12]


Mukaddime


Rahman ve rahim olan Allâhın adı ile başlarım.

Hamd, Allâha mahsustur, ona hamd eder, ondan yardım diler ve ona (günahlarımızın afvi için) istiğfar ederiz. Amellerimizin kötülerinden ve ne­fislerimizin şerlerinden Allaha sığınırız. Bir kimseyi Aüahüteâîâ hidâyette kılarsa, onu hiç bir kimse dalâlete saptıramaz ve bir kimseyide cenabı hak dalâlette bırakırsa, hiç bir ferd onu hidâyete eriştiremez.

Allâhdan başka ilâh olmadığına şahadet ederimki, o şahadet kurtulu­şa vesiyle ve derecelerin yükselmesine kefil olur.

Muhammed (S.A.V.) Allanın kulu ve Rasûiü olduğuna şahadet ederim. Uman yollarının eserleri yıkılmış olduğu, îman nurlarının meşâlesioin giz­lendiği, tevhid ve iman yollarının esaslarının zaiflediği ve cehil ve zulmün çoğalması ile iman yollarının mekan ve mercîi bilinmediği bir zamanda Allahüteâla onu (Muhammed Aleyhisselâmı) göndermiştir.

İşte böyle bir zamanda salâtü selâm onun üzerine olsun, onu gizli ve yıkılmış olanı yükseltmiş ve kuvvetlendirmiştir ve ateşin kenarında olan kimseleri kelime'i tevhidin teyic* ile manevi hastalıktan şifalandırmıştır,

doğru yola gitmek isteyenlere hidâyet yolunu açıklamıştır. Saadet hazine­lerine malik olmayı arzu edenlere saadet hazinelerini izhar etmiştir.

Artık bundan sonra; Onun (Rasulullahın) hidâyetine sarılmak ancak onun kalbinden, göksünden ve ağzından zuhur eden şeylere ittîba etmekle olur. Ve Allahın (kopmaz) ipine (Kur'ana) sarılmakda ancak onun (Rasu­lullahın) sünnetini beyan etmekle tamam olur.

Sünneti ihya edici, Bidâdı yıkıcı Ebû Muhammed Bin Mesûd elferrâ elbeğâvî [13] Allâhüteâla onun derecesini yükseltsin, İmamı beğcivi Hz. le-rinin tasnif etmiş olduğu (Kitabül mesabih-in) babını tasnif ederek kitap halinde cem etmişti. Anlaşılması ve zabtı güc olan hadisi şerifleri zaptet-m iştir.

imamı beğâvi Hz. (Allah "ondan razi olsun), kitabül mesabihde kısalt­ma ve senetleri hazfetme yoluna gidince, her ne kadar imamı fceğâvinin nakli olsa ve kendisi isnad ehli gibi itimad edilen âlimlerden isede bazı tahkikcı ve tetkikci alimler, hakkında söz ettiler. Aynı zamanda imamı be-ğövinin senedsiz olarak zikrettiği hadisler, kimin ve nereye aid olduğu bi­linmeyen bir arazi gibi delalet eden bir aiâmetde yoktu.

Bunun üzerine Allahüteâlanın hayırlı kılmasını taleb ederek ondan yardım diledim. Hemen belli ve isnadlı olmayanları belirtip isnadlarını bil­dirdim ve hadis hafızlarının zaptedenlerini, itimad sahipleri ve ilimde sebad ve karara varmış âlimleri, hadis imamlarının rivayetleri gibi şekilleri mesa-bih kitabının her hadisinin mehallinde senetlerini koyup yerleştirdim (Hati­bi teprizinin ifadesidir).

Meselâ (senetleri yerleştirilen) : Ebî Apdillâh Muhammed Bin İsmail El buharı [14] ve Ebil Hüseyin müslim Bin El haccac El kuşeyrî [15] ve Ebi Apdiilâh Malik Bin Ei'es behî [16] ve Ebi Apdiliah Muhammed Bin El İdris Şâfi-Î [17] ve Ebi Apdillah Ahmet bin Muhammed bin hanbelişşeybânî [18] ve Ebî İsâ Muhammed Bin İsâ ettirmizî [19] ve EbîDavud Süleyman Bin E! eşâ-sissicistanî [20] ve Ebi Apdirrahman Ahmet Bin Şuaybin nesâî [21] ve Ebi Apdillah Muhammed bin yezid Bin mâce El kazvînî [22] ve Ebi Muhammed Apdillah bin Apdirrahman eddarimî [23] ve Ebil hasen Aliyyi Ibni Ömer Eddâre hudnî [24] ve Ebi Bekir Ahmed bin El Huseyn El beyhakî [25] ve Ebil Hâseni rezin Bin Muâviye Elâbderiyyî [26] ve bunlardan başkaları gibi-, (erdir. Bunlardan başkalarıda azdır.

Ve ben bu kimselere (yukardaki muhaddisiere} hadisi şerifi nisbet et­tiğimde, sanki Peygamber sallaliahü aleyhi veselleme isnad etmiş gibi olu­yorum. Zira onlara İsnad edilince hadisi şerif hakkında isnad mevzuu bitmiş oluyor ve isnad edilen hadisin tahkikatından kendimizi müsteğni kılıyoruz. Ve yine İmamı Beğâvinin serdedip koyduğu üslup gibi bablan ve kitapları (ba­hisleri) tertibleyip yazdım ve onun bahis ve bablarının yoluna tabi oldum.

Ve her babı çok zaman üç fasıl üzere taksim ettim; .

Birinci bab : Buhari ve müslimin veya tek başına bunlardan birinin tahric ettiği hadisi şeriflerdir. Ve rivayette dereceleri yüksek olduğu için her nekadar başkası o hadisi şerife rivayette iştirak etmişsede ben sâde bu ikisinin (Buhari ve müslimin) Rivayetleri ile İktifa ettim.

İkıinci bab : Buhari ve müslimden başka diğer zikredilen hadis imam­larının rivayetlerini yazdım.

Üçüncü bab : Hadisi şeriflerdeki rivayet nisbeti şartlarını muhafaza ederek bablara münasib ve muvafık olan manalar üzerine şamil olanları irad ettim, velevki bu irad edilip yazılanlar selef (sahabe - tâbi'in) ve halef (daha sonraki alimler) den mesur olsun.

Bundan sonra (ey okuyucu), eğer bir babda hadisi bulamazsan : işte onu tekrar olduğundan iskat ettim. Eğer diğer bazı hadisi şerifi ihtisar' üzere terk olunmuş veya hadisi şerifi tamamlamak üzere zammedilmiş bulursan, İşte buda kısalttığım ve tamamlamak üzere ilhak ettiğime ihti­mamından dolayıdır.

Eğer İki fasılda ihtilafa düşersen, muttali olup birinci fasılda şeyhayn (Buhari, müslimin) zikrini (halbuki birinci fasılda bunların zikri gerekirken) bulursan, bilmelisinki ben Humeydînin «El cem'u beyne sahihayn-ı» ile (İb-nül esirin) «Camiul usul» adlı iki kitabı tetkik ve tetebbu etmemden sonra niha-i hüküm de şeyhaynin sahihlerine itimad ettim.

Şayet hadisin nefsinde (Metninde) ihtilaf görürsen, işte buda hadis­lerin yollarının (senetlerinin) muhtelif olmasındandır. Belkide ben şeyh (İmamı beğavî) Radiyallahü anhin takip ettiği rivayet yoluna muttali olma­ya bilirim. Benim kendimin sözü olan «Ekûlu — benderim» Kelimesini ise, asıl kitaplarda rivayetleri bulamadığım veya asıl kitaplarda hilafını buldu­ğum zaman çok az rastlarsın. Binaenaleyh şayet «ben derim» ifadesine va­kıf olur isen, kusuru benim rivayetimin azlığına nisbet etmelisin.

Cenabu Allah (c.c.) iki cihanda kadrini yükseltsin kusuru şeyh (İmamı beğavi) tarafına nisbet etme. Şeyh (İmamı beğâvi) Hz. ne kusur nisbet et­mekten uzak ol.

Bir kimse, eserde bir kusura muttali olurda bizi ikaz eder ve bizi doğ­ru yola sevk ederse, Allahüteâla onlara rahmetini ihsan etsin.

Takat ve kudretim nisbe-tinde tenfir ve teftiş hususunda son gayretim: gösterdim, görüb bulduğum gibi o ihtilafı naklettim.

Şeyh (İmamı beğavi) Radiyallahü anhin bir hadisi şerife, garib veya zaif veya bunlardan başka işaretinide çok zaman olduğu gibi beyan ettim. Şeyh merhumun hadis usûlunda (munkatı, mevkuf ve mürsel gibi) zikredi­lenlere işaret etmediğinde, bende terk etmekde ona olduğu gibi tabî ol­dum. Ancak az yerlerde bir garaza binaen zikrettim. Qok zaman hadisin mahrecini boş ve isnadsız bulursun. Bu çok zaman boş bırakmanın se-bebide, ravisinin tahric yoluna muttalî olmadığımdan ve bunun üzerinede hadisin sonunda beyazlığı olduğu gibi terk ettim.

ey okuyup bakan kimse! eğer sen hadisin mahreç ve ravisine muttali olursan, hemen râvi ve mahreci hadisin sonuna ilhak et, böyle ame­linden dolayı Allahüteâla seni en güzel mükafatla mükafatlandırsın.

Kitabın adına «Mişkat El Mesabih» ismini verdim.

Bu eserin neticeye vasıl olmasında ANahdan tevfik, inayet, hidayet, kötü akide ve amelden siyânet ve arzu edilen maksadın kolaylığını isterim. Ve hayatta ve öldükten sonra ve bütün müslüman erkek ve kadınlara men­faat vermesini dilerim.

Buna Allahüteâla kafidir ve o ne güzel vekildir. Kudret ve kuvvet, an­cak aziz ve hakim olan Alfanındır. [27]


Niyyet Bahsi


Tercümesi :


1- Ömer ibni elhattab (R.A.) dan mervîdir, demişüı;

Resûlüllah (S.A.V.) buyurdu ki :

«Ameller (in kıymet ve kabulü), ancak niyyetlere göredir. Ve herkesin niyyet ettiği ne ise, kavuşacağı (nâii olacağı ve eline geçecek) şeyde an­cak odur.

«Binâen aleyh bir kimsenin hicreti, Allahâ ve Resulüne olursa, işte onun hicreti, Allâfta ve Rasûlünedir.

«Şayet bir kimsenin hicreti, eline geçireceği bir dünyaya veya nikah­layacağı bir kadına olursa, işte o kimsenin hicreti de, hicretinin gayesi ne ise, ona (dünya veya kadına) olur » Buhâri, Müslim[28]


Îzâhat


Râvi Hz. Ömer (R.A.) kimdir? :

Mekke-i mükerremdeki Kureyş kabîlesindendir. Peygamber (S.A.V) efendimizle Kâb bin Lüey-de nesebi birleşir.

Resûlüliah {S.A.V) efendimiz onu «Ebû Hafz» künyesi ile künyeledi, Ve hak ile bâtılın arasını tefrik ettiği için «Faruk» lakabı ile İakablandırdı.

Hz. Ömer (R.A.) erkeklerden müslüman olanların kırkıncısıdir. Müslü­man olduğu sırada kadınlardan on adet müslüman kadın vardı. Ve Hz. Ömerin müslümanhğı nübüvvetin altıncı senesinde olmuştur.

Hz. Ebü Bekirin (R.A.) vefatından sonra Hz. Ebû Bekirin tavsiyesi üze­rine halîfe seçilmiştir. Hilâfete, hicretin on üçüncü senesinde geçmiştir. Halifeliği zamanında pek çok belde ve şehirler fethedilmiştir.

Medîne-i münevvere de Hnstiyan bir köle olan Ebû Lülü-ün tecâvüzü ile zilhiccenin dördünde çarşamba günü sabah namazını kılarken şehit ol­muştur.

Vefatı, hicretin yirmi üçünde asah olan kavle göre, altmış üç (63) ya­şında olmuştur. On sene altı ay halifelik yapmıştır.

Sahabe arasında ilk defa «Emîril müminin» ismi Hz. Ömere verilmiş­tir.

Peygamberimizin, ikinci halîfesi, kayın pederi ve Hz. Hafza validemi­zin pederidir.

Rivayet ettiği hadîsi şerif, beşyüz otuz yedi (537) adettir. Bunlardan seksen biri (81) Buhârî ve Müslimin ittifakı iledir. Otuz dördü (34) tek ba­şına Buhârî de ve yirmi bir (21) adedide Müsîimdedir.

Yüzüğünün kaşında «Kefâ büınevti vâizen yâ Ömer! : Ey Ömer! vâzu nasîhat yönünden ölüm kâfidir.» yazılı idi.

İlâhî hükmü icra etmede çok şedit, akıllı, müctehid, mücâhid, sabırlı

ve dilinde hakkın tezahürü görülmüş ve onun temennilerinden bâzılarına göre, ilâhî âyetler gelmiştir.

Kâdî Beydâvî, Nisa sûresinin (60) numaralı âyeti olan «Sihirbazın hu­zurunda muhakeme olmalarını isterler» tefsirinde şu hâdiseyi zikrediyor :

«İbni Abbas (R.A.) in rivayetine göre.

Bir münafıkla Yahûdî arasında bir husûmet( niza ve kavga) meydana geliyor. Yahûdî mahkemeleşmek için Resûlüllâha (S.A.V.), münafık da Ya-hûdîlerin sihirbazı olan Kâb bin Eşrefe müracaat etmek ister. Yahûdî o münâfıkı güç belâ ikna eder, sonra her ikiside beraber Resûlüllâhın huzu­ru seâdetine girerler. Peygamber (S.A.V) efendimiz Yahûdîyi haklı görün­ce, onun lehine hüküm verir. Fakat dışarıya çıkınca münafık bu . hükme râzî olmayacağını söylüyor ve Yahûdîyi zorla Hz. Ömere götürüyor, Ömer-de mahkeme olalım diyor.

— Yahûdî, Hz. Ömere Resûluilah benim için hükmetti, fakat münafık onun hükmüne râzî olmadı ve sene dâvayı getirdi, diyor.

— Bunun üzerine Hz. Ömer münâfıka; böylemi oldu? diyerek soruyor.

— Münafık da, evet diyor.

— Hz. Ömer: Siz olduğunuz yerde durun ben hemen geliyorum, di­yor. Ve içeriye giriyor, kılıcını aldıktan sonra dışarıya çıkıyor, münâfıkın boynunu düşürünceye kadar kılıcını vuruyor ve diyor ki:

— Allah'ın ve Resulünün hükmüne razî olmayana ben böyle hükme­derim, der.

— Bunun üzerine derhal Ceprâil Aleyhisselam geliyor, ve: Ömer hak-ia batılın arasını tefrik etti, demiştir.

— Bu sebebden dolayı, kendisine «Fârûk» lakabı, söylendi,»[29]

Fazilet ve adaletine âid sayılmayacak kadar hükümler, haller, hadiseler ve esaslar vardır. Kısaca özetlemiye çalıştık ve şerhde ki malumatla iktifa ettik. Cenâbu hak, Razi olsun ve Şefaatından bizi mahrum etmesin, Amin. [30]


Niyyetin Hükümleri


Hadîsi şerifteki, «Ameller, ancak niyyetlere göredir. Ve herkesin niy-yeî ettiği ne ise, kavuşacağı şeyde ancak odur.» cümlesinde farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubah ve mendüb olarak beyan edilen hükümlerin amel ciheti, mutlaka bir kasıd ve gayeye bağlı olduğu, her hanki bir işin yapıiması için kaibden yapılacak bir niyyet ve karârın bulunması gerekti­ğini arzetmektedir. Ayrıca âhirette mükâfat ve cezânında niyyetlere göre verileceği ve seâdet yurdu olan cennette ebedî kalınanında iyi niyyetlere bağlı olduğu İzah edilmektedir^

Evet, dil, ei, ayak ve bütün azalarla yapılacak işlerin rastgele değil, evvelâ yapılacak işlerin gönülden bir tasavvuru ve bu tasavvurun tahak­kuk ciheti kararlaştırılır, sonra da kalbdeki niyyet ve karârın tercüman ve tezahürü olan amel yapılır. Zira kulluk ve en hayırlı amel, niyyetin güzel olması ve kalbin temizlik ve sâfiyyeti ile kazanılır. Böylece güzel gayenin tezahür sekti de. vucud ve kaliblarımız da görülmüş oluyor.

Niyyet ve gayeler, her şeyin başı ve esâsıdır. Gayesiz ve niyyetsiz olan her şey muattal ve başarısız olur. Eğer niyyet ve gaye iyi ve makbul şeyleri yapmak ve iyilikleri elde etmek için olursa, bu niyyet dünya ve âhi-reî seâdetinin en güzel nüvesinin bulunması demektir. Zîra insanların, inanç, gaye ve niyyeti ne ise, dünyâda ve âhirette ayni gayelerin tahakkuk ve devamını yaşatmak, yeşertmek ve yapmak emelinde olur ve yapmaya çalışır

Binâenaleyh bir kimsenin inancı ve gayesi hayır olursa, iyilikleri ve iyiliklerin mükâfatını kazanma emellerini elde eder.

Şayet inanç ve gayesi şer ise, o da kötülükleri elde etmek ve fenalık­ların içinde yüzmekle hayâtını idâme ettirir. Ve bu hayâtının semeresi, dünyada ve âhirette aynen tezahür eder.

Meselâ : Müminin iyi niyyeti ve daima mümin olarak yaşama azmi, ve imânın çerçevesi mesabesindeki iyi amelleri işleyerek yaşama emeli, onu cennette ebedi kalmasını sağlıyaeak ve iyi niyetinin mükafatına nail oiarak Cennette ebedi kalacaktır.

Kafirde, küfrüne ve kafir olarak yaşama azmi ile dünyada küfür amellerine devam etmesi, kötü niyetinin cezası olarak cehennemde ebedi kalmasına sebebtir. Zira ameller ve mükâfatları niyyetlere göredir.

Hattâ mümin olan bir kişi, bir mütdet imanla yaşayıp sonra kafir ol­maya niyyet ederse, o kimse velevki on yirmi sene ve daha fazla zaman sonra kafir olmaya niyyet etsin, hemen o küfre niyyeti zamanından itiba­ren kafir oiur ve iyi amelide kafirlerin amlleri gibi, ahiret de hiç bir seme- . re vermez.

Emali adlı akait kitabında bu hüküm şöyle beyan edilmiştir :

«Bir kimse, senelerce sonra kâfir olmaya niyet ederse, derhal o andan itibaren hak dinden çıkmış (Kafir olmuş) dır.»

İmanda sebat ve kararlılık niyyetinin şartlılığını beyân eden ilâhi hüküm

«Ey iman edenler! Allâha, onun peygamberine ve o peygambere ayet indirdiği kitaba ve daha evvel indirdiği (İncil ve Tevrat gibi) kitaba iman (da sebat) edin» Nisa suresi, 136

Evet cenabu hak küfürden başka kötülükleri yapanları ve yapmak az­minde olanları dilemesiyle af eder. Ancak küfür ve Şirki afvetmez.

Bir ayeti kerimede meâlen şöyledir :

«Şüphesizkıi Allah (C.G.), Kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bu şirk den başkasını (Büyük günahları), Dilediği kimseden bağışlar». Nisa süresi, 116

Diğer bir âyeti kerimede kalbin karar ve kazancı şöyle beyan edilmiş­tir :

«Allâhü teâlâ ancak sizi, kalblerimizin irtikab ettiği (kötü niyyet, küfür kasdı gibi) şeylerle sorumlu tutar da muâhaza eder.» Bakara - 225

Bir hadîsi şerifde de şöyle buyurulmuştur :

«Bir kutun îmânı, istikâmette olmaz, tâki kalbi istikâmette ola. Ve bir kulun kalbinin istikâmeti, dilinin istikâmette olması iledir,»

Şu halde mümin, hem îmânın da ve hem amellerinde iyi niyyete sâhib olmalıdır. Zîra her şeyin netice ve iyi sonucu, iyi niyyete bağlıdır.

Nitekim bir hadîsi şerifde şöyle buyurulmuştur :

«Müminin niyyeti, amelinden hayırlıdır.»

Hadîsi şerifteki, «Binâenaleyh bir kimsenin hicreti, Allâha ve Resulüne olursa, işte onun hicreti Allâha ve Resulüne dir.» cümlede de şu hükümler mündeçtir.

Hicret : Lügatta, göç etmek, kaçınmak, terk etmek ve ayrılmak, küsüş­mek gibi mânalara gelir.

Şeriatta hicret : Küfür diyarından islam diyarına göç etmektir ki, sahâ-be-i kiramın Mekke-i mükerremeden Habeşistâna ve M'edîne-i münevvere-ye göç etmeleri bu cümledendir. Esas târihî olaylara ve islam nâmına yapı­lan hicret bu hicrettir. Diğer hicret tâbirleri, kötülükten kaçınmak manasına olan hicrettir.

Bid'at ve ahlaksızlık işlenen memleketten sünnete uygun olarak yaşa­ma hayatı olan memlekete nakli mekan etmekte hicretten sayılmıştır.

İlim taleb ve tahsil etmek, hacc farizasını edâ etmek ve insanların şer­rinden korunmak için vatanını terk edib gitmekte birer hicrettir.

Hak yolunda kötülükten korunmak, iyilikleri kazanmak için her hare­ket ve gayretin islâm ve îman yolunda birer hicret olduğu şu mealdâki âyeti kerimede beyan edilmiştir :

«Her kjlm, Allah yolunda hicret ederse, yer yüzünde gidecek pek çok yer ve genişlik bulur. Kim, Âflâha ve Resulüne itâatla hicret ederek (ilim tahsili, Haccın îfası ve kötülüğün defi gibi ameller için) evinden çıkarda, sonra kendisine ölüm yetişirse, o kimsemin ecri (mükâfatı) elbette Allâha aittir, (yani, Aİlâhü teâlâ onu mükâfatlandıraçaktır)» Nisa sûresi, 100

Bir hadîsi şerifte de şöyle buyurulmuştur :

«Muhacir (Hicret eden kimse), Allâhü teâlanın yasak ettiği şeyden kaçman kîmsecjir.» Bu hadîsi şerifin îzahı, üerde otuz dördüncü (34). hadîsi şerifin altında zikredilecektir.

Şu halde İslâmın yasak ve haram kıldığı şeylerden kaçınarak hak yo-lunaa gitmeye gayret eden ve Allanın rızâsını tahsil etmek gayesiyle ilim ve irfan tahsil etmek, kötülüklerden kurtulub iyilikleri elde etmek ve Resu­lünün sünnetini yaşamak emelini taşıyarak diyar diyar dolaşan her mümin, Allah ve Resulünün yolunda hicret eden kimsedir.

Meselâ : Cünüp olan bir kimse, hamama; cünüblükten kurtulmak, banyo ve temizlik sürûruna kavuşmak, cami ve mescitlere girmeyi mubah kılmak ve Kur'anı kerîmi eline almayı mubah kılmak İçin hamama girerek guslederse, bu dört gâyeninde Allah için birer gaye olması hasebiyle dört gaye için mükâfata nail olur. Halbuki görünüşte amel bir tanedir.

Evet bütün peygamberlerin, ulemâ-i âmilin, sulahâ-i sâlihin ve evliyâ-i arifin olan kimselerin, her harekât ve sekenâtları hatta yemeleri, içmeleri, alış verişleri, yatmaları, kalkmaları, ailevi münsebette bulunmaları, tuva­lete gidib zaruri ihtiyaçlarını def etmeleri, hulâsa her amellerini rızâyı bâ-riye muvafık olması ve iyi bir niyyet ile yaparak yaşayıp ömürlerin boşa gitmemesini temin edib âhirette de ecrü mükâfata nail olmak kasdı jile hayat geçirmişlerdir.

Binâen aleyh Allanın Rızasını ve peygamberin şefaatini talep eden her müminde, bugün aynı gaye ve emellerle ve iyi niyet içinde güzel amelleri işleyip kötülüklerden kaçınması lâzımdır.

Netice-i kelâm, bir kimsenin hicreti, aziz ve kerim oian Allâha ve onun sevgili habîbihe olursa, hicret ve gayesi büyük olduğundan ecri mükâfatı ve sonucu da o nisbette büyük ve iyi olacağı muhakkaktır.

Hadîsi şarîfin son cümlesi oian şu; «Şayet bir kimsenin hicreti, eline geçireceği bir dünyâya veya nikahlayacağı bir kadına olursa, işte o kimse­nin hicreti de, hicretinin gayesi olan şey ne ise, ona (dünya veya kadına) olur.» cümlede de bâzı gerçekler mündemiçdir.

Yâni, bir yerden diğer bir yere göç eden, bir memleketten diğer bir memlekete hatta bir mahalleden diğer bir mahalleye göç edib giden kim­se, bir dünyalığa veya bir kadınla evlenmeğe kavuşmak emeliyle göç eder­se, işte o kimsenin âhirette nail olacağı bir eeir ve sevab mükâfatı yoktur. Ancak kasıt ve gayesi dünya ve kadındır.

Hadisi şerifin bu cümlesinin sebebi vurûdu şöyle beyan edilmiştir : «Ibni Mes'ud (R.A.) den rivayet olunmuş, demiştirki : «Bizim yanımızda bir kadınla nişanlanmış bir kişi vardı. Bu adamın ni­şanlısı kadına Ümmü kays denirdi. Kadın o adamla nikahlanmaktan kaçı­narak Mekke-i mükerremeden Medînei münevvereye hicet etmişti. Bunun üzerine nişanlanan erkekte hicret etti. Ve kadınla evlendi. Biz de o adama-Ümmü kaysın muhaciri-ismini vermiştik.» Mirkat, 40

Resûlüllah (S.A.V.) efendimiz, dünyevî ve şehevânî gayeleri taşıyan amelleri elde etmek maksadı ile bir yerden göç etmenin uhrevî bir mükâ­fatı olmayıb ancak dünyâda bir fâide temin edilebileceğini beyan etmekte­dir.

Bir hareket ve amel, görünüşte âhiret ameli olsa, niyyet ve gaye dün­yalığa kavuşmak olursa, o amel dünyalıktır. Âhirette ecrü mükâfat olmadı­ğı gibi, cezası ve vizri de vardır.

Meselâ: Namaz, niyaz, hayır hasanat, kur'an okumak, zikrullah da bulunmak, İlim ve irfanla meşkul olmak heb birer ahiret ameli ve iyi amel­lerdir. Fakat bu iyi amelleri, bir dünyalığa kavuşmak ve riyakarlık yaparak insanların yanında iyi görünmek ve bilinmek maksadı ile yaparsa, işte bu ameller ve çalışmalar, dünya içindir. Ve dünyalığa kavuşmak için din sö­mürücülüğü yapmakdan başka bir şey değildir.

«Bir kimse, âhiret sevabını isterse, onun sevabını artırır, Ve bjr kimse de, dünya menfaatini isterse, önada ondan (dünyalıkdan) veririz. Fakat ona âhirette hiç bir nasib yoktur.» Şûra sûresi, 20

Bir hadîsi şerifde de şöyle buyurulmuştur :

«Bir kimse, bilginlere karşı üstünlüğünü göstermek (kibirlenmek) için veya sefihlerle mücâdele ve kavga etmek için veya insanların teveccühünü kazanmak (ve bu suretle mal toplamak) için ilim tahsil ederse, Allâhü te-âla o kimseyi cehenneme katar.» Tirmizi, İbni Mace

Hasanı Basrî (R.A.) da bir ip üzerinde hoplayan Pehlivanı görünce di-yorki :

«Pehlivanın bu cmeii, bizim (din yolunda olan) adamlarımızın amelin­den daha güzeldir. Zira bu adam, dünyâyı dünya ile yiyor. Bizim adamları­mız ise, din ile dünyâyı yiyorlar.» Mirkat, 41

Ey mübarek peygamber efendimiz! söylemiş olduğunuz altından daha kıymetli değerli sözünüz ayaklar altına alınmış, âdeta hak rızâsı için ilim tahsil eden kimseyi arayıb bulmak kibriti ahmer gibi güçleşmiş vaziyettedir.

İlim tahsili evvela maddî bir meblağa kavuşmak emeli ile başlanıyor, ve nihayet maddeye erişildiği an, sanki oluyorlar birer allâme selefi beğenme­mek, büyüğüne saygısızlık, vazife ve ibâdet aşkı yok, bir birlen arasında dedi koduiar, tefrikacılıklar, enâniyetler,, kibirlenmeler ve böbürlenerek ca­lim ve caka satanlar çoğalmış, mütevazı, halim, selim, ehli hikmet sahible-rine hürmetkar, bilmediğini öğrenmek için gayret edenler pek azalmış, ha­yat bu manzara ile dolmuş vaziyettedir.

Hasanı Basrî rahimehüllâhın sözünün yaşantısı ise, asırlarca evvel gö­rüldüğünden o dahi acınarak beyan etmektedir. Bulunduğumuz asırda ise, dünyalığa kavuşmak için din, îman, Kur'an, cami cemâat, okuma, okutma, nasihat etmek, hitabette bulunmak, telifatta bulunmak ve geçmişi rahmet­le yâd etmek için yapılan amellerin ekserisi bir dünyâ menfaatma dayan­maktadır.

Nasihat ve sözde islam yolunda cihad ettiğini iddia eden bir kısım kişi­ler, din nâmına ve ecdadı rahmetle yad ettiklerini beyân ederek kitab ya­zıyorlar ve kitabın ismi, muhteviyatı ve neşir gayesi bütün cıblaklığıyle dünyalık emeline dayandığı ve hatta kitabın kapağına ellerle çizilmiş put­ların konuşu görülmektedir din nâmına utanç verici ve dinin sâliklerini şa­şırtıcı ve saptırıcı bir mahiyet arzetmektedir. Heyhat, heyhat...

Bu gayeleri taşıyanlardan bazılanda, ihtifallara iştirak eden din adam­ları, hafızlar, dindarlar, bazı mevlidler, ve her çeşit dîni merasimlerin kısmî küllisi bir dünyalık sızdırmak ve gösteriş emelini taşıdığı canlı yaşantıla-rıyle müşahede edilmektedir.

Resûlüllah (S.A.V.) efendimiz «Din nasihattir» düsturunun tatbikini ya­parken, fertleri, zümreleri ve şahısları hedef alarak onların isimlerini hiç zikretmez, şahsiyet yapmazdı. Ancak «Bazı kavm, bâzı cemaat» buyururlardı. Ve kendisine saldıran, kötülük edenlere iyilik eder; hayır duada bu­lunurdu.

Hal böyle iken hak için, din için, millet ve vatan için kendini adadığını ve ömür boyu islam dellallığı yapacığını söyleyen ve kendisini bir mücâ-hid gösteren bâzı kişiler; mihraba, menber ve kürsüye çıkıyorlar. Peygam­berin nasihat ve ameline uymayan söz ve hareketlerle vazifeye başlayor-lar. Cemaat çoğaltmak, şöhret yapmak veya madde elde etmek emelini taşıdıkları söz ve hareketleriyle ortaya çıkıyor. Zira şahsiyet yapmak, ken­disine bir şeyler söyleyen veya yapanlara lanet etmek ve halkı o kimselere tahrik etmek suretiyle kıymetli vakitleri müdafa-i nefis ve kötü davranışlar­la dolduruyorlar..

Kur'anı kerimde ise, Hz. Lukmanın evlâdına tavsiyesi şöyledir : «Ey oğlum! namazı dosdoğru kıl, İyiliği emret ve fenalıkdan nehyet. Bu hususda sana isabet edecek eziyete katlan. Zira bunlar, kesin olarak farz kılınan İşlerdendir.» Lokman sûresi, 17

Bir hadîsi şerifde hakiki ve en üstün mücâhidi şöyle açıklamıştır : «Cihâdın en efdalı, zâlim sultanın yanında (zamanında) hakkı söyle­mektir.»

Resûlüllah diğer bir mübarek sözünde de düşmanlarına şu duada bu­lunmuştur :

«Ey Allâhım! Benim kavmime hidâyet (îmân ve ıslah) ver (de küfür ve zulümlerinden dolayı helak etme), zira bunlar câhil kimselerdir, bilmiyor­lar.» şerhi akâid

Bu gerçeklere inanan ey makam mansıb sahibleri, eviâd ve ahfat sa-hiblerü; Müftiler, vaizler, imam ve hatibler, müezzinler, kur'an öğreticiler, hâkimler, âmirler, memurlar, tacirler, sanatkârlar, işçiler, yöneticiler, öğ­reticiler, top yekûn İslam ve müslümanca yaşamak ve yaşatmak isteyen mü­min kardeşlerimiz! yukardaki gerçekleri iyi okuyalım ve gereği, uygun ve güzel olan sabır, tehammül, ıslah ediei ve hakkın rızasını tahsil etme emel­lerini yaşayalım, yaşatalım. Aksi takdirde cehennem odunu olmakdan baş­ka bir şeye yaramayız.

O şekilde olanlar görülüyorki, para ve kân için, dîni, din adamını ölüyü, diriyi, mâbed ve mesleklerine kalkan yapıyorlar. Hatta resimlere, heykelle­re ve putlara tapanların amellerini taklid edercesine hareket edenler gö­rülmektedir.

Evet yukardaki âyeti keriyme, hadîsi şerif ve büyüğün sözü şâyânı dik­kattir. Zîra hayatımızda din nâmına çatışdıklannı söyleyen bâzı din sâlikle-ri, ashabı hayır ve ehli takva olduklarını iddia edenler, dîni önüne, diline ve eline kalkan gibi alıyorlar, en âdi ve iğrenç amelleri irtikab ediyorlar.

Böyle istismarcı kimselerin bu halteri, gerçekten din, îman ve islam yolunda millet ve vatana hizmet aşkı ile çalışanların hayat ve faaliyetlerini paltalıyor ve hatta büyük zararlar tevlid ediyor. [31]


Niyyetin Tarif Ve Îzahi :


Lüğatta nîyyet : Bir işe ve amele gönül ve kalbin yönelmesi, meyli ve kararla bağlanmasıdır.

Şeriatta n-jyet: Rızayı bariyi talep için bir fiil ve işe kalbin teveccüh et­mesi ve o fiili murad ederek âdedten ibadeti ayırmaktır.

Bu tarifde de anlaşıldığı üzere, kalb ile yapılan ameller, şer'an muteber olur.

Kalbin niyyetten gafil olması hâlinde dil ile niyyet etmek muteber ol­maz. Ancak niyyetle muteber olur.

Binâenaleyh kalbin niyyetten gafil olması hâlinde dil ile niyyet etmek muteber değildir. Zira esas olan kalb ile yapılması ve kalb ile cezmedilmesıdir.

Nitekim hadîsi şerifte şöyle buyurulmuştur :

«Muhakkak Allâhü teâla sizin suretlerinize (kılık ve kıyafetlerinize) ve mallarınıza bakmaz. Ancak kaiblerinize ve amellerinize bakar.»

Diğer bir rivâeyette,

«Ancak sizin kaiblerinize ve niyyetlerinize bakar» Buharı Müslim Hadîsi şerifte beyan ediidiğine göre, bir kimse kalbi ile öğle namazına vaktinde niyyet etse ve dili ilede ikindi namazının niyyetini söylese, Öğle namazına niyyet etmesine zarar vermez. O niyyet sahihdir. Zîra esas niy­yet kalb iledir.[32]

Ve bir kimse, dili ile öğle namazına niyyet eder kalbi ile de ikindi na­mazına niyyet ederse, ikindi namazına yapılan niyyeti öğle namazına yapı­lan dil niyyetine zarar verir, dil ile yapılan niyyet sahih olmaz. [33]


Niyyetin Fazilet ve Fâideleri :


Niyyetle ilgili bir kaç fâide vardır ve şöyledir :

Bıirinci Fâide : Niyyetin fazileti hakkındadır.

Niyyetin Fazîleti hakkında cenâbu hak şöyle buyurmuştur :

«Halbuki onlar, Allâha, Onun dîninde ihlas (ve samîmiyyet) erbabı ve muvahhitler (Allâhı birleyenler) olarak ibâdet etmelerinden, namazı dos­doğru kılmalarından ve zekâtı vermelerinden başka bir şeyle emrolunma-mışlardır. En doğru dinde bu idi.» Beyyine sûresi, 5

Diğer âyeti celiyle mealleri :

«Sabah, akşam Rablerine, sırf onun cemâlini (rızasını) arzu ederek düa edenleri (huzurundan) koğma..» En'am sûresi, 52

«Kim çarçabuk geçen bu (dünyayı) dilerse, bizde burada ona, kimi di­lersek diyleceğimiz şeyi çabucak veririz. Sonrada onu cehenneme soka­rız. O buraya kınanmış ve (rahmetimizden) koğuEmuş olarak ulaşır.

«Kimde mümin olarak âhireti diler ve onun için (o âhirete) gereken bir gayretle çalışırsa, işte onların bu çalışmaları makbul olur». Isrâ sûresi,

18-19 Niyyetin fazîletini beyân eden hadîsi şeriflerden bâzılarını nakledelim. Ebi hüreyre (R.A) den rnervî hadîsi şerif meali :

«Muhakkak Allâhü teâla sizin cesetlerinize (beden ve cisimlerinize) ve suretlerinize (kılık ve kıyafetlerinize) bakmaz. Ancak kaiblerinize ve niyyet­lerinize bakar.» [34]

Ebî Hüreyre (R.A.) dan mervî diğer bir hadîsi şerif meali :

«İnsanlar, ancak niyyetleri üzere (kabirlerinden) kaldırılır (ve haşrolu-nur) lar». [35]

«Bir kimse, gecenin bir zamanında (nafile) namaz kılmağa niyyet etti­ği halde döşeğine yatar ve sabaha kadar (uyku) gâlib gelirse (uykudan gö­zü açılmaz, uyur kalırsa), o kimse için niyyet ettiği şey (nafile namaz ve­ya teheccüt namazı kılmış ecri) yazılır. Ve o kimse uyku (sabaha kadar uy­kunun devam etmesi), Rabbisinden bir sadakadır.»[36]

Ebû Mûsâ el'Eşarî (R.A.) den mervî hadîsi şerif meali :.

«Bir kimse, Allâhü teâlânin kelimesi (emirleri, hükümleri ve âyetleri) yükselmesi içıin savaş yaparsa, işte o kimse, Allah yolundadır. (Zira niyye­ti hâlisidir}.» [37]

Hz. Âişe (R.A.) den mervi hadisi şerifte şöyledir :

«Bir kimse, insanların kazaplanması ile Allanın rızâsını taleb ederse, o kimseden Allâhü teâlâ razî olur ve insanlarıda ondan râzî eder.

— Ve bâr kimse, Allâhın kazabi ile (rızasına muhalefetle) insanların rı­zasını taleb ederse, o kimseye Allâhü teâla kazab eder ve insanlarıda o kimseye kazab ettirir.»

Tâlimilmüteallim isimli eserde de şu mealdâki hadîsi şerif mezkûrdur : «Amellerden pek çokları görünüşte dünya amellerinden tasavvur edi­lir- Fakat iyi niyyet sebebâyfe âhiret amellerinden olur.

— Ve amellerden bir çoklarıda görünüşte âhiret amellerinden tasav­vur edilir. Sonra niyyetin kötülüğü sebebiyle dünya amellerinden olur.»

Yâni; yemek, içmek, yatmak, kalkmak, çalışmak, kazanç yapmak, ek­mek dikmek, evladlara sanat öğretmek ve ailevî münâsebette bulunmak gi­bi, görünüşde dünya ameli olan bu işleri, vücûdun sıhhat ve sağlığı, gıda ihtiyacı, borçların edası, ana baba ve aile efradına ihtiyaç olanları temin maksadı ve ibâdete kuvvetle devam etmek niyyeti ile âhiret ameli olur.

Riya, süm'a ve dünyalığa kavuşmak emeli ile yapılan ibâdet ve hayır­larda her ne kadar görünüşte âhiret ameli isede, niyyetin kötülüğü sebe­biyle dünya amelidir.

Akkirmânîde de İmâmı Birgivi hazretleri şu hadîsi şerifi zikretmiştir : «Dünya hayatı, dört halde yaşayan kişi içindir (ve şöyledir) :

a) Bir kula, Alfahütaki mal ve ilim verir oda onların yolunda rabbi-sinden korkar ve akrabalarının hakkını verir ve bu malda Aliahın hakkıda olduğunu bilir. İşte bu bilgi ve iyi amel fazilet mertebelerinin en afdalıdır.

b) Bir ku!a, AHahüteâFa ilim verir mal ihsan etmezde okulda iyi bir niyyeîle «Keşke benim mâlim olsaydı da falan kimsenin yapdığı hayırlı amel gibi bende yapsaydım» Derse, İşte o kimse niyyeti iledir vebu iki kimse­nin mükafatları müsavidir.

c) Bir kula, Aifâhü teâla mal ihsan eder, ilim ihsan etmez ve bilgi­sizliği iîe mâii cimrilik yaparak hapseder, Allahdan korkmaz ve Akrabasının hakkımda vermez ve mafda Allâhü teâlanın hakkı olduğunuda bilmezse. İşte bu mal ve hareket mertebe ve menzillerin en kötüsüdür.

d) Bir kuJada, Al£ahü teâld mal ve ilim ihsan etmez. Fakat o kulu «keşke benim mâlim c!sada falan kimsenin işlediği kötü amel gibi amel et­sem» der. İşte bu kimse, niyyeti iledir.

Binâenaleyh bu iki kimsenin vizride müsavidir.» [38]

Bu hadisi şerifde beyan edildiği üzere, bir kimseye ilim, mal ve mülk veriliyor, oda malın hakkını yerine getirerek iyi amelde bulunuyor.

Diğer bir kimseye ilim veriliyor, mal verilmeyor. Fakat bu adamda «keşke benimde mâlim olsada şu hayır sahibi gibi bende hayır ve hasanat-ta bulunsam» diyor.

İşte bu adamın iyi niyyeti, kendisine mali mülkü olubda hayr hasanai-ta bulunan kimsenin ecrü mükâfatı gibi, mükâfat veriliyor. Zira «müminin niyyeti amalinden hayırlıdır.»

Yine bir kimseye de, mal veriliyor, ilim verilmiyor. İlimsiz, irfansız olan bu adam malın hakkını gözetmiyor, ne kulların haklarını ve nede Allahın hakkını tansmıyor. Cimrilik yapıyor ve kötü yerlerde sarfediyor. -

Digar bir kimseyede ma! ve ilimden hiç bir şey verilmeyor ve «keşke benimde mâlim olsaydıda falan kimse gibi bende şu kötülükleri işleseydim» diyerek kötülükleri yapmak temennisini gönlünden geçirerek kötü niyyete sahip oluyor.

İşte bu adamda her ne kadar kötü amelde bulunmadı ise de, kötü niy-yetfnin cezası olarak kötülük yapan kimsenin vizri ve cezasını görecektir.

Zira bir hadisi şerifde şöyle buyurulmuştur : «Bir kimse, bir mâsi-yetin yanında bulunurda o mâsiyeti kerih ve kötü görürse, sanki o kimse

oradan uzak ve orada yokmuş gibidir.

«Ve bir kimsede, mâsiyetin yanında olmazda, orada bulunmadığına müteessir olarak keşke olsaydım derse, sanki o kimse de oradaymış gibi günahkardır,» Şirâtül islam, 30

Diğer bir hadisi şerif meali şöyledir :

«Bir kimse, bir cemaat (iyi veya kötü) amelleri üzere severse, her ne kadar onların amellerini işlemese de o cemâatin zümresinde haşrolunur. Ve onların hisablan iie hisab olunur.» Şir'atül islam, 30

Evet insan, iyi niyyet sayesinde sadaka, namaz, hacc, Umre ve diğer hayırlı amellerin sevabını işlemediği halde alır.

Kötü niyyet sebebiyle de, kötülüğü işleyenlerin ceza ve azabının aynını çekmeğe müstehak olur ve çeker.

Niyyetin fazîlet ve üstünlüğünü beyan eden bâzı büyüklerin sözlerini nakledelim :

Hz. Ömer (R.A.) demiştir ki;

«Amellerin en afdalı, Allâhü teâlanın farz kıldığı şeyleri edâ etmek,

— Ve Aifâhü tealânın haram ettiğinden kaçınmak,

— Ve Allâhü teâlaya yapılan ibâdette niyyetin doğru olmasıdır.» Hasanı Basrî (R.A.) da şöyle demiştir:

«Ancak cennet ehli cennette ve cehennem ehli cehennemde niyyetleri ile ebedi kalırlar.»

Süfyâni Sevrı (R.A.) demiştir ki :

«Selefi sâlihîn, hayır için amel etmeyi tâlim ettikleri gibi, amel içinde niyyeti tâlim ederlerdi.» Akkirmâni, 17

Evet, bir amelde niyyetin farzlığı, sünnetliği, vacib veya müstehablığı bilinmesi ve ona göre niyyet edilerek işlenmesi gerekir.

Hatta niyyektin ihlaslı ve iyi niyyet hâlinde devamı şeklinin bulunması, öğrenmek ve yapmak en lüzumlu bilgilerdendir. Zira amellerde hâlis bir niy­yet bulunmazsa, riya ve fesat niyyetin neticesi olarak birçok kötülükler İş­lenir, ilim ve ameller süfehâ ve şerlilerin amellerine benzer ve öyle olur.

Böyle olunca da dünyada görünüşte iyi olarak yapılan bir cok ameller, makbul olmadığından âhirette o amelleri yapan kimseleri cehenneme mus-tehak kılar.

İkincıi fâide : Niyyetin sır ve esrarı vardır.

Bâzı muhaddis ve fakihler dediler ki, «Niyyet, bir sırdır. O sırra Allâhü teâladan başka kimse vâkıf olamaz. Amel ise, açıktır. Şu halde sır ve gizli olan meleklerin dahi muttali olamıyacağı amel, açık olan amellerden ef-daldır. Zira niyyet riyâden salimdir. Amellerde riya (gösteriş) ise, her'an olabilir.»

Bâzı âlimlerde demişlerdir ki :

«Elbette niyyet, demavltdır. Ameller ise, devamlı değildir. Zira bir kişi hayatta olduğu müddet hayır işlemek niyyetine sahib olabilir. Fakat o hayrı işlemeğe kudreti kâfi olamaz.»

Nitekim denilmiştir ki;

«Cennette ebedî kalmak, niyyetin mükâfatıdır. Zira mümin, dünya ve kendisi ebedî kalacak olsa, ebediyyen Allâha kulluk yapmağa niyyetfidîr.

— Keza kâfirde ebedi küfr üzere yaşama niyyetinin cezası ile cehen­nemde ebedi olacaktır.»

Bu mes'elenin aslî esası metinde zikrolunan şu hadîsi şerifle îzah edi­lebilir:

«Ameller, niyyetlere göredir.»

Sehl ibni Sâd (R.A.) den nakledilen hadîsi şerif meali şöyledir :

«Müminin niyyeti, amelinden hayırlıdır. Munafıkin da ameli, niyyetin-den hayırlıdır. Her ferd niyyefcine göre amel eder. Binâen aleyh mümin iyi ameli istediğinde kalbinde bir nur parlar.» Tabarânî - Fethulkebir, C. 3,265

Bu hadîsi şerif ve îzâhattan anlaşılmıştır ki, her şeyde niyyet esastır. Niyyet olmayan ameller, makbul değildir. Ve bir şeyin ecrü mükâfatı veya cezası, kabul veya reddi, niyyetin hâlis veya fâsitliğine bağlıdır.

Hiç bir niyyet ve gaye olmadan yapılan ameller, makbul olmaz. Zira amel, insanın cismi, niyyetde ruhu gibidir. Nasılki, insanın cesed ve cismi ruhsuz yaşayamaz, yok olur. Amelde niyyetsiz yok demektir.

Niyyet, kalbin amelidir. Kalb ise, âza.ların en şereflisidir. Binâenaleyh en şerefli azanın ameli olan niyyet işide, her işin şereflisidir.

İbâdet ve itâatlardan maksad, kalbi nurlandırmak ve îmânın muhafa­zasını sağlamaktır.

Niyyet sebebi ile, az amel çok olur. Ecri mükâfatı kat kat artar. Bu yük­sek ecir amelde olmaz. Niyyetin devamlılık kasdının bulunması ile ecri mü­kâfatta devam eder.

Üçüncü Fcjide : Niyyetin kısımları vardır ve üçtür.

a) Allâhın azabından korkmaktan nâşi niyyet edilerek kulluk yap!-lır.

b) Allâhü teâlanın rahmetinden ummak ve cenabu hakkın nimet ve cennetine nail olmak niyyeti ile Allâha kulluk edilir.

c) Cenabu hakkı tazim ve büyüklemek kastı ile kulluk. Bu kulluk kasdında rızayıbâriyi kazanmak ve cenabu hakkı tazimden başka hiç bir şeyi kasdetmek yoktur. Ancak ve ancak o maksada bağlıdır.

Birinci niyetle amel etmek kendisini tehlikeden korumak kasdı ile oldu­ğundan her varlığın kendisini tehlike ve azabdan koruması hâli vardır ve bu hâlin olması bizzarûre ihtiyaçtır.

İkinci niyyetle amel ve itâata devam etmekte, nefsin arzu ve istekle­rine kavuşmak emeli vardır. Bu ise, midesine, şehvetine ve nefsânî arzula­rına hizmetten başka bir şey değildir. Ahmak ve nefislerinin esîri olan İn­sanların amelleri gibidir.

Üçüncü niyyetle ibâdete devam edenlere gelince, gerçekten akıl ve idrak sâhibidirier. Zîra bunlar cenabu hakkın cemâlından başka hiç bir ga­yeye bağlı değiller, bütün emel ve amellerini bu maksada nail olmak için yapıyorlar.

Bu kişiler akşam sabah cenabu hakka dua ederler ve bu duaları sebe­biyle rızâyı bâriyt kazanıb cemâlüllâha kavuşmak isterler.

Şu halde Allâhü teâlaya en yakın insanlar, üçüncü niyyete sâhib «ce-mâlüllah maksadına sahib) olanlar, ondan sonra ikinci, ondan sonra birin­ci niyyete sâhib olanlardır. [39]

Dörndücü Föide ; Amel olmadığı halde bir mâsiyet ve kötülüğü kasdet­mek ve bu kasdın günah olub olmadığı cihetler.

Evet yukarda geçtiği üzere amel etmek ciheti olmadığı halde hayra niyyet etmek, itaat ve ibâdettir. Binâenaleyh hayre niyyet etmeğe ecrü mü1 kâfat vardır.

Şerre niyyet etmek ise, o şerri işlemeden sırf niyyet etmenin günah ve vebalı hakkında kitab ve sünnetten olan deliller bir birine muarız ve imam­lar arasında ihtilaf olduğundan kesinlikle bir hüküm verilememektedir. Evet mâsiyeti işleme azmî günahtır, ve fakat cenabu hakkın vâdî ilâhîsi ile afv olunur. Küfür ve şirke azmetmek ise, ihtilafsız küfürdür.

Mâsiyet ve günahları hatırlama hükmü

Mâsiyet ve günahın hatıra gelmesi üç şekilde olur. Ve şöyledir ;

1- Kişinin kendi ihtiyar ve arzusu olmadan ve kendisinin kabul şek­lide bulunmadan mâsiyetin kalbe ânz olan şeklidir. Binâenaleyh bu şekiller teklifi ilahiye dahil olmaz, niyyet ve arzunun bulunmamasından dolayı kal­be gelen hayırda olsa sevab yoktur. Şer olursa eezalanmakda yoktur.

Kur'anı kerimde şöyle buyurulmuştur.

«Allah (c.c.) hiç bir kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi yüklemez.» Bakara sûresi, 286

Bu âyeti kerîmede beyan edilen takat ve kudretin yetişemiyeceği teklif­lerden biriside, insanın elinde olmayan ve kalbe gelen fakat üzerinde durul-'mayıp geçen arızî hatıralardır.

Resûlüllah (S.A.V) efendimizden kalbe gelen vesvese hakkında sorul­duğu zaman, şöyle cevab vermişlerdi :

«İşte o kalbe gelen vesvese, îmanın ta kendisidir.» Müslim

2 - Kalbe gelen küfür ve Bid'atları îtikad etmektir. Bu îtikatla yaşa­yan ve Def etmek emelini bulamayan kimse, elbette cezâlanacaktır.

3 - Bir kişinin kendi irâdesi, arzusu ve kabulü ile kalbine vârid olan ve fakat o işi işlemeyen ve bir manîden dolayı âzalarının hiç bîrinde biz­zat görülmeyen şeydir.

Eğer o kimsenin irâde ve ihtarı ile kalbine vârid olan şey haytr ise, ec-rü mükâfata nail olur.

Şayet haksız yere mümini öldürmek, veya zina etmek veya livâtada. bulunmak veya şarab İçmek veya namazı terk etmek gibi serleri işlemek kendi istek ve arzusu ile gönlüne gelir ve yapmağa kadir olduğu halde Al-iahdan korkduğu için, azalarda tezahür edib bu kötülükleri işlemezse, kö­tülüklerin gönlüne gelmesiyle cezalandırılmaz. Belki o kimseye ecrü mü­kâfat yazılır. Zira kalbindeki kötülüğü, Allah korkusundan dolayı işlemiyor.

Eğer kalbine gelen kötülüğü Allahdan başkasından korkarak terk eder­se, işte ulemânın ihtilâfı buradadır.

Bâzı âlimler : Kendi irâdesi ile kalbine gelen ve onu her hanki bir se-beble yapamayan kişi, bu niyyeti ile cezalandırılmaz, demişlerdir. Zira ce-nâbu hak bir âyeti kerîmede şöyle buyurmuştur ;

«(Her ferdin) kazandığı (hayır) kendi fâidesine, yapdığı (şer) kendi zara-rınadır.» Bakara sûresi, 286

Bilfiil şerri irtikab etmeyince kalbe gelen kötü düşünce ve vehimlerden dolayı muâhaza olunmaz.

Resûlüllah (S.A.V) de şöyle buyuruyor.

«Şüphesiz benim ümmetimin nefsinin söylMiği şeyi, dili ile söylemedi­ği ve bizzat istemediği müddetçe ondan onu (nebinin söylediği kötülüğü) ÂHâhü teâfa afv eder.y> [40]

Ebî Hüreyre (R,Aj dan mervi hadîsi kudsîde de şöyledir : Resûlüllah (S.A.V) buyurduki; «Afıâhü teâtâ (meleklere) derki :

«Kulum bir kötüEük yapmak istediğinde, yazmayın. Tâki o işleyinceye kadar (bekleyin).

«Eğer o kötülüğü işlerse, işlediği gibi yazın. Eğer benim rızam için o kötülüğü terk ederse, o kimseye bir hasene (iyilik) yazın.

«Eğer kulum iyük yapmak murad eder ve işlemez-se, o kimseye o iyi' lik gibi bir iyilik yazın.

«Şayet yapmak istediği iyilimi yaparsa, o iyiliğin on mislinden yedi yüz misline kadar (ecir) yazın.» Akkirmâni, 21-keza müslim

Diğer bazı ulemâda; Allahdan başkasından korkarak veya utanarak kötülüğü terk eden kimse, rızâyı ilâhiyyeyi kazanmak maksadı olmadan terk ettiği için cezalandırılır, demişlerdir.

Delil olarak da şu mealdâki âyeti kerîmeleri okuyorlar :

«Şahitliği, gizlemeyin, Kim onu gizlerse, hakikat şudur ki; Onun kalbi bir günahkârdır.» Bakara sûresi, 283

Diğer âyeti kerime mealleri :

«Senin için hakkında bir bilgi bulunmayan her hangi bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve kalb, bunların her biri bundan mes'uldur.»

İsrâ sûresi, 36

«Aflâhü teâla sizin yerninlerinizdeki -lağv- dan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat sizi kalelerinizin azmettiği yeminlerden dolayı cezalandırır.»

Bakara sûresi, 225

«Ey îman eden kimseler (müminler)! Zannın çoğundan kaçınınız. Şüp­hesiz (kaib ile yapılan) zannın bâzısı günahdır.» Hucurât sûresi, 12

Alahdan başkasından korkarak veya utanarak yapmak istediği kötü­lüğü terk eden kimsenin cezalandırılacağını beyan edenlerden birisi de, Huccetülislâm İMÂMI GAZÂÜ hazretleridir.

İMÂMI GAZÂÜ merhumun kesin delîli de şu hadîsi şeriftir :

«İki müslüman kılıçlarını çekerek bir birlerine karşı çıkarlarsa, öldüren ve ölen her ikisi de cehennemdedir.

«Denildiki, yâresûlellah! Bu katil (öldüren cehennemde) dir. Ölenin du­rumu neden böyledir?

«Resûlüllah (S.A.V.) buyurdu :

«Çünki o da (ölen kimse de) arkadaşını öldürmek ist e yordu.»[41]

Bu hadîsi şerifte de beyan edildiği üzere, her ferd niyyeti ile ecre nâii olduğu gibi, niyyeti ile de ceza ve vizre müstehak olur. Ancak ilâhi afvede nail olabilir.

Nitekim bir hadîsi şerifte şöyle buyurulmuştur :

«İnsanlar, ancak niyyetleri üzere haşrolunurlar.»[42]


Nefsin Söylentileri Ve Azm


Fukahâ ve meşâyihi kiramın beyanlarına göre, insanın nefsinde vâki olan ve mâsiyet işleme kasdı veya itaat etmek arzusu beş mertebe üzere oiur.

Birinci mertebe : Hâcis-dir. O (Hâcis), kalbe bir şeyin uğrayıp ve fakat hiç durmadan geçen şeklidir. Sanki bir nevî elektirik akımı gibi kalbe bir şey gelir ve gider. Kalbe gelen bu şeylerden dolayı insan mes'ul değildir.

İkinci mertebe : Hâtır-dır. O (Hatır), kalbe gelen her hanki bir fikir, te­reddüt içinde cereyan eder.

Meselâ : Yolda giden bir kadının arkasından suret ve endamını düşü­nerek kadına iltifat ettiğinde kadının yüzünü görebileceğini gönlünde ta­şıyıp ve bir karara bağlamaması hâlidir. Kalbe gelen bu tereddütlü hatırla­madan dolayı insan mes'ul değildir. Zîra bunlar ihtiyari değil, ızdırârî hal-İ erdendir.

Üçüncü mertebe : Hadîsünnefs : Nefsin söylemesidir. O da nefsin bir şey hakkında tereddüdünden hâsıl olan bir şeydir ki, onu işlemek veya terk etmek arasında cereyan eden iç güdü söyientisidir.

Bir şeyi yapmak veya terk etmek hususunda insanın içinden kendi­sine söylenen telkinlerdir. Bu hâlin bulunmasından dolayı insan yine mes'­ul değildir.

Dörndücü mertebe : Hem-dir. O (Hem-arzu ve istek), yapılacak işin iki cihetten bir tarafını kendi arzusu ile tereih etmektir.

Bu hemm-in tahakkuk şekli şöyle olmaktadır : İyiliği tercih ederek yap­mak kasdına mukarın olursa iyiliği yazılır ve r-^Ûfata nail olunur.

Eğer tercih edilere kyapılmak emeline mukarın olan şey şer ise, işle­medikçe yazılmaz ve bir cezada tereddüb etmez.

Beşinci mertebe : Azm-dir. O (azm), bir şeyi kasdetmek ve yapmak ci­hetini kuvvetlendirerek samimiyet, sebat ve kararlılıkla o şeyin yapılması için verilen kesin karardır.

Bu azme sâhib olan her insan, hayır veya şer neyi kasdederse, mükâ­fat veya cezaya müstehak olur. Zira azm, niyyetin kuvvet ve kesinlikle ya­pılmasını kararlaştırıp üzerinde ısrarla durma şeklidir ki, bir nevi niyyetin tezahür ve tahakkukudur.

Yukardaki beş mertebe hâlinde insanın içinden gelen ve kalbinin amellerinden olan şeylerin cezaî yönden hükümlerini kısaca açıklayalım.

Hâcis-den dolayı, bütün ümmetin icmâi ile insan cezalandırılmaz. Zira insanın kendi elinde olmayan kudret istek ve arzusu dışında olan bir şey­dir.

Hatır ile {yani, kalbe gelen şeyin tereddüd hâli ile) Hadîsünnefs (nef­sin söylemeâi) de yukarda naklettiğimiz hadîsi şerifin hükmü ile günah ol.maktan kaldırıldığı anlaşılmıştır. Binâen aieyh günah olmayınca, birinci mertebedeki Hâcis gibi, bunlarla bir vebal ve cezâyi müstelzim olmazlar. Ve bu üç hal iyiliklerde dahî bulunsa, ecrü mükâfat yazılmaz. Zîra kasd

(niyyet) yoktur.

Hemm-e gelince : Sahih bir hadîsi şerifte bunun hükmü şöyle beyan edilmiştir :

«İyiliği kasdetmekle iyilik yazılır. Kötülüğü arzu etmekle kötülük yazıl­maz, beklenir. Eğer kötülük Allah İçin terk edilirse, bir adet iyilik yazılır. Ve eğer o kötülük işlenirse, bir tek kötülük yazılır.»

Azm ise : Müdakkık ve muhakkik olan âlimlerin beyânına göre bir şeyi yapmaya azmeden kimse, muhakkak cezalanır. (Eşbah Vennezâir, 19-20)

Yukarda, küfre niyyet etmenin, küfür olacağını beyan ettiğimiz hü­kümde, bu azm şeklindeki içinden verilen kararın hükmünden ibarettir.

Nıiyyetle ilgili fıkhı Hükümler

Fukahâ ve meşâyihin beyanlarına göre, «Bir iş ve amelde niyyet olma­dıkça, sevab yoktur.» [43]

Bu hükmün açıklanması için, bâzı fıkhî hükümleri nakledelim.

Niyyet etmek, bir şeyin sahih olması için şart olur. Namaz, Zekat ve Oruç da olduğu gibi.

Niyyet etmek, abdest ve gusul de ise, şart değildir. Hanefî mezhebine göre, abdest ve gusülde niyyet sünnettir.

Evet dünyevî ve uhrevî amellerde niyyet, esastır. Hatta mükâfat ve ceza da niyyete bağlıdır. Cennet ve Cehennemde ebedî kalmanın da niy­yetin neticesi olduğunu yukarda mükerrer olarak zikretmiştik.

Namazda niyyet :

Merâkılfelâh ve haşiyesi Tahtâvî de, namazın sıhhati için niyyetin tarif

ve îzâhı şöyle zikredilmiştir :

«Namazın sahih olması için, niyyet şarttır. Ve o (niyyet) ibâdeti âdet­ten ayırmak için cezm edilen irâde (kalbin yönelmesi) dir. İşte bu niyyetle Aliah için olan ihlas, tahakkuk eder.

Fetâvâyi Bezâziye de beyan edildiğine göre, Niyyet, İhlasın hasıl ol­ması için meşru kılınmıştır. Sonra riya ihlâsa karışmıştır. Riyanın karışma­sı ise, nafilelerdedir. Vâcib olan hükmün sakıt olması İçin, farzlarda riya yoktur,

— {Namaz kılmada) Riyanın hakîkatı şudur :

,«— Bir kimse, insanlardan hâlî (yalnız) olduğunda namazı kılmaz, in­sanların yanında olduğunda namazı kılar. İşte bu kimse için sevâb ve mü-

kâfât yoktur. Zira bu adam Rabbisine ibâdette başkasını ortak koşmuş­tur.» [44]

Tarikatı Muhammediyede İMÂMI BİRGİVİ merhum riyakarlıkla ilgili şu hükümleri zikrediyor :

«İbâdette riya (gösteriş) haramdır. Hatta ibâdetin aslında (farz ola­nında) olsa bile haramdır.

«Bir kimsenin farz olan namazı insarın yanında kılıb, yalnız başına ol­duğunda kılmaması gibidir ki, işte bu hal bâzı âlimlere göre küfürdür. Bu hüküm tatarhâniyede zikredilmiştir.» Tarikat Muhammediye, 62

Mülteka ve şerhinde de şu hükümler mezkûrdur :

«Namaz kılacak olan kimse, kalbinin kasdını (niyyet ve karârını), ifti-tah tekbîri ile namaza bitiştirmesi lâzımdır.

— Binâenaleyh iftitah tekbîrinden sonra niyyet etmek caiz olmaz.

— (Kalb ile yapılan) niyyete, dil ile yapılanı söyleyerek bitiştirmesi ef-daldır.

— Sahih olan rivayette; Teravih namazı, sünnet ve nafile namazlar için, mutlak niyyet (yâni, isim zikretmeden mutlak namaza niyyet etmek) kifayet eder.

Farz namaz için tâyin etmek şarttır. Meselâ : ikindi namazı (ikindinin farzı) gibi.» [45]

İmam olan kimseler de, tek başına kılan kimseler gibi niyyet ederler. Ancak imamlar arkalarında bulunan cemaatın sonunda kadınlar bulunur­sa, onlara imam olduğuna niyyet etmesi lâzımdır. Zira kadınlara imamlık ancak niyyetle sahih olur.

Eşbah Vennezâirden bâzı hükümleri nakledelim ;

Cuma namazı için Hutbede Niyyet : Hutbenin sahip olması için şarttır. Hatta hatib.mimbere çıktıktan sonra aksırma ve tısırmaşı hâlinde «Elham-düllüllah der ve hutbenin hamdelesini kast etmesse, o hâli ilede hutbeden inerse, hutbe şahin olmaz. Zira hutbenin hamdelesine niyyet edilmediğiden hutbenin sıhhatinin şartı bulunmamıştır.

Bayram namazlarını hutbelerinin sahih olup olmamasının şartıda, cuma nın hutbesinin sıhhatinin şartları gibidir.

Ezanda niyyet : Ezanın sahih olması için niyyet şart değildir. Ancak sevab ve mükâfata nail olmak için niyyet lâzımdır (sünnettir).

Zekatta niyyet : Zekâtın edası niyyetsiz sahih olmaz. Zekat olarak ve­rilecek şey, ya zekatlık olarak ayrılırken veya zekâtı edâ ederken zekâta niyyet etmek şarttır.

Oruç da niyyet : Orucun sahih olması İçin de her gün niyyet etmek şarttır. Farz, sünnet ve nafile oruçlarda niyyetin şartlığı müsavidir. Niyyetlerin zamanları hakkında geniş malûmat fıkıh kitablarının oruç bahsinde mezkûrdur.

Hac da niyyet : Hacc, farz olsun, nafile veya umre olsun Haccın sahih olması için, mutlaka niyyet şarttır.

îtikaf da niyyet : Itikaf,, vâcib olsun, sünnet veya nafile olsun îtikâfın sahih olması için niyyet şarttır.

Kurban da niyyet : Kurban alınırken veya alınacağı zaman kurban niy-yetinin bulunması lazımdır. Keza kesileceği zamanda niyyet lazımdır.

Cihad da niyyet : İbâdetlerin en büyüklerinden biri olan Cihad içinde ihlaslı niyyetin bulunması lâzımdır.

Vasiyet de niyett : Eğer vasiyyet eden kimse, vasiyyeti ile cenâbu hak ka yaklaşmayı kasdeder (niyyet eder) se, o kimse için sevab ve mükâfat vardır.

Şayet Allâhın rızasını tahsil etmek niyyeti olmadan vasiyyet ederse, o vasiyyet sahihdir. Fakat ecrü mükâfat yoktur.

Vakıf da niyyet : Vakıf,, başlı başına bir ibâdet olmadığından vakfeden kimse, Allah rızâsı için vafederek hâlis bir niyyet ettiği zaman o vakıfdan mükâfat alır. Allâha yaklaşmak ve rızasını kazanmak niyyeti olmazsa, bu takdirde sevab ve mükâfat yoktur.

Nikah da niyyet : Fakihler dediler ki : Nikah, ibâdetlere en yakın amel­lerdendir. Hatta nikah işi ve aile efradının ihtiyacı ile meşkul olmak yalnız başına kuşeye ibâdete çekilmekten efdal ve sevabdır.

Nitekim bir hadîsi şerifte şöyle buyurulmuştur :

«İnsanların hayırlısı, onlara fâidesi olan kimsedir.»

Nikahlanmak (evlenmek), mutedil ve sakin olan kimse için, sahih olan kavle göre sünneti müekkededir. Nefsin tahriki ve şehvetin azgınlığı hâlin­de olan kimseye de, evlenmek farzdır. Binâen aleyh sevab ve mükâfatın hâsıl olması için, evlenmede de iyi niyyete ihtiyaç vardır.

Hüküm ve Hâkimlik de niyyet : Fukahâi kiram dedilerki : Hüküm ver­mek ibâdetlerin en şereflilerinden birisidir. Binâenaleyh hüküm vermeye de sevab ve mükâfat niyyetin hâlis olmasına bağlıdır.

Mubah ve Helal olanlar da niyyet : yemek, içmek, uyumak, mal kazan­mak, nikahlanmak ve ailevi münâsebette bulunmak gibi, mubah olan işler­de niçin yapılır ve neye niyyet edilirse, onun için olur.

eMselâ : Bu mubah olanları işlemekle itaat ve dînî vazifelerini yapma­ğa takviye ve kuvvet vermek için veya o iyi olan itaat ve dîni vazifelere kavuşub İfa etmek kasdı ile yapılırsa, görünüşte yemek, içmek, yatmak, uyumak ve emsali işler dünya işi ise de, niyyet ve gayenin hâlis olması ile ibâdet ve âhiret amelidir.

Muamelatta niyyet : muamelat : Alış verişler pek çok nevîlere ayrılır. Alış veriş de niyyete itibâr yoktur. Söz ve lafızların durumuna ve söylenişi­ne itibar olunur. Caymak ve İcarlarda da itibar, konuşmayadır. Lâkin alış verişte mazî sığası yerine (yani, aidim verdim veya sattım yerine} sin ve sevfe harfleri olmadan muzârî (gelecek) sığası kullanılırsa, bu husus da fa-kihler, niyyein lüzumundan bahsetmişlerdir.

Hibede niyyet : Hibe : bağışlama da niyyete ihtiyaç yoktur. Sözle ba­ğışlamak kifayet eder, velevki iatîfe ile söylensin.

Fakat ikrah ve zorla söyleterek bağışlatılırsa, bu bağış sahih olmaz. Zîra bağışlamada bulunması şart olan rıza yoktur.

Talak da niyyet : Talak, sarih ve kinaye olmak üzere ikiye ayrılmakta­dır. Sarih taiakda niyyete ihtiyaç yoktur. Sözle ne söylenirse, İtibar onadır.

Kinaye taiakda ise, talâkın vâki olması niyyete bağlıdır.

Talâkın diğer çeşitleri ve yukardaki meselelerin uzun İzahı, fıkıh kitab-farımızda mufassal olarak beyan edilmiştir. Ayrıca «Mülteka Tercümesi» adh eserimizin cildlerinde uzun İzahlarve dliilerle malumat zikredilmiştir.

Yemin de niyyet : Yemin etme de ve yeminin vukuunda niyyete ihtiyaç yoktur. Binâenaleyh bir kimse, bilerek veya sehvederek veya hataen veya mükrehen (zor(anarak) yemin etse yemin vâki olur.

ikrar da niyyet : Bir şeyi ikrar etme de niyyete ihtiyaç yoktur. Keza, vekâlette, emânet tevdi etme de, ariyet koymada, İcara verme de, iftira ve hırsızlık hükümlerini ikrar etmede niyyete muhtaç olunmaz. Niyyt etmez­den evvel bu hükümleri söylemekle kesinlik ve karar vâki olur. Fakat her şeyin rızayı bâriyi kazanmaya bağlı olması hasebiyle hâlis niyyet ve meş-rûiyyet dâhilinde hareket etmek kasdınin bulunması gerekir.

Kur'an okumak da niyyet : Kur'anı kerimi okuyacak kişi, cünüb, hayız-lı ve nifaslı kadın olursa, kur'an niyyeti ile okuyamaz. Fakat, kura'nı kerî­min, dua, zikir, teşbih ve tehlil âyetlerini ve kur'anı kerîmi zikir kasdı ile okursa, bu takdirde bu kimselerin okumaları caiz ve mubahtır.

Bir kaide de şöyle denilmiştir :

«Bütün işler, maksad ve gayelere göredir.»

Bu kaideyi İzah sadedinde «Eşbah Vennezâir» adlı eserde şu hüküm­ler zikredilmiştir :

«Fetâvâyı kâdi Han da zikrolunmuştur ki,

«Şırayı, şarab yapan kimseye ticâret niyyeti ile satmak haram olmaz. «Fakat şarap yapmak kasdı ile şırayı satmak haramdır. «Keza bağ ve bahçe üzümleri de aynı böyledir.». Eşbah, 10 Yine aynı eserde ve diğer fıkıh kitabiarında şu hükümler mezkûrdur : «Namaz kılan bir kimse, cevab vermek kasdı ile kur'anı kerimden bir âyet okursa, namaz bâtıl olur. Zîra kur'an âyetini kıraat kasdi ile değil, bir

kişinin sualine cevab vermek kasdı ile okumuştur. Böylece cevab ise, na­mazı ifşad eder..

Keza namaz kılan kimseye, kendisinin sevineceği bir haber söylenince şükretmek ve sevincini izhar etmek kasdı ile «Elhamdülillah» derse, na­mazı bâtıl olur.

«Ve bir kişinin ölümünü duyunca namazdaki adam «innâlillah ve innâ ileyhi raciun» der ve bu sözle haberin üzüntüsünü kasdederse, namazı yine bâtıl olur..»

Bu mes'eleterin daha geniş izahı, «Mülteka tercümesi» İsimli eserimi­zin 1, 2, 3. ve 4. ciltlerinde beyan edilmiştir. Mahallinden okumak ve okut­mak şâyânı tavsiyedir.

Buhârî ve Müsiimin ittifakı ile rivayet ettikleri bu «Ameller niyyetlere göredir» hadîsi şerif, meşhur hadîsi şerifdir.

Bu hadîsi şerifin fazileti hakkında yukarda muhtelif hükümler zikre­dilmiştir. Son olgrakda imâmı şâfî-i merhumdan rivayet edilen şu hüküm­ler şâyâni dikkattir :

«Bu hadîsi şerifin fazileti, ilmin yarısı mahiyetindedir. Bu İlmin yansı olması ciheti, şöyledir : Şüphesizki niyyet; kalbin kulluğudur. Amel etmek ise, kalbin kulluğunun açıklanmasıdir. Veya elbette din; ya zâhirendir oda ameldir. Veya bâtinendir. O da niyyettir.»

İmamı Şâfi-Î den «innemel âmâlübinniyât...». hadisi, ilmin dörtte birine delâlet eder, hükmüde rivayet edilmiştir.

Netekim şöyle denmiştir.

«Bize göre, hayrın esâsı dört kelimedir, işte bunları, yer yüzünün ha­yırlısı (Hz. Peygamber) buyurmuştur;

«Şüphelilerden kaçın, zühdet, sana yardımı olmayan şeyi terk et ve niyyetle amel et.»

Bu son cümlelerde dört hadîsi şerife işaret vardır. Sanki dört hadîsi şerif bütün iyilikleri ve hayrı beyan etmektedirler. Böyle oluncada «Ameller niyyetiere göredir» hadîsi şerifide ilim ve hayrı beyan eden hükümlerin dörtte biri {%) olmuş oluyor.

Hulâsa-i kelam, îman, amel ve ahiakda iyi niyyet, ihlas ve sadakat İâzımdir. Onları da yukardaki muhtelif ayet ve hadîsi şerifler ve bu hadîsi şerifde Hz. peygamberimiz en güzel şekilde ifâde ve îzah buyurmuşlardır. Yeterki mucibi ile amei edelim. Mevtamız her şeyde iyi niyyet ve ihiası nasıb buyursun. Amin. [46]


Îman Bahsi


Tercümesi :


2- (|) Ömer bin el hattab (R.A.) dan rivayet olunmuştur, demiştirki :

«Günün birinde Resûlüllah (S.A.V) efendimizin huzurunda bulunduğu­muz sırada birde baktıkki, elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah, üzerinde yolculğa delalet eder hic bir alâmet olmayan ve böyle iken yine hiç birimiz tarafından tanınmayan bir kimse çıka geldi. (Sokula, Sokula) nihayet ne-biyyi muhterem (S.A.V.) Hazretlerinin yanına (varıp) oturdu. Ve dizlerini (Resûlüllahın) dizlerine dayayıp ve her iki avcını. (Resûlüllahın veya ken­disinin) iki uyluğu üzerine koyup :

— Ya Muhammed (SAV) ! İslam nedir? bana söyle dedi.

— Resûlüllah (S.A.V) :

— İslam, Allahdan başka hiç bir ilah ve mabut olmadığına ve Mu-hammed'in Allanın Resulü olduğuna Şehadet etmen, namazı kılman, Ze­kâtı vermen. Ramazanda oruç tutman ve gücün yeterse, beytullahı hacc (Ziyaret) etmendir, buyurdu.

— O (yabancı kimse) : doğru söylüyorsun, dedi.

— Biz, (bu adam) hem Resûlüllaha soruyor ve nemde onu tastik edi­yor, diyerek onun hâline hayret ettik.

— Ondan sonra birde : İman nedir? Haber ver, diye sordu.

— Resulü ekrem (SAV) efendimiz :

— İman, Allâha, meleklerine, kitaplarına. Peygamberlerine ve âhıret gününe inanmandır.

Birde hayır ve şer (tatlı, acı hangi çeşidi olursa olsun) kadere İman etmendir, buyurunca;

— (Oyabancı kimse) doğru söylüyorsun, dedi.

— Ve ihsan ned,ir? Söyle, diyerek bir daha sordu.

— Resûlüllah (S.A.V) efendimizde-

— İhsan, Allahü teâlaya sanki görüyormuş gibi ibadet etmendir. Zira sen onu görmüyorsan o seni görüyor, buyurdu.

—; O (Yabancı adam), yine : doğru söylüyorsun, dedikten sonra :

— Kıyamet ne zaman kopacak? bana haber ver, dedi. (Resûlüllah} Cevaben, bunda sorulanın bilgisi, sorandan Ziyade değildir, buyurdu,

— Öyle ise emarelerini (yâni, kıyamet kopmazdan evvelki görülecek alâmetlerini) bildir, dedi.

— Resü.'ûllah (S.A.V) cevabında :

— Müîk olarak elde olan Câriye kadının, kendi sahibini doğurması ve yalın ayak, sırtı çıplak, fakir davar çobanlarının hangimizin ycpdığı bina da­ha yüksektir- diyerek (Servet ve samanca) yarışa çıkdıkEarını görmendir, buyurdu.

—Bundan sonra o (yabancı) adam gitti.

— Bunun üzerine nebiyyi Muhterem (S.A.V,) Hazretleri de bir müddet durduktan sonra .-

— Yâ Ömer (R.A)! bilirmisin o soran kimdi? diyerek sual îrad etti.

— Hz. Ömer (R.A) de : Allah ve Resulü bilir, dedim.

— Resûlüllah (S.A.V) buyurdularki :

— O, cebrâil (A.S) idi. Size dininizi öğretmek için geldi.»[47]


Îzâhât


Hadisi şerifin Râvisi Hz, Ömer (R.A.) şahsiyeti ve hayatı hakkında ge­rekli malumat birinci hadisi şerifin îzahat bahsinde beyan edilmiştir.

Hz. Cebrail Aleyhisseiâmın bir beşer kılığında gelişi ve bir yolcu ema­resi olmadığı halde huzuru seâdete mütevâzi' bir şekilde girib islâm dan, îmandan, ihsan ve kıyametten suâl etmesi ve sorduklarına verilen cevâoı tasdik etmesi, büyük bir mucize, ifâhi tâlim ve terbiye hususunda pek dik­kat edilmesi lâzım olan bir hal ve hareketdır.

Zira Hz. Cebrâil aieyhisselâmın bir beşer suretinde gelişi, meleklerin ilâhi kudretle çeşitli şekil ve kıyafete tebdil edebildikleri ve beşerle beşe­rî münâsebetlerin, insanların bir birlerine ülfet ve ünsiyet ettikleri ve her cinsin kendi cinsi ite hüsnü muaşerette bulunduklarındandır.

Ve Cebrâil aieyhisselâmın gayet mütevazı bir şekilde gelişi aynı za­manda dizinin üstüne oturup ellerini Resûlüllâh'ın veya kendi dizleri üzeri­ne koyuşuda; bir âlimin, velînin, âmirin ve büyüğün huzuruna nasıl girile­ceğini, edeb ve nezâketle nasıl iltifat edilib-soru sorulacağını ve sorulan suallerin cevablannı nasıl karşılamak gerektiğini, bütün ümmeti Muham-mede tâlim ve tavsif etmektedir. Yeterki bu güzel hareketten her mü'min nasibini alsın.

Bu hadisi Şerifde görüldüğü üzere Cebrâil aieyhisselâmın gelib soru­lar sorub ve cevabları tasdik etmesi olduğundan «Cibril Hadisi» denilmiş­tir.

Cebrâil aleyhisselâm; Resûlullâhın huzuruna gelib bu sorulan sorma­sı, hicretin onuncu senesinde vuku bulmuştur. Ve bir rivayette onuncu hic­retinde hemen veda haccından biraz evvel vâki olmuştur.

Hz. Cebrail'in bu sualleri, Resûluilahm hayatının sonunda sormasının sebebi hikmeti ise, Kur'an âyetlerinin hemen-hemen tamamı gelmiş ve is­lâm ahkâmı tekemmül etmiş olması hasebiyle cenâbu hak tarafından Haz-rti Peygambere getirmiş olduğu hükümlerin ana esaslarını bütün ashaba tâlim ve tealiüm için bir - bir soruyor ve verilen cevabiarıda irkilmeden tas­dik ediyor.

İşte böylece hak tebliğcileri, isîâmtn, îmanın, ihsanın ve kıyametin hü­kümlerini ümmete tâlim ve tarif mahiyetinde vazifelerini son olarak bir da­ha yapmış oluyorlar.

Islâmın beş şartı hakkında ayrıntılı îzahat, hemen ileride 4. hadisi şe­rifin altında arzedileceğinden burada sâdece islam kelimesinin lüğât ve şerîat manâları i!e islam ve îmanın birleştiği ve ayrıldığı yönleri hulâsa olarak nakledeceğiz.

İslâm; îuğaita, boyun eğmek, teslim olmak manasınadır. Şeriatta isEâm : İman tabir olunan bâtını tasdik şartı ile zahiren is­lam hükümlerine inkıyat, etmek (boyun eğib işlemek) tir.

Yani, islam demek, kelime-i şehâdeti dili ile söylemek, beş vakit na-. mazı edâ etmek, fakirlerin hakkı olan zekatı vermek, Ramazanı şerif orucu­nu tutmak ve hacca gitmeye muktedir olunduğunda haccetmektir. İşte bu söz, fiil ve hareketlerle yapılan amellere islam denir. Ve bu amelleri inana­rak yapanlarada mü'min ve müsiüman denir.

îman ise, lüğatta, inanmak, tasdik etmek manasınadır. Şeriatta İman; Peygamber Muhammet aleyhisselâmı, Allâhüteâlâ tarafından getirmiş ol­duğu şeyleri (Kur'ânın âyet ve hükümlerinin hebsini) kesinlikle inanıb kalb-!e tastik ve dil ile ikrar etmektir.

Bu şekilde îman eden kimseye, «Mümin» ve inanılan şeyede «Müme-nünbih» denir.

Evet îmanın rüknü, kalb ile tasdik'dir. Şartı ise, di! ile ikrardır. Dil ile ikrar etmek, bir kimsenin îmanlı olduğunu bilip hadlerin, cenazelerin, tekfin ve teçhîzi ve terekenin taksimi gibi hükümleri dünyada icra etmek için şarttır. Zira kalb ile tasdik gizli bir iştir. Öyle ise, kalb ile tasdik mutlaka açıklanmalıdır. Oda dil ile ikrar edip islâmın diğer şartlarını işlemektir. Doğ rusuda budur. Zira insan, cesed ve ruhun mecmuundan ibarettir. Şu halde .her ikiside îmandan başka nasibini almalıdır. Şöyleki; «Kalb ile tasdik» Ru­hun ve «di! ile ikrarda» cesedin nasibidir.

Binâenaleyh bir kimse, İman hükümlerini kalbi ile tasdik eder dili ile söylemezse, işte o kimse Allanın indinde mü'mindir. Fakat dünya hüküm­lerinde ifnsanların yanında) mü'min değildir.

Bir kimsede, inanılması lâzım oian esasları dili ile ikrar eder ve fakat münafık gibi kalbi iie tasdik etmezse, Allanın indinde kâfirdir. Lakin zâhiren islam görüldüğünden ve kalbini insanlar bilemediğinden insanların na­zarında müslümandır. Keza Şerhi akâid, 56 Evet îman, kalbin ameli demektirki, inanılması lâzım olan bütün hü­kümleri kalb iîe tasdik etmektir. Kalb ile tasdik edilen ve fakat dil ve amel ile söylenib yapılmayan bu îmanın varlığını ve gerceKliğini ancak Allâhü teâla bilir. Zira bu kalbdeki olanları yüce mevlâdan başka hiç bir fert bile-

mez.

Biz mü'minler ve bütün insanlar ise, kalbin ameli olan imanı dili, eli ve diğer azaları ile islâmın ve kur'anın hükümlerini söyleyib amel edip ve ya­parsa, işte o kimse hakkında «Müslüman» hükmünü verebiliriz.

İmanın, kalbin ameli olduğunu beyan eden bir kaç âyeti keriyme meâîi şöyledir :

«İşte Allah (C.C.), böyle (Zâlimleri) sevmiyen bir kavmin kalblerine imanı sabit kılmış ve kendilerini yüce katından bir rahmetle kuvvetlendir­miştir.» Mücâdile sûresi, 22

«Kalbi imanla kararlaşmış olduğu halde..» Nahl sûresi, 106

«Kimki, Allâha îman ederse, Allah (C.C.) onun kalbine hidâyet verir»Teğabun sûres:,

Peygamber Aleyhisselam efendimizde bir duasında şöyle buyurmuştu :

Dili ile ikrar edib lâilâhe illallah, Allahdan başka ilah yoktur, diyerek îmanını izhar eden bir kimseyi öldüren Üsâme Radıyallahü anh hazretlerine Peygamber sallâhü aleyhi vesellem Hz. üsâmeyi irşad mâhiyetinde şöyle

buyurmuştu :

«O kimsenin kalbini yardınmı?»

. Yani dili ile ikrar edib kalbindeki îmanının varlığına delâlet eden sozu-ne inanmadığına göre, o kimsenin imanlı olub-olmâdığını bilmek için kalbi-nimi yardın? demektir. Elbet kalbini yanb insanların kalbine muttali olmak imkanı yoktur. Zira kalbdeki olanı Allahdan başka kimse bilemez.

Biz insanlar, ancak zahiren görülen ve duyulanlar ile hükmede biliriz.

Meselâ : keüme-i şehâdeti söyleyen, beş vakit ve Cenaze namazı kılan, oruç tutan, Zekat veren ve Hacc farizasını yapan, kurban kesen, ve haramlardan kaçınan kişiler mü'mindirler.

Burada bir hususu daha belirtmek gerekir.

İman ve islam esaslarını dili ile ikrar ve kalbi ile tasdik eden kişinin imanlı ve mü'min olduğunu öğrenmiştik. Binâen aleyh bir kimse îman ve İslam esaslarını bilir, dili ile ikrar ve kalbi ile tasdik etmezse mü'min olmaz Zira bilgi İmandan sayılmaz.

Netekim bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur : «Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (O Peygamberi) Öz oğullarını ta-nıdıklaVı gibi tanırlar. Öyle iken içlerinden bir topluluk hak ve hakikati büebile gizlerler.» Bakara sûresi, 146

Bu âyeti kerîmenin tefsirinde şu hüküm naklolunmuştur :

Rivayete göre, Hz. Ömer Radiyallâhü anh yahûdilerden müslüman olan Abdullah bin selam (R.A) a bu âyeti kerimede bahsedilen bilginin ne olduğunu sormuş. O, cevaben demişki : «Ya Ömer! ben Peygamberimiz sallallâhü aleyhi veseliemi gördüğüm zaman oğlumu tanıdığımdan ziyâde »anıdım. Çünkü oğlumda, anası ihanet etmiş ise, şüphem olabilir. Fakat peygamber hakkında zerre kadar şüphem yoktur. Onun vasıfları Tevrat da zikredilenlerin aynısı ve tamâmıdır.»

Yukardaki âyeti kerîme ve mes'elede beyan edildiği üzere bir kimse kur'an âyetlerini ve bütün islamın hükümlerini bilse ve fakat kalbi ile tas­dik edip îman etmese, o kimse mü'min değildir. Zira bir şeyi bilmek onu kabul etmek manası taşımaz.

Öyle ya eğer bilgi îmandan sayılsa idi, Hiristiyanların Rahip ve Pa­pazları ve daha bir çok kâfirlerin imanlı olması ve dolaysiyle mü'min olması gerekirdi. Zira bir kısım kâfirler islamın ve îmanın esaslarını ve kur'anın hükümlerini bilmektedirler. Halbuki inanmamakdadırlar.

Şu halde çeşitli isimler altında toplanan ve hatta maksatlı ve sinsice islam düşmanı olan kimselerin, Kur'an ve islamın esaslarını beyan etmele­ri îmandan sayılmaz ve mümin değillerdir.

Yukardaki tarif ve İzahlardan anlaşılmıştaki bir kimse, inandığı şey­leri azalarında tezahür eden ve îmanının varlığına delalet eden bir ameli iş­lemediği veya işlediği görülmeyince müminler nazarında mümin olmaz ve mümin muamelesi yapılamaz. Ancak Aliâhın indinde mümindir. Oda insan­larca malum değildir.

Fakat dış azalarında isiâmın esasları görülür ise, kalbi ile inkar etse dahi dünyada insanların nazarında mümin ve müslümandır. Hakikatta îman etmediğinden Aliâhın indinde mümin değildir.

Netekim bu hal ve gerçek hüküm, kur'pnı kerimde şöyle beyan edilmiş­tir :

«İnsanlardan bir takım kimseler vardirki, biz Allâha ve kıyamet günü­ne inandık, derler. Halbuki onlar, iman etmiş değillerdir.

«(Zanlarınca onlar, kalblerindeki küfürlerini örtmekle) Allâhü tealay. ve müminleri aldatırlar. Onlar, kendi nefislerini aldattıklarını bilmezler.)*

Bakara sûresi, 3-9 Diğer bir âyeti kerime meali : «(Ganimet olde etmek sevdası ile görünüşte İslâmı kabul eden bâzı)

Bedeviler : Biz gerçekten îman ettik, dediler. (Ey Habibim! onlara) deki : Siz kalblerinizle îman etmediniz. Ancak biz (kılıç korkusundan veya insan­ları aldatıp islamın nimetlerinden faydalanmak için) müslüman göründük. Henüz îman kalblerinize girmemiştir.» Hucurât sûresj 14

Bu âyeti kerimede beyan edilen görünüşde müslüman hakikatta mü­min ve müslüman olmayan birçok kimseler, Riyakarlık, menfaat, makam ve mansıba kavuşmak sevdası ile bâzı yerlerde ve muvakkat bir zaman için müslüman görünen ve müslümanların hâmisi sıfatına bürünen fakat ha­kikatta açık dan kâfir olan kimselerdende tehlikeli olan münafık omelli kişi­ler halindedir. Ne yazıkki müslümanların saflık ve cahilliği, böyle kimsele­rin revaç bulmalarına ve nifaklarının tesirine sebeb olmaktadır.

Sahte imanlılara kanmanın ızdırabını Akif merhummda şöyle feryat ediyor:

Eyvah beş on kâfirin îmanına kandık.

Öyle bir uykuya dafdık ki, Cehennemde uyandık.

Şu halde her mümin müslümandır. Fakat her müslüman mümin değil­dir. Aralarında umum husus min vecih vardır.

Bir kimse, müminmi; mutlaka müslümandır. Zira îman ve islam birdir. Esasda îmansız islam ve isfamsız îman tasavvur olunmaz ve ikisi bir birin-siz bulunmaz. Aralarındaki fark lafzîdir.

îman, islamsız ve islamda İmansız olmaz. Şer'i hükümde ve hakikatta, îmanla islam, insanın sırtı ile göksü gibidir. Nasıl ki bir insan, yaşamak için bu iki varlığın birlikte olması na muhtacdır ve insanın hayatı için bunlar beraber olmalıdır. Öyle ise bir kimseninde hâlis ve muhlis mümin olması için ,îman ve islamın beraber bulunması lazımdır. Aksi takdirde yukardaki farklar olur. Zarurî haller karşısında îman ve inanış şekilleri İse, bu İzahat­tan farklı olabilir.

a) İcmali îman : İnanılması gereken îman esaslarına hulâsatan ve icmâlen inanmaktırki, îmanın şartlarını, islamın şartlarını ve diğer inanıl­ması lâzım olanları bir bir sayıp izah etmeden top yekûn hepsine kalb ile inanarak tasdik edib dil ile ikrar etmekten ibarettir.

b) Toîsili îman : İnanılması lâzım o!an îman esaslarını ayrı ayrı sa-yıb delil ve îzahlariyle öğrenib kafb ile tasdik ve dil ile ikrar etmekdir.

Meselâ ; İmanın altı şartını, islamın beş şartını ve diğer îman esasları­nı bir bir sayıp tarif ve İzah ederek delil ve kaynaklarla öğrenib inanmak tırki, taklidden istidlale ve icmaldan tafsile dayanan îman şeklidir.

İlâhî sıfatları ve delillerini, kitabları. Melekleri, Peygamberleri, hayır ve şerri, kaza ve kaderi ve diğer; islam ve îman hükümlerini delil ve senet­lerle tavsif edib inanmaktır ve bu îman kâmil bir îmandır.

Biraz iterde sayacağımız sıfatı ilâhiler ve îman hakkında daha geniş malumat Akâid ve kelam kitablarından ve ayrıca bizim «İSLÂMDA EVLİYA MESELESİ ve HÂRİKALAR» adlı eserimizde arz edilmiştir.

Birde îmanın zıddı olan küfrün mâhiyet ve çeşitleri ile elfazı küfür me­seleleri «Mültekâ tercümesi» adlı eserimizin ikinci cildinde uzun uzun be­yan edilmiştir.

İnsanlar, inanış itibariyle bir hak ve hakikata inananlar vardır. Bun­lara mümin ve müslüman denir.

Birde küfre ve batıl olanlara inananlar vardır. Bunlara kâfir denir. Kâ­firler küfrü üzere öldüklerinde, mutiak ve muhakkak cehennemdedirler.

Müminler İse, itaatkâr ve isyankâr olmak üzere iki kısma ayrılırlar. İtaatkar olan müminler, şüphesizki cennettedirler.

Asî olan müminler ise, iki kısma ayrılırlar. Bir günahlarından tevbe edenler olur. Bunlar elbette cennettedirler.

Birde günahlarından tevbe etmeyib isyanına devam eden qsî müminler vardır. Bunlarda Allanın dilemesine bağlıdır. Binâenaleyh cenabı hak diler­se afv edip cennetine katar. Dilerse cehenneme katıp azab eder.

İnsanlar içerisinde birde sabit bir inancı olmayan içi dışı başka, sözü özüne uymayan inaçsız münafıklar vardır. Bunların varacağı yerde cehen­nemin en aşağısı olan esfele sâfilin denilen mahallinde azab olunacaklar­dır.

Gerçekden insanlar, ya mümin, ya münafık veya kâfir olurlar: Hal böy­le iken çok değişik ve yeni çıkarılan isimlerle ilerici, gerici, milliyetçi, mil­liyetsiz, sağcı, solcu, kominst, mason, falancı, flancı, cnarşit, falan partili, filan partili, ve daha zikri uygun olmayan gurublar, fırkalar ve şahıslar türe­miş ve türemektedir.

Esâsında insanlara, müminlerden ise, mümin, kâfirlerden ise, kâfir ve münafıklardan ise, münafık damgasını vurarak ifade etmek ve bu sınıflar­dan olanların vasıflarını beyan etmek gerekir.

Kur'anin beyan ettiği bu teşhis ve tabirleri bırakıp yeni uydurulan ke­limelerle meşkul olmak, hakikatleri öğretmeyib zait ve lüzumsuz şeylerle milleti islâmiyeyi dejenere etmekten başka bir şey değildir.

Nitekim günümüzde islâmı savunan ve islâmdan bahseden pek çok kişiler, esas dâva olan islâmı tam öğrenmeden ve gereği ile amel etmedik­lerinden bir takım abes, batıl ve haram olanlarla, daha doğrusu kâfir ve münafıkların amel ve emellerini takiid edercesine hareket etmektedirler. e bu hareketlerini şeytan kıyası olan fasit bir kıyasla işi güya hakka uydur­maya çalışmaktadırlar.

Hayır öyl değildir. Hak birdir ve hak olan şey, Kıyamete kudar aynı hakdır. Batılda kıyamete kadar batıldır. Hiç bir zaman batıl hak olamaz ve hakda batıl olamaz.

Fakat bu günün insanlarından müslüman olduklarını söyleyibde islâmı yaşamayan ve hatta küfür adet ve amellerini taklid eden nice kimseleri, ve nice toplulukları görmekteyiz.

Meselâ : Peygamberimiz (S.A.V.) efendimiz, «Mümin ile kâfirin arası­nı belirten fark namazdır.» Buyurmuştur.

Hal böyle iken namaz kılmaz, milliyetçidir. Namaz kılmaz, sağcıdır, Namaz kılmaz hak yolda olduğunu söyler. Namaz kılmaz, vatan, millete hayır yapacağından bahseder. Kendine hayrı olmayan ve hakka boyun eğ­meyen zalim ve fasık kimseler, böyle yalan ve yaldızlı sözleri söylemekte­dirler.

Burada hemen bir soru sorulabilir, Pek âlâ namaz kılanlardada yalan, iftira ve pek çok kötü ameller görülüyor, bu hale ne dersiniz?

Cevab : Gerçek ve hakiki kılınan namaz, her zaman sahibini kötü amel ve yollardan alı koyar. Zira namaz müminin imanının nuru, Çerçivesi ve bir mahfazasıdır. İçerden ve dışardan gelecek tehlikelerden sahibini korur. Bu husus Kur'anı kerimde şöyle zikredilmiştir.

«Şüphesiz namaz, (sahibini) fuhşiyat ve münkerlerden alıkor.»

Ankebut, 45

Fakat namaz, şartlarına riayet edilmeden ancak gösteriş ve aldatma gayelerle kılınırsa, bu takdirde o namaz, sahibini tehlikelere sevk eder ve cehennemi boylatır. Yani böyle namaz kılanlar, mükafat yerine ceza ve azaba müstahak olurlar.

Nitekim Kur'anı Kerimde şöyle buyurulmuştur :

«Artfk şiddetli azab (fesad maksatla) namaz kılanlara olsunki, onlar namazlarından, gafildirler. Onlar (namazlarıyla insanlara) gösteriş yapar­lar.» Mâûn sûresi, 4-6

Yukarda fırka ve gurub isimlerini sayarken milliyetçi ve sağcı, Kelime­lerine bâzı kişilerin kofaları takılabilir.

Evet İman ve Islama dayanmayan ve islamin güzel terimlerini kendi haris amellerine alet etmek için dillerine dolayıb, ayrıca bir tarafını küfre veya kâfirleri taklide özenerek bu kelimelere sığınanlar çok yanlış ve hatalı yoldadırlar. Zira islâmıp beyan ettiği «Millet ve sağ» ölçülerin dışına taş­maktadırlar.

Esasında mümin ve müslüman olan her kişinin İbrahim Aleyhisselo-mın milletinden olduğu Kur'anı kerimde beyan edilmiştir.

Kur'anı Kerimde şöyledir :

«(O Allah) din işinde üzerinize bir güçlükde yüklemedi. Babanız İbrahi-min milletinde (Dîninde) olduğu gibi. Bundan evvelki, kitaplarda ve bu Kur'anda size müslüman ismini Allah takdı.» Hac sûresi, 78

İbrahim Aleyhisselamın duası şöyledir :

«Ey rabbimiz! ikimizide (İbrahim ile oğlu İsmail) sana teslimiyette (müslümanlıka) sabit kıl, soyumuzdanda (yalınız sana boyun eğen) müslü­man bir ümmet yetiştir.» Bakara, 128

İbrahim Aleyhisselamın evlâtlarınada vasiyeti şöyle :

«Ey oğullarım! Allah siz.in için (islam) dinini beğenib seçti. O halde siz­de (başka değil) ancak müslümanlar olarak can verin, (dedi).»Bakara sûresi, 132

Bu âyeti kerimelerden anlaşıldığı üzere. Din - millet ve millet - Din, de­mektir.

Binaenaleyh dinsiz, imansız ve islamiyetsiz milliyet ve sağcılık manasız ve batıldır. Hıristiyan ve yahudi milletini taklid etmek ve onları örnek ol-makdan ileri gidemez.

İmân - Mümin ve müslüman kelimelerini İhtiva eden kimselerde, zıddı olan kâfir ve küfür kelimelerini yaşayanların durumlarını açıklamak için bu kısa izahatı yapmış oluyoruz.

Fırkalara bölünerek gayri islâmî yaşamanın tehlikelerini «İslâmda ev­liya meslesi ve Harikalar.» adlı eserimizden geniş şekilde okuyup öğrene­biliriz.

Ayrıca; Din millet, şeriat ve emsali kelimelerin misallerle açıklamalarım «Mülteka Tercümesi» adlı eserimizin ikinci cildinin «Mürted babı» başlığının son kısmında okumakda faydalı olur.

Hadisi şerifde zikredilen «İman» kelimesi hakkında bazı açıklamalarda bulunduktan sonra İmanın şartlan olan altı (6) hükmünüde kısa kısa açık­layalım;

«İman, Allah-a Meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine ve âhiret gü­nüne inanmadır.

— Birde hayır ve şer (tatlı, acı, iyi ve kötü hangi çeşidi olursa olsun) kadere îman etmendir.»

Allanın zatının, varlıklardan hiç bir varlığın zatına benzemediğine ve hiç bir şeyin ona benzemediğine, Mekandan ve zamandan münezzeh ol-- duğuna, ilmi, kudreti, ve iradesiyle her şeye âlim, kadir ve irade sahibi ol­duğuna inanmaktır.

Cenabu hakkın sıfatı nefsiye, sıfatı zâtiye ve sıfatı subûtiyelerinin varlığına ve hiç birisinin zıddı ile vasıflanamıyacağına inanmaktır.

Meselâ : Vucud sıfatının zıddı, adem - yokluktur. Cenabu hakkın var­lığı hem ezeli ve hem ebedidir. Yokluk olmamıştır. Ve olmayacaktırda.

Keza, ilim sıfatının zıddı, cehildir. Cenabu hakkın iimi ezeli ve ebedidir. Aynı zamanda her şeyi muhittir.

Fakat tekvin sıfatına racî olan ihya-diriltmek, imâte-öldürmek, -tahlık-yaratmak ve terzik-rtztklandırmak igi sıfatı filiyeler zıddı ile vasıflanırlar.

Mesela : İhya - diriltmenin zıddı, imate-öldürmektir. Binaenaleyh ce­nabu hak böyle fili sıfatların zıddı ile vasıflanır.

Zâtı ilahi ve sıfatı ilahiler hakkında geniş malumat, akaid ve ilmi ke­lam kitaplarında zikredilmiştir. Ayrıca naçiz tarafımdan yazılan «İslamda evliya meselesi ve harikalar» adlı eserimizde bir nebze zikredilmiştir. Er­babı mütelaa oraları okur.

Cenâbu hakkın meleklerine îman; Melekler, cenabu hak ile peygam­berleri arasında bi rvasıta ve Allahın emirlerine muhalefet ve isyan etme­yen, daima cenabu hakkı tehlil, teşbihle zikreden nurâni, tatıf varlıklardır. Ve Allahın lutfu keremi ile muhtelif şekillere girmeye muktedirlerdir. On­larda erkeklik, dişilik yoktur. Nurdan yaratılmış varlıklardır.

Onların bazılarının isimlerini biliriz. Cebaril, azrail, israfil ve mikafil gi­bi, pek çokların isimlerinide bilememekteyiz.

Melekler, en kuvvetli varlıklardır. Zira onlardan dünyayı ve kürsü kapla yan arşı âlâyı hamil olan melekler vardır. Şu anda arşı alayt dört melek hamildir. Kıyamet kopacağı anda sekiz melek-in yükleneceği Kur'anı ke­rimde beyan edilmiştir.

Nitekim bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur.

«Melekler, semanın etrafındadırlar. O gün (kıyamet günü) rabbinin ar­şını sekiz melek Üstlerinde taşır.» El hakka sûresi, 17

Melekler ve iblis hakkında daha geniş malumat, makasıd şerhinin ikinci cildinin ellibeşinci safyası İle, kaside-İ bürde şerhinin 124. sahifesin-de ve Berikanın birinci cildinin otuz yedince sahifesinde zikredilmiştir..

Allahüteâlanın kitaplarına inanmak, hem lafzı vehem manası ile bir­likte cenabu hak tarafından ceprail Aleyhisselam vasıtası ile gönderilen ki­taplarda, ilâhi emir ve nehileri, misal ve ibretli kıssaları havi, insanları doğru yola sevk eden Allahın kelâmı olduğuna inanmak ve mucibi ile amel et-mektirki, beşerin saadet yolunu en güzel şekilde beyan eden hükümleri camidirler.

Kitapların en sonu, bütün ilahi kitapların hükümlerini cami. beşerin inanacağı, hükümleri ile amel edeceği Peygamberlerin en sonu *oian bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aieyhivesellsrne vahyolunan Kur'anı kerimdir. Nasılki, beşerî kanunların sonradan çıkarı­lanları evvelki kanunları hükümsüz ve geçersiz sayarsa, ilahi kaınmfnrın en sonu olan k^abımız Kur'anı kerimde diğer kitapların hükümlerini nes hetmiş-kaldırmıştır. Amel edilecek tek ilâhi kitab ve kanun, Kur'anı kerimdir.

Diğer kitaplar, tahrif edilmiş, çeşidi! şekilde ilave ve uydurmalar ya­pılmıştır. Fakat Kur'onı kerimin bir harfi dühi değiştirilememiş vs kıyamete kadarda aynı şeklini muhafaza edecektir. Zira cenabu hak onu koruyaca­ğını vadetmiştir.

Kur'anı kerimde şöyle buyurulmuştur :

«Kur'anı biz indirdik, biz. Onun koruyucularıda şüphesizki, biziz.))Hıcr sûresi, 8

Diğer âyeti kerime meali :

«(Habibim) deki, andofsun insanlar ve cinniler Kur'anın benzerini (meydana) getirmeleri için bir araya toplansa (lar), bazıları diğer bazıları­na yardımcıda olsalar, yine onun benzerini getiremezler.

__ Şanıma and olsunki, biz bu Kur'anda İnsanlar için her mânadan

nice türlüsünü açıklamışızdır. İnsanlardan pek çoğu ise, ille kâfirlikte ayak dirediler.» îsrâ sûresi 88-89

Allahüteâla tarafından gönderilen kitaplar, yüzdört (104) dür. Dördü büyük ve yüzüde suhuf ismini alan küçük kitaplardır.

Dörd büyük kitap, Tevrat, Musa aleyhisseiâma, zebur Davud aleyhis-selama, İncil İsâ aleyhisseiâma ve Kur'anı Kerim Peygamberlerin sonu olan Muhammed aleyhisseiâma nazil olmuştur.

Yüzsuhuf ise, on suhufu Adem aleyhisselâma, elli suhufu Şid aleyhis-selâma, otuz suhufu Idris aleyhisselâma ve on suhufuda İbrahim aleyhis­selâma nazil olmuştur.

Bu kitapların en efdalı, diğer kitapların hükümlerini nesheden en son kitap Kur'anı Kerimdir.

Peygamberlere inanmak ise, onların Allahın terbiyesi ile yetişmiş, yüksek ahlaka sahib, günahlardan masum, Allahüteâla tarafından gönde­rilen bütün hükümleri son gayretleri ile tebliğ eden mümtaz kimseler olduğuna inanmaktır.

Nesil ve sülale olarak en temiz nesebden gelerek yaratılışları ile in­sanlığa, irhasad ve mucizelerle ibretli hayat örnekleri göstermişlerdir, ve insanlığın yegane mürşid ve halaskarlarıdfrlar.

Peygamberlerin ilki, adem aleyhisselam, en sonuda bizim peygambe­rimiz Muhammed Aleyhisseiâmdır.

Kur'anı kerimde isimlen zikredilen 25 Peygamber vardır. Üç cdedinin-de Peygamber veya veli olduğunda ihtilaf edilmiştir. O ihtilaf edilenler, üzeyr, lokman, ve zülkarneyndir. Yirmi beşi ise, şunlardır; Adem, Idris Nuh, Hûd. Salih, Lut, İbrahim, İsmail, İshak, Yâkup, Yûsuf, Şuayb, Harun, Musa, Davud, Süleyman, Eyyub, Zülkifiİ, Yûnus, İlyas, Elyesa, Zekeriya, Isa, ve Muhammed sallallâhü aleyhi vesellem ecmeîndir.

Peygamberlere peygamberlik, kendi çalışmaları ile değil, cenabu hak­kın bağış ve lutfu keremi ile verilmiştir. İlmî terimle, peygamberlik, kesbî değil, vehbîdir.

Fakat mümini mütteki olan velilik mertebesi, kulun kazanç ve gayre­ti iledir.

Peygamberler, en doğru ve sadık, en akıllı ve zeki, emanete en ehil ve fayık. Allanın hükümlerini hakkı ile teblfğ eden ve günah işlemekten uzak olan en yüksek mertebe ve kemâle erişmiş faziletli kişilerdir.

Bu sebeble peygamberlerde zuhur eden mucizeler, hasmın burnunu sürçmek, peygamberlerin davasını ikame etmek için istek ve arzu dahi­linde zuhur eder. Yani cenabı hak lütfeder.

Velilerdeki keramet ise, bir iddia ve hasmı ilzam şekli olmadan kuiun haberi ve gayreti görülmeden iddiasız ve davasız kuldan zuhur eden fev­kalade haldir.

İnsanların önder ve mürşidi Rasulier (Peygamberler), Meleklerin Re­sullerinden efdaldır. Meleklerin Rasulleri ise, beşerin umumundan efdaf-dır. Ve beşerin umumu (avamı) da. Meleklerin umumundan (avamından) efdaldır.

Rasul ve peygamberlerden, peygamberlik soyulup alınmaz. Fakat veli­lerden velayet alınabilir. Bu sebeble nebiler masumdurlar, ve son nefesde imanla gidib mutlak ve muhakkak cennetliktirler. Veliler ise, mahfuzdurlar. Hıfzı emane layıklık devam ettikçe günahtan muhafaza edilirler. Şayet hıfzı ilahiyeye liyakati gaybederlerse, bu taktirde velilik alındığı gibi sapı­tıp mâsiyet ve günahlara dalabilir ve hntta son nefesinde delalet üzere gidebilirler.

Nitekim cüneydi bağdadiye sorulmuş, «Arifi biflah olan kimse (Allahı iyi biien veli kimse), zıina edermi?

Cüneydi bağdadi şu mealdaki âyeti kerimeyi okuyor :

«Allanın emri, muhakkak yerini bulan bir kaderdir.» Ahzab sûresi, 38 yâni, eğer veli olan kimse, yolunu sapıtır kötü yollara giderse, bu takdirde âdeti ilahi ve ilahi kaderin tecellisi, ile zina ve emsali kötülükleri kendisi hakkında mukadder olabilir.

Peygamberler erkek kimselerdir ve peygamberliğin şartı, erkek olma­sıdır. Köleden olmayib hür ve itimada layık her yönüyle mazbut kimseler­den olmuştur. Kadınlardan Peygamber gelmemiş ve olmamıştır.

Ahiret gününe inanmak; Ölülerin kabirlerinden bütün eczaları cem edildiği halde ruhlarının kendilerine tekrar iadesi ile hesab, kitap, mizan, sual ve cevabların yapılacağı mahşer yerine toplanılacak yerdir.

Ahiretin ilk durak yeri, kabirdir. Kabir âîemi, azablı olanlar, ahireîin diğer merhafeterindede felaketli olacaktır. Hatta cehennemin azabı, kabir­de başlayanların akibetide cehennem olacaktır.

Eğer kabir hayatı mes'ud ve iyi olursa, o kimselerde cennet bahcete- . rinde yaşamaya oradan başlayacaklardır.

Nitekim şöyle buyuruimuştur :

«Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçedir. Veya cehennem çukur­larından bir çukurdur.»

Ahirete ahiret denmesinin sebebi, dünya günlerinin en sonunda te-beyyün ettiğindendir. Zira ahvali berzah denilen kabir hayatının günleri, nin en sonu ve ahiret günlerinin ilkidir.

Veya yapılan amellerin hesabı, mizanı, suali, ceza ve mükafatları c güne tehir edildiği için «ahiret günü» denilmiştir.

Veyahut zamanla kayıtlı fani günleri olan dünya gibi değil, ebedi ve daimi günleri olup hayatın hic*tükenip kesilmeyeceğinden dolayı «ahiret» denmiştir.

Evet insan oğlunun dünyada bulunduğu hal ve amellerin neticesinin en âdilâne görüleceği yer, ahiret günüdür. Orada kadre uğrayan olmaz. Her fert layık olduğuna kavuşur, cennetlik cennete, cehennemlik ise ce­henneme girer. Orada yalan, iftira, rüşvet, iltimas, itibar, amca, dayı, mal . mülk, makam, mansıb fayda vermez. Ancak îman ve İmanın muhafızı ameli salih fayda verir.

Kur'anı kerimde şöyle buyuruimuştur :

«O gündeki ne mal fayda verir, nede oğullar, ancak Al la ha (Küfrü ni° îakdan tamamen) salim bir kalp ile imanla gelenler ola.» Şuara sûresi, 88-89

Ahiretin varlığı ve isbatı, ceşidli âyeti kerimelerde temsili olarak be-yon edilmiştir. Cümleden bir kaçı şunlardır :

«(Habibim) deki : Onları ilk defa yaratan diniltecektir. Ve o, her yara­tılanı hakkı ile bilendir.» yasin sûresi, 7G

Diğer bir âyeti kerime meali :

«Bu gün (ahirette) herkez kazandığı ile cezalanacaktır. Bu gün zulüm yok elbette Allahüteâla hesabı çok çabuk görendir.» Mümin sûresi 1?

Diğer âyeti kerimelerdede şöyledir :

«Göktende bereketli bir yağmur indirib onunla bahçeler ve biçilecek ekinler bitirmekteyiz.»

— Birde tomurcuklan bir biri üzerine dizilmiş (göğe doğru) uzayan hurma ağaçları..

— Bunlar, kullara nztk içindir. O yngmuriada (bitkileri kurumuş) öiü bir memlekete hayat vermekteyiz. İşte (öldükten sonra dirilip kabirlerden} çıkışta böyledir.» Kaf sûresi, 9-11

Bu âyeti kerimelerde belirtildiği üzere, öldükten sonra tekrar dirilmek, f'K yaratılışı düşünenisr İçin on!ayişia güçiîîh yoktur. Bir dûmia r/jc-~r»azanın, akıl ve zekânın nasıl yaratıldığını ve insan vücudundaki uzuvların

yerli yerince yaratılışlarını tefekkür etmek, ahireti yaratacağın kudretine inanır ve teslim olur.

Zira direksiz desteksiz duran gök kubbeyi, güneşi, ayı ve yıldızları, yer yüzündeki koca koca dağları, denizleri, ağaç ve otların bitişini ve diğer var-iıkiarın yaratılışlarını basiretli bir gözle bakıp düşünen insan, elbette dünya hayatına kıyası fasid olan ve ebedi bir hayat tarzını yaratacğını beyan eden Halikı zülcelâlın kudret ve azametini idrak ederek, Ahiret âleminin her safha­sına seksiz ve şüphesiz inanır.

İnsan ve hayvanların ağızlarından yedikleri ve içtikleri şeylerin bir kıs­mının büyük abdest kanalına, bir kısmının idrar yoluna, bir kısmının süt ve sümük yollarına bir kısmınında kan damarlarına gitmesini düşünen her in­san, bu güzel ve modern sanat hünerlerini yapan ve arızasız bir şekilde bir birinin vazifesine engel vesaire olmadan, hayatı devam ettiren halik zulce-lâiın kudretine teslim olur ve böyle kudret ve hüner sahibinin ahiret ha­yatı hakkında beyan ettiği hükümlere seksiz ve şüphesiz inanır.

Hadisi şerifde «birde hayır ve şer» (tatlı acı, hangi çeşidi olursa olsun) kadere îman etmendir.» Cümlesinide bir kaç kelime ile açıklayalım.

Yani, bütün kainat ve mahlukat yaratılmazdan evvel hayır ve serden olacak olanı Allâhüîeâlo takdir etmiştir. Vasfi olarak takdir edilen şeyier, kazayı ilahinin tecellisi ile katiyyet kesbetmektedir.

İmamı azam «Fukhul ekber» adlı eserinde şöyle beyan etmiştir :

«Dünya ve ahiretteki her hangi bir şey, ancak Allahüteâlanın dilemesi, ilmi, kaza ve kaderi ve levhi mahfuza yazması iledir. Allahüteâlanın kazası, kaderi ve dilemesi keyfiyet ve benzeri olmayan ezeli sıfatlarındandır.»

Hayır ve şer herne olursa olsun her şey Allahüteâlanın takdiri ve yarat­ması iledir. Ancak hayır ve iyi olan şeyleri severek rızası ile yaratır. Şer ve kötü olan şeyleride sevmiyerek ve hoşnut olmadan yaratır. Bu hususlar âyeti kerimelerde şöyle buyurulmuştur :

«(Ey Habibim!) deki, hepsi (iyi ve kötüyü yaratmak) Allahdandır.»Nisa sûresi, 78

«Sizi gökten ve yerden nzrklandıracak Adandan başka bir yaratan varmı?» Fâtır sûresi, 3

Rivayet olunduğuna göre; Hz. Ebû Bekir (R.A) ile Hz. Ömer (R.Â.J, kader mes'elesi hakkında münazara ediyorlar.

— Ebû Bekir (R.A.); İyilikler Allahüteâladan, kötülükler kendi nefsi­mizden diyor.

— Hz. Ömer (R.A.) iyilikler ve kötülükler hepsi Allâhü teâladandır, diyor.

— Bunun üzerine her ikiside mes'eleyi Resûluilah (S.A.V.) efendimize zikrediyorlar.

__Resûluilah (S.A.V) de; Mahlukatın hepsinden evvel kader hakkında münazara yapanlar Cebrail ile Mikail olmuşlardır.

__ Ey Ömer! Cebrail senin sözün gibi söylüyordu.

__ Ey Ebabekir! Mikâilde senin yozun gibi söylüyordu, buyuruyor;

__ Binaenaleyh her ikisi israfil (A.S.) i hakem tayin ettiler. İsrafil (A.S.) de;

__ Kader, hayır ve şerrin hepsi Allahdan demektir, diyerek her ikisinin arasında hüküm verdi.

— Bundan sonra Peygamber (S.A.V.) şöyle buyurdu :

— Her ikinizin arasında benim hükmümde böylecedir.

— Sonra Resûluilah (S.A.V) buyurduki;

— Ey Ebabekir! Eğer Allahüteâla isyan yapıtmamasım murad etseydi, iblisi yaratmazdı.» Fıkhül ekber şerhi ebil müntehâ, 4

Hz. Ali (R.A.) demiştirki : «Kaza ve kaderıin sırrı, ancak ahirette zahir olur,»

İmamı Rağıb (R.A) de kader ve kaza hakkında şöyle demiştir : «Kader, takdirdir. Kaza ise, tafsildir. Kader, elbise giymek için hazırla­nan şey gibidir. Kaza ise, elbisenin kendisi menzjlindedir.»

Bazt ariflerde şöyle dediler :

«Kader, nakışçının nakşedeceği şeyin suretini zihninde tasvir ve tak­dir etmesi gibidir.

— Kaza ise, nakışçının zihnindeki tasarısının suretini açık bir şekilde talebe ve çırak için çizib ortaya koyması ve talebeninde ustasının çizdiği resmi ona tabi olarak ortaya koyması gibidirki, bu kazanın şekli irade ve ihtiyarla kazanmaktır.

— Keza bir kulda kendi ihtiyari ile kazandığı şeylerde Allâhüteâlanın kader ve kazasından harice çıkması imkansızdır. Ancak takdir edilen kat-i olmayıb vasfi olmakla kul, kaza ve kader arasında müterettidtir.

— Ehli sünnet velcemaat itikatı şudur : Hayır ve serden olan kulun bü­tün işleri, Aîlahüteâlanın dileyerek yaratması iledir. Kul, kendi iradesi ile kazama, Allahüteâlada hayır olursa, rızası ile severek yaratır. fİSer-olursa, rızası olmadan ve sevmiyerek yaratır.» [48]

Kaza ve kader hakkında geniş malumat akaid kitaplarında zikredilmiş­tir

Ayrıca kaza ve kadere karşı kulun nasıl davranması gerektiğine dair uzun hükümler ve hadîsi şerifler ilerde gelecektir. Bir hadîsi kudsi de buyu­rulmuştur :

«Bir kimse, benden gelen kazaya razı olmaz ve benden gelen belâya sabretmezse, benden başka bir rab tanısın.»

Selefden bâzı büyükler demişlerdir :

«Kazaya rıza göstermenin en güzeli, şikâyet olarak bugün pek sıcak veya pek soğuk, kelimesini söylememektir.» Ayrul İlim, 230, Cilt - 2

Hak teâladan gelen kaza, belâ ve kaderi ilâhinin tecellisine göğüs gere­rek boyun eğmek, imanın kemâlındandır.

Cibril hadisi şerifindeki şu «İhsan; Allahüteâlayı sanki görüyormuş gibi ibadet etmendir, Zira sen onu görmüyorsan o seni görüyor.» Cümlesi hak­kında bir kaç hükmü arz edelim.

İhsan, iyilik, itaat, ibâdet, şefkat, merhamet, ihlas, güzel ahlak ve amel manalarına gelmektedir.

Ailahüteâlayı görürcesine ibadet yapmak demek, riya ve sum'adan salim ilılasla Allaha ibâdet et, başkalarını şerik koşma, ibadet ve itaatin ese­ri görülecek şekilde kulluk yap.

İbâdet ve taatın semeresi olan, haramlardan ve kötü olan şeylerden kaçınarak helal ve güzel olan şeyleri severek yapmayı kendine şiar edin. AÜahdan kork, olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol. Dilin kalbine ve kalbinde diline göre olsun. İçin başka dışın başka olmasın. Yani, özün sö­züne ve sözün özüne uygun olsun.

İbadet ve taatın Allanın rızasına uygun olsun. Niyetini halis yap, iba­detten maksat halikı zulcelâlın rızasını tahsil edip kendine yaklaşmak, sev­gisini kazanarak eennet ve cemaline nail olmaktır.

Cenabu hak Resulüne şöyle buyurmuştur :

«(Habibim!) Sana ölüm gelinceye kadar rabbine ibadet et.» Hicr sûresi, 99

İbâdetin üç mertebesi vardır;

I) İbadet, Allanın azab ve ikabından korkulub sevab ve mükafatına rağ­bet edildiğinden yapılır. İbadet denince esas bu mertebe kasdedilmiş olur. Bu mertebe, «İlme! yekin» mertebesine erişenler içindir.

2) Yahut ibadet, aşk ve şevkle Allaha ibadet edilir. Ve eenabı hakkın bir çok tekliflerini kabul ederek yapılırki, buna hakkın buyruğuna boyun eğ­mek manasını ifade eden «ubûdiyyet» ismi verilir. Bu mertebede «Aynel yakin »mertebesine erişenler içindir.

3) Yahut cenbu hakk Üah olduğundan kendiside bir kul olarak ibadet yapmaktırki, ilâhiyeti kabul etmek, ubudiyyeti icab eder ve bunada «ubû-det» ismi verilir. Buda «hakka! yakın» mertebesine erişenler içindir.

Ihlasla ibadetin şekil ve mertebeleri yukardaki minval üzeredir. Bu mer­tebelerin dışında kalan ve şirk ismini alan küfürlerde çeşidlere ayrılmıştır.

Şirk : Allahdan başkasından zarar veya menfaat olduğunu görmek ve Aliahdan başka tapılmaya layık bir zatı veya sıfatı veya fiili olan varlık ta­nımaktır.

Bu tarifi en bariz şekilde açıklayan bir âyeti kerime meali şöyledir : «Eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa onu Allahdan başka hiç bir aîderecek yoktur. Ve eğer sana bir hayır dilerse, o zamanda onun fazlı ke­remini geri çevirecek hiç bir kuvvet yoktur. O, fazlıkeremini kullarından di­lediğine nasib eder. O çok yarılğayıcı ve çok esirgeyicidir.» Yunus sûresi, 107

Diğer âyeti kerime meali :

«Gözünü aç, halis din Altahındır. Onu bırakıpda kendilerine bir takım dostlar (mabutlar, putlar) edinenler (derlerki;) biz bunlara ancak bizi Aflaha daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz..» Zümer sûresi, 3

Putlarla putperesler Ahirette şöyle karşılaşacaklar :

«Allaha eş tutanlar, ortaklan (olan putları) nı görünce, ey rabbimiz! bun­lar seni bırakıp tcpmakda olduğumuz ortaklarımızdır, diyecekler. Bunlar (putlar) da onEarın suratlarına şu sözü fırlatacaklardır : Siz hiç şüphe yok-ki, katiyyen yalancılarsınız.» Nahıl sûresi, 86

İbadet ile ubudiyetin açıklamasını yaparsak hadisi şerifdeki ibadet me­selesini daha iyi anlama imkanı hasıl olur.

İbâdet : Cenabu hakkın razi olacağı şeyi işlemektir.

Ubudiyet : Allahüteâlanın işlediği şeye razi olmaktır.

Binaenaleyh rıza amelin fevkındedir. Zira rızayı terk eden kafir olur. Ameli terk eden ise, fasık olur. İşte bu sebebden ahirette ibadet sakıt oiur. Ubûdiyyet ise, hem dünyada ve hem ahirette sakıt olmaz.

Yani, namaz, abdest, oruç, zekat, hac ve emsali ibâdetler ohirette yok­tur. Fakat ubûdiyyet - Kulluk ahirettede devam edecektir. İslamın şartlarım işlemek yoktur, İmanın şartlan ise, ahirettede devam edecektir. Halik yine haliktır, kul yine kuldur.

Allahüteâla, bizatihi dünyada görüle bilir isede, vaki olmamıştır. Dünya­da uyanık halde veya rüyada zatının görülmesi hakkında muhtelif görüşler olmuştur. Peygamberimizin mîracda baş gözü ile cenabu hakkı gördüğünde ihtilaf edilmiştir. Rüyalardaki cenabu hakkı görme meselesi ise, nuru ila­hinin tecellisidir. Ayrıca İbrahim Aleyhisselâmın ve bizim Peygamberimizin Bizatihî gördüğü veya nuru ilahinin tecelli ettiği de beyan edilmiştir. Dün­yada cenabu hakkın zatının görülmediğini beyan eden ilâhî hükümden bir tanesi şu âyeti kerime mealidir :

«Vaktaki Musa (ibâdet için) tayin ettiğimiz vakıtta geldi, rabbjsi ona ilahi sözünü söyledi. (Musa) dediki. Rabbim! cemalini göster bana, (ne olur) seni göreyim. Bak eğer o (dağ), yerinde durabıilirse sende beni görür­sün. Derken rabbisi (Rabbisinin nuru) o dağa tecelli edince onu (dağı) pa­ram parça ediverdi. Mûsâda baygın yere düştü. Ayılınca dekiki, seni tenzih ederim. Tevbe ettim, sana ben iman edenlerin ilkiyim.» Araf sûresi, 143

Musa Aleyhisselam cenâbu hakkın dünyada görülemiyeceğini bildi­ği halde kendisini kaplayan, taşan ve coşan envarı ilâhiye ile istiğrak deryasına dalarak büyle söyledi. O ilâhi kelâmı işidince adetâ kendinin dünyada olduğunu unutmuş bir nevi ahiret ve cennet hayatına kavuştuğu­nu zannetmişti.

Ailahüteâla mevcud olması hasebiyle her mevcut görüldüğü gibi, Aila-hüteâlanın görülmeside caizdir. Caiz ve mümkün olduğu için Musa Aleyhis­selam görme talebinde bulunmuş. Allâhüteâlada dağa bakmasını eğer dağ yerinde durursa görebiieceğini beyan etmeside, zatı ilahinin görülmesinin mümkinatîan olduğunu beyandır.

Eğer dünyada zatı ilahiyi görmek mümkinattan olmayıb mümteniat-tan olsaydı, Musa Aleyhisselam talep etmezdi. Zira abesle iştigal etmiş olur ve cahillik yapmış olurdu. Cenabu hakda dağın yerinde durması ha­linde görürsün, buyurmaz, kesin bir ifade ile görmenin mümkin olmayaca­ğını beyan ederdi.

Ahirette ise, mekandan münezzeh cihetsiz ve zamansız olarak bizzat cenabu hak baş göz ile görülecektir. Cenâbu hakkın cemalini müşâhe eden her ferd, onun zevk ve aşkından diğer nimetlerin hepsini unutacak­tır.

Ahirette cemali ilahinin görüleceğini nâtık ilâhi delil meali şöyledir: «Nice yüzler vartiirki, o gün (Kıyamette) güzelliği ile parıldar. (O yüz­ler) Rablerine bakacaktır.» Kıyâme sûresi, 22-23

Resulü ekrem sallallâhü aleyhi vesellem efendimizde şöyle buyurmuş­tur ;

«Muhakkak siz ayı on dördünde gördüğünüzde, ay görmenizdeki Kat'-iyyet gibi Allohü teâlayıda gelecekte (cennette) göreceksiniz.»

Dünyada fâni alem için yaratılan gözler, baki olan halikı zülcelali biz­zat görmeğe kadir olmayacağı aşikardır. Fakat ebedî ve daimi hayat mer­kezi olan ahirette ise, baki ve ebedi oln halikı zülcelalm zâtını bizzat göre­cektir, Ancak hakikatini yine anlayamıyacak ve idrak edemiyecektir

Nitekim kaside-i nûniyede şöyle denilmiştir :

«Hak teâla Hazretlerinin zâti ilahisi bu alemde (dünyada) asla fehmü idrâk edilmiş değildir.

— İlmi kelam Alimlerinin bu hususa dâir ittifakları olup ancak tered-tütleıi, Allahüteâlanın görüleceği vâki olacak olan cennette hakikati ilâhi-yenin müminlere malum olup olmayacağında vuku bulmuştur.»

İmamı azam Hz. leride «Fıkhul ekber» adlı eserinde şöyle demiştir : «Allahüteâlayı, kitabı ilahisinde sıfat ve isimlerinin hepsimi beyan edip vasıflandırdığı gibi hakkı İle biliriz.»

Zâti ilâhi hakkında bir nebze İzahat, «İslamda EvMya Meselesi ve Ha­rikalar» adlı eserimizde mezkûrdur. Ayrıca Âkâid kitaplarında uzun uzun îzâh edilmiştir.

Hülasa-i kelam, ibadet yaparken Allahın zâtını görür gibi ibadet yap­mak gerekir. Her ne kadar bizatihi göremez isede, halikı zülcelal elbet gö­rüyor. Bu sebeble ibadete şirki hafi olan riyayı karıştırmadan ihlasia hak­kın divanına durmak gerekir. Böyle ibadet, sahibine faide verir.

Cibril hadisinde kıyametin ne zaman kopacağı sorulunca Resulü Ek­rem sallallâhü aleyhi vesellemın cevabı, «Bundan sorulanın bilgisi, soran­dan ziyâde değildir.» buyuruyor.

Yani, soran cebrail aleyhisseiamın bilgisi, Resûİüllâhın bilgisinden faz­la olması gerekir. Zira cebrail Aleyhisselam cenabu hakdan neyi alır getirir peygambere haber verirse, Resûlüllah onu bilir. Böyle olunca kıyametin ne zaman kopacağını cebrail Aleyhisseiamın daha evvel ve daha âlâ bilmesi lazımdır. Halbuki soran esas bilecek olan olunca, Resûlülîahda bu hususda bilgisinin olmadığını beyan ediyor.

Hcdisi şerifin bu cümlelerinede de pek çok hakikat ve hikmetler mev­cuttur. En bariz ve açık olanı, kıyametin ne zaman kopacağını Allahdan başka kimsenin bilmediği, ancak Allahüteâlanın bildiğidir. Bu gerçek Kur'anı kerimde şöyle beyan edilmiştir : «O Saatin (kıyametin) ilmi, şüphesizki Alîahtn nezdindedir.» Binâenaleyh bir kimse, kıyametin kopacağı zamandan haber verirse. Peygamberin «bilmiyorum» dediği ve Hz. Allahında onun ilminin kendinde olduğunu beyan ettiği hükmün hilafını iddia etmekle küfrünü ^lân etmiş olur.

Hadisi şerifdeki ikinci bir hikmette, insanın bilmediğini «bilmiyorum» demesi gerektiği ve böyle hareket etmenin üstün mezyetlerden olduğudur. Zira Resûİüllâhın ahlakını yaşamak elbet en güzel amellerden olur. Ömer bin ElHattab (R.8) den mervîdir, demiştirki : Resûlüllah (S.A.V) den mekan ve yerin hayırlısı ve şerlisi neresidir? di­ye sordum.

Resûlüllah (S.A.V) «Bilmiyorum» buyurdu. Cebrail (A.S) de sordu. Re­sûlüllah (S.A.V) önada; «bilmiyorum» dedi ve Cebrail (A.S) e dediki, «Rab-bine sor.»

Cebraiî (A.S.) de Rabbisine sordu, sonrada şöyle dedi :

«Mekan ve yerlerin en hayırlısı, mescidlerdir. Mekan ve yerlerin en Şerliside çarşı ve sokaklardır.» [49]

Yukardaki acaib hükmün cerayan ve vakıasına bakıldığında, sorulan blr şeye bilinirse cevab vermeyi, bilinmez ise, bilmiyorum demeyi şiar edinmek en güzel ahlak ve en doğru hareket oluyor.

Zira Ailahın terbiyesi ile yetişen ve vahyi ilahi ile ulûmu evvelin ve ahi­rini bilen bir peygamber sorulanı bilmediği zaman, «bilmiyorum» diyor.

İnsanlığın fazilet temsilcisi, yegane mürşidi hakikisi peygamberimizin her ümmeti de aynı sıfat ve ahlakı taşımaları en güzel kemal vasıfların-dandir.

Bir hadisi şerifde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur : «Bir kimse, ben alimim (bilginim) derse, işte o kimse câhildir.» Bilmediğini «bilmiyorum» demenin fazilet ve kıymeti hakkında geniş malumat, «İslama sokulan bid'at ve hurafeler.» ile «islamda evliya meselesi ve harikalar» ADLI ESERİMİZDE ARZ EDİLMİŞTİR.

Ayrıca tercümesini yaptığımız bu eserin bir az ilerisinde gerekli hü­kümler1 gelecektir.

Hadisi şerifde üçüncü bir hususda, gaybı ancak ve ancak Allahüteâla-nin bileceği beyan edilmektedir.

Pek çok âyeti kerimelerden bir tanesinin manası şöyledir : «(Habibim) deki, göklerde ve yerde olan gaybı, Allahdan başka kimse bilmez. Onlar ne zaman dirileceklerimde bilmezler.» Nemi sûresi, 65

Gaybın ilmi Allaha mahsustur. Allahdan başka kİmseEerin gaybı bil­mediğini veya bileceklerini İddia etmeleri, yukardaki âyeti kerimeyi ve da­ha bir çok âyet hükümlerini inkar etmek olur. Binaenaleyh âyeti kerime hü­kümlerini inkar eden kimseler, din ve imandan çıkar küfre sapar. Cenabu hak istisnaî hükümlerin dışında gaybı bilirim iddiasında bulunmaktan veya öyle iddiada bulunanlara inanmakdan muhafaza buyursun.

Daha geniş malumat, «İslama sokulan Bid'at ve hurafeler» adlı eseri­mizde zikredilmiştir.

Kıyametin ne zaman kopacağını bilmediğini beyan eden "Resûlüllah Sallallahü aleyhi vesellem, kıyamet alametlerini soran Cebraif (A.S) a şöy­le haber vermiştir :

«Mülk olarak elde edilen cariye kadının, kendi sahibini doğurması ve yahn ayak, sırtı çıplak fakir çobanların hangimizin yaptığı bina daha yük­sektir? diyerek (servet ve samanca) yarış yapdıklarını görmendir.»

Cibril hadisinin bu son cümlesi çok enterâsan ve âcaibdir. Zira Resul-lahllak salallahü aleyhi veseliem efendimizin haber verdiği bu alametler daha evvel görüldüğü gibi bu gün daha aşikar bir şekilde görülmektedir.

Cariye kadının kendi sahip ve ağasını doğurması halinin görünüşü şöy­ledir;

a) Cariyenin sahibini doğurması demek, müslümanîann galebe çalıp kafir memleketlerini istila edip esir aldıkları kadınları cariye olarak döşe­ğe alacaklar, âğa ve efendisinden doğan kendi çocukları kendilerine sahib ve ağa olacaklar, demektirki, bu hal hemen islamın ilk zamanlarında baş­lamış son zirvesine varıncaya kadar yaşanmıştır.

b) Diğer bir hususda «cariyenin sahibini doğurması» demek, cariyeler çoğalacak ve elden ele satılacak nihayet Allah muhafaza bilmeyerek oğlu anasını cariye olarak satın alıp cinsi münasebette bulunacak derecede in­sanların ahlakları bozulacaktır. Bu halde görülmüştür.

c) Başka bir görünüş ve yaşantıda cariyelerin doğurdukları çocuklar, zamanla büyüyüb kemâle erişince kölelikten melik ve sultan mertebesine yükselib anasının ve diğer ağalarının ağası ve amiri sıfatına erişirler de­mektirki, bu halde islamın ilk zamanlarında hemen görülmeye başlamıştır.

d) Diğer bir anlayışda «cariyenin sahibini doğurması» demek, evlatla­rın ana ve babaların haklarına riayet etmeyib zulüm ve isyanla onlara bir ağanın câriye ve kölesine yaptığı hizmet ettirme muamelesini, evlatların ana ve babalarına yapacaklarını beyandırki, bu halde hemen asrı saadetde görülmeye başlamış ve hâlada görülmektedir.

Hdisi şerifin bu cümlesindeki az ve özlü mucizevî yaşantılar gayet açık bir şekilde görülmüş ve halada görülmektedir.

Cibril hadisinde, «yalın ayak sırtı çıplak, fakir çobanların, hangimizin yaptığı bina daha yüksektir?» diyerek bir birlerine karşı servet yarışlarına gelince, buda bazı şekil ve hallerde görülmüştür ve halada görülmektedirki

şöyle ;

a) Hadisi şerifin bu cümlesinden anlaşılmıştaki, fakir insanlar servet zenginliğine ulaşacaklardır. Bu halde daha evvel görüldüğü gibi, günümüz­de de pek çok fakir kimseler az zamanda serveti samana kavuşmaktadır­lar. O halde ki dün çoban, çırak, ve işçi olan kimse birde bakıyorsun servet sahibi olmuş, bir birleri arasında servet yarışı yapmaktadırlar.

b) Bir diğer hususda dün köyde kentde fakirlikten bîzar oian çoban ve çıraklar şehir merkezlerine gelib yüksek yühksek binaları yaparak oralar­da sakin olurlar demektirki, daha evvel görülen bu halde bu gün gayet açık ve seçik bir şekilde görülmektedir.

Fakirlikten bîkee, çok muhtaç ve aciz kimseler, avrupaya işçi olarak gidiyor. Kısa zamanda mâlî imkan sağlıyor. O elde ettiği mâlî imkanlarla kaza veya şehir merkezinde bazı mülkler alıyorlar veya yüksek yüksek kat­lar yaptırıyorlar. Ve bir birleriyle iddialaşanlar oluyor.

İşte bu halin görünüşü, asırlarca evvel kıyamet alameti olarak böyle şeylerin görüleceğini haber veren Peygamber sallallahü aleyhi vesellem efendimizin mucizesinin tezahürüdür.

c) Hadisi şerifde anlaşılan diğer bir hususda, âhir zamanda zelil, ha­kir ve ahlaksız kimselerin galebe çalıp, şerefli ve ahlaklı kimselerin hakir ve rezil bir hale düşmesidirki, bu halde bu gün aynen görülüyor. Zira içki-

ci, kumarcı, zinacı, yalancı, binamaz, rüşvetçi ve her türlü ahlaksızlığı iş­leyenler, yüksek mevkilerde söz sahibi sayılıp görülmekteler, iyi ve ahlâklı kişilerde horlanmakda hakir ve zelil gösterilmeye çalışılmaktadır.

Yani zulüm, fosıklık ve cahillik galebe çalıp iman ve güzel ahlak ya­şantısı ezilmek ve yok edilmek için gayretlerin görüleceğine işarettir.

Hadisi şerifde anlaşılan diğer bir hususda,

d) Mal mülk sevdası, yüksek binaların yapımı ve bir birleriyle servet yarışına girişmekle fani dünyaya meylü mahabbet edip ebedi hayat merke­zi olan ahireti ve oradaki yüksek mertebe ve menzilleri, cennst ve cehenne mi unutma hâlinin görüleceğine işârettirki, aynı hal görülmektedir.

e) Hadisi şerifde anlaşılan hükümlerden biriside fakir iken zenginle-şince insanların ekserisi azgın ve çapkınlaşacaktır. Bu sebeblede kibirle­nip böbürlenip nankörleşecekler. Günümüzde görülenler gibi. İşte böyle kimseler içinde bulunan insanlar, nimeti hazm eder azgınlık yapmazlarsa en güzel kimselerdir.

Burada münasebete binaen kıyamet alâmetleri ile ilgili bir kaç hüküm arz edelim.

Akaid kitaplarında zikredilen hadisi şerif hükümlerinden alâmeti küp-ra şunlardır :

«Deccelın, Dâbbetül arzın ve yecüc mecücün çıkması, İsâ Aleyhisselâ-mın semâdan yer yüzüne inmesi ve güneşin batıdan doğması.»

Bu gibi hallerin zuhuru, kıyametin yaklaştığına delalet eden büvük alâ metlerdir.

Büyük alâmetlerden evvel zuhur eden ve edecek olan küçük alâmet-lerdende bir nebze nakledelim.

Buharı, müslim ve tirmizinin sünenlerinde nakledilen Enes bin Mâlik (R.A* in rivayeti ile Resûlüllah (S.A.V) efendimiz şöyle buyurmuştur : «Kıyamet afâmetterindendir :

— İlmin kalkması ve cehlin yayılıp çoğalması, zinanın şuyû bulması, şarabın (mubah gibi} İçilmesi, erkeklerin yok hale gelip kadınların çoğalma­sı. O haldeki bir erkek el'i kadının idare ve ikâmesine Mâlik olur.»[50]

Resûlüllahdan rivayet olunan bir hadisi şerifde kıyametin küçük alâ­metleri şöyle sıralanmıştır : «Kıyamet alâmetlerindendir;

— Mescidlerin çoğalması, cemaatların azalması, binaların yükselmesi» faizin yenmesi, kıybetin çoğalması, mâruf ve iyi olanların terk edilmesi,

— Şerlilerin idareci ve âmir elmaları, kadınların binitlere binmeleri, Er­keklerin kadınlara ve kadınlarında erkeklere kendilerini benzetmeleri, er keklerin erkeklerle meşkul olmaları (livata yapmaları).

__ Azgın zalimlerin çoğalması, kabirlerin kireçlenib üstüne binalar ya­pılması, fâsık kimsenin şerefli ve itibarlı olup ihlaslı müminin zaif ve hakir qörüîmesi, hükmün satılması, insan kanlarının (sanki mubahmtş gibi) akıtıl­ması.

— Akraba haklarına riayetin kesilmesi, kur'anın kazanç kitabı ve çal­gılı zevklenme kitabı hâline getirilmesi, adamın babasını inkâr etmesi, in­sanların kur'anın nasîhatları ile mütteız olmamaları, cenâbu hakdan utan­mamaları, cehennemden korkma hâlinin görülmemesi, şeytan-i leinin insan­lara musallat olup onlara Idilâhe illallah kelimei tevhidinden dünyayı daha sevimM göstermesi (işte bunlar kıyamet alâmetlerindendir.)»[51]

Diğer bir hadîsi şerifte resülüllah (S.A.V) efendimiz şöyle buyurmuşlar­dır :

«Eğer dünya mahabbetine dalan insanlar, sizin haramlardan kaçınıp ibâdetle meşgul olduğunuzu görseler, bu adamlar delidirler, derler.

— Sizde onlarla otursanız, bu adamlar Allanın azabı ilâhisine inana­mamışlar, dersiniz.»[52]

Yukarda zikri geçen Cibril hadîsinin kıyamet" alâmetlerini beyan eden cümlelerle en son hadîsi şeriflerdeki hükümleri, mübarek peygamberimiz sanki cenabu hakkın lutfu keremiyle ifâhi televizyon ekranında seyri âlem etmiş, ondan sonra dünyanın son günlerinde olacakları, ilâhi televizyon ve manevî şeritlerden görüb okuduklarını bir bir haber vermiştir.

Burada «televizyon» kelimesi geçtiği için bir cümlei mûtarıza arzetmek isteriz. Günümüzde beşerî dehâ ile İcat edilen televizyonun durumu hak­kında bir nebze düşünelim. Allâhü teâlanın kudret ve kuvveti ile insan oğlu­na vermiş olduğu akıl ve zekâ sayesinde yebyeni bir alet bulunuyor, fa­kat bu âlet san'at, teknik, tarihî gerçekleri açıklama, hadise ve olayları can­lı ve açık bir şekilde vermeyi, ilim tâlimi, insan oğlunun ahlak ve terbiyesi­ni haya ve edebi ile yaşamasını sağlayacak canlı ve temsîli olaylar ve ha­diseler göstererek en güzel hizmet aracı ve âleti olması gerekirken, maale­sef az zamanda yukardakilerin bâzılarına yer verilirken islâmın haram kıldı-dığı gayri ahlâkî ve şehevâni görüntü ve yaşantıları aksedib gösterdiği için, çok ve çok kötüye kullanılan bir alet şeklinde çalışmakta, çalıştırılmaktadır.

İşte bu sebebden dolayı televizyon hakkında soranların kendilerine so­ruyoruz?

Dans yapmak, içki âlemi yaparak maskarahkda bulunmak. Deveyi oy­natacak havalan çalmak, Reklam pahanesi ile bir kadının koca baldırının sonuna kadar çorap çekerek teşhirde bulunması, gibi halleri şuurlu ve kâ-ro" bir îmanla düşün, ondan sonra kendine cevâbını kendin ver. İmanın neder acobâ...!?

Büyük baban ve annen, çocuğun ahlakı bozulacak diye müstehcen filim, tiyatro ve kötülüklerin yapıldığı veya görüldüğü yerlere evlatlarını gönder­mezdi, ozamanki çocuklarda büyüklerine saygılı, küçüklerinede sevgili idi­ler. Ya şimdi, bir oğlan pahanesi İle veya başka pahane ile baba ve dede­lerimizin sakındıkları veya sakındırdıkları o müstehcenin müstehceni acâ-ib programı ile gösteren genç oğlan ve kızların ve hatta yaşlıların dahi ah­lâkını, haya ve edebini, saygısızlığını artıran fenalıkları artık çekinmeden evlerde vesâir yerlerde cümbül cemaat halinde işleyenler, aceba soy ve saplarına rahmetmi okuyorlar?.. Gidip mezarın başında fatiha okumak yeri­ne saz çalıp ziyaret eden zavallı fasıkiarla bunların arasındaki fark ne dere­cedir? acaba..

Bir alet ve edevatki, hayra hizmet eder ve onunla hayır kazanıhrsa, elbet çok ve çok iyidir. Şayet herhanki bir âlette şer öğretir ve şerre âlet olursa, elbette o alet şer olur ve sonu dünya ahiret felâket olur.

Peygamber (S.A.V) efendimiz bir hadîsi şeriflerinde şöyle buyurmuştur: «Hayra delâlet eden, hayrı işleyici gibidir.» Ahmed bin Hanbeî Şu halde elimizdeki âlet ve edevatların daha çok hayra delâieî etme­si, gönlümüze rahatlık verebilir. Mevcut âletlerinde aynı hal üzere olmasını diler, müslüman kardeşlerimize isabetli düşünce ve inançlara sahib olma­sını yüce mevladan niyaz ederiz.

Evet yukarda kıyamet clametleri ile-ilgili hadîsi nebevilerin hükümle­rini görüb yaşadıkça, Peygamber sallallahü aleyhi vesellem efendimizin mucizelerini müşâhade ediyor, sâdık ve mâerı,.. oln" peygamberimizin sa­dakatini mucizelerle tescil ve tasdik etmiş oluyoruz.

Dînin ve inanan mümini kâmilin garib olup, şerü ve ıâsık kimselerin de şerefli olduğu, hak hukuk tanınmadığı, Allah korkusunun, Peygamber sev­gisinin yok hale geldiği, bâtılın savunulup hakkın ayıplandığı bir zamanda dînine sarılıp hakkın emirlerini yerine getirib yasak ettiklerinden kaçınan. Resulün sünnetine sarılan insanlar, elbet hak teâlanın yanında zamanın en şerefli ve en faziletli kimseleridirler. Ahirette de büyük ecre nail olacak­lardır.

Peygamberimiz (S.A.V) efendimiz bir hadîsi şeriflerinde şöyle buyur muştur :

dua
Rüya

Anonim" seçeneğiyle isim vermeden yorum yazılabilir.
"Adı/URL" seçeneğiyle sadece isim verilerek de yorum eklenebilir.

Yorum Gönder (0)
Daha yeni Daha eski