40- EDEB BÖLÜMÜ
Edeb: Kamus tercümesinin beyanına göre
"Zerâfet, usluluk, kavlen ve fiilen husn-i muamele" manasınadır. Divanü
Lügati't-Türk'te yazıldığı veçhile Türkçe karşılığı da "erdem"
lâfzıdır.
Edeb, bir kuvve-i râsiha-i nefsiyedir ki
muttasıf olanı mûcib-i şeyn-ü âr olan nesnelerden hıfz eder ve edeb iki nevidir:
Biri edebü'n-nefs ve birisi edeb'üd-ders dedikleridir. Târifât'ta edeb; "cemî-i
enva-ı hatâyadan mâbihi'l-ihtirâz olan nesneyi bilmektir" diye tarif
olunmuştur.
Kamus'un şu
tarifinden anlaşılıyor ki "edeb" lafzı her türlü yanlışlığa düşmekten ve
binnetice utanmaktan sahibini esirgeyen, keza sahibine güzellik ve zerafet
muamelesini öğreten bir meîekein adı imiş. Bu da nefsî ve dersî olmak üzere
ikiye ayrılıyor ki birincisi ahlâka ikincisi de muamelâta delâlet edermiş. Hz.
Mevlâna'nm "âyet âyet hemkî manâ-ı Kur'ân edebest: Kur'anm âyet âyet manası
edebden ibarettir." demiş olması, edebin nefsî kısmına, "edeb-i kelâm" "âdâb-ı
muaşeret" gibi tabirlerde ikincisine mütedairdir.[1]
Fıkıh dilinde edeb "Bir şeyi yerine
koymak," diye tarif edilmiştir. İşlenmesi terkinden hayırlı olan vera' (şüpheli
şeylerden kaçınmak) ve takvadan ibarettir.
Hidaye Şerh'inde; "Nebî (a.s.)'ın bir veya
birkaç defa işledikleri fakat devam buyurmadıkları şeydir" diye tarif
olunmuştur. Farz üzerine ziyâde olduğu için "Nafile" Sâri tarafından sevimli
olduğu için "Müstehab", sevaba davet olduğu için "mendub", işlenince teberru
sayıldığı için "tetavvu" denildiği gibi, Dürrü'l-Muhtar'a göre "fazilet" de
denir. Edebin hükmü, işlenmesi sevaba yol açar ve terki kınamaya yol
açmaz.
Ama sünnet, Nebiyy (a.s.)'m özürsüz olarak
bir veya iki kere terk ile beraber devam ettikleri şeylerdir.
Bunun
hükmü, ise işlenmesine sevab, fakat terkine -ikab değil-itab (azarlama) terettüb
eder. Lakin sünneti terk etmeyi itiyâd haline getirirse vacibi terk günâhından
biraz daha aşağı günah işlemiş olur.[2]
1. Yumuşak Huyluluk Ve Peygamber (S.A.)'In Huyları Hakkında
4773... Hz.
Enes(in şöyle) dedi(ği rivayet edilmiştir):
Rasûlullah (s.a.) ahlâk yönünden insanların
en güzeli idi. (Ben çocukluğumda kendisine hizmet ettiğim sıralarda) bir gün
beni bir ihtiyâç (için bir yere) gönder(miş i)di. Ben de (o günkü çocukluğun
verdiği bir sorumsuzlukla):
Vallahi ben (bu işe) gitmem; dedim, oysa
içimde Allah'ın Peygamberinin emrettiği işe gitmek (niyyeti) vardı. Derken
çıktım (bu iş için yola koyuldum). Sokakta oynaşan çocuklara tesadüf ettim
(onlarla birlikte oyuna dalıp işimi unuttum. Bir süre sonra) bir de baktım ki;
Rasûlullah (s.a.) arkamdan başımı tutmuş gülümseyip duruyor. (Bana):
Ey Enescik, sana dediğim yere gitsen ya"
dedi. (Ben de):
Evet ya
Rasûlullah (şimdi) gidiyorum, dedim. Hz. Enes (rivayetine devam ederek) dedi ki:
"Allah'a yemin olsun, ben kendisine yedi ya da dokuz yıl hizmet ettim. Yaptığım
bir işten dolayı -niye böyle yaptın-yapmadığım bir işten dolayı da -niye böyle
yapmadın?- dediğini bilmiyorum.[3]
4774... Hz. Enes'den demiştir ki: Ben
çocukken Peygamber (s.a.)'e Medine'de on yıl hizmet ettim. Her işim efendimizin
benden beklediği şekilde değildi. (Buna rağmen) bu süre içerisinde daha bana öf
bile demediği gibi; bunu niçin yaptın, ya da bunu niçin yapmadın dahi
demedi.[4]
Açıklama
Hilim: İntikam almak kudretine mâlik iken
herhangj bir kızgınlığa sebebiyet veren söze tahammül etmek, kızmamak demektir.
Kabahat sahibi, karşısındakini böyle görünce artık taarruza devam etmez. Bu
vasıf, en fazla Cenab-ı Hakk'a mahsustur. Hak teala kuvvet ve kudret sahibi
olmasına rağmen kullarının nice nice günahlarına göz yummakta, görmezlikten
gelmekte, intikam almamaktadır. Bunun içindir ki, kendisini hilim sıfatı ile
vasıflandırmıştır.
Buradan
anlaşılıyor ki bu hilim ve tehammül, hak tealanın zaifliğinden ve
kudretsizliğinden değildir. Belki onun Gaffârhk sıfatındandır. Nitekim bir
âyet-i kerimesinde: "Allah, gafurdur halimdir"[5] buyurarak bu gerçeği
açıklamıştır. Yüce Allah Kur'an-ı Kerimin'de: "Allah herşeyi hakkiyle bilir,
hilim ve şefkati galibdir"[6]; "Allah, alîm ve
hakimdir"[7] "Allah ganî ve halimdir"[8] buyurmakla da insanların
az bilgili, mahdut ilim sahibi oldukları için, hilim ve tahammül
göstermediklerini ortaya koymaktadır.[9]
Enbiyay-i
kiram dahi hilim sıfatı ile vasıflanmışlar. Muhakkak ki hilim sıfatının en fazla
tecelli ettiği kul Muhammed Mustafa (s.a.)dir. Onun bu meziyeti, Kur'an-ı
Kerimde şöyle anlatılır: "O vakit (Uhud savaşında) sen, Aliah'dan gelen bir
merhamet sayesindedir ki onlara (ashaba) yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı
yürekli olsaydın, muhakkak onlar etrafından dağılıp giderlerdi."[10]
Resul-i zişan efendimizin hilmi öven
hadislerinden bazıları şöyledir:
"Hak teâlâ
yumuşaklığı sever, yumuşaklıkla birçok şeyler elde edilir. Sertlikle hiçbir şey
elde edilmez."[12]
İmam
Buharı de bu mevzûdaki hadisleri ayrı bir bölümde bir araya toplayarak nakletmiş
tir. Orada, Hz. Peygamberin: "Müslümanlara, hattâ zevcelerine dahi bazan sertlik
gösterdiği vakidir" denilmektedir. Hafız İbn Hacer, bu mevzûyu hülâsa ederek
şöyle diyor: "İmam-ı Buharı bu babda şu hususlara işaret etmek istemiştir ki;
Resulü Ekrem külfetlere sabretmiş-tir. Ancak, bunlar şahsına ait hususlarıdır.
Fakat Hak teâlâ'nın hakkı hususunda sert davranmışlardır. Allah'ın verdiği hükmü
icra etmişlerdir."[14]
Şurasını
da unutmamak gerekir ki; her ne kadar hilim, yumuşaklık, yumuşak huyluluk
demekse de bunda fazla ileriye gitmek demek değildir. Kişi hilim sahibi olacağım
diye, başkalarına kendi haklarım çiğnetmeme-li, elinden geldiğince bu haklarını,
cesaretle korumasını bilmelidir. Bir başka ifadeye hilim, başkalarının
fenalıklarına boyun eğmek, acizlik göstermek demek değildir. Aksine hilim
sahipleri güçlü ve kuvvetli olan, fakat intikam peşinde koşmayan, kendi
haklarını korumasını bilen hiçbir konuda zillete düşmeyen, bağışlama yolundan da
ayrılmayan yüksek ahlâklı kişilerdir.[15]
Mevzumuzu teşkil eden bu hadisin ravisi Hz.
Enes'in künyesi Ebû Hamza, lakabı, Hadim-i Rasûlullah, Neccâr kabilesindendi.
Nesebi şöyledir: Enes b. Malik b. Nadr b. Damdam b. Zeyd b. Haram b. Cenb b.
Âmir, b. Ganm b. Adiyy b. Neccâr'dır.
Medine'de İslamiyetin doğduğu sırada 8-9
yaşlarında bulunuyordu. Hz. Enes, Rasul-i Ekremin Medine'ye teşriflerinden evvel
İslamiyeti kabul etmiş bir aile içinde bulunuyor, İslamiyetten başka bir din
tanımıyordu.
Rasuî-i Ekrem'in Medine'ye gelmesi üzerine
Hz. Ebu Talha onu alarak Rasulü Ekrem'e götürmüş, O'na:
Ya Rasûlullah, bu çocuk size mülazemet
etsin, size hizmet etsin, de-miş Rasul-i Ekrem de onu kabul etmişti.
Hz. Enes,
Rasul-i Ekremin irtihaline kadar ona hizmet etmiş, her vakit onunla birlikte
bulunmuş onun yanından hiçbir vakit ayrılmamıştı.[16]
Hz. Enes,
Rasul-i Ekremin irtihaline kadar Medine'de on yıl yaşadığına göre, Hz. Enes'in
Hz. Peygamber'e onyıl hizmet etmiş olması gerekirken metinde bu hizmetin dokuz
yıl olduğundan bahsedilmesi hizmete başladığı yıldaki aylarla, hizmetin sona
erdiği ayların hesaba katılmamasından ileri gelmektedir. Münzirî'nin görüşü de
budur.[17]
4775... Ebû
Hüreyre (r.a.) (şöyle) demiştir: Peygamber (s.a.) bizimle bir mecliste oturup
bizimle sohbet ederdi. (Meclisten) kalkınca biz de kalkardık, hanımlarından
birinin evine girdiğini görünceye kadar (kendisini takib ederdik.)
Bir gün (yine böyle) bizimle sohbet etti.
(Sohbet sona erip de) ayağa kalkınca (kendisiyle beraber) biz de kalktık.
(Bizden ayrıldıktan) bir süre sonra, bir bedevinin kendisine yetişip kaftanını
çekerek boynunu kızarttığını gördük. Hz. Ebu Hüreyre (sözlerine devam ederek
şöyle) dedi: Kaftan sert idi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber, kaftanına asılmakta
olan bedeviye doğru) döndü; bedevi de kendisine: (Şu yükleri) benim için, şu iki
devemin üzerine yükletiver. (Ne olacak) kendi malından ya da babanın malından
yükletecek değilsin ya! dedi. Peygamber (s.a.)de:
Hayır, estağfirüllah, hayır estağfirüllah
hayır, estağfirüllah elbette kendi malımdan ya da babamın malından yükletecek
değilim. Binaenaleyh, bu yükleri bu hayvanlara yükletmemde bir sakınca yoktur.
Fakat sen bu kaftanımı çekmenden dolayı bana kısas cezası uygulatmadıkça ben (bu
yükleri) senin için yükletivermeyeceğim" buyurdu. Bedevî ise, bütün bu sözlere
karşılık, Hz. Peygamber'e: "Vallahi ben sana bu çekişime karşılık kısas
uygulatmam" cevabını verdi.
(Daha) sonra (Hz. Ebu Hüreyre) hadisi
(sonuna kadar) rivayet etti. (Hadis şu cümlelerle son buluyor):
Sonra,
(Hz. Peygamber) bir adam çağırıp ona: "Şu bedevinin iki devesinin birine arpayı
diğerine de hurmayı yükletiver" buyurdu. Sonra da bize dönüp: "Allah'ın
bereketiyle (yerlerinize) gidiniz" buyurdu.[18]
Açıklama
Nesâî'nin rivayetinden anlaşıldığına göre,
musannıf Ebu Davud, hadisin son tarafından bazı cümleleri atlamıştır.
Bu atlanan cümleler şu manaya gelen
lafızlardan ibarettir:
"... Bedevi'nin sözlerini duyunca hızla ona
doğru yürüdük; bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) bize dönüp:
Sözümü işiten herkesin ben izin verinceye
kadar yerinden ayrılmamasına kesin karar verdim? dedi".
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şeriften de
anlaşılacağı üzere daha sonra hadis; "Sonra (Hz. Peygamber) bir adam çağırıp
ona..." anlamına gelen cümlelerle devam etmektedir. Hz. Peygamber, metinde
geçen: "Sen bu kaftanımı çekmenden dolayı bana kısas cezası uygulatmadıkça ben
senin için (bu yükleri develerine) yükletivermeyeceğim" mealindeki sözleriyle
Bedeviye "kısas yaptırmadan benden istediğine hak kazanamazsın" demek
istemiştir. Kısas yapmadan istediğini yerine getirmeyeceğini söylemek
istememiştir, nitekim kısas yapmadan bedevinin istediğini lütfen yerine
getirmekle de bunu ortaya koymuştur.
Hadis, bereleme olaylarında kısas yapmanın
meşruluğuna delâlet ettiği gibi, aynı zamanda, Hz. Peygamber'in kendisine
yapılan kaba hareketler karşısındaki engin müsamaha ve bağışlayıcılığma da
delâlet etmekte ve bu hususta ümmeti için en güzel bir örnek olduğunu
göstermektedir. Hadiste, ayrıca, Hz. Peygamber'in cismine bakmakta feyiz ve
bereket olduğuna işaret bulunduğu gibi; bazılarına göre büyüklere tazim için
ayağa kalkmanın cevazına da delâlet vardır.
Resuli Zîşan efendimizin yumuşak
huyluluğunu ve engin müsamahasını ifade eden hadislerden bazılarının mealleri
şöyledir:
1.
"Hakiki pehlivan tuttuğunu yenen kimse değil,
öfkelendiği zaman kendisine sahip olabilen kimsedir"[19]
2. Bir adam Rasûlullah (s.a.)'e
gelerek: "Bana birşey öğret ve az söyle ki hafızamda tutabileyim" dedi. Rasûl-i
ekrem de: "Kızma" buyurdu. Sonra adam bunu birkaç defa tekrarladı, Hz. Peygamber
her defasında "Kızma" cevabını verdi.[20]
5.
"Rasûlullah (s.a.) örtüsü içindeki bakireden daha
utangaçtı. Bir şeyden hoşlanmadı mı, onun yüzünden anlardık."[23]
7.
"iyilik, ahlâk güzelliğidir, günâh ise kalbine
rahatsızlık veren ve başkalarının muttali olmasını istemediğin şeydir."[25]
8. Rasûlullah
(s.a.)'e insanları cennete en çok girdiren amel sorulduğunda: "Allah'a karşı
saygı ve güzel ahlâk" buyurdu. Sonra kendisine insanları cehenneme en çok
girdiren amel sorulduğunda Hz. Peygamber: "Ağız ve ferctir"buyurdu.
9. "Kıyamet
gününde bana en sevimli ve meclis bakımından en yakın olanınız, ahlâkça en güzel
oJanlarınızdir, kıyamet gününde bana en sevimsiz ve benden en uzak olanınız da
geveze, boşboğaz mütefeyhiklardır" buyurdu. Ashab "geveze ve boşboğazları bildik
(fakat) bu mütefeyhıklar kimdir? dediler.
Tirmizî'nin açıklamasına göre, Abdullah b.
Mübarek şöyle demiş "Güzel ahlâk güler yüzlü olmak insanlara iyilik yapıp onları
rahatsız etmemektir".
Bu
mevzudaki görüşleri bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara
lüzum görmüyoruz.[27]
2. Vakar (Ağırbaşlılık)
4776... Hz.
Abdullah b. Abbas(m) haber verdiğine göre) Allah'ın elçisi (Hz. Muhammed
(s.a.):
Açıklama
Bu hadis-i şerifte olumlu ve ölçülü olmanın
ve ağırbaşlılığın Peygamberlere verilen güzel ahlâklardan biri olduğu ifâde
edilmektedir.
Bilindiği gibi vakar: Ağırbaşlılık
demektir. Hafifliğin ve şahsiyetsizliğin zıddıdır.
Bu haslet
korunur ve yaşanırsa kişinin vazifesinde yükselmesini, şeref ve haysiyyetinin
korunmasını ve nüfuzunun yerinde olmasını sağlar. Ancak büyüklenmeye
vardırılmaması da gerekir. Tıpkı gibta ile hasedin farkı gibi, vakar ile kibir
arasındaki fark da korunmalıdır.[29]
Vakarın zıddı hafifliktir. Hafiflik kalpte
olarî bir haldir ki, alâmetleri başta, gözde ve kulakta zuhur eder. Hafif
kimseler her gelene-gidene bakar, her hareket eden şeyi görmek ister. Hafiflik,
çok konuşmak, mühim olmayan şeyleri sormak, soru ve cevapta acele etmek gibi
hareketlerle kendini dilde; saçıyla sakalıyla oynamak gibi lüzumsuz hareketlerle
elde, sağa sola lüzumsuz yere gidip gelmekle de kendini ayakta gösterir.
Bunların hepsi sefahatten ve akıl noksanlığından doğar.
Vakarın alâmeti ise lüzumsuz yere
bakmaktan, konuşmaktan ve lüzumsuz hareketlerden sakınmaktır. Salih kimselerin
alameti olan bu haslet, ilim ve hilim kuvvetlerinden neş'et eder.
Fakat, vakarın, vakar olabilmesi için,
kibir ve riya duygularından uzak olması gerekir. Aksi halde, vakar olmaktan
çıkar.
Vakarın bu
iki duygudan uzak oluşu kişinin halk ile birlikte olmasıyla, yalnız bulunması
hallerindeki tavır ve hareketlerinin değişmemesiyle anlaşılır.[30]
Binaenaleyh halk arasında vakur göründüğü halde halktan ayrılınca kendisinde bu
hasletten eser görülmeyen kimseler vakarlı değillerdir. Gerçek Müslüman, her
halinde vakarlıdır. Nitekim, Peygamber efendimiz, cemaatle namaz kılmaya
başlanmış bile olsa camiye giderken acele etmemeyi, vakar ve sükûneti elden
bırakmamayı tavsiye etmiştir.[31]
Yüce Allah
da Kur'an-ı Keriminde vakarlı kimseleri şöyle övmüştür: "Allah'ın has kulları
onlardır ki; yeryüzünde sükûnetle ve vakarla yürürler."[32]
Hz. Âişe
validemizin bildirdiğine göre; "kendisi Rasûlullah (s.a.)'ı bir defa bile küçük
dili görünecek şekilde gülerken görmemiştir."[33]
Gerçekten
insanın şerefine yakışan da İslamm tarif ettiği şekilde mute-vâzî (alçak
gönüllü) ve yine İslam'ın istediği şekilde vakarlı olmaktır. Böyle olanlar şüphe
yoktur ki herkes nazarında çok sevgili ve pek muhterem olanlardır.[34]
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte
"vakarlı olmanın Peygamberliğin yirmibeşte biri olduğu" buyurulurken vakarın
Peygamberlerde bulunan güzel hasletlerden biri olduğu ifade edilmek
istenmiştir.
Buradaki
yirmibeş sayısı, çokluktan kinayedir. Bir başka ifadeyle Peygamberlerde bulunan
güzel hasletlerin çokluğunu, vakarın da bunlardan sadece biri olduğunu ifade ve
bu ahlâk ile ahlâklanmanm lüzumuna işaret edilmektedir. Âyet-i kerimede "sen de
onların hidâyetine uy"[35]
buyurulmuştur.
Hafız
Süyûtî'nin ifadesine göre bu sayı Taberî'nin rivayetinde, 45; başka bir
rivayette de yetmiş olarak ifade edilmektedir. Ancak, mevzumuzu teşkil eden bu
hadis senedinde rivayetlerine itibar edilmeyen Husayn b. Cündub bulunduğundan
zayıftır.[36]
3. Öfkesini Yenen Kimse
4777… Alil...
(Sehl b. Muaz'ın) babasından (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
"Her kim
(öfkesinin gereğini) yerine getirmeye gücü yettiği halde öfkesini yenerse Allah,
kıyamet gününde onu bütün yaratıkların huzurunda çağıracak, hatta onu cennet
hurilerinden dilediğini (almakta) muhayyer bırakacaktır."[37]
4778... (Peygamber (s.a.)'in s ah
ahilerinden birinin) babasından da (Rasûlullah (s.a.)'in bir önceki hadisinin)
aynısını söylediği rivayet edilmiştir. Ancak şu farkla ki: Bir önceki hadiste
Hz. Peygamber*in "onu bütün yaratıkların huzurunda çağıracaktır" dediği rivayet
edilmişken, sözü geçen râvi burada (Hz. Peygamber'in): "Allah onu güven duygusu
ve imanla doldurur" buyurduğunu (rivayet etmiş fakat); "Allah'ın onu çağıracağı"
olayını rivayet etmemiştir. (Buna karşılık Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu
da) ilave etmiştir: "Kimde giymeye gücü yettiği halde güzel bir elbiseyi giymeyi
terk ederse (Allah kıyamet gününde bütün yaratıkların huzurunda onu çağıracak..)
Bişr de (şöyle) dedi: "Öyle zannediyorum ki İbn Mansûr (bu hadisi bana şöyle)
rivayet etti: (Her kim de giymeye gücü yettiği halde) alçak gönüllülükten dolayı
(onu giymeyi terk ederse) Allah ona (kıyamet günü keramet elbisesi
giydirecektir.) Kim de (evlenmeye muhtaç olan birini) Allah için evlendirirse
padişahlık elbisesi giydirecektir."[39]
4779... Abdullah (b. Mesud) (r.a.)'dan
(rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (sahabilerine) "Aranızda kime
pehlivan dersiniz?" diye sormuş (onlar da): "İnsanların yenemediği kimseye"
demişler. (Bunun üzerine Hz. Peygamber de: "Hayır, (Öyle değil); hakiki pehlivan
öfke anında kendisine sahip olabilen kimsedir" buyurmuştur.[40]
Açıklama
Öfke:
Ahlâkî rezaletlerdendir. İnsanda mevcud gazab kuvvetinin ifrat derecesi olan
öfke bir afettir. Öfke anında insan doğru düşünemez.[41]
İfrat
derecesi böylesine bir afet olan bu kuvvet, aslında insana başkalarına zulüm ve
tehakküm etmek için değil, dışarıdan gelecek tehlikeleri def etmek için Cenab-ı
Hak tarafından ihsan Duyurulmuştur.[42]
Eski ahlâk felsefesine vakıf olanlar,
pekâla bilirler ki ahlâkın esası iki şey üzerine dayanmaktadır:
a. Gazab (öfke)
kuvveti,
b. Şehvet
küveti.
Gazab sadece bir isimdir. Nefsin
karşılaştığı münasebetsiz işlere karşı müdafaa kuvvetinin adıdır. Şehvet de
sadece bir isimdir. Nefsin karşılaştığı ve hoşlandığı işlere karşı nefsin
meyletmesinin ismidir. Yani bu gibi işleri elde etmeğe çalışan iç kuvvetin ismi.
İşte bu iki kuvvetin ifrat ve tefritinden veya itidalinden yüzlerce ahlâkî
iyilikler ve fenalıklar ortaya çıkar. Bunların her bilinin de ayrı ayrı ahlâkî
isimleri vardır.
Gazab kuvveti ifrat ve tefritten uzak
kalıp, itidal derecesinde bulunursa o zaman "şecaat" ismini alır.
Bu da ahvâl ve keyfiyyet bakımından
muhtelif şekillerde tezahür eder. Mesela, hiddeti yenmek, kahramanlık, hürriyet,
hak söylemek, himmet sahibi olmak, mütehammil bulunmak, sebatkârhk, vakar,
sabır, sükûnet. hakka taraftarlık, ciddiyet, çaltşıp-çabalamak. minnet, cihad...
gibi hususlar şeklinde belirir.
Fakat bu itidal ortadan kalkar da ifrata
doğru giderse, o zaman "tehevvür"olur. Bu arada gurur, kendini beğenme,
hod-binlik, kibir, dik kafalılık, başkalarını, alçak görme, zufrîi, katıl gibi
birçok fenalıkları doğurur.
Eğer tefrit tarafına mey! ederse, o zaman
zillet, mezellet, hilim yokluğu, tahammülsüzlük, korku, denâet, şenaat şekilleri
ortaya çıkar.
Şehvet de tam itidal halinde olmalıdır. O
zaman, şehvete "İffet" denir. Bu sıfat da muhtelif takva, cömertlik, eli
açıklık, utanma (haya), sabır, şükür, kanaat, tama'sızlık, tokgözlülük. iyi
tabiat sahibi olmak, terakkiper-verlik, soy-sop, aile severlik...
gibi.
Sonra yine, bu sıfat da ifrat ve tefrite
uğrarsa o zaman hırs, tema, utanmazlık, israf, cimrilik, riya, edebsizlik,
dalkavukluk, kıskanma , haset gibi bir hayli kötü sıfatlar ortaya
çıkar.
Hristiyan
taliminin esası, insanın yukarıda geçen gazab ve şehvet kuvvetlerini tamamen
ortadan kaldırmaktır. İslamî talimin esası ise şehvet ve gazab kuvvetlerini
ortadan kaldırmak değil, bunların ifrat ve tefrit yollarına sapmalarını önlemek,
itidali bulmak, itidal üzere hareket ettirmektir.[43]
Binaenaleyh bir kişi akıl ve hikmetin
tedbirine uyarak yumuşaklık gereken yerde, yumuşaklık, şiddet gerekli olan yerde
de şiddet gösterirse övülen bir tutuma sahib olmuş olur. Bunun aksi olarak
ifrat-tefrit olacak davranışlara sürüklenirse çirkin durumlara düşer. Aklın
âfetleri içinde yer alan gazabın ifrat derecesine varması kadar aklı giderici
bir âfet yoktur. Çünkü bu en latif bir anlaşma aracı olan bir varlığı mecnun
haline getirip sahibini duygu ve ayırd etme gücünden soyunmuş hunhar bir hayvana
değiştirerek soyup çektiği akıl ve idrakin yerine, bir heyecan yükler. Hiddet,
arttığı zamanda insan artık dürüst söz söylemek gücünü yitirip, yal-nız bağırıp
çağırmaya başlar. Gözleri kimseyi görmez, kulakları duymaz olur.
Rengi atan yüzünden, kızaran gözünden ve
dehşetli bir hale varan nefsinden her türlü cinayeti işlemeye hazır olduğu
anlaşılır. O zaman bu kişiyi bu halden ne din ne kanun ne de nasihatçıların
sözleri alıkoyamaz.
Gazabın bir fenalığı da ev idaresinde, iş
idaresinde, çeşitli rahatsızlıklara ve yolsuzuklara sebep olmasıdır. Çünkü aile
fertlerine, arkadaşlarına, iş muhitinde emri altındakilere sert davranırsa,
onlar gönül hoşluğuyla iş göremezer. Zor ile yaptırılan bir işte ise hiçbir
hayır ve menfaat olamaz. İnsana seve seve iş gördüren, güleryüz, tatlı
dildir.
Hatta İmam Şafiî hazretleri "kılınç ve okla
meydana gelmeyen pek çok şey, yumuşaklıkla yaptırılır ve çoğunlukla
hiddetlenmenin zararı, sahibine ait olup kendisine hiddetlenilen kişi zarardan
uzak kalır" demişlerdir...
Eğer bir
kişi "Hiddet halinde, insanın iradesi elinde değil ki nefsini zapdedebilsin?"
diyerek itiraz ederse ona şöyle cevap veririz: "Niçin bir kimse emri
altındakilere hiddetlendiği kadar mevkice kendinden yukarı olan kişilerin önünde
hiddetlenmiyor?" Demek ki kişi büyüklerden çekinip sakındığı için huzurlarında
gazablanrmyor. Şu halde iradesi elindedir hiddetlenmemek gücüne
sahiptir"[44]
Nitekim, Hz. İsa Aleyhisselam'a: "Alemde en
zorlu şiddetli olan şey nedir? diye sorduklarında:
Herşeyden şiddetli olan Allah'ın gazabıdır,
ondan cehennemler bile titreyerek, demiş; "Bundan kurtuluş yolu nedir?"
dediklerinde:
Gazabdan kurtulmanın ilacı, buna sebeb olan
halleri gidermektir.
Ahlâk kitaplarında açıklandığı üzere,
gazaba sebep olan hâller on tanedir:
1. Ucub (kendini
beğenme),
2. İftihar
(övünmek)
3. Mira
(kavgacılık)
4. Licâc
(övüngeçlik)
5. Mizah
(şakacılık)
6. Tekebbür
(büyüklenme)
7. İstihza
(alay)
8. Gadr (eza ve
cefa etmek)
9. Daym
(çaresizlere eziyet etmek)
Yüce Allah
şu âyet-i kerimesinde öfkesini yenenleri övmüştür: "(O takva sahipleri) bollukta
ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yutanlar, insanların kusurlarını
bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever."[47]
Öfke
anında Allah'a sığınmak ve öfkenin geçmesini istemek gerekir. Resûl-i Zişan
efendimiz görmüş olduğu öfkeli bir adam hakkında: "Ben bir kelime biliyorum ki,
eğer şu adam o kelimeyi söylese mutlaka öfkesi geçer. O kelime: "Euzu billahi
mineşşeytanirracim" sözüdür"[48] buyurarak bu gerçeği
açıklamıştır. Nitekim bir numara sonra gelecek olan hadis-i şerifte bunu ifade
etmektedir.[49]
Öfkelenince Edilecek Dua
4780... Muâz b.
Cebel'den demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in huzurunda iki kişi çekişti.
(Onlardan) biri (diğerine) öyle sert bir şekilde Öfkelendi ki bana (öfkesinden)
burnu çatlayacak gibi geldi.
Bunun üzerine Peygamber (sav): "Ben bir söz
biliyorum ki eğer (bu adam) o sözü söylese (içinde) duymakta olduğu (bu öfke)
kendisinden gider. (Orada bulunanlardan):
Ey Allah'ın Resulü o söz nedir? diye sordu
(da Hz. Peygamber):
"Allahümme
înnî eûzu bike mineşşeytânirracîm: Ey Allahım, kovulmuş şeytandan sana
sığınırım" (sözüdür)" buyurdu. (Bu hadisi Muaz'dan rivayet eden Abdurrahman b.
Ebi Leyla) dedi ki: Bunun üzerine Muaz, o adama (bu sözü söylemesini) emretmeye
başladı. O adam da kabule yanaşmadı. Ve münakaşaya yeltendi, öfkesi de artmaya
başladı.[50]
4781... Süleyman
b. Surad (r.a.)'den demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in huzurunda iki kişi çekişti.
Onlardan birinin gözleri (öfkeden) kızarmaya ve boyun damarları kabarmaya
başladı. Bunun üzerine Resûlullah (sav):
"Ben bir söz biliyorum ki (bu adam) onu
söylerse (içinde) meydana gelen (bu öfke) kendisinden gider. (Bu söz); "Eûzu
billahi mineşşeytânirracîm: kovulmuş olan Şeytandan Allah'a sığınırım" (sözü)
dür" buyurdu.
4782... Ebu Zer
(r.a)'den demiştir ki:
Rasûlullah
(s.a.) bize (şöyle) buyurdu: "Biriniz ayakta iken öfkelenecek olursa hemen
otursun, eğer (oturunca öfkesi) gidecek olursa fme-sı-i î yoktur; fakat) eğer
gitmezse o zaman da (yere) yatsın."[52]
4783... Beker'den (rivayet edildiğine
göre); Peygamber (s.a), Ebû Zerr'i (bir ihtiyacı dolayısıyla) bir yere gönderdi
(deyip) bir önceki hadisi aynennakletmiştir.[54]
4784... Ebu Vâil
el Kâss, dedi ki:
(Bir gün) biz Urve- b. Muhammed b.
es-Sa'dî'nin yanma girmiştik. (Orada) bir adam onunla konuşup onu kızdırdı.
Bunun üzerine (Urve b. Muhammed) kalktı, abdest aldı, sonra abdestli olarak
dönüp (yanımıza) geldi. Sonra babam Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu bana
haber verdi:
"Muhakkak
ki öfke şeytandandır ve kuşkusuz şeytan ateşten yaratılmıştır. Ateşi de ancak su
söndürür. Binaenaleyh, biriniz öfkelendiği zaman abdest alsın."[55]
Açıklama
Bütün bu hadis-i şeriflerden de anlaşılıyor
ki; öfkeyi yenmenin yedi yolu ve taydaşı vardır:
1.
Öfkesini yenene Cennet hazırlanmış olur. Nitekim Yüce
Allah: "Onlar bollukta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları
affederler.."[56] âyet-i kerimesinde bunu va'detmiştir.
2. Cennet
hurilerinden istediğini seçip almak hakkına sahip olur (bk. 4777 numaralı
hadis).
3. Büyük bir
ecir ve sevaba nail olur.
Nitekim
hadisi şerifte: "Allah katında, bir kulun sırf Allah rızası için yuttuğu öfke
yudumundan daha büyük sevabı olan bir yudum yoktur."[57]
4. Kendinden Allah'ın azabını def eder.
Hz. Enes'in şu rivayeti bunu açıkça ifade etmektedir." Kim öfkesini yenerse,
Allah da ondan azabını uzaklaştırır; kim dilini (lüzumsuz sözlerden) uzak
tutarsa Allah da onun günahlarını affeder,"[58]
5. Allahü
teâla'nın hıfz ve emanında olur.
6. Allahü
teâla'nın rahmetine nail olur.
7. Allahü teâlâ
hazretlerinin muhabbetini kazanır. Bu son üç maddenin delili ise şu hadis-i
şeriftir;
"Allah şu
üç kişiyi korur, onları sever ve onlara acır; Verilen nimete şükreden, kötülük
gördüğünde ona karşılık vermeye gücü yettiği halde affeden, kızınca sakin
olanlar."[59]
Bütün bu
faydalar, öfkesini yenenler içindir. Öfkesini yendiği gibi ayrıca bu öfkesine
sebep olan kişiyi affeden kimsenin sevabı ise, daha da büyüktür. Nitekim şu
âyet-i kerime buna delâlet etmektedir:"...affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi
bağışlamasını sevmez misiniz? Allah bağışlayan, esirgeyendir."[60]
Meymun'dan rivayet edildiğine göre, bir gün
cariyesi kendine yemek getirirken ayağı burkulup çorbâ'yı Meymun'un üzerine
dökmüş. Bundan canı yanan Meymun hemen kalkıp cariyeyi cezalandırmak isteyince,
cariye O'na:
"Cennet
öfkelerini yutanlar için hazilanmıştır."[61] ayet-i kerimesini
hatırlatır. Meymun da hemen öfkesini yenip onu düğmekten vazgeçer. Bunun üzerine
cariye ona, bu âyetin devamını da hatırlatarak ondan kendisini affetmesini
ister. Ayetin devamını hatırlayan Meymun, bu sefer cariyeyi affeder. Fırsattan
yararlanan cariye bu sefer de O'na: "...Allah ihsan sahihlerini
sever.."[62] âyet-i kerimesini hatırlatır. Meymun da "O halde Allah rızası
için seni âzad ediyorum şu andan itibaren sen hürsün"[63] diyerek cariyeyi âzâd
eder.
Ahlâk kitaplarında açıklandığı
üzere:
"Öfkenin
sebebi nefsin, elem duyduğu kimseden intikam almayı kast etmesidir. Bu istek
nefiste belirince, bedene de geçer ve gazab huyuna ait bir hararet galeyana
gelir. Bu dalgalanmadan buhar ve karartıcı bir duman yükselir. Dimağı ve cereyan
etmekte olan damarları, bir perde kaplar, bunun doğurduğu karanlıktan aklın nuru
kapanır, parıldayışı ve sıhhatli bir şekilde işleyişi durur. Akıl aynası
kirlenir, kuvvet-i nazariyenin doğuracağı fiiller zayıflar. Hekimler, insanın bu
halini, şuna benzetirler: Karanlık ve uzun bir mağara, büyük bir ateş ve dumanla
dopdolu. Bu haldeki ateşin alevlerini söndürmek gayet zordur ve ifrat derecede
gazablanmış bir insanı, Öğütle, tatlı sözle, nasihatle durdurmaya çalışmak,
mağaradaki ateşe bir yerden biraz su alıp söndürmeye çalışmak gibidir ki azıcık
su, yükselen ateşin alevlerini belki biraz daha yükseltir."[64]
Ahlâk âlimleri, böylesine büyük ve
tehlikeli bir yangını söndürebilme-nin ameli olarak dört yolu olduğunu
söylemişlerdir.
1. Abdest
almaktır. Nitekim mevzumuzu teşkil eden (4784) numaralı hadis-i şerif de bunu
tasviye etmektedir.
2. Ayakta iken
oturmak, oturmakta iken yatmaktır. Nitekim (4782) ve (4783) numaralı
hadis-i şerifler bunu tavsiye etmektedirler. Çünkü oturmakta olan ayakta olana
nisbetle, yatan da oturana nisbetle daha az hareket etme ve öfkenin tahrikinden
daha çok emin olma şansına sahiptir.
3. Eûzu...
çekmektir. Nitekim (4781) numaralı hadis-i şerif de bunu tavsiye
etmektedir.
4. Öfke duası
olarak bilinen şu özel duayı okumaktır:
5. Gazabın
sebeplerini gidermektir.
Bilindiği gibi gazabın sebeplerini 4779
numaralı hadisin şerhinde açıklamıştık.
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şeriflerden
(4780) numaralı hadis-i şerif hakkında Tirmizî şöyle demiştir:
"Bu hadis
Mürseldir. Abdurrahman b. Ebi Leyla, Muaz b. Cebel'den hadis dinlememiştir.
Muaz, Ömer b. el-Hattâb'in halifeliği devrinde vefat etmiştir. Ömer b. el-Hattab
şehid edildiği zaman Abdurrahman b. Ebi Leylâ altı yaşında bir çocuktu.
Abdurrahman İbn Ebî Leylâ, Ömer İbn El-Hattab'dan hadis rivayet etmiş ve onu
görmüştür.[66]
Buharî'nin
belirttiğine göre, İbn Ebi Leylâ H.17'de doğmuştur. Hz. Muaz b. Cebel ise
Amvas'da zuhur eden veba salgınında hicretin 17. veya 18'nci yılında ölmüştür.
Bu hadisi Nesâî de, yine Abdurrahman b. Ebi Leyla yoluyla Ubey b. Ka'bMan
rivayet etmiştir. Bu rivayet muttasıldır.[67]
Her ne kadar munassıf Ebu Dâvud, kendi
teshillerine dayanarak (4783) numaralı hadisi, yine aynı mevzuyla ilgili olan
(4782) numaralı hadisten daha sahih olduğunu söylemişse de Hafız Münzİri'nin
açıklamasına göre Musannif Ebu Dâvud, (4783) numaralı hadisin mürsel olmasına
rağmen (4782) numaralı hadisten daha sahih olduğunu söylemiştir. Daha başkaları
ise musannifin bu sözünü şöyle açıklamışlardır: Çünkü Ebu Harb bu hadisi amcasf
vasıtasıyla Ebu Zerr (r.a.)'den rivayet etmiştir. Halbuki amcasının Ebu Zerr'den
hadis rivayet etmesinin tesbiıi mümkİn değildir. Binaenaleyh (4782) numaralı
haber munkati olduğu için (4783) numaralı mürsel hadis ondan daha
esahtır.
Bezi
yazarına göre ise Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde (4782) numaralı hadis, Ebu
Muaviye -Davud b. Ebi Hind - Ebu Harb b. Ebi'l Esved, Ebu'l Esved- Ebu Zerr
zinciriyle Hz. Peygambere ulaşmaktadır.[68] Bu sebeble (4782)
numaralı hadis (4783) numaralı hadisten daha sağlamdır.
(4781) numaralı hadiste, Hz. Peygamberin
öfkelenmiş bir kimseye "Eûzu" çekmesini tavsiye ettiği halde, o kimsenin: "Ben
deli miyim?" diye karşılık verdiğinden bahsedilmektedir. Sözü geçen kimsenin Hz.
Peygamberce böyle ters bir cevap vermesi iki sebepten ileri
gelebilir:
1. Yâ bu adam
öfkenin mahiyetini bilmediğinden dolayı, "eûzu" nun kızgınlığı nasıl
önleyeceğini kavrayamamıştır da onun için böyle hoş olmayan bir karşılık
vermiştir.
2. Ya da bu kimse aslında samimi bir
müsliiman olmayıp koyu bir münafık olduğu için böyle cevap vermiştir.[69]
4 Affedici Olmak
4785... Âişe
(r.anha)'dan demiştir ki:
Rasûlullah
(s.a.), biri diğerinden daha kolay iki şey arasında muhayyer bırakılırsa, günah
olmaması şartıyla, mutlaka onlardan en kolay olanını seçerdi, şayet günah ise
insanlar arasında ondan en uzağı olurdu. Rasûlullah (s.a.) kendisi için
(kimseden) bir intikam almazdı. Ancak Allah'ın haramlarının çiğnenmesi müstesna;
(o zaman bizzat kendisi) o çiğnenen ha-ramlardan dolayı Allah için intikam
alırdı.[70]
4786... Aişe
(r.anha)'dan demiştir ki:
4787...
Abdullah b. Zübeyr(in) "Sen af yolunu
tut..."[72] (âyet-i kerimesi) hakkında (şöyle) dediği rivayet
edilmiştir:
Açıklama
Mevzurnuzu teşkil eden bu babın
hadislerinde, Hz.peygamberin, ümmeti için devamlı kolaylık düşündüğü, müsamaha
ve af ile muamelede bulunduğu, kendi şahsıyla ilgili meselelerde asla intikam
alma yoluna gitmediği, fakat Allah'ın haramlarının çiğnenmesi söz konusu olunca,
bu yasağı çiğnemenin intikamım Allah için mutlaka aldığı ifâde
edilmektedir.
Her ne kadar Ukbe b. Ebu Muayt ve Abdullah
b. Hatal gibi bazı müşriklerden intikam aldığı tarihten sabit ise de, bu
intikamların sadece Hz. Peygamberin şahsiyle ilgili oldukları söylenemez. Çünkü
sözü geçen kimseler, hayatları boyunca sadece Resulü Zişan efendimize eziyet
etmekle kalmamış, aynı zamanda hayatları boyunca her fırsatta Allah'ın
haramlarını çiğnemeyi bir adet haline getirmişlerdir.
Bazılarına göre, Hz. Peygamberin kendi
şahsına karşı yapılan haksızlık ve eziyetlerin intikamını almaması, bu haksızlık
ve eziyetlerin küfür sınırlarına varmamasıyla kayıtlıdır. Bir başka ifadeyle
şahsına karşı yapılan eziyetler, küfür sınırlarına taşmadıkça, onların
intikamını almayı düşünmemiş, fakat küfür sınırlarına taştığı andan itibaren
Allah için onun intikamı peşine düşmüştür. (4775) numaralı hadis-i şerifte
anlatılan kendi kaftanına, hızla asılarak boynunda iz bırakan bedeviyi affetmesi
olayı gibi.
Davudi ise
Hz. Peygamberin intikam almamasının malî davalarla ilgili olup namus davalarıyla
ilgili olmadığını ve namusla ilgili meselelerde intikam almaktan geri
durmadığını söylemiştir.[74]
Bazı Hükümler
1. Haram veya
mekruh olmamak şartıyla, iki şeyin en kolayını seçmek müstehabtır.
Kadı Iyaz diyor ki: "İhtimâl Peygamber
(s.a.)'in burada muhayyer bırakılması Allah tarafmdandır. Onu iki ceza arasında,
yahut kâfirlerle harbet-mek veya onlardan cizye almak hususunda, yahut ümmetinin
ibadette mücahede derecesine varıp varmaması hususunda muhayyer bırakılmıştır. O
bunların hepsinde kolay olanı seçerdi.
Hz. Âişe'nin "günah olmamak şartıyla" sözü,
onu kâfirler yahut münafıklar muhayyer bıraktığı zaman düşünülebilir.
Muhayyerlik Allah'dan yahut müslümanlardan gelirse ibaredeki istisna munkati
olur."
2. Amirlerin,
hakimlerin ve diğer söz sahiplerinin şahısları adına intikam almayı terk
etmeleri müstehabtır. Kadı Iyaz diyor ki: "Ulema, hâkimin kendi lehine ve keza
lehine şehadeti caiz olmayacak kimse lehine, hüküm vermesinin caiz olmadığında
ittifak etmişlerdir.
3. Zevce,
hizmetçi ve hayvanı terbiye için döğmek mubah ise de döğmemek
efdaldir.
4. Bu rivayetler aff-u safha, eziyete
tahammüle, haram bir şey işleyene karşı Allah'ın dinine yardımcı olmaya teşvik
etmektedirler.[75]
Esasen Ali
İmran suresinin (134) no'lu âyetinde öfkesini yutanların cennetlik oldukları
haber verilirken, onların öfkelerine hakim olma özellikleri yanında aynı zamanda
Allah için harcamalarından ve affediciliklerinden de bahsedilmesi, öfkeyi
yenmenin tek başına cennetlik olmaya yetmeyeceğine, Cennetlik olabilmek için
öfkeyi yenme sıfatının yanında affedicilik ve Allah için harcama sıfatlarının da
bulunması gerektiğine delalet eder.[76]
Esasen af,
hak tealanın en büyük sıfatların dan dır. Eğer böyle olmasa idi, dünyada taş taş
üstünde kalmazdı. Her lahza ve her an işlenen günahlarla taştığı halde, dünyanın
yıkılmayıp yine var olmaya devam etmesi, Allah'ın affedicilik sıfatının
tecellisinden başka bir şey değildir.[77]
El-Afuvv:
Affedici ismi Allah'ın güzel isimlerinden biridir. Kulun bu isimden alacağı
hisse açıktır. Allah'ın bu ahlâkı ile ahlâklanmış olan kimse kendisine
zulmedenleri, kötülük yapanları affeder. Hatta onlara iyilik eder.[78]
5. (İnsanlarla) İyi Geçinmek
4788...
Hz. Aişe'den (rivayet edilmiştir:) Peygamber (s.a.)'e
bir kimseden (hoşa gitmeyen) bir söz erişecek olursa (onun ismini anmış olmamak
için); "Falan (isimli) kişiye ne oluyor da böyle diyor?" demezdi de; "bu
insanlara ne oluyor da böyle böyle konuşuyorlar?" derdi.[80]
4789... Hz.
Enes'den (rivayet edildiğine göre) (bir gün) üzerinde (kadınlara mahsus bir
allık olan ve zaferandan yapılan) bir sarı boya izi bu-lunan bir adam Rasûlullah
(s.a.)'ın yanına girdi. Rasûlullah (s.a.) de üzerinde insanın hoşlanmayacağı bir
şey bulunan insanın yüzüne az bakardı.
Adam çıkınca (Hz. Peygamber): "Adama
söyleseydiniz de üzerinden bu izi yıkasaydı (kendisi için daha hayırlı olurdu)"
buyurdu.
Ehu Dâvud
der ki: Seîm Hz. Ali evladından değildir. (Fakat o yükseklerde bulunan)
yıldızlara bakardı. (Bu yüzden yükseklere nishet edilerek kendisine alevî
denildi, kendisi) Adiy b. Eriat'ın yanında hilali gördüğüne dâir şahitlik
etmişti de (Adiy onun bu) şahitliğini geçerli saymamıştı.[81]
Açıklama
Bütün
ahlakî faziletleri kendisinde toplanmış olan A1lah Rasul hayatı boyunca
insanların gönlünü hiçbir zaman kırmadığı gibi, onların kusurlarını
görmemezlikten gelmiş, kaba ve kırıcı davranışlarına tahammül etmiş, onlarla iyi
ilişkiler içinde olup güzel geçinmeyi kendisine usul ittihaz etmiştir. Çünkü
yüce Allah insanları bir biriyle görüşüp tanışmaları için yaratmıştır.[82]
Nitekim
kendisi de bir hadis-i şeriflerinde: "Mü'min ülfet eden (dostluk kuran ve iyi
geçinen) ve kendisi ile ülfet edilendir. Ülfet etmeyen ve kendisi ile ülfet
edilmeyen kimsede hayır yoktur. İnsanların en hayırlısı insanlara yararlı
olanıdır"[83] buyurmuştur.
Hz. Ali Hz. Peygamber'in ahlâkını şöyle
özetlemiştir:
Hz. Peygamber güler yüzlü, güzel huylu,
nazik kalpli idi. Hiçbir vakit sert ve kaba değildi. Onun ağzından hiçbir
müstehcen kelime çıkmazdı. Başkalarının hareket tarzını tenkid veya takbih
etmez, sevmediği bir hareket veya durum karşısında birşey söylemez, ona göz
yummakla iktifa ederdi. Şayet böyle bir harekette bulunan adam, kendi hareket
tarzının tasvibini isteyecek olursa Rasûlullah onu, kınamadan, kalbini kırmadan
bundan vazgeçirir, yahut susarak muhatabına memnun olmadığını
hissettirirdi.
Resul-i Ekrem kendi hesabına üç şeyden
sakınırdı:
1. Münakaşa ve
mücâdele,
2. Lüzumundan
fazla söz söylemek,
3. Kendisini
alakadar etmeyen işlerle meşgul olmak. Başkaları hesabına da üç şeyden uzak
dururdu:
1. Kimseyi
tenkid etmezdi.
2. Kimseye
hakarette bulunmazdı.
3. Başkalarının
sırlarına muttali olmak istemezdi.
Her ne
kadar Resul-i Zişan efendimiz insanların eziyetlerine katlanıp onların kaba
davranışlarını, müsamaha ve olgunluk ile karşılarsa da, bunu asla müdahene
(yağcılık) sınırlarına vardırmaz. Müdârâ (güler yüzlülük) sınırlarından dışarı
çıkmaz ve "güzel söz de sadakadır"[84] buyururdu. Hakkın
çiğnenmesi söz konusu olduğu zaman susmayı ise şeytanlık sayardı.[85]
Uygunsuz haller ve davranışları düzeltirken
de son derece ince ve hassas hareket eder, bu hususta tenkid ve uyanlarını
şahısların bizzat kendilerine yöneltme yerine, üslubu hakimane denilen bir uslub
ile fiillere yöneltir ve bu sayede şahısların gönlünü kırmaktan uzak
kalırdı.
Fakat dinî
meselelerde gösterilen laubali davranışlarda ise tam bir salâbet-i diniyye
sahibi idi. Bu hususta ".... Allah yolunda cihad ederler, hiçbir kınayıcının
kınamasından korkmazlar..."[86] emr-i ilâhisinden
ayrılmazlardı. Binaenaleyh bir kimsenin kendisine ya da başkasına erişmek üzere
olan şiddetli bir zararı önlemek için güler yüz göstermesi, hatta bazı yerlerde
müstehab olmakla beraber böyle şiddetli bir zararın erişmesi söz konusu olmayan
yerlerde müdara caiz değildir.
(4789)
no'lu hadis hakkında daha geniş açıklama için (4182) numaralı hadisin şerhine de
bakılabilir.[88]
4790... Hz. Ebu Hureyre'den (rivayet
edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Mü'min saf ve kerem sahibidir. Bozguncu
insan ise (daima) aldatıcı, alçak ve cimridir" buyurmuştur.[89]
Açıklama
Girrun: Aldanan, aldatılan anlamlarına
gelir.
Kerîm: İyi, cömert, çok affeden, kıymetli
gibi manalara gelir.
Fâcir: Allah'ın emrinden çıkan, günahkâr
demektir. Hıbb: Aldatıcı manasına gelir. Leîm: Alçak ve cimri
demektir.
Hattabî (r.a.)'nin açıklamasına göre:
Hadis-i şerifin zahirinden anlaşılan şudur ki: Hakiki mü'min aldatılmaya müsait,
kötülüğü kavramaktan ve araştırmaktan uzak olur. Bu durum onun cehaletinden
değil, kereminden ve ahlâkının güzelliğinden, iyi niyetli ve itimat sahibi
oluşundan kaynaklanır.
Allah'ın emrinden çıkmış bozguncu insanlar
ise daima aldatıcı, alçak, cimri, kötülük planlarını araştırmakla meşgul olur.
Bu durum onun akıllılığından değil, kötülüğünden kaynaklanır.
İbn Esir'in açıklamasına göre bu hadisden
anlaşılan şudur:
"Mü'min hilekâr ve düzenbaz olmaz. Ancak
yumuşaklığı ve itimat sahibi olması sebebiyle bazan aldanıp tuzağa
düşer."
Bu mevzuda Muhammed Zekeriyâ b. Yahya
el-Kândehlevî şöyle diyor:
Her ne
kadar bu hadisin zahiri "Mü'minin firasetinden sakınınız."[90] hadisine
aykırı gibi görünüyorsa da aslında bu iki hadisin arasını şu şekilde te'lif
etmek mümkündür:
Bu hadis
mü'minlerin avamı hakkındadır. Diğer hadis ise basiret sahibi olan hassas
müminler hakkındadır. Bu iki hadisin arasını "Mü'minin aldatılır olması onun
hüsn-i zan sahibi olmasından neş'et eder. Bu durum ise, onun firaset sahibi
olmasına mani değildir" diyerek te'lif etmek de mümkündür. Bu hadis-i şerifin:
"Mü'min bir delikten iki defa sokulmaz."[91] hadisine aykırı olduğu
da söylenemez. Çünkü bir defa aldanmak başkadır, ikinci defa aldanmak daha
başkadır.
Hafız Suyutî'in açıklamasına göre mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerif, Hafız Siracüddin el-Kazvinî'nin mevzu olduğunu iddia
ettiği hadislerdendir.
Hafız b. Hacer ise bu iddiayı reddederek
şöyle demiştir: "Bu hadis Hâkim tarafından muttasıl bir senedle rivayet edildiği
gibi, Sevrî'nin ashabı
ve Haccac tarafından da rivayet edilmiştir.
İbn Main, Haccac hakında müsbet düşünmektedir. Ancak Buharî ile Müslim bu
hadisin râvilerinden Bişr'e güvenilmeyeceğim söylemişlerdir...
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte
cimriliğin bozgunculuk sıfatı olduğuna da bir işaret vardır.
Görüldüğü gibi hadis-i şerifte cimrilik,
çirkin bir huy, sehâ (cömertlik) büyük bir bir fazilet olarak
değerlendirilmiştir.
Nitekim şu âyet-i kerimelerde de cimriliğin
çirkin bir huy olduğu cömertliğin büyük bir fazilet olarak
değerlendirilmiştir,
"Kim
nefsini (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte muratlarına
erenler onların tâ kendileridir."[92]
"Allah'ın
(fazl-u kereminden) kendilerine verdiğini (sarf-ü intakta) cimrilik edenler,
(asla) bunun kendileri için bir hayır olduğunu sanmasınlar. Bilakis bu onlar
için bir serdir."[93]
Cimriliğin çeşitli tarifleri yapılmışsa da en doğru olan tarife
göre cimrilik, şer'an vâcib veya mürüvvet yönünden münâsib olanı gücü yettiği
halde vermemektir.[95]
4791... Hz.
Âişe'den demiştir ki:
Bir adam Peygamber (s.a.)'in yanına (girmek
için) izin istedi, "Peygamber (s.a.)'de: "Aşiretin bu oğlu ne kötüdür" yahut da;
"Aşiretin bu adamı ne kötüdür" buyurdu. Sonra: "Ona (girmesi için) izin verin"
dedi.
(Adam içeriye) girince ona yumuşak bir
dille konuştu, bunun üzerine (ben) Âişe:
Ey Allanın Rasulü (yanına girmeden Önce)
onun hakkında söyleyeceğini söylediğin halde (bir de tutup) onunla yumuşak bir
dille konuştun dedi(m).
(Hz.
Peygamber de: "Ey Âişe) Kıyamet gününde Allah katında insanların en şerlisi
insanların kötülüğünden korkarak kendisinden uzaklaştığı ya da kendisini terk
ettiği kimsedir" buyurdu.[96]
4792... Âişe
(r.anha)'dan (rivayet edildiğine göre) bir adam Peygamber (s.a.)'iri yanına
(girmek için) izin istemiş, Peygamber (s.a.)'de; (bunu öğrenince o adam
hakkında): "Bu aşiretin kardeşi ne kötüdür!" demiş biraz sonra adam (içeri)
girince onu sıcak bir şekilde karşılamış (ve) onunla (tatlı tatlı)
konuşmuş.
(Hz. Aişe sözlerine devam ederek
şöyle demiştir: Adam) dışarı çıkınca:
Ey Allah'ın Rasulü, (adam içeri girmek
için) izin istediğinde (hakkında): "Bu aşiretin kardeşi ne kötüdür" diye
konuştun (içeri) girince de kendisini sıcak karşıladın, dedim.
Açıklama
Fuhş: Haddi aşmak demektir. Fiilen ve
kavlen işlenen kötülük anlamında kullanılır.
Fahiş: Haddi aşarak kötülük işleyen kimse
demektir.
İbn Esir'in "En-Nihâye" isimli eserindeki
açıklamasına göre "Fuhş" hem sözde olan fiilen işlenen kötülükleri ifade
eder.
Tefahhuş ise içinde kötülük olmadığı halde
kendini kötülüğe zorlama anlamına gelir."'
Bu bakımdan Bezlü'l-Mechud yazarının da
ifade ettiği gibi içindeki kötülüğü, sözüyle ve fiiliyle dışarı çıkaran kimseye
"fahiş", içinde kötülük olmadığı halde, kendisi kötülük yapmaya zorlayan kimseye
de "mütefahhiş" denir.
Binaenaleyh Resul-i Zişan efendimiz (4792)
numaralı hadiste Allah, kötü insanları sevmediği gibi, kötü insanlardaki
kötülüğün ortaya çıkmasına sebep olan kişileri de sevmediğini, binaenaleyh
kendisinin de böyle bir duruma düşmeyi asla arzu etmediğini ifade etmek
istemişlerdir.
Öyleyse bir müslümanın kötü bir kimseye
ayıplarını hatırlatarak onu kırıcı bir tavırla karşılaması caiz değildir.
Müslümanlara yakışan onu güler yüzle karşılamaktır. Bir önceki hadisin şerhinde
açıkladığımız gibi buna müdara (güler yüz) denir. Güler yüzlü olmak, müdâhene
(yağcılık)tan tamamen farklıdır.
Hz. Peygamber'in huzuruna girmek isteyen
kimsenin adını anmadan, kavminden bahsetmek suretiyle onun kötülüğünü açıklaması
"gıybet" değildir. Çünkü Hz. Peygamber'in onun kötülüğünü ifade etmekten maksadı
orada hazır bulunan müslümanları o kimsenin kötülüğünden korumaktır. Bu bakımdan
mevzumuzu teşkil eden bu hadisler, müslümanlan uyarmak için kötülüğünden
korkulan bir kimsenin kötülüğünü haber vermenin caiz olduğuna delâlet
etmektedir.
Yahutta bu adam açıktan kötülük işliyordu
da Hz. Peygamber bu yüzden onun kötülüğünü ifade etmekte bir sakınca
görmedi.
İmam Kurtubî'nin de dediği gibi, fışkını ve
fuhşunu açıktan işleyen bir kimsenin gıyabında konuşmak, gıybet olmadığı gibi,
zâlim idarecilerin ve halkı bid'ate davet eden bid'atçılarm aleyhine konuşmak da
gıybet değildir.
Onların gıyabında kötülüklerini dile
getirmek caiz olmakla beraber yüzyüze gelindiği vakit, kendilerine güler yüz
göstermek de caizdir.
İbn BattaPın beyanına göre Hz. Peygamber'in
huzuruna gelen adamın ismi Uyeyne b. Hisn el-Fezarî imiş, kendisine "ahmak"
denilirmiş. O gün henüz müslüman değilmiş, fakat müslüman gorünürmüş. Peygamber
(s.a.) herkesin bilmesi ve aldanmaması için onu ashabına tanıtmak istemiştir. Bu
adam, Peygamber (s.a.)'in sağlığında olsun, vefatından sonra olsun, imanının
zayıflığına delalet eden işler yapmış. Mürtedlerle beraber o da dininden dönmüş
ve esir edilerek Hz. Ebu Bekîr'e getirilmiştir. Binaenaleyh, Peygamber (s.a.)'in
onu: "Bu aşiretin kardeşi ne fenadir"diye vasfetmesi nübüvvetine delalet eden
mu'cizelerdendir.
4793... Şu (bir
önceki hadiste anlatılan) olay hakkında Hz. Aişe'den (gelen bir rivayete göre)
Peygamber (s.a.):
"Ey Aişe!
Dilin (in şerrin) den korunmak için kendilerine ikram edilen kimseler, şüphesiz
insanların en şerlılerindendir."buyurmuştur.[99]
4794... Hz.
Enes'den demiştir ki:
(Gizlice bir derdini açmak üzere) ağzmı
Peygamber (s.a.)'in kulağına yaklaştıran hiçbir adam görmedim ki o adam başını
(Hz. Peygamber'den) uzaklaştırmadıkça (Rasûlullah) başını (ondan) uzaklaştırmış
olsun.
Yine (Hz.
Peygamber'in) elini tutan hiç bir adam görmedim ki o adam (Hz. Peygamberin)
elini bırakmadıkça (Hz. Peygamber onun) elini bırakmış olsun.[100]
Açıklama
Bu hadis-i şeriflerde Rasul-i zişan
efendimizin son derece mütevazi, iyi kalpli olduğu, herkes için iyilik düşünüp
herkesin derdine deva olmak için elinden gelen çabayı sarf ettiği, insanlara
zararlı olan kimseleri her fırsatta uyarıp onları bu kötü huylardan kurtarmaya
çalıştığı, insanların en şerlisinin de insanların kötülüğünden kurtulmak için
kendisine saygı gösterip ikramda bulunduğu kişi olduğu ifade
Duyurulmaktadır.
Binaenaleyh, Hz. Peygamber'i kendisine Örnek alıp İslam
terbiyesiyle yetişmiş bir müslüman, toplumda insanlara faydalı .olan şeyleri
yapmaya ve insanlara zarar verecek şeyleri de engellemeye gayret eder. Çünkü
hak, hayır ve fazilet ilkeleriyle yetişmiş olan bir müslüman, toplumda faydalı,
faal ve yapıcı bir unsur olur. İyilik yapmaya fırsat bulduğunda, onu
değerlendirmeden edemez. Çünkü hayır işlemenin kurtuluşa vesile olacağını bilir.
"İyilik yapın ki saadete eresiniz."[101]
Hayır işi için attığı her adımda Allah'ın
kendisine sevap verdiğini bilir ve hayır yapmaya koşar...
"Allah,
kendine teslim olmuş kuluna iyilik yapınca sevap verebileceği gibi kötülükten
çekindiği zaman da iyilik yapmasa da sevap verir."[103]
Ebu Musa (r.a.)'dan Nebi (s.a.)'in şöyle
buyurduğu nakledilir: "Her müslümanın sadaka vermesi gerekir." Bulmazsa ne
yapar, denildi, şöyle buyurdu:
"Eliyle çalışır, kendine fayda verir ve
sadaka dağıtır." Buna da gücü yetmezse ne yapar? denildi.
Bu sefer: "Şiddetli ihtiyaç sahibine yardım
eder" dedi. -Buna da gücü yetmezse ne yapar? denildiği zaman;
İyiliği veya hayrı enir eder, cevabını
verdi.
Buna da gücü yetmezse ne yapar, denildi.
Bunun üzerine.
6. Utanma
4795... (Abdullah) b. Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.)
kardeşine (fazla) utanma(ması) hakkında öğüt vermekte olan ensardan bir zatın
yanına uğramış da: "Onu bırak! Çünkü utanmak imandandır"
Açıklama
"Haya: Utanmak demektir. Kınamayı
gerektiren bir söz ve davranıştan dolayı kışının Allah a ve insanlara karşı
mahcubiyet duyması (kısaca utanması), "haya" sözü ile ifade
edilmiştir.
Edeb, haya, insan ahlâkı için en güzel bir
ölçüdür. İnsanın haddini bilmesi, utanacak bir işten dolayı sıkılıp yüzünün
kızarması, büyük bir fazilettir. Bu fazilet, sahibini kötülüklerden uzak tutar.
Utanıp kınanmayacağı işler yapmasına da sebep olur.
"Haya"
kabahatleri işlemek korkusuyla nefsin ictinab edip geri durmasıdır[107]
şeklinde de tarif edilmiştir.
Bilindiği gibi kabahatleri aklî, şer'î ve
örfî olmak üzere üç kısma ayırabiliriz.
Aklî kabahat (Çirkinlik): Kötülüğü aklen
bilinebilen kabahatlerdir ki işleyenlere "mecnûn" denir.
Şer'î kabahat: Kötülüğü şer-i şerifin
açıklamasıyla bilinebilen kabahatlerdir ki, işleyenlere "fâsık"denir.
Örfî
kabahat: Çirkinliğini örf ehlinin anlayabildiği kabahatlerdir ki, irtikâb edene
"ebleh"denir.[108]
Utanmak: İnsanın yaratılışında mevcut
olduğu halde, mevzumuzu teşkil eden hadiste, utanmanın, imana bağlanması,
utanmanın yerini ve ölçüsünü dinin ve imanın tayin etmesidir. Binaenaleyh burada
din ve imanın belirlediği yerler ve ölçüler dışında görülen utanmalar söz konusu
değildir. İslâm ölçülerine uymayan utanmalar, gerçekte utanma değildir. Yere
düşen ekmeği almaktan utanmak, geçimini te'min için rençberlik yapmaktan utanmak
gibi....
Mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte,
kardeşine utanmak hakkında öğüt verdiğinden bahsedilen ensarlı zata göre,
kardeşi utangaçlığı yüzünden çok zarar gördüğü için onun utanmayı bırakması
gerekiyormuş. Bu sebeble kardeşini utanmayı bırakmaya zorluyordu. Hz. Peygamber
ise, utanmanın İslâm inancı ile yakînen ilgili olduğunu, imandan kaynaklanan
utanmanın güzel huylardan olduğunu söyleyerek o Ensarîyî kardeşine karşı yaptığı
bu baskıdan men'etmiştir.
Haya en
kâmil haliyle imanın doruğunda olan Peygamber efendimizde tezahür etmiştir.
Nitekim Ebu Said el-Hudrî (r.a.)'de; "Resul-i zişan efendimizin bir kızdan daha
utangaç olduğunu" ifade etmiştir.[109]
Beyhaki'nin rivayetine göre, Hz. Peygamber bir hadis-i
şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "İzzet ve celal sahibi Hak teala karşısında, her
hangi bir kul, ellerini açıp dua ederek birşey dilerse Cenab-ı Hak onu eliboş
olarak çevirmekten haya eder."[110]
Hayanın fertler için olduğu kadar
cemiyetler için de büyük bir önemi vardır. İman Şairimiz Mehmet Akif merhum şu
mısralarıyla bu gerçeği ne güzel ifâde etmiştir:
"Göster Allahım, bu millet kurtulur tek bir
mu'cize.
Gaib hazinenden bir utanmak hissi ver
bize.
Haya sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük her
yerde.
Ne çirkin yüzler Örtermiş meğer bir incecik
perde."
Mevzumuzu teşkil eden bu hadiste hayanın
imandan bir şube olduğundan bahsedilmesi imanın birçok şubeleri olduğuna delâlet
eder.
Biz
imanın bu şubelerini "4673" numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[111]
4796... Ebu
Katede'den demiştir ki:
Biz, İmran b. Husayn ile birlikte idik.
Orada Buşeyr İbn Ka'b da vardı. (Bir ara) İmran İbn Husayn (söze başlayıp),
Rasûlullah'm (s.a.): "Utanma tamamiyle hayırdır" dediğini ya da "utanma(nın)
hepsi de hayırdır" buyurduğunu söyledi.
Bunun üzerine Büşeyr İbn Ka'b'm:
"Biz bazı kitaplarda bazı hayaların vakar
(ağırlık), bazısının sekînet (iç huzuru), bazısının da zayıflık (kaynağı)
olduğuna rastladık" dedi.
İmran hadisi tekrar rivayet etti. Büşeyr de
sözü(nü) tekrarladı; (hayanın bir takım zaafların kaynağı olduğunu ifade eden
Büşeyr'n bu sözlerini ikinci kez işiten) İmran öfkelenip gözleri kıpkırmızı oldu
ve (Büşeyr'e hitaben):
Görüyorum ki, ben sana Rasûlullah
(s.a.)'dan söz ediyorum, sen de bana kitaplarından bahsediyorsun, dedi. (Biz bu
durumu görünce İm-ran'ın daha fazla kızmasını önlemek için
kendisine):
Açıklama
Bezlü'l-Mechûd yazarının da ifade ettiği
gibi, İslamın kabul ettiği, hayanın her çeşidinin hayır olduğunda; İslâmî manada
haya çeşitlerinde hayırdan başka bir şey olmadığında şüphe yoktur.
Her ne kadar avam-ı nas arasında bazı
zayıflıklara ve zararlara yol açan bazı davranışlar, haya sayılmakta ise de,
aslında o tür davranışların haya ile bir ilgisi yoktur. Eğer o davranışlar haya
olsaydı, bu zararlı hareketleri terk etmek gerekeceğinden, sünnetin bir kısmını
terk etmek icab edecekti.
Büşeyr (r.a.); "Bazı hayaların zaaflara
sebep olduğunu" söylerken, Hz. İmran'ın zaaflara sebep olan ve halk arasında
haya olarak bilinen bu hallerin aslında haya olmadığını açıklamasını ve halkı bu
yanlış anlayıştan kurtarmasını istiyordu. Fakat bu isteğini ortaya koyarken âyet
ve hadisten değil de başka kitaplardan delil getirmesi, Hz. İmran'ın
öfkelenmesine sebep oldu.
Bilindiği gibi, gerçek haya insanın dince,
akılca ve örfçe çirkin sayılan şeyleri yapmaktan sıkılması, üzüntü duyması ve
yüzünün kızarmasıdır. Bunun dışındaki duygu ve düşüncelerden kaynaklanan utanıp
sıkılmalar ise, gerçek haya değildir. Nitekim, şu hadis-i şerif bu gerçeği çok
güzel bir şekilde ifade etmektedir:
"Hz. Peygamber, bir gün ashabına:
"Allah'dan hakkıyla haya ediniz" buyurdu. Ashab da:
Ey Allah'ın Rasulü, elhamdülillah, haya
ediyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.):
"Hakiki
haya o değildir. Fakat gerçek manasıyla haktan haya eden başını (yani baştaki
duyu organlarını ve başın içindeki düşüncelerini gayr-i meşru düşünce ve
davranışlardan) korusun. Karnı ve karnın ihtiva ettiğini (midesini) kontrol
etsin. Böyle yapanlar Allah'tan hakkıyla haya etmiş olurlar" buyurdu.[113]
4797... Ebu
Mesûd (r.a.)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"İnsanların ilk Peygamberlikten beri duyageldikleri sözlerden
biri; utanmazsan dilediğini yap! sözüdür."[114]
Açıklama
İmam Hattâbî'nin açıklamasına göre
mevzumuzu eden bu hadisî hayanın ilk Peygamberden itibaren bütün Peygamberler
tarafından teşvik edildiğini ifâde etmektedir. Çünkü, Allah her peygambere
hayalı olmayı ve ümmetini hayalı olmaya teşvik etmeyi vahyetmiştir. Haya bir
taraftan vahy mahsulü olduğu gibi, diğer taraftan da güzelliği ve fazileti açık
olduğundan bütün akıl sahipleri onun güzel bir haya olduğunda ittifak
etmişlerdir. Bu özellikleri taşıyan bir hüküm hiçbir zaman nesh edilmeyeceğinden
haya da ilk peygambere vahy edildiği gibi, hiç neshe uğramadan peygamberlerin
tümünün şeriatinde yürürlükte kalmıştır.
Hadiste geçen; "utanmazsan dilediğini yap"
cümlesine ulemâ üç çeşit mana vermiştir:
a. Bu cümle emir
kalıbında bir haber cümlesidir. "Eğer haya duygusu sana engel olamıyorsa artık
sen nefsinin arzu ettiği bütün kötülükleri yaparsın" demektir. Hz. Ebu Ubeyd, bu
görüştedir.
b. "Dilediğinizi
yapınız, o yaptıklarınızı görmektedir" (Fussilet, (40) 41) âyet-i kerimesi gibi
tehdid ifâde etmektedir. Yani utanmıyorsan dilediğini yap, fakat şunu unutma ki
her yaptığının cezasını göreceksin, demektir. Ebu'j Abbâs bu
görüştedir.
c. "Yapacağın bir işe bakmalısın, eğer
seni utandıracak bir işse ondan vazgeçmelisin, fakat yaptığın takdirde seni
mahcub duruma düşürmeyecekse onu yapabilirsin" anlamındadır. Ebu İshak
el-Mervezî de söz konusu cümleyi böyle açıklamıştır.[115]
7. Güzel Huy
4798... Aişe (r.anhâ)'dan (rivayet
edilmiştir); dedi ki: Rasûlulah (s.a.)'i (şöyle) derken işittim: "Muhakkak ki
mü'min, ahlâkının güzelliği sebebi île (gündüzleri) oruç tutan (ve geceleri de)
Allah'a ibâdetle geçiren kimsenin derecesine ulaşır."[116]
Açıklama
Ahlâk: Hulk (huy) kelimesinin
çoğuludur.
Huy: Nefiste yerleşip fikir yormaya muhtaç
olmaksızın kendiliğinden meydana gelen heyet-i râsiha (yerleşmiş bir şekildir.
İşte buna huy denir. Kâtibin bir şeyi yazarken yazdığını harf harf tefekkür
etmediği ve mutribin saz çalarken ahengini nağme nağme düşünmediği gibi, meleke
haline gelen davranışlar da insandan hiç düşünmeden kolayca sudur ederler.
Meleke haline gelmeyen davranışlar insandan kolayca sudur etmedikleri gibi,
meleke haline gelmeyen davranışlara da huy denmez.
Bu suretle, kişide kendisinden güzel
davranış, ve ameller meydana gelecek bir şekilde bulunursa, ona "hulk-ı hasen:
güzel huy" ve eğer çirkin işler meydana gelecek şekilde bulunursa, buna da
"hulk-ı seyyi': kötü huy" denir.
Ahlâk bilginleri, insan nefsinde üç
kuvvetin varlığını belirtirler.
a. İdrâkin
başlangıcı ve kaynağı olan "kuvvet-i ilmiyye: ilmî kuvvet"
b. Zararları def
etmenin kaynağı olan "kuvve-i şeheviyye: şehvet kuvveti".
c. Kuvve-i
gazabiyye: gazab kuvveti.
Bu üç kuvvetten birincisi olan ilim
kuvveti, yalnız insan ruhuna aittir. Diğer ikisi ise sair hayvanlarda da
müşterektir.
Bunların
her birinin i'tidal, ifrat ve tefrit olarak üçer mertebesi olup, i'tidal
merkezinde olanlar övülmüştür, fazilettir. İfrat ve tefrit tarafları ise
çirkindir, rezalettir. Bunları geniş olarak tetkik etmek isteyenler ahlâk
kitaplarına müracaat buyursunlar.[117]
Mevzuumuzu teşkil eden hadis-i şerifte;
güzel ahlâk sahibi bir müslümanın ahlâkı sayesinde gündüzlerini oruçla
gecelerini de ibadetle geçiren bir müslümanın derecesine erişebileceği ifade
edilmektedir. Bu gerçeği anlamak çok kolaydır. Şöyle ki, gündüzlerini oruçla
gecelerini de Allah'a taatle geçiren bir kimse, aslında nefsiyle ve şehvanî
arzularıyla mücadele edip onlara galip gelmeye çalışıyor demektir. İyi
düşünülürse insanlar arasına katılıp onlarla olan, muamelesinde güzel ahlâkı
elden bırakmayan kimse ise/aslında aralarına katıldığı kişiler adedince
nefislere muhatab, bir çok nefse karşı mücahede ediyor demektir. Bu böyle
olunca, bu kimse gündüzleri oruçla geceleri de taatle geçiren kimselere erişmesi
ve hatta onları geçmesi hiç de yadırganacak bir durum değildir.
İşte bunun içindir ki Rasûlullah (s.a.),
sahabeyi güzel ahlâka teşvik eder, çeşitli yollarla onlara güzel ahlâkı
sevdirmeye çalışırdı. Çünkü nefislerin temizlenmesi ve insanların kemale
ermesinde bunun tesirini çok iyi biliyordu. Rasûlullah (s.a.) Ebu Zer'e
buyuruyor ki:
Ey Ebu Zer, sana yapılması insana hafif
gelecek, mizan(ın)da ağır basacak iki haslet söyleyeyim mi? Ebu Zer:
Evet ya Rasûlullah, dedi. Buyurdu
ki:
Güzel
ahlâkı ve sükûtu terk etme. Nefsim kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki
insanlar bu iki haslet gibisiyle güzelleşmediler."[118]
"Güzel
ahlâk nemadır, kötü ahlâk uğursuzluktur. İyilik ömrü artırır, sadaka kötü ölümü
engeller."[119]
"Allahim, beni güzel yarattın, ahlâkımı da
güzelleştir."
Allah
(c.c.) hazretleri: "Sen yüce bir ahlâk üzeresin" buyurduğu halde Nebi (s.a.)'in
ahlakının güzelleşmesi için dua etmesi müslümanların daima ahlâkının
güzelleşmesini istemeleri, ne kadar yükselirlerse yükselsinler, Allah'dan bu
hususta yardımını eksik etmemesini dilemeleri icab ettiğini gösterir.[120]
4799... Ebu'd
Derdâ (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
(Bu hadisin ravilerinden) Ebul Velid
(et-Tayâlisî, bu hadisi el Kasım b: Ebi Bezze'den) sema yoluyla, yani ben, Ata
el Keyharanî'yi (şöyle şöyle derken) işittim, (şeklinde) rivayet etti. (Diğer
râvi Hafs b. Ömer ise el-Kasım'dan an'ane tarikiyle rivayet etti.)
Ebu Dâvud
der ki: (Sözü geçen) o (Ata el Keyharhanf den maksat) Ata İbn Yakub'dur ve
ibrahim Ibn Nafi'nin dayısıdır. Keyharânî ve Gevharâ-nî (nisbeileriyle)
anılır.[122]
4800... Ebû
Umame'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.; 'şöyle)
buyurmuştur:
"Ben,
haklıyken bile çekişmeye girmekten kaçınan kimse için cennetin kenarından;
şakadan da olsa yalan söylemeye yanaşmayan dmse için cennetin ortasından, huyunu
güzelleştiren kimse için de cennetin en yükseğinden bir "köşk (verilmesin)e
kefriim."[123]
4801... Hârice İbn Vehb'den (rivayet
edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) jöyle) buyurmuştur: "Çok şişman olup
böbürlenerek yürüyen, kibirli, cimri ve hilekâr kimse cennete girmez, kendini
beğenmiş katı kalpli insan da giremez."[124]
Açıklama
Bu
hadis-i şeriflerde cennette en yüksek mevkilere erişecek olanların en yüksek
ahlâka sahip kimseler olacağı ve kötü ahlâklı kimselerin ise cennete ilk
girenlerden olamayacakları ifade buyurularak, güzel ahlâkın önemi
vurgulanmaktadır.[125]
8. (Dünya) İşler(İn)De Üstünlük Taslamanın Çirkinliği
4802... Hz.
Enes'den (rivayet edilmiştir) dedi ki:
(Peygamber (s.a.)'in) "el-adbâ" (isimli
devesi)nin (yarışlarda) hiç önüne geçilmezdi. (Birgün) bir bedevî kendisine ait
bir yük devesinin üzerinde geldi ve Adbâ ile yarışa girip onu geçti. Bu geçiş
Rasûlullah (s.a.)'in sahabilerine ağır gelir gibi oldu. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.):
4803... (Yine)
Hz. Enes'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Dünyadakilerden her yükselen şeyi (oradan tekrar) aşağı indirmek,
aziz ve celil olan Allah'ın kanunudur."[127]
Açıklama
Her yokuşun bir inişi olduğu gibi her
yükselişinde bir alçalışı vardır Bu yüce Allah'ın dünyada câri olan bir
kanunudur. Bu kanuna hiçbir eşya mukavemet edemez. Bunun içindir ki göklere ser
çeken genç dağlar bile, zamanla aşınarak ihtiyarlar ve yerle bir
olurlar.
Nice tümsekler kaybolduğu gibi nice
çukurlar da zamanla etraftan gelen çer-çöp ile dolup varlıklarını kaybederler.
Fertlerin hayatı, bu kanuna tabi olduğu gibi cemiyetlerin ve milletlerin
hayatları da bu kanuna tabidir.
Öyleyse
aklı başında, feraset sahibi bir insan, hiçbir zaman Allah huzurundaki hesabı
çok uzun sürecek olan dünya varlığıyla övünmemeli, bilakis zühd ve tevekkül
yoluyla gitmeyi tercih etmelidir. Nitekim cenab-ı Hak şu âyet-i kerimesinde bu
gerçeği ne güzel ifade buyurmuştur: "Sizin yanınızda bulunan tükenir, Allah'ın
yanında bulunan ise bakidir."[128]
Rasûl-i zişan efendimiz de şu sözüyle bu
gerçeğe işaret buyurmuştur:
"Şair
(zümresi)nin söylediği sözlerin en doğrusu Lebid'in söylemiş olduğu: Bilmiş
olunuz ki Allah'dan başka her şey bâtıl (fani)dir; sözüdür."[129]
9. Yüze Karşı Övmenin Çirkinliği
4804... Hemmâm
(r.a.)"den (rivayet edilmiştir);
Bir adam gelip (Hz. Peygamber'in huzurunda)
Hz. Osman'ı yüzüne karşı övdü. (Orada bulunan) el Mikdâd İbn el Esved de (yerden
bir avuç) toprak alıp (öven kimsenin) yüzüne saçtı ve:
Rasûlullah (s.a.): "(Böyle yüze karşı) "medhedenlerle
karşılaştığınız zaman yüzlerine toprak saçınız, buyurdu" dedi.[130]
Açıklama
Hattâbi (r.a.)'nin açıklamasına göre bu
hadis-i, şerifte yerilmek istenen yüze methedicilerden maksat, kişileri
yüzlerine karşı överek onlardan menfaatlenmeyi âdet ve geçim kaynağı hâline
getirenlerdir. Kişileri, yaptıkları hayırlar veya güzel işlerden dolayı
başkalarını da bu gibi işlere teşvik maksadıyla yüzüne karşı öven kimseler
değildir. Her ne kadar, Hz. Mikdâd, bu hadisi zahirine hamlederek kişileri
dünyevi menfaat temin etmek gayesiyle yüzüne karşı öven kimselerin yüzlerine
toprak saçılması gerektiğine inanıp öyle amel etmişse de ulemâdan bazıları bu
hadisi: "O kimseye beklediği menfaati vermemek suretiyle, onu bu dünyalık
ümidinden mahrum ediniz, yüze karşı övgüsüne karşılık elini boş çıkarınız"
manasına yorumlamışlardır.
"Onun
avucunu toprakla doldur."[131] mealindeki hadiste
geçen "toprak" kelimesiyle "zina eden için taş vardır"[132] mealindeki "taş"
kelimesinin mahrumiyetle tefsir edildikleri gibi.
Nitekim
araplar, elinde avucunda hiçbir malı kalmayan kimse için, "ma lehü gayrü't
türâb: elinde topraktan başka bir şey yoktur" derler ki, "dünyalık namına hiçbir
şeyi yoktur" anlamına gelir.[133]
4805... (Abdurrahman İbn Ebi Bekre'nin)
babasından (rivayet edildiğine göre) bir adam, (diğer) bir adamı, Peygamber
(s.a.)'in huzurunda (yüzüne karşı) övmüştü de (Hz. Peygamber) O'na üç defa: "(Bu
sözlerinle) arkadaşının boynunu kestin" deyip sonra da: "Biriniz arkadaşını
mutlaka övecekse şöyle demelidir: "Ben onun -söylemek istediklerini söyleyerek-
şöyle şöyle olduğunu düşünüyorum; (fakat kalbini bilemediğimden) Onun iyiliğine
dair Allah'a karşı sahicilik edemem"[134]
Açıklama
Hadis-i
şerifte, bir kimsenin yüzüne karşı medhedilmesi, yasaklanmakta, eğer mutlak
övmek gerekiyorsa, onun iyiliğine dair kesin ifadeler kullanmaktan kaçınıp "onun
hakkında ben de iyi düşünüyorum" "iyi olduğunu zannediyorum, fakat onu Allah'a
karşı tezkiye edemem, çünkü herkesin kalbini Allah bilir" gibi hüsn-i zann ifade
eden kelimeler kullanılması emredilmiştir. Oysa bazı hadis-i şeriflerde[135] kişinin
yüzüne karşı övülebileceği ifade edilmektedir. Ulemâ hadislerin arasını şöyle
uzlaştırmalardır:
"Yasaklanmış olan yüze karşı övmeden
maksat, kişiyi, kendisinde bulunmayan vasıflarla överek haddi aşan övgü ile ucba
(kişinin kendisine beğenmesine) ve kibire kapılabilecek olan kişilere karşı
yapılan övgüdür. Olgun ve hazımlı kişilere karşı yapılan ve haddi aşmayan
övgüler ise bu yasağın dışındadırlar."
Metinde geçen "arkadaşının boynunu kestin"
cümlesi, Müslim'in Sahih'inde: "Yazık sana arkadaşının boynunu kestin," anlamına
gelen lafızlarla rivayet edilmiştir.
Bu ifadeler, yüze karşı yapılan gereksiz ve
haddi aşkın övgülerin, hem övenin, hem de övülenin helakine sebep olacağına
delalet eder.
İmam Gazali'nin açıklamasına göre, söz
konusu övgünün dördü, övene, ikisi de övülene olmak üzere altı zararı vardır.
Övene ait zararlar şunlardır:
a. Övgünün
çokluğu, övenin yalana sapması sonucunu doğurur.
Genellikle şairler, bu âfete mübtelâdır.
Belki bazılarında bu hal cehalet ve takva azlığı sebebiyle küfre kadar varır.
Arab şairlerinden Mütenebbî bu vartaya düşmüştür.
b. Riyadır: Zira
Övmek, sevgi davasında bulunmaktır. Gerçeğe uygun olmayınca riya
olur.
c. Açıkça
anlaşılması ve tahkiki mükün olmayan vasıflarla medh etmek ise medhedeni yalancı
durumuna düşürebilir.
Binaenaleyh bir kişiyi, bu gibi tahkiki
mümkün olmayan vasıflarla tavsif ederek övmek, çok tehlikeli olduğundan bir
insanı bu gibi konularda, Tnütlaka övmek gerekiyorsa, kesin bir dille övmekten
kaçınıp onun hakında: "Hüsn-i zan besliyorum. Fakat Allahü Teâlâya karşı kimseyi
medhü tezkiye edemem" demelidir. Nitekim metinde geçen "ben böyle olduğunu
düşünüyorum" mealindeki cümle de bu gerçeğe ışık tutmaktadır.
d. Bir fâsıkı övmek, onun ferah ve
sürûruna sebep olmaktır. Nitekim hadis-i şerifte: "Günaha dalıp giden isyankâr
kişiyi övene Allah teala gazab eder."[136]
Övülen kişi için doğan âfetler:
a. Övülende,
büyüklük ve ucbun meydana gelmesidir.
b.
Övülen kimsenin hakkındaki övgüleri işitince, bunları
kendisinde hakikaten var sanıp daha fazla fazilet elde etmek için gayret sarf
etmekten vazgeçip tembelliğe düşmesidir.[137]
4806... Mutamf
(İbn Abdullah İbn eş-Şıhhîr)dan demiştir ki: Babam dedi ki:
(Ben birgiin) Âmir oğullarının elçileriyle
birlikte (elçi olarak) Rasûlullah (s.a.)'in huzuruna gitmiştim. (Orada Hz.
Peygambere):
Sen bizim Seyyidimizsin, dedik de, (Resulü
Ekrem):
Seyyid Allah'dır, buyurdu. Biz:
Sen bizim faziletçe en faziletlimiz, (eşe,
dosta iyilik elini) uzatma bakımından da en üstünümüz sensin, dedik.
Bu
sözünüzü söyleyiniz -yahutta- (bu) sözünüzün bazısını (söyleyiniz; fakat bir
kısmını bırakınız, taki) şeytan sizi (bazı sözlerinizle kendi yoluna)
sürüklemesin."[138]
Açıklama
Yaratıkları üzerinde mutlak tasarruf sahibi
olan muhakkak ki Allahu Teâlâ hazretleridir. Bu bakımdan "seyyid", "mevlâ" gibi,
insanlar üzerinde tasarruf yetkisine delâlet eden lafızlara hakkiyle layık olan
da yine yüce Allah'dır. Bu lafızların, kullar için kullanılması ise mecazidir,
izafidir, hakiki değildir.
Bu itibarla her ne kadar bu lafızları
mecazî ve izafî olarak, kullar için kullanmak caiz ise de Resulü zişan
efendimiz, İslamın ilk yıllarında cahiliyye döneminden yeni kurtulmuş olan
kavmini, cahili düşüncelerden tamamen kurtarmak amacıyla ve bazı insanlarda
ilahi güçlerin bulunduğu inancının nüksedeceği endişesiyle zaman zaman ashabım
bu nevî kelimeleri kullanmaktan nehyetmiştir, Fakat ulemâ bu gibi tehlikelerin
kalmadığı cemiyetlerde söz konusu kelimeleri mecazen insanlara nisbet etmekte
bir sakınca görmemişlerdir. Nitekim: "Ben Adem oğuIIarının seyyidiyim"
mealindeki (4673) numaralı hadis-i şerifte buna delâlet eder.
Bu hadisin mevzumuzu teşkil eden babla
ilgisi, bir kimseye: "Seyyidimiz" diyerek hitab etmenin onu yüzüne karşı övmek
anlamına gelmesidir.
Biz bir
kimseyi yüzüne karşı Övmenin hükmünü, (4804-4805) numaralı hadislerin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[139]
10. Yumuşak Huylu Olmak
4807... Abdullah
İbn Mugaffel'den (rivayet edildiğine göre): Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
"Muhakkak
ki Allah (kullarına karşı son derece) yumuşak muamele eder ve yumuşaklığı sever,
şiddet karşılığında vermediğini yumuşaklık karşılığında verir."[140]
Açıklama
Söz ve işlerimizde nâzik ve yumuşak huylu
olmak anlamma geıen "rıft" övülmüş sıfatlardandır. Rıf-kın karşılığı kabalık ve
sertliktir.
Allahü Teâlâ hazretleri, kullarına karşı
son derece merhametli ve lûtuf-kârdır. Kullarının da birbirlerine karşı nâzik ve
yumuşak davranmalarını, kabalık ve sertlikten kaçınmalarını, hoşgörü ile hareket
etmelerini ister.
Rıfk ile
muamele insanları dostluğa ve kardeşliğe götürür. Aralarındaki düşmanlıklar, bu
sayede son bulmuş olur. Binaenaleyh, kötülükler bile daima iyilikle
karşılanmalıdır. Nitekim, yüce Allah Kur'ân-ı Keriminde: "İyilikle kötülük eşit
değildir. Sen kötülüğü en güzel olan iyi hareketle önle. O vakit bakarsın ki
seninle aralarında bir düşmanlık bulunan yakın bir dost gibi olmuştur"[141]
buyurmuştur.
Dinen, aklen ve hikmeten güzel ve faydalı
görünen şeylere muvafakat etmek de rıfk sayılır. Peygamber efendimiz: "Allah
Teâlâ ve tekaddes hazretleri bir ev halkını severse aralarına rıfk verir"
buyurdular. Bu yüce insan kendisine Peygamberliğinin ilk yıllarında, birçok
düşman, akla hesaba gelmez eza ve cefa ettikleri halde yine hepsine rıfk ile
davranırlardı.
Rıfk,
sahibini her istediğine ulaştırır, bütün münasebetlerden emin eyler. Dikkatle
bakılınca, görülür ki yumuşaklığın etkisi azarlamak ve şiddet göstermekten daha
çoktur. Yumuşaklık her zaman hiddetleri dindirip düşmanları dost edebilir. Fakat
hiddet, şiddet arttırmaktan ve dostu düşman etmekten başka bir işe
yaramaz.[142]
Muhakkak diğer övülmüş ahlâklarda olduğu
gibi, rıfkın en kâmil manada tecelli ettiği kul, yine Resul-i zişan
efendimizdir. Kendisi, bir gün dahi kaba konuşmamış, şahsı hislerine kapılarak
bir müslümana kötü söz söylememiştir.
Hz. Enes,
efendimizin bu ahlâkını şöyle anlatıyor: "Resûlullah (s.a.) kötü konuşmaz,
lanetçi, küfürbaz biri değildi. Birisini ayıplamak istediği zaman, onun hakkında
sadece; O'na ne oluyor, alnı toprağa varası-ca; demekle yetinirdi."[143]
Bu sözüyle, efendimiz, kişinin çok secde
etmesi için dua etmiş olurdu.
Daima
ümmetine yumuşaklığı tavsiye eder; "yumuşaklık bulunduğu herşeyi süsler,
yumuşaklık bir şeyden de alınırsa onu lekeler."[144]
Bu
hadislerden, yumuşaklığın herşeyde olabileceği anlaşılmakla beraber İslamda,
şeriat, yahut cemaatin maslahatının muktezası olan yerlerde sertlik göstermek
caiz ve lüzumludur.[146]
4808... el-Mikdam İbn Şüreyh babasından (rivayetle) demiştir ki: Hz.
Aişe'ye (Rasûlullah (s.a.)'in) kır gezisine çıkma (sın)dan sordum da: Rasûlullah
(s.a.) yukarıdan aşağıya inen şu (karşıdaki) su kanallarına
geziye çıkardı.
Bir defasında (böyle bir) kırgezisine
çıkmak istemişti de (bil yolculukta benim binmem için) bana zekat develerinden
olan ve binmek için kullanılmayan bir dişi deve göndermişti ve bana:
"Ey Aişe!
Şüphesiz ki yumuşak davranmak bir şeyde bulunursa onu mutlaka süsler kendisinden
uzak kılındığı şeyi de mutlaka lekeler" buyurdu. (Râvi) İbn es-Sabbah
rivayetinde (metinde geçen); "Muharreme" kelimesini üzerine binilmeyen (deve)
diye açıkladı.[147]
Açıklama
Bu
hadisle ilgili açıklama, bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara
lüzum görmüyoruz.[148]
4809... Cerir
(İbn Abdullah el Becelî -r.anhuma- dan rivayet edildiğine göre) Rasûlullah
(s.a.) (şöyle) buyurmuştur:
Açıklama
Hadis-i şerifte, yumuşak huyluluğun, her
hayrın,başı buğuna delalet, yumuşak huyluluktan mahrum olanın her hayırdan
mahrum kalacağını da ifade vardır.
Binaenaleyh, hakketmedikleri halde insanlara sert ve kaba
davranışlarda bulunup gönüllerini ve onurlarım kırmak, son derece yanlış ve
hatalıdır. Bu nevi tavırlar kâfirlere, bidâtçılara ve zâlimlere karşı
takınılabilir. Nitekim, yüce Allah Kur'an-ı Keriminde: "Ey inananlar,
kâfirlerden size yakın bulunanlarla savaşın. (Onlar) sizde (kendilerine karşı)
bir sertlik (ve şiddet) bulsunlar..."[150]
buyurmuştur.
Ayrıca,
kötülükten men etmek için yumuşaklığın ve öğüdün fayda vermediği yerlerde
sertliğe başvurulabilir.[151] Çünkü "Likülli
makamın makal ve likülli meydanın rical: Her yerin kendine mahsus sözü ve her
meydanın kendine has erleri vardır" buyurulmuştur.
Taberânî'nin Mikdâd İbn Şüreyh'den rivayet ettiği bir hadis-i
şerifte açıklandığı üzere Rasûlulîah (s.a.), cennete girmeye vesile olan
şeylerin Allah rızası için yedirmek, her müslümana selam vermek, (kaba söz ve
davranışlardan kaçınıp) tatlı konuşmak, gibi davranışlar olduğunu
söylemiştir.[152]
Binaenaleyh, şer'i bir maslahat yokken
keyfi olarak yumuşaklığı bırakıp kabalık ve sertlik yolunu tutan kimse, bütün
hayır kapılarını kendine kapamış olur. Nitekim, yüce Allah, Kur'ân-ı
Keriminde:
"Allah'ın
rahmeti sebebiyledir ki sen onlara yumuşak davrandm. Eğer kaba ve katı yürekli
davransaydın, çevrenden dağılır giderlerdi."[153] diye
buyurmuştur.[154]
4810... A'meş dedi ki: Ben o (akranım
ola)nların Mus'ab b. Sa'd'ın babası (Sa'd b. Ebî Vakkas) dan rivayet ettiklerini
duyduğum; benim de ancak Peygamber'den geldiğini bildiğim bir rivayete göre;
Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Âhiret amel(ler)i dışında (kalan) her işte
teenni (elden bırakılmamalıdır.)"[155]
Açıklama
Teenni: Yavaş ve yumuşak hareket etmek
demektir. Büyüklük ve yüksekliğin ölçüsü olan pek değerli bir alışkanlıktır. Bu
huy ile ancak nefsini sabır ve sebata alıştırabilenler huylanabilirler. Bu
ahlâkı elde edebilirler.
Yavaş
yavaş, yani acele etmeksizin yapılan işe, hata ve pişmanlık yol bulamaz. Ceza
vermekte acele davranmamak, iyilik ve mükâfatta ise acele etmek gerektiği gibi,
günlük işlerde, davranışlarda, olaylarda da teenni lâzımdır.[156] Ancak,
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte de açıklandığı üzere, ahiretle ilgili olan
hayırlı işlerde yavaş davranmak söz konusu olamayacağı gibi, şer'î bir
maslahatın söz konusu olduğu yerlerde de yumuşaklık ve merhametten bahsedilemez.
İşte bunun içindir ki Resul-i zişan efendimiz: "Eğer kızım Fatıma hırsızlık
yapsaydı elini keserdim"[157]
buyurmuştur.
Vakti
gelip çatmış hayırlı bir işte de yavaş olmak söz konusu değildir. Bunun içindir
ki "Mekke'ye gitmekte acele ediniz"[158]
buyurulmuştur.
Fakat,
henüz vakti gelmeyen bir iş için acele etmek de doğru değildir. Zira, herşeyin
bir zamanı vardır. Meyveler bile olgunlaşmadan kopanlamaz. Bir işin vaktinden
önce olmasını istemek aceleciliktir, işte Hz. Peygamber'in: "Teeni Allah'dan,
acele şeytandandır."[159] mealindeki buyruğunu
böyle anlamak gerekir. Bu bakımdan kendi hür irademizle karar verip, hareket
etme yetkisine sahip olduğumuz dünyevi işlerde teenni ile ve gerektiğinde
istişare, istihare yollarından geçerek hareket lâzımdır.[160]
11. İyiliğe Teşekkür Etmek
4811...
Ebû Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber
(s.a.): "İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a şükretmez."buyurmuştur.[161]
Açıklama
Şükür: Görülen nimet ve ihsanın kadir ve
kıymetini bilip sena ve duada bulunmak demek olan şükrün, sufiyyeye ait
eserlerdeki izahı şöyledir:
"Şükür,
in'amatı mahallinde sarf etmekten ibarettir. Ulemanın şükrü kavilde, âbidlerin
şükrü fiilde, ariflerin şükrü istikamet-i ahvaldedir." Abdulkadir Geylânî,
"Fütuhü'l Gayb"da Şükür için şöyle diyor: "Şükür nimetin Allah Teâlâ'dan
olduğunu itiraf ve halka izafeyi terk eylemektir. Ne kendine, ne kol ve
kuvvetine ve ne de kesene ne de senin dışında ellerinde cereyan edenlerin
hiçbirine isnat etmemek, çünkü sen de onlar da hep o nimet için esbab, aîât ve
edevatsınızdır. Onu kısmet eden, gönderen, icad eden onunla meşgul eyliyen,
müsebbib olan Allahü azze ve celledir. Kasım O, mu'ti O, mûcid O'dur, Şükre ehak
olan O'dur. Hediyeyi getiren uşağa bakılmaz, gönderen efendiye bakılır. Bu
bakışı bilmeyenler hakkındadır ki: "Dünya hayatından sadece (görünen) dış yüzü
bilirler, ahiretten ise onlar tamamen gafildirler"[162] Duyurulmuştur. Zahirî
sebebe bakıp da ilim ve marifeti ondan ilerisine geçmiyen cahildir.
Nakıstır, aklı kısadır.
Organlar
ile şükre gelince, bütün azalan, Allah Teâlanm taatinde- tahrik ve istimal
eylemektir.."[163]
Şükrün Lügavî ve örfî olmak üzere iki
jfcisrm vardır:
a. Lügavî şükür:
Nimeti vereni verdiği nimetten dolayı tazim için yapılan iştir. Bu fiil ya
kalble olur, ya dille yahut ta diğer organlarla olur.
Ancak bu
nevî şükür, kulun Allah'a olan şükrünü ifade eder. Allah'ın kula olan şükrü ise
onun taatini kabul ederek bu taat karşılığında ona ikram ve ihsanda
bulunmasıdır.[164]
b. Örfî şükür: Allah'ın vermiş olduğu
göz kulak, gibi bedenî nimetle ve diğer nimetleri yaratılış ve veriliş gayesine
uygun olarak kullanmak ve sarf etmektir. Görüldüğü gibi, bu ve bu manadaki
şükür, lügavî manadaki şükürden daha kapsamlı ve daha genel olduğu için Allah'a
yapılan şükürlere şamil olduğu gibi kullara yapılan teşekkürlere de
şâmildir.[165]
Binaenaleyh, mevzumuzu teşkil eden hadiste
geçen "insanlara yapılan teşekkür, sözüyle kast edilen teşekkür işte bu örfi
manadaki şükürdür." İmam Kuşeyrî, meşhur Risale'sinde, şükür konusunu işlerken,
sözü kulların birbirlerine karşı teşekkürlerine, intikal ettirerek, örfî şükre
ittisal teşkil eden şu ifâdelere yer verir:
"Gözlerin
şükrü, arkadaşında gördüğün kusuru örtbas etmek, kulakların şükrü, arkadaşların
hakkında duyduğun kusur ve ayıpları gizlemek suretiyle olur."[166]
Görülüyor ki burada, mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifteki ifadeye uygun olarak kula yapılan teşekkürle Allah'a yapılan
şükür, iç içe girmiştir. Şöyle ki göz, kulların ayıplarını görmek için değil,
Allah'ın kudretinin eserlerini görmek için, yaratılmıştır. Kulak da yine böyle
kulların ayıplarını dinlemek için değil, Allah'ın emirlerini ve Allah kudretinin
eserlerine delalet eden sözleri ve gerçekleri dinlemek için yaratılmıştır. Bu
organlar, yaratılış ve veriliş gayesinde kullanıldıkları zaman, hem kullara
teşekkür edilmiş hem de Allah'a şükr edilmiş olur. Kullara bu manada teşekkür
etmeyen kimse, Allah'a şükr etse de Allah onun şükrünü kabul etmez.
Hadis-i şerifte zımnen ifade edilen diğer
bir husus da şudur ki; Allah'a teşekkür etmeyen bir kimse kullara zaten teşekkür
etmez. Etse de bu teşekkür içten değil, sadece dıştan olur.
Çünkü
teşekkür etme duygusu yapılan iyiliğin kadirini bilmeğe bağlıdır. Binaenaleyh
lütuf ve ihsanı bütün kainatı sarmış olan Allah'ın bunca lütuf ve ihsanını
kavrayamamış ve takdir edememiş olan bir insanın, kulların mecazi manadaki çok
küçük, Allah'ın ihsanlarına göre ise yok mertebesinde olan iyiliklerini takdir
etmesi düşünülemez.[167]
4812... Hz.
Enes'den (rivayet edildiğine göre); muhacirler (Hz. Peygambere):
Ey Allah'ın Rasulü Ensâr, sevabın hepsini
götürüp gittiler. (Bu hususta ne buyurursun)? diye sormuşlar da (Hz.
Peygamber):
Hayır,
onlar (in size yaptıkları iyilikler) için onlar hakkında Allah'a dua ettiğiniz
ve (sizlere yaptıkları hayırlardan dolayı) kendilerim övdüğünüz sürece, (onların
yaptıkları hayırların sevabına siz de ortak olursunuz)" buyurmuştur.[168]
Açıklama
Mekke müşriklerinin eziyet ve hakaretlerine
dayanamayarak doğmuş oldukları ana vatanlarından mallarını bırakarak
Habeşistan ve Medine gibi beldelere hicret (göç) eden, ashâb-ı kirama "muhacir"
denir.
Bütün maddi imkânlarından mahrum olarak
Medine'ye oradaki mûs-lüman kardeşlerinin yanına sığınan bu muhacirler, dünya
tarihinde görülmemiş bir ikram ve yakınlık görmüşlerdir. Medineli a.shab
tarafından, kendilerine üstün bir yardım yapıldığından bu yerli ashaba "Ensâr"
denir. Kendi evlerini misafirlere, terk etmişler, mallarını vermişler ve bu
kıymetli misafirlerini öz kardeşlerinden daha üstün tutmuşlardır.
İşte Muhacirler, gördükleri bu iyilik ve
ikrama karşı verecek bir şeyleri olmadığından ve onlara bir mukabelede
bulunamadıklarından mahcub bir vaziyette:
"Ey Allah'ın Resulü! Ensâr bütün sevablan
aldı, götürdü. Bizim halimiz ne olacak? diye üzüntüye düştüler.
Rasul-i zişari efendimiz de; bunları teskin
ve taltif için muhacirlere şu müjdeyi verdiler:
Siz,
onlara dua edersiniz, size ettikleri iyilikten dolayı onları översiniz, Allah'a
şükretmiş olursunuz. Böylece siz de sevap kazanırsınız.”[169]
Çünkü, iyilik edene teşekkürde ve duada
bulunmak, nimetin hakiki sahibinin Allah olduğu şuuruyle yapıldığı zaman Allah'a
şükür manasına gelir ki, şükür makamına kaim olur ve şükür sevabı
kazandırır.
Binaenaleyh bir önceki hadisin şerhinde de açıkladığımız gibi
nimete vasıta olan kula şükretmeyen, Allah'a da şükr etmiş olmaz ve şükür
sevabından mahrum kaldığı gibi, nimete karşı da nankörlük etmiş olur.[170]
4813... Câbir
İbn Abdullah'dan (rivayet edildiğine göre); Rasülullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Kime bir
iyilik yapılır da (bu iyiliğe iyilikle mukabelede bulunmak üzere maddi bir
imkân) bulursa hemen o iyiliği (iyilikle) karşılasın. Eğer (o iyiliğe) iyilikle
mukabele etmek için maddî bir imkân bulamazsa (kendisine yapılan) bu iyiliği
övsün. (Kendisine yapılan) bu iyiliği överi kimse onun şükrünü yerine getirmiş
olur. Bu iyiliği (kimseye söylemeyerek) gizleyen kimse de onu inkâr etmiş
olur."[171]
Ebu Davud
der ki; Bu hadisi Yahya İbn Eyyüb da Umar e İbn Gaziyye vasıtasiyle Şurahbil'
den, (Şurahbil de) Câbir'den rivayet etmiştir. (Senedde): "Kavmimden bir adam"
diye bahsedilen râviden maksat, Şurahbil'dir. Her halde (bu hadîsi ondan rivayet
eden kimseler) ondan hoşlanmadıkları için onun ismini (açıkça)
vermemişlerdir.[172]
Açıklama
Bu
hadis-i şerifte, kendisine iyilik yapılan kimsenin iyiliğin altından kalkmak
için bir imkân bulur-bulmaz, ilk fırsatta vakit geçirmeden bu iyiliğe karşılık
vermesi gerektiği, bu iyiliğe karşılık vermeğe imkân bulamaması halinde, söz
konusu iyiliğin sahibini övmesi gerektiği, aksi takdirde kendisine ikram edilen
bu nimete karşı nankörlük etmiş olacağı ifade edilmektedir.Çünkü "övmek, şükrün
başıdır" buyurulmuştur.[173] Binaenaleyh, hamd
(övme), sadece dil ile, şükür ise kalb, dil ve diğer organlarla nimet sahibinin
iyiliğini ifade etmek demek olduğuna göre hamd, şükrün bir parçasıdır. Fakat,
iyilik yapanın iyiliğini kalben takdir etmek dil ile ifade etmek gibi açık ve
meydanda olmadığından, ayrıca iyiliği diğer organlarla ifade etmek dil ile ifade
etmek kadar kesin ve belirgin olmadığından en kuvvetli şükür, dil ile yapılan
kısmıdır. Yani hamd (övme)'dir. Öyleyse övme (hamd), şükrün başıdır. Şükr
görevini yerine getirmek için kalple ve diğer organlarla yapılan şükürler,
bulunmasa bile en azından mutlaka dil ile yapılan şükrün (Hamdin) bulunması
gerekir. Bu kadar da bulunmadığı takdirde ne hamd ne de şükür bulunmamış
olacağından iyilik inkâr edilmiş olur.[174]
Bu
hadisin ravilerinden Şurahbil, büyük hadis imamları tarafından cerh (menfi bir
şekilde tenkid) edilmiştir.[175]
4814...
Hz. Câbir'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber
(s.a.): "Kime bir nimet verilir de o nimeti dile getirirse, onun şükrünü yerine
getirmiş olur. Eğer onu (kimseye söylemeyerek) gizlerse, onu inkâr etmiş
olur."[176]
Açıklama
Belâ:
Aslında imtihan ve keder anlamına gelmekle beraber, genellikle, hayır, nimet ve
şer manalarında kullanılır. Münzirî'nin açıklamasına göre, mutlak olarak
kullanıldığı zaman, şer manasına gelir. Ancak hayır ve hasenat ifade eden
kelimelerle mukayyed olarak kullanıldığı zaman hayır ve nimet manasına gelir.
"...mü'minleri güzel bir imtihanla sınamak için (bunu yaptı)...”[177] âyet-i
kerimesinde olduğu gibi.
Ebu'l Heysem'in açıklamasına göre belâ
hayırla ya da şerle denemek anlamlarına gelir. Binaenaleyh, Allah kulunun
şükrünü ortaya çıkarmak için bazan onu hayırla imtihan ettiği gibi, bazan da
sabrını ortaya çıkarmak için şerle dener. Bu denemelerin her ikisine de "belâ"
ismi verilir.
Hadis-i şerifte açıklandığı üzere, bir
kulun elinden herhangi bir nimete erişen kimse, bu nimeti kendisine eriştiren
kimseyi hayırla anmakla beraber ona teşekkür etmesi ve onu övmesi gerekir. Bu,
adabdandır. Kişi bunu yapmakla nimetin şükürünü de eda etmiş olur, aksi takdirde
nimete karşı nankörlük etmiş olur.
12. (Halkın Gelip Geçtiği) Yollarda Oturmak
4815... Ebu Said
el-Hudri'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Yollarda oturmaktan
sakınınız" buyurmuştur da (orada bulunan sahabileri:
Ey Allah'ın Resulü, oralarda oturup
konuşmamız bizim için kaçınılmaz (bir ihtiyaçtır, demişler.
Rasûlullah (s.a.)'da:
"Eğer mutlaka orada oturmamız gerekiyorsa
(oturunuz; fakat) yola da hakkını veriniz" buyurmuştur.
(Bu sefer sahabilef):
Ey Allah'ın rasulü yolun hakkı nedir? diye
sormuşlar. (Efendimiz de):
(Bakılması helâl olmayan şeylere karşı) gözleri kapamak, (gelip
geçenleri) rahatsız etmekten sakınmak, selâm almak, iyiliğe çağırıp, kötülükten
sakındırmaktır" buyurmuş.[179]
4816... Hz. Ebu Hureyre, şu (bir önceki
hadiste söz konusu edilen) hâdiseye ilaveten Peygamber (s.a.)'den (şu sözü de)
rivayet etmiştir: "(Yolun haklarından biri de yolunu şaşıranlara): yol
göstermektir."[180]
Açıklama
Bu hadis-i şerif, mecburiyet hasıl olduğu
zaman yolların hakkı olan hizmetler görülmek şartıyla yollarda oturmanın caiz
olduğunu, aksi takdirde yollarda oturmanın caiz olmadığını ifâde
etmektedir.
Hadis-i şerifte yolların hakkı, şöyle
sıralanmaktadır:
1. Gözü
bakılması haram olan şeylerden korumak. Bediüzzaman Said Nursî hazretlerinin de
ifade ettiği gibi, mânevi âlemimizden bu dünyaya açılmış pencereler durumunda
olan gözler, harama bakmakla kirlenir. Do-layısı ile manevi alemimizle bu
dünyamız arasındaki irtibatımıza gölge
düşmüş olur.
2. Gelip
geçenleri rahatsız etmekten sakınmak. Yoldan gelip geçenleri
rahatsız etmek, onlara sataşmakla
olabileceği gibi, trafiğin geçişini engellemek, insanları rahatsız edecek
şekilde yüksek sesle konuşmak, yollara kavun, karpuz v.b. kabuğu atmakla da
olur.
3. Selâm almak:
Bilindiği gibi selâm vermek sünnettir. Selam almak ise farzdır.
Her ne kadar genelde farzı işlemek sünneti
işlemekten faziletli ise de bu mevzuda sünneti işlemek farzı işlemeten daha
faziletlidir.
Aynı zamanda selamı almayan, üzerine düşen
bir farz görevini yerine getirmemiş olur. Dolayisıyle bir farz görevini terk
etmenin vebalini yüklenir.
4. İyiliğe
çağırıp kötülükten sakındırmaktır.
Yola
oturan bir kimse yolun hakkını verebilmek için mutlaka orada bu görevi yapmakla*
mükelleftir. Ulema: "İçinizden iyiliğe çağıran, kötülükten sakındıran bir ceaat
bulunsun."[181] âyet-i kerimesine dayanarak emr-i bilmaruf, nehy-i anilmünker
görevini yerine getirmenin farz-i kifaye olduğunu söylemişlerdir.[182]
Tirmizi'nin Ebu Huzeyfe (r.a.)'den rivayet
ettiği bir hadis-i şerifte ifade edildiğine göre, Resul-i Zîşan efendimiz şöyle
buyurmuşlardır: "Allah'a yemin ederim ki ya iyiliği emredip kötülükten
sakındırırsınız, yahut da Allah üzerinize, kendi katından bir azab gönderir de
sonra bir daha ettiğiniz dualar kabul edilmez."
Bu mevzu ile ilgili kitaplarda açıklandığı
üzere, genellikle yollarda karşılaşılan emr-i bilmaruf nehy-i anilmünker konusu
teşkil edecek hâdiseler şunlardır:
a. Gelip
geçenleri rahatsız edecek şekilde yolları tezgâh, yapı, yük v.s. ile işgal
etmek,
b. Yol üzerinde
hayvan boğazlamak,
c. Hayvanlara
fazla yük versek.
d. Karpuz, kavun
vb. kabuğu atmak,
e. Kanalizasyon
akıntılarını, pis su kanallarını yola tevcih etmek,
5. Yolu şaşırmış olan kimselere, yol
göstermek. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Süt veya gümüş bağışında bulunan, ya da
yol gösteren kişiye köle âzad etmiş gibi ecir vardır" buyurulmuştur.[183]
4817... İbn Huceyr el-Adevî Ömer İbn el
Hattab vasıtasıyla Peygamber (s.a)'den (şu (4815) numaralı hadiste anlatılan)
hadiseye ilaveten (şu sözleri de) rivayet etmiştir: "(Yolların haklarından biri
de oradan geçenlerden) yardıma muhtaç olan müslümanlara yardım etmeniz ve yolunu
şaşıranlara da yol göstermenizdir."[184]
Açıklama
Bu hadisin ravilerinden İbn Huceyr
el-Adevî'nin kimliği meçhuldür. Bu bakımdan hadis aslında zayıftır. Ancak (4815)
ve (4816) numaralı hadis-i şerifler tarafından te'yid edildiği için zayıflıktan
kurtulmuştur.
Hadisle
ilgili açıklama bir önceki hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum
görmüyoruz.[185]
4818... Hz.
Enes'den (şöyle) dedifği rivayet edilmiştir): Bir kadın Rasûlullah (s.a.)'e
geldi de:
Ey Allah'ın Resulü, benim sana (arz etmem
gereken) bir ihtiyacım var, dedi,
(Hz. Peygamber de) ona:
"Ey falancanın annesi! (şu) sokağın arzu
ettiğin tarafında otur. (Senin bu maruzatını dinlemek ve ihtiyacını temin etmek
üzere) seninle birlikte ben de oturacağım" buyurdu. Bunun üzerine (kadın
sokaktan arzu ettiği bir yere) oturdu (Ona yardımcı olmak gayesiyle) yanına (Hz.
Peygamber de) oturdu. Nihayet (Hz. Peygamberin yardımıyla kadın) ihtiyacını
karşıladı.
(Bu hadisi Musannif Ebu Davud'a rivayet
eden iki raviden birisi olan) İbn İsa (metinde geçen): "İhtiyacını karşıladı"
sözünü rivayet etmedi.
(Bu sözü
diğer râvi Kesir Ihtı Ubeyd rivayet eni. Ayrıca bu hadisi İbn Isa, Humeyd'den
haddesena sözüyle rivayet ettiği halde) Kesir: An Humayd an Enes tabiriyle
(muan'an olarak) rivayet etmiştir.[186]
Açıklama
Hadis-i
Şerif Hz. Peygamberin son derece mütevazi ve yardımsever olduğuna, ayrıca
mazlumların imdadına, muhtaçların yardımına koşmak gibi yolların haklarına
riayet etmek şartıyla yollarda oturmanın caiz olduğuna delâlet etmektedir.
"Yolların haklan "m bir önceki hadisin şerhinde açıkladığımız için burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[187]
4819...
Hz. Enes'den (rivayet edildiğine göre); "Bir kadının
aklında biraz (noksanlık) varmış" (Hz. Enes hadisin bundan sonraki kısmında bir
önceki hadisin) manasını (rivayet etmiş.)[188]
Açıklama
Bu hadisle ilgili hususları (4817) ve
(4818) numaralı hadislerin şerhinde açıklamıştık. Ancak sözü geçen açıklamalara
ilaveten burada şu hususları da ifade etmekte fayda görüyoruz;
"Rasûlullah (s.a.)'den fetva sormağa gelen kadın Hz. Hatice'nin
baş tarayıcısı Ümmü Züfer'di. Kadının hacetini gizli söylemek istediği
anlaşılıyordu. Onun için Peygamber (s.a.) bir yol seçmesini söyleyerek onunla
yol üzerinde konuşup fetvasını verdi. Bu yabancı bir kadınla başbaşa kalmak
manasına gelmez. Çünkü herkesin gelip geçtiği bir yol üzerinde, konuşmuştur.
Yalnız, kadın söyleyeceğini gizli söylemek istediği için sesi işitilmesin diye
insanlardan bir kaç adım uzağa çekilmiştir....[189]
Meclisin Geniş Olması
4820... Ebu Said
el Hudri'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.), şöyle
buyurmuştur:
"Meclislerin en hayırlı olanı (oturanlara
nisbetle) en geniş olanıdır."
Ebu Davud
der ki: (Senedde geçen Abdurrahman b. Ebi Amra el-Ensari'den maksat),
Abdurrahman İbn Amr İbn Ebi Amra el-Ensarî'dir.[190]
Açıklama
Hadis-i şerifte, içinde bulunan kişilerin
sayısına nisbetle daha geniş olan meclislerin, daha dar olan meclislerden daha
hayırlı olduğu ifade edilmekte ve meclislerin geniş tutulması tavsiye
edilmektedir.
Çünkü, dar ve sıkışık meclislerde kişiler
birbirlerini ellerinde olmayarak sıkıştırıp, rahatsız ederler ya da
birbirlerinden rahatsız olurlar. Her iki halde de gönül kırgınlığına sebep
olurlar.
13. Gölge İle Güneş Arasında Oturmak
4821... Hz. Ebu
Hureyre, Rasûlullah (s.a.)'m (şöyle) buyurduğunu söylemiştir:
"Biriniz
güneşte iken - Mahled (bu cümleyi) gölgede iken, diye rivayet etti - kendisinden
gölge çekilip bir kısmı güneşte bir kısmı da gölgede kalacak olursa, hemen
(oradan) kalksın (Her tarafı güneş ya da her tarafı gölge olan yere gidip oraya
otursun)."[192]
4822...
Kays (İbn Abdi Avf el Haris7 in) babasından (rivayet
edildiğne göre bir gün) Rasûlullah (s.a.), hutbe okurken bu zat gelmiş (biraz
sonra yerini yavaş yavaş gölgeye terk edecek olan) güneş(lik bir yer)e durmuş
(ve Hz. Peygamberi dinlemeye başlamış. Hz. Peygamber onu bu halde görünce biraz
sonra güneşle gölge arasında kalacağını anladığı için ona tamamen gölgeye
çekilmesini) emretmiş, o zat da (bu emre uyarak) gölgeye çekilmiştir."[193]
Açıklama
Bu hadis-i şeriflerde Rasul-i zişan
efendimizin, insanın vücudunun bir kısmım gölgeye alıp da bir
kısmını güneşte bırakmaktan nehyettiği
ifade edimektedir. Çünkü insan vücudunun bir kısmı gölgede iken bir kısmının
güneşte kalması vücudunun birbirine zıt iki müessirin etkisinde kalmasına sebep
olur. Vücut iki zıt tesir altında kalınca mizacı bozulur. Bu bozulma neticesinde
vücut sıhhatini kaybeder.
Hafız
Münzirî (4821) no'lu hadisi ravilerinden birinin kimliği belli olmadığı
gerekçesiyle tenkid etmiştir.[194]
14.Meclislerde Tek Bir Halka Teşkil Edecek Şekilde Oturmak
4823... Câbir
İbn Semüre'den; demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) bir gün mescide girdi. (Mescidde)
cemaat (ayrı ayrı) halka(lar) halinde (oturuyorlardı. Bunun üzerine:
4824... Şu (bir Önceki hadis ayrıca)
A'meş'den de (rivayet edilmiştir.) Bu rivayete göre A'meş (ya da Hz. Cabir bir
önceki hadise ilaveten şunu da) söylemiştir: (Hz. Peygamber bu sözü söylerken)
birliği seviyor (ayrılıktan) nefret ediyor (intibaını vermek istiyor)
gibiydi.[196]
Açıklama
Metinde geçen "hılak" kelimesi halka
anlamındaki"halka" kelimesinin çoğuludur.
Hadis-i şerif, bir mecliste bulunan
kişilerin birbirlerinin yüzünü görecek ve bir bütünlük teşkil edecek şekilde
oturmalarının müstehab olduğuna ve birbirlerinden kopuk ayrı cemaatler halinde
oturmalarının s a mekruh olduğuna delalet etmektedir.
Bir mecliste bulunan kişilerin
birbirlerinin yüzlerini, gözlerini görecek şekilde oturmaları ise en mükemmel
şekliyle ancak halka halinde oturmalanyla ve halkayı birbirlerine zarar
vermeyecek ve hepsini kapsayacak şekilde geniş tutmalarıyla mümkün
olur.
Halkanın teşekkül etmesiyle, bu hadisin
gereği yerine getirilmiş olursa da halkanın dar tutulması (4820) no'lu hadise
aykırı düşeceğinden hem sözü geçen hadisin hem de mevzumuzu teşkil eden
hadislerin gereğinin yerine getirilebilmesi için halkaların geniş tutulması icab
etmektedir.
Bilindiği gibi yaptığımız işlerin kalp
üzerinde, kalbimizde beslediğimiz niyyetlerimizin de fiillerimiz üzerinde
te'siri olduğundan kalıplarımızdaki ayrılığın zamanla kalplerimize sirayetinden
korkulur.
Resul-i
Zişan efendimiz de herhalde bu endişeyle ashabını meclislerde tek bir halka
oluşturacak şekilde oturmaya teşvik etmiştir.[197]
4825...
Câbir İbn Semüre'den demiştir ki: Peygamber (s.a.)'in
huzuruna vardığımızda herbirimiz (önüne) gelen (ilk boş) yere otururdu. (Yukarı
geçmek için kimseyi rahatsız etmezdi.)"[198]
Açıklama
Meclise sonradan gelen kimseler için
yapılması gereken genellikle meclisin aşağı kısımlarında olan boş yerlere
oturmak, ille de yukarıya geçmek için cemaatin üzerinden atlayarak onları
incitmekten kaçınmaktır. Bilindiği gibi kişilerin üzerinden atlamakta onları
incitme ihtimali vardır. Müslümanı incitmekse haramdır. Hz. Peygamber
sahabilerini böyle terbiye etmiş, meclis adabını onlara böyle öğretmiştir.
Müslümana düşen Hz. Peygamber'in ve onun mektebinde yetişen sahâbilerin hayatını
örnek almaktır.
İlle de
meclisin yukarısına çıkmak için cemaati yara yara ilerlemekde hem müslümanları
incitme tehlikesi, hem de nefsin hazz alması ve büyüklüğe kapılması tehlikesi
vardır.[199]
Meclisin Ortasında Oturmanın Hükmü
4826... Hz. Huzeyfe'den (rivayet
edildiğine göre); Rasûlullah (s.a.), (meclis) halka(sı)nın ortasına oturan
kimselere lanet etmiştir.[200]
Açıklama
Bu hadis-i şerifte, Hz. Peygamber'in
meclisin ortasına oturan kişilere lanet ettiği ifade edilmektedir.
Meclisin
ortasına oturan kimsenin, bu lanete müstehak ve hedef olmasının sebep ve hikmeti
meclise son gelen kimselere, mecliste ilk karşılaşılan boş yere oturmayı emreden
bir önceki hadise muhalefet etmesidir.[201]
Hattâbî
(r.a.)'e göre; bu lanete sebep olarak, bu kişinin, müslümanların ortasına
oturduğu için biribirlerini görmelerini engel olmak suretiyle onları rahatsız
etmiş olması da gösterilebilir. Hattâbî'nin bu görüşünden hareket edilince orada
bulunanları rahatsız etmeyen faziletli kişilerin meclisin ortasında
oturmalarında bir sakınca yoktur.[202]
Turpuştî ise "söz konusu lanete hedef
olanlar meclisin ortasına maskaralık için oturanlardır. Binaenaleyh böyle bir
kötü niyyet taşımadan ve cemaati rahatsız etmeden bir meclisin ortasına
oturmakta herhangi bir sakınca yoktur" demiştir.
Nitekim, Bez! yazarı da bu hadisi şerh
ederken bu görüşe yer vermiş ve Tâberâni'nin Hz. Vâsile'den naklettiği şu hadisi
de delil getirmiştir.
"Bir gün Hz. Peygamberin huzuruna
varmıştım. Hz. Peygamber saha-be-i kiramdan oluşan bir toplulukla birlikte
oturuyordu. Ben de varıp meclisin ortasına oturdum.
Bazıları bana:
Ey Vasile oradan kalk, çünkü biz orada
oturmaktan nehyedildik, dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
Vasile'yi bırakınız. Çünkü ben onu evinden
neyin çıkardığım biliyorum, buyurdu. Ben de:
Ey Allah'ın Rasülü beni evimden çıkaran
nedir? diye sordum.
Sen evinden Berr ile Şekk arasındaki farkı
öğrenmek için çıktın, buyurdu.
Ben de:
Seni hak Peygamber olarak gönderen zata
yemin olsun ki, beni evden çıkaran bu dediğin şeyden başkası değildir,
dedim.
Bunun üzerine:
Berr
nefiste yerleşen ve kalbe huzur veren şeydir. Şekk ise nefiste yerleşmeyen
şeydir, buyurdu.[203]
15. Kişinin Başka Biri İçin Yerinden Kalkması
4827... Said İbn
Ebi'l-Hasen'den demiştir ki:
(Birgün) Ebû Bekre şahitlik için yanımıza
gelmişti de bir adam ona (yer vermek için) yerinden kalktı; (fakat Hz. Ebû
Bekre) oraya oturmayı kabul etmedi ve:
Peygamber
(s.a.) bunu ve bir kimsenin (kendi gönlüyle) giydirmediği kimsenin elbisesine el
dokundurmayı yasakladı, dedi.[204]
4828... İbn Ömer (r.a.)'den demiştir
ki: Bir adam, Rasûlullah (s.a.)'in huzuruna gelmişti, (orada bulunan) Başka bir
adam da ona (yer vermek üzere) yelinden kal^. Bunun üzerine (adam kendisine
verilmek istenen) bu yere oturmak üzere (oraya doğru) yürüdü. (Fakat) Rasûlullah
(s.a.), hemen onu (oraya oturmaktan) nehyeîti.[205]
Ebu Davud
der ki: (Bu hadisi Hz. ibn Ömer'den rivayet eden) Ebü'l- Hasib'in adı Ziyadlbn
Ahdurrahmari dır.[206]
Açıklama
Bir kimsenin diğer bir kimsenin elbisesine
eliyle dokunması onu rahatsız edebilir. Özellikle kirli ellerle dokunulduğu
zaman rahatsız olacağında şüphe yoktur.
Binaenaleyh bir insanın başka bir insanın malında izinsiz olarak
tasarrufta bulunması caiz olmadığına göre[207] izni olmadan
elbisesine dokunmak da caiz olamaz. Çünkü izinsiz olarak bir kimsenin elbisesine
dokunmak bir anlamda o elbisede izinsiz olarak tasarrufta bulunmak
demektir.
Bazı çocuklar ise elbiselerine başkalarının
dokunmasından memnun olurlar. Bu gibi çocukların ve elbisesine dokunulmasından
dolayı rahatsız olmayacağı bilinen kimselerin elbisesine dokunmakta ise bir
sakınca yoktur.
Metinde geçen "kişinin, (kendi gönlüyle)
giydirmediği kimsenin elbisesi" sözüyle kasd edilen kişinin elbisesinin kendine
ait özel bir malı olduğu ve o malda başka bir kimsenin izinsiz olarak herhangi
bir tasarrufta bulunmaya hakkı olmadığıdır.
Aynı şekilde bir mecliste, bir yere oturan
kimse de muvakkaten de olsa meclise devam ettiği sürece, orada oturmaya hak
kazanmıştır.
Fıkıh ulemasının açıklamasına göre, meclise
sonradan gelen bir kimsenin kendisine gönül rızasıyla yer veren kimsenin yerine
oturması caiz olmakla beraber oturmaması daha evlâdır. Çünkü:
a. O kimse
utandığı için yerini vermiş olabilir.
b. Yerinden
kalkan kimse meclisin feyzinden ve orada konuşulan ilim ve hikmetten mahrum
edilmiş olur. Bu bakımdan da vera ve takva yönünden oraya oturmamak daha
isabetli ve ihtiyata daha uygundur. Binaenaleyh hadisteki nehy tahrim için
değil, kerâhet-i tenzihiyye içindir. Fakat yerini veren kimsenin bu işi
isteyerek yaptığından emin olunduğu takdirde bu ricasını kabul etmekte bir
sakınca yoktur.
Fakat, bir kimsenin diğer bir kimseyi
kaldırarak yerine oturması haramdır. Asla caiz değildir.
Nitekim
bu konuda: "Herhangi biriniz bir (din) kardeşini oturduğu yerden kaldırıp sonra
ortaya oturmasın" buyurulmuştur.[208]
Netice itibariyle mevzumuzu teşkil eden bu
hadis-i şerif bir anlamda; "Hayvanın ön tarafına binmeye en müstehak olan
hayvanın sahibidir"153 mealindeki hadis-i şerife benzemektedir.
Öyleyse,
meclise sonradan gelen bir müslüman başka birini yerinden kaldırıp oraya
oturmaktan sakınmalı, o meclise, önceden gelen kimseler de sonradan gelip de
oturacak yer bulamayan kimselere yanlarında yer açmalıdırlar. Bunun içindir ki
yüce Allah Kur'an-ı keriminde "Ey iman edenler, size meclislerde: Yer açın
denilince, yer açın ki Allah da size açsın, kalkın, denilince de kalkın ki Allah
içinizden iman etmiş olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle
yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır."[209]
16 Meclisinde Oturulması Tavsiye Edilen Kimseler
4829... Hz.
Enes'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
(Devamlı) Kur'ân okuyan mü'min, kokusu hoş,
tadı güzel bir portakal gibidir. (Devamlı) Kur'an okumayan bir mü'min de tadı
güzel olup da kokusu olmayan bir hurma gibidir. Kur'ân okuyan günahkâr kimse
kokusu güzel olup tadı acı olan fesleğen gibidir.
İyi
arkadaş, güzel koku satan kimse gibidir. Sana, ondan hiçbir şey isabet etmese
bile (en azından) güzel kokusu isabet eder. Kötü arkadaş da bir körükçüye
benzer. Onun ise; is ve kokusundan bir şey butaşmasa da (en azından) sana dumanı
isabet eder.[211]
4830... Şu (bir Önceki hadisin baş
tarafında yer alan) ilk cümle (leri) "(kokusu için) ve tadı acı (reyhane
gibidir)" sözüne kadar, Peygamber (s.a)'den, Hz. Ebu Musa (el Eş'arî) kanalıyla
da (rivayet edilmiştir.) İbn Muaz (yukarıdaki hadise ilaveten): "Hz. Enes biz
iyi arkadaşın misalinden bahsediyorduk'1 (cümlesini de) rivayet etti ve (sonra
bir Önceki hadisin) geriye kalan kısmını nakletti.[212]
4831... Enes İbn
Mâlik'den (rivayet edildiğine göre): Peygamber (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
"İyi
Arkadaşın benzeri..." deyip.(Hadisin bundan sonraki kısmında Hz. Enes 4829 no'lu
hadisin) bir benzerini rivayet etmiştir.[213]
Açıklama
Bu hadis-i şerif, Fatiha suresi gibi beş
vakit namazda okunması icab eden surelerden fazla olarak her gün
Kur'an-ı Kerim okumayı kendisine prensip edinen bir mü'mini kokusu hoş, tadı
güzel bir portakala benzetmektedir.
Söz konusu mü'minin tatlılığı, kalbinde
imanın kökleşip yerleşmesinden, hoş kokulu oluşu da Kur'ân okumayı i'tiyad
hâline getirip Kur'ânı sık sık okumasından, Kur'ânı okurken hem kendisini hem de
dinleyenleri huzura ve sükûnete kavuşturmasından ve aynı zamanda hem kendine hem
de, dinleyenlere sevap kazandırmasından ve Kur'âmn hikmetler hazinesinden nasib
almaya vesile olmasından kaynaklanmaktadır.
Hadiste geçen: "yakrau: okuyan" kelimesi
tekrar ifade ettiğinden biz bu kelimeyi "devamlı Kur'ân okuyan" şeklinde tercüme
ettik.
Yine, bu hadis-i şerifte sürekli Kur'ân
okumayan mü'min tadı,güzel olup da kokusu olmayan bir hurmaya benzetilmektedir.
Çünkü her ne kadar mü'min iman sahibi olarak çok tatlı ise de sürekli Kur'ân
okumadığı zaman okunan Kur'ân'ın etrafa yaydığı, hoş koku meselesindeki huzur,
huşu, ilim ve hikmet nimetlerinden mahrum kalır. Bu bakımdan tadı olup da etrafa
hoş kokular yayamayan meyvelere dönüşür. Yine bu hadis-i şerifte Kur'an-ı Kerim
okuyan âsi bir kimse kokusu güzel, tadı acı fesleğene benzetilirken Kur'ân
okumayan âsi kimse de tadı acı olup kokusu olmayan Ebu Cehil karpuzuna
benzetilmiştir.
Çünkü
isyan, neticesi itibariyle Ebu Cehil karpuzu gibi acıdır. Bu bakımdan günahkâr
bir insanın, Kur'ân-ı Kerim okuyarak etrafa Kur'ân-ı Kerimin hayat bahşeden
nurlarını, Cennet kokusunu müjdeleyen nağmelerini saçıyorsa kokusu olmayan acı,
Ebu Cehil karpuzundan farkı kalmaz. Fakat, günahkârlığıyla birlikte Kur'ân
okuyan bir kimse günahkarlığı yönüyle sevimsiz ve tatsız olmakla birlikte
okuduğu Kur'an-ı Kerimle etrafa tatlı ve huzur verici kokular neşrettiği için
tadı acı, fakat kokusu hoş fesleğene benzetilmiştir.[214]
Hadis-i
şerifte iyi arkadaş misk taşıyana, kötü arkadaş da etrafa dumanlar ve isler
saçarak çevresini sisler içerisinde bırakan körükçüye benzetilmiştir. Durum
böyle olunca is yanına varan is, misk yanına varan da misk kokacağından, iyi
arkadaş yanına varan kimsenin arkadışının iyiliğinden, kötü arkadaş yanma varan
kimsenin de arkadaşının kötülüğünden etkileneceği muhakkaktır. Öyleyse insanlar
arkadaşlarım iyi huylu kimselerden seçmelidirler.[215]
Bazı Hükümler
1. Kur'an-ı
Kerim okumanın fazileti büyüktür.
2. Kur’an-ı
Kerim okumak ve dinlemek insanlara huzur verir.
3. Ahlâklı,
mürüvvet sahibi, hayır sever, ehl-i takva, âlim ve salih kimselerle düşüp
kalkmak faziletli bir iştir. Kötülerle düşüp kalkmak ise
menedilmiştir.
4. Misk
temizdir. Satması caizdir. Bu hususda yalnız şiîler muhalefet etmiş, miskin,
necis olduğunu söylmişlerse de onların sözüne itibar yoktur. Ulemanın icmaı ve
bu hadis, onun temiz olduğuna delalet eder. Çünkü pis olsa satılmasına cevaz
verilmezdi.
5.
Misk kullanmak müstehabdır. Rasûlullah (s.a) onu
bedenine ve ba- sürer, onun en güzel koku olduğunu söylerdi.[216]
4832... Hz. Ebu
Said'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
"Mü'minden başkasıyla arkadaşlık etme, yemeğini de (Allah'dan)
korkan kimse (ler) den başkası yemesin."[217]
Açıklama
Hadis-i şerifte arkadaşlığı tavsiye edilen
mü'minmünafıklıktan ve küfür korkusundan uzak, gerçek iman sahibi
müslümanlardır. Çünkü, bunların arkadaşlığı dünyada ve âhirette insana fayda
verir. İmandan yoksun olan kimselerin arkadaşlığının akıbeti, düşmanlıktan ve
ziyandan başka bir şey değildir. Nitekim dünyada kötü insanlarla arkadaşlık
edenlerin âhiretteki hâli, Kur'ânda şöyle anlatılmaktadır.
Metinde geçen "yemeğini (AUah'dan) korkan
kimselerden başkası yemesin" cümlesi aslında "yemeğini (Allah'dan) korkan
kimselerden başkasına yedirme.!" anlamında kullanılmıştır.
Aslında insanlara ikram edilen yemek iki
çeşittir:
a. Arkadaşlık ve
dostluk için verilen yemek ziyafetleri,
b. Aç ve muhtaçları doyurmak için
verilen yemek ziyafetleri. "Yoksula, yetime ve esire onun sevgisi için yemek
yedirirler."[219]
âyet-i
kerimesinde açıklandığı üzere, muhtaç ve aç durumda olan herkese mü'min ve kâfir
ayırımı yapmadan yemek yedirmek caiz olduğundan, mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerifte, müttekillerden başkasına yedirilmemesi tavsiye edilen
yemeklerin ikinci cinsten olan yemek ikramları değil birinci cinsten olan yemek
ikramları olması gerekir.[220]
4833... Hz. Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Kişi
arkadaşının dini üzeredir. Öyleyse her biriniz kiminle arkadaşlık ettiğine (iyi)
dikkat etsin."[221]
Açıklama
Bu hadis-i şerif, inancı ve yaşayışı kitap
ve sünnete uymayan kişilerle arkadaşlıktan sakınmayı emretmekte ve bu hususta
son derecede dikkatli davranmayı ihtar etmektedir. Çünkü, bir önceki hadis-i
şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi, inancı ve ameli kitap ve sünnete aykırı
kişilerle arkadaşlık etmenin sonu hüsrandır. Şeyh Sadi Şirâzî (r.a.) bir
kıt'asında şöyle diyor:
"Bir gün hamamda dostlardan biri bana güzel
kokulu bir kil parçası verdi, kile sordum:
A mübarek sen misk misin, anber misin,
senin gönül çekici güzel kokunla mest oldum, dedim, kil bana cevap
verdi:
Ben
basbayağı bir kil idim. Lakin bir müddet gül ile arkadaş oldum, gül ile yaptığım
o arkadaşlık bana tesir etti. Onun güzel kokusu bana sindi. Yoksa ben o bildiğin
âdi toprak parçasından başka bir şey değilim."[222]
Her ne kadar Siracüddin el Kazvinî bu
hadis-i şerifin mevzu olduğunu söylemişse de İbn Hacer, Tirmizî'nin bu hadisi
hakkında "hasendir" dediğini delil getirerek bu iddayı reddetmiştir.
Celaleddin Süyûtî de Hafız Alaî'nin: "Bu hadise mevzu demek büyük
bir cehalettir" dediğini söylemiştir. Ayrıca İmam Nevevî bu hadisin is-nadlannin
sahih olduğunu söylerken, imam Ahmed, Ebu Hatem, Da-rekutnî... gibi hadis
imamları da bu hadiste bir illet olmadığını ifade etmişlerdir...[223]
4834... Hz. Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
"Ruhlar
bir araya gelmiş topluluklardır. Onlardan (bu dünyaya gelmeden önce ruhlar
âleminde) bir birleriyle taniş(ıp anlaş) anlar (bu dünyada da) anlaşırlar.
(Fakat) onlardan (bu dünyaya gelmeden önce ruhlar âleminde) tanışmayanlar (bu
dünyada da) tanış (ip anlaş) mazlar."[224]
Açıklama
İmam Nevevî (r.a.)'nin açıklamasına göre
"Ruhlar bir araya gelmiş toplu cemaatlerdir. Yahut da muhtelif nevilerden
ibarettir. Allah'ın yarattığı bir hikmete mebni olarak, onlar böyle farklı
cemaatler oluşturmuşlardır. Bazılarına göre de, Allah onları, birbirlerine uygun
vasıflarda ve huylarda yaratmıştır. Bazılarına göre aslında, Allah ruhları toplu
halde yaratmıştır. Sonra onları ait oldukları bedenlere girmek suretiyle
birbirlerinden ayrılmışlardır. Binaenaleyh, bu dünyada huyları birbirine uyan
kimseler anlaşıp bir araya gelirler. Huyları birbirlerini tutmayan kimseler
biribirleriyle anlaşmayıp, biribirle-rine ters düşerler. Hattâbî'ye göre
ruhların anlaşması, başlangıçta onların şekavet ve saadet yönünden birbirlerine
benzer halde yaratılmalarından kaynaklanmaktadır. Şaki olarak yaratılanlar
birbirleriyle anlaşırlar. Binaenaleyh ruhlar iki kısımdır Bunların cesetleri,
dünyada karşılaştıkları zaman, aynı kısımdan olan ruhları taşıyanlar anlaşırlar.
Aynı cinsten olan ruh sahipleri ise anlaşamazlar. Bir başka ifadeyle, hayırlı
ruhlar, hayırlı ruhlara, şerliler de şerlilere meylederler."
Bezi
yazarının açıklamasına göre ruhların böyle birbiriyle anlaşarak, farklı
cemaatler haline gelmeleri, dünyaya gelmelerinden önce ruhlar âleminde olmuş ve
ruh cemaatlerindeki bu farklılık, yaratılışlarındaki farklılıktan ileri
gelmiştir. Fakat ruhlar dünyaya geldikten sonra çeşitli tesirler altında kalarak
kendilerinde değişiklikler meydana gelmiş ve neticede söz konusu cemaatler
arasında karşılıklı kopmalar ve iltihaklar vuku bulmuştur.[225]
17. Münakaşanın Çirkinliği
4835...
Hz. Ebu Musa'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah
(s.a.) sahabelerinden birini (bir yere görevli olarak) gönderdiği zaman ona: "
Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz. Kolaylaşırınız, zorlaştırmayınız." diye
emredermiş.[226]
Açıklama
Hz. Peygamber, idareci olarak
görevlendirdiği sahabileri görev yerlerine gönderirken kendilerine halka devamlı
surette ümit verip, onlara nefret ettirici ve soğutucu davranışlardan kaçınmayı,
zorluk çıkarmaktan kesinlikle uzak kalmayı ve kolaylık göstermeyi, usul ittihaz
etmeyi tavsiye edermiş. Çünkü, ümit verici hareketler, dünya işlerinde
insanların şevkini, gücünü ve maneviyatını artırdığı gibi, dinî işlerinde de
Allah'ın emirlerine daha sıkı sarılıp günahtan sakınma azmini, günahkârlıktan
tevbe edip yeni bir hamle yapma ruhunu kazandırır. Bir idarecinin idaresi
altındaki insanlara, kolaylık göstermesinin de böyle müsbet tesirleri vardır.
Nefret ettirici ve zorluk çıkarıcı tutumlar ise tam aksine olumsuz, verimsiz ve
tamiri imkânsız neticeler ortaya çıkarır. Bu bakımdan cemiyette bütün
başarıların ve verimli neticelerin hareket noktasında ümit verici tutumlar
vardır. Çünkü insanları harekete geçiren en büyük güç ümit ve inançtır. Olumsuz
davranışlar ise bu ümit ve inançları yıkmaktan başka bir işe yaramaz. Ancak,
düşmanların işine yarayabilir.
Rasül-i zişan efendimiz, ümmetine böyle
müsbet davranmalarını tavsiye etmekle, alemlere rahmet için gönderilen bir
rahmet Peygamberi olduğunu isbat etmiştir.
Esasen işleri zorlaştırmaya kalbinde
eğrilik, tabiatında şiddet ve terbiyesinde noksanlık olan kimselerden başkası
yaklaşmaz. İslam terbiyesiyle edeblenmiş bir kimse, zorlaştırmayı bilmez. İşleri
engellemeye ve insanların menfaatlerine halel getirmeye çalışmaz. Bunları
yaparken de Hz. Aişe'nin şu hadisini unutmaz ve ona tabi olur:
"Rasûlulîah (s.a.) iki şey arasında muhayyer bırakılınca günah
değilse kolayını tercih ederdi. Eğer onda bir günah varsa ondan en fazla o
kaçardı. Rasûlulîah (s.a.) Allah'ın haram kıldığı şeyler çiğnenince, Allah için
intikam almanın dışında kendisi için asla intikam almamıştır"[227]
Metinde geçen "zorluk çıkarmayın" cümlesi
üzerinde şöyle bir soru akla gelebilir: "Bir şeyin emredilmesi o şeyin zıddının
haram olduğunu gösterir. Şu halde kolaylık gösterilmesi emredildikten sonra, bir
de "güç-Ieştirmeyin" buyurulmasının faydası nedir?"
Bu suale allâme Aynî şu cevabı veriyor:
"Biz bu kaideyi teslim etmiyoruz. Etsek bile burada maksat, zımnen lâzım gelen
mananın te'kîd için sarahatle irade edilmesidir. Zira, yalnız "kolaylaştırın"
buyursa idi, ne-kire olan bu emir, bir defa kolaylık gösterip ekseri hallerde
güçlük çıkaran kimseye de uygun düşerdi. Fakat "güçleştirmeyin" buyurunca artık
bütün hallerde güçleştirmenin her yönü ile kaldırıldığı anlaşılmıştır. "Nefret
ettirmeyin" ifâdesinde de hal böyledir.
"Siyak-i nefide gelen nekireler umum ifade
ederler. Binaenaleyh burada sadece "güçleştirmeyin", "nefret ettirmeyin"
buyurmak yeterdi, denilirse şöyle cevap verilir: Güçleştirmenin
kaldırılmasından, kolaylaştırmanın sübut bulması lazım gelmediği gibi, nefret
ettirmekten de kolaylaştırmak lâzım gelmez. İşte bu zıd manalı sözler, bunun
için bir araya getirilmişlerdir. Makamda izah icab eder, zira va'z ve irşada
benzemektedir. Mana şudur:
"İnsanlara yahut mü'minlere Allah'ın fadl-u
keremini, sevabım, ihsanının çokluğunu, rahmetin genişliğini
müjdeleyin."
"Nefret
ettirmeyin" cümlesinin manası da şöyledir: Yani muhtelif vâ-îd ve korkutucu emir
ve nehiyleri söyleyip şiddet göstermeyin ki, yeni müslüman olanlar, buluğ çağına
yaklaşan çocuklar ve günahlarından tev-be etmiş bulunan âsiler İslama
yatışsınlar. Bunları lütf-u müJâyemetle, yavaş yavaş ibâdetlere alıştırın.
Nitekim, İslâmiyetin ilk zamanlarında bu tedrice riâyet olunuyordu. Çünkü yeni
müslüman olan bir kimseye gösterilen kolaylık, onun dine ısınmasına ve neşatmın
artmasına sebep oluyordu. Şiddet gösterilmiş olsa ya dini kabul etmez yahut
dînde sebat göstermeyip dönebilirdi...[228]
Bazı Hükümler
1. Cemaata
Allah'ın lütf-u kereminden,sevabının çokluğundan, ihsanının genişliğinden
bahsederek onları dîne ısındırmak gerekir. Allah'ın tebşirâtını söylemeyip sırf
azabından bahisle onları korkutmak bilhassa yeni muslu-man olanlar karşısında
zararlı ve memnu bir harekettir.
2. Bir işte söz sahibi olanlar daima
rıf ü" mülayemetle muamele etmeli, ortak iş yürütenler birbirleri ile uyuşup
anlaşmalıdır. Velevki fazilet sahibi insanlar olsun, çünkü hatırlatma mü'minler
için faydadan hâli değil.[229]
4836... Es-Saib'den demiştir ki: "Ben (birgün) Peygamber (s.a.)'in
huzuruna varmıştım, (Orada bulunan sahabiler) beni medhetmeye ve benden
bahsetmeye başladılar. Bunun üzerine Rasûlulîah (s.a.)
Ben onu sizden daha çok bilirim, buyurdu.
Ben de:
Doğru
söyledin (ey Allah'ın Resulü)! Annem babarn sana feda olsun. (Gerçekten) sen
(cahiliyye döneminde) benim ortağımdın (hem de) ne güzel ortak! (Bana) ne
muhalefet ederdin ne de (benimle) çekişirdin" dedim.[230]
Açıklama
Râvi Saib'le Hz. Peygamberin ortaklığının,
Hz. peygamberin ticaret için çıktığı Şam seferinde olması ihtimali oldukça
kuvvetli görünmektedir.
Hadis-i şerif Resul-i zişân efendimizin
kendisine Peygamberlik verilmeden önceki dönemlerde de yüksek bir ahlâk sahibi
olduğuna delâlet etmektedir.
Hafız İbn Hacer'in İsabe'de açıkladığına
göre Es-Saib İbn Ebi's-Saib'in asıl adı Sayfî'dir. Abdullah İbn es-Saib'in
babasıdır. Kendisinden
Ebu Davud ve Neseî, Mücahid, Kaidü's-Saib,
Sâib kanalıyla hadis rivayet etmişlerdir. İbn Ebu Şeybe'nin Yunus İbn Habbâb
yoluyla müca-hid'den rivayet ettiği bir hadis şöyledir: "Ben Saib'i elinden
tutup gezdirirdim. (Gözleri göremediği için) bana:
Ey Mücâhid, güneş batıya kaydı mı? diye
sorardı. Ben
Münzirî'nin açıklamasına göre ise bazıları
bu Saib'in Hz. Zübeyr İbn Avvâm tarafından Bedir savaşında kâfir olarak
öldürüldüğünü söylemiş- . lerdir. Bazıları da onun iyi bir müslüman olduğunu
söylemektedirler. Ki itimada lâyık olan da budur.
Bu hadisin isnadi hakkında da çeşitli
görüşler vardır. Ebu Ömer en Nemrî'ye göre bu hadis gerçekten muzdaribdir.
Bazılarına göre, bu hadisi es-Saib İbn es-Sâib rivayet etmiştir. Bazılarına göre
de Abdullah İbn es-Saib rivayet etmiştir. İşte bu izdırab yüzünden hadis hüccet
olma vasıfinı kaybetmektedir.
18. Konuşurken Takib Edilmesi Uygun Yol
4837... (Yusuf
İbn Abdullah İbn Selâm'ın) babasından (şöyle) dedi(ği rivayet
edilmiştir):
Rasûlullah (s.a.) (sahabileriyle) sohbete oturduğu zaman gözünü
sık sık semaya (doğru) kaldırıp baka)rmış.[233]
Açıklama
Bezlü'l Mechud yazarının açıklamasına göre
Hz.peygamberin sahâbileri ile sohbet ederken gözlen ile devamlı semayı yoklayıp
durmasının sebebi her ân yeni bir vahyin gelmesini beklemekte olmasındandır.
Çünkü onun esas görevi Peygamberlik olduğundan gerek diğer işleri gerekse halk
ile sohbetleri ona asla esas görevini unutturmaz, her an için esas görevi olan
Peygamberlik vazifesini en mükemmel şekilde yerine getirmenin heyecan ve
titizliği içerisinde bulunurdu.
Bir
mü'mine yakışan da her an mü'min olmanın şuurunu taşımak, her yerde ve her
işinde Allah'a olan kulluk borcunu yerine getirmek olmalı. Dostlarıyla sohbeti
ve diğer işleri ona kulluk görevini unutturmamalı. Bu şuur onda tabiat hâline
gelmelidir.[234]
4838... Câbir
İbn Abdullah (şöyle) demiştir:
Açıklama
Bu hadis-i şerif Hz. Peygamberin kısa,
manası anlaşılır sözlerle konuşup muğlak ve mübhem kelimelerle konuşarak
dinleyenleri yormaktan kaçındığını, konuşurken aceleci olmaktan uzak ve son
derece rahat olduğunu ifade etmektedir. Nitekim bir sonraki hadisin şerhinde
açıklanacaktır.
Münzirî'nin açıklamasına göre bu hadisi Hz. Cabir'den rivayet eden
râvi'nin kimliği meçhul olduğundan hadis zayıftır.[236]
4839... Âişe
(r.anha)'dan demiştir ki:
"Rasûlullah (s.a.) (gayet) açık ve tane tane konuşurdu. Kendisini
her dinleyen konuşmasını (rahatlıkla) anlayabilirdi."[237]
Açıklama
Bilindiği gibi iyi bir hatîpden beklenen
anlatacağı konuyu rahat, mu'tedil, bir konuşma şekliyle anlat-masıdir.
Konuşurken, takib edilemeyecek derecede hızlı ve acele konuşan hatipler,
dinleyenlerine fazla bir şey veremezler. Sözlerin doğru ve haklı, kendilerinin
samimi ve bilgili olması neticeyi fazla değiştirmez. Dinleyici için acele
yapılan bir konuşmada fikirler arasındaki bağ kopar.
Her
hususta olduğu gibi konuşma mevzuunda da en güzel örnek Resül-i zişan
efendimizdir. Bu bakımdan tebliğ ve irşad görevini yüklenen kişilerin başarılan
da Hz. Peygamber'in bu mevzuda takib ettiği konuşma üslubunu örnek almalarına
bağlıdır.[238]
4840... Hz. Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
Ebû Davud
der ki; Bu hadisi Yunus ile Ukayl, Şuayb ve Said b. Abdü-laziz ez-Zühıi
vasıtasiyle Peygamber (s.a.)'den mürsel olarak rivayet etmişlerdir.[240]
Açıklama
Hamd, lügatte irade ve ihtiyar ile yapılan
güzel bir şeyin güzelliğini -tazim maksadıyla- tavsif etmektir. Buna göre bir
hamdın hamd olabilmesi için şu üç unsurun bulunması gerekir:
a. Övgüye konu
olan ihtiyari güzellik (el mahmûdü aleyh),
b. İrade ve
ihtiyarla yapılan güzel işi övmek için sarf edilen sözler (el mahmûdü
bih),
c. Övgünün tazim
maksadıyla yapılmış olması.
Binaenaleyh lügavî hamd, sadece dille
yapılır, nimetler karşılığında yapılan övgülere hamd denebileceği gibi, nimet
karşılığında olmayan övgülere de hamd denebilir.
Ayrıca
bir güzelliği tasvir için kullanılan kötüleyici ve aşağılayıcı sözlere lügatta
hamd demlemeyeceği gibi, bir çirkinliği övmek için kullanılan medhedici sözlere
de hamd denilemez. Tarifte geçen "irade ve ihtiyar iîe yapilan"ifadesinin
yaratıklarda bulunan kendi iradeleri dışındaki güzellikler için yapılan övgüleri
dışarda bırakması, bu tür güzellikler ve iyilikler karşısında yaratıklar için
yapılan övgülerin hamd olmadığına delalet eder.[241]
Kavlî hamd: Cenab-ı Hakki, Peygamberlerinin
dilinden kendini medh ettiği gibi methetmektir.
Fiilî hamd: Allah'ın rızasını dileyerek
bedenî ameller yapmaktır.
Hâlî hamd: Kalp ve ruhla yapılan
hamdlerdir.
İlmî ve amelî kemâlat ile mücehhez olmak ve
Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmak gibi.
Örfî
hamd: Nimeti verene tazim bildiren bir hamddir. Dil ile olabileceği gibi kalb
ile ve diğer organlarla da olabilir.[242]
Şükr, nimet karşılığında, elle, dille veya
kalple yapılan iyiliktir.
Lügâvî şükür, bir nimetten dolayı, tazim ve
tebcil için dille kalple yada diğer organlarla yapılan medihtir.
Örfi şükür de kulun, Allah tarafından
kendisine verilen bütün nimetleri Allah yolunda sarf etmesidir.
Öyleyse lügavî şükür, ile örfî şükür
arasında umum-husus mutlak farkı olduğu gibi örfî hamd ile örfî şükür arasında
da yine umum-husus mutlak farkı vardır.
Lügâvî hamd ile örfî hamd arasında ise
umum-husus minvechin farkı olduğu gibi lügâvî hamd ile lügavî şükür arasında da
aynı fark vardır.
Örfî hamd ile örfî şükür arasında ise
umum-husus mutlak farkı olduğu gibi örfî şükür ile lügavi hamd arasında da
umum-husus minvech farkı vardır.
Mevzumuzu, teşkil-erfen bu hadis-i şerif, bir işe besmele ya da
hamdele gibi, Allah'ın ismini ihtiva eden kelimelerle başlanmasının sünnet
olduğuna ve böyle bir zikirle başlanmayan işlerin bereketsiz ve sonuçsuz
kalacağına delalet etmektedir.[245]
19. Hutbe
4841... Hz. Ebu
Hureyre'den demiştir ki:
Açıklama
Bilindiği gibi teşehhüd: "Eşhedü en lâ
ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abdühû ve Rasûlühü" cümlesini okumaktan
ibarettir. Turpuştî bu görüştedir.
Hadis-i şerifte içerisinde teşehhüd
bulunmayan, yani teşehhüdle başlanmış olmayan bir hutbenin eli olmayan bir
insanın, vücudundaki eksiklik kadar eksik olduğu ifade edilmektedir.
Eli olmayan bir insan, yaşayıp hayatını
devam ettirebildiği gibi içinde teşehhüd bulunmayan bir hutbe de sıhhatini
kaybetmez. Şahinliğini korur, fasit olmaz. Fakat faziletini ve kemalini
kaybeder.
Bu sebeble Hanefi uleması teşehhüdü cuma
hutbesinin sıhhatinin şartlarından değil, sünnetlerinden
saymışlardır.
Hanefi ulemâsından Aliyyü'l-Kari'ye göre
hadis-i şerifte "teşehhüd" kelimesiyle kasd edilen Allah'a hamd-ü senadan
ibarettir.
Sindî ise bu hadisi açıklarken şöyle
diyor:
Bazı âlimler hadisteki hamdetmeyi, Allah'ın
adını anmakla yorumlamışlardır. Çünkü bazı rivayetlerde "besmele ile başlanmayan
işlerin noksan veya bereketsiz" olduğu bildirilirken bir kısım rivayetlerde de
"Allah adı" ile başlanmayan her şeyin noksan veya bereketsiz olduğu
bildirilmiştir. Bütün bu rivayetlerin arasını bulmak için "Allah tealayı"
anmadan başlanan her iş noksan ve bereketsiz kalmaya mahkumdur" şeklinde bir
yorum yapmak en uygun olanıdır.
Bu babdaki hadisler, nikâh akdinin ve diğer
önemli işlerin başında hutbe okumanın müstehablığına delâlet ederler. Çünkü
yukarıdaki metin ve meali verilen hutbede Allah'a hamdetmek, O'ndan yardım ve
mağfiret dilemek, serlerden ona sığınmak, kelime-i şehadet ve daha başka
meziyetler ve hayırlar toplanmış durumdadır. Böyle meziyetleri içine alan bir
zikir manzumesi ile başlanılan işler bereketli ve tam olur. Bunsuz yapılan
işler, ise bereketsiz ve noksan olur. Zira Peygamber (s.a)'in tavsiyesine riayet
edilmemiş olur.
Tirmizî'de bildirildiği gibi hutbesiz
kıyılan nikâh akdi, bazı âlimlerce caiz sayılmıştır. Süfyan-i Sevri ve başka
âlimler böyle demişlerdir. Çünkü Ebu Davud ve Beyhakî'nin rivayet ettiklerine
göre, Beni Süleym kabilesinden (Abbâd isimli) bir adam (r.a.) şöyle
demiştir:
"Ben Abdulmuttalibin kızı Ümame (r.anha)
ile evlenmek istediğimi Peygamber (s.a.)'e arz ettim. O da hutbe olmaksızın
nikâhımızı akdetti."
Zahiriyye mezhebine mensup âlimler nikah
akdi için hutbe okumanın vacibliğine hükmetmişlerdir.
Besmele hakkında gelen hadisler, dört
kısımdır:
1. Besmelenin;
"Bismillarirrahmanirrahim" şeklinde çekileceğini ifade eden hadisler;
a. “Bir
tehlikeye düştüğün zaman Bismillahirrahmanirrahim de" mealindeki İbn Sinnî'nin
Amelü'I Yevmi ve'Heyleti" isimli eserinde merfıı olarak zikrettiği Ali (r.a.)
hadisi.
b. Yine İbn
Sinnî'nin Osman b. Affan'dan rivayet ettiği: "Ben (birgün) hastalanmıştım,
Rasûlullah (s.a.) bana rukye yapardı. Bir defa rukiye yaparken;
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla!
Yakalanmış olduğun hastalığın şerrinden tek ve ihtiyaçsız olan, doğurmayan
doğmayan ve hiçbir dengi bulunmayan Allah'ın seni korumasını dilerim; diye dua
etti ve gitmek üzere ayağa kalktığı zaman da
Ey Osman!
Bu kelimelerle Allah'a sığın. Sığınmak için bunun bir benzerini daha bulamazsın,
buyurdu." mealindeki Osman İbn Affan hadisi.[248]
c. Ebu Hüreyre
(r.a.)nin arkasında namaz kıldım. Önce - Bismillahirrahmanirrahim- dedi. Sonra
Fatiha'yı veîeddalîne kadar okudu.
2. Besmelenin
sadece "Bismillah" sözünü söylemekle yerine getirilmiş olacağını ifade eden
hadisler:
a. Yemeğini Önüne koyduğum zaman,
Rasûlullah (s.a)'in: "Bismillah" dediğini ve yemekten sonra da: "Allahım,
yedirdin, içirdin, zengin ettin, razı ettin, hidâyet ettin ve iyilik ettin.
Verdiklerin üzerine sana hamd olsun" dediğini işitiyordum"[250] hadis-i
şerifi. İmam Nevevî bu hadisin hasen bir isnad ile rivayet edilmiş olduğunu
söylüyor.
c. Hz.
Peygamber, Usame b. Umeyr'e şöyle dedi:
Böyle
deme çünkü (böyle dediğin zaman) şeytan büyür, büyür dev kadar olur. Fakat
"Bismillah" de (böyle dediğin zaman şeytan) küçülür küçülür de sinek gibi
kalır."[252]
3. Besmelenin
"bismillah" kelimesiyle birlikte ona ilave edilen bazı kelimeleri de okumakla
yerine getirilmiş olabileceğini ifade eden hadisler:
a. "Ölülerinizi kabre koyduğunuz zaman
:bismillahi ve alâ milleti ResûHIlahi' deyiniz."[253] mealindeki Hz. îbn
Ömer Hadisi.
b. "Her kim, her günün sabahında ve her
gecenin akşamında; "BismillahiIIezi lâ yedurru mea ismihi şey'ün fi'I-erdı velâ
fissemâi ve hüvvessemiü'Iralîm, derse..."[254] mealindeki Osman
(r.a.) hadisi.
c. "Bir kimse ailesine yaklaşacağı
zaman "Bismillahi Allahümme cennibneşşeytane ve cennibişşeytane mâ rezektane"
derse..."[255] mealindeki İbn Abbâs (r.a.) hadisi.
d. "Peygamber (s.a.) iki beyaz ve
boynuzlu koçu kendi eliyle kesti. Besmele çekti ve tekbir getirdi. (Onu bu koçu
keserken) ayağını (koçun) boynuzlan üzerine koyup, "bismillahi vellahü ekber,"
derken gördüm"[256] mealindeki Hz. Enes
hadisi.
4.
"Bismillahirrahmanirrahim" kelimelerini söylemeden sadece "Allah" ismini zikirle
besmelenin getirilmiş olacağına delalet eden hadisler:
b. "Abdesti olmayanın namazı yoktur.
Abdest alırken Allah'ın ismini anmayanm da abdesti yoktur."[258]
c. "Geceleyin, köpek havlaması ve eşek
anırması işitecek olursanız, şeytandan Allah'a sığınınız ve Allah'ın ismini
anınız"[259] mealindeki Hz. Cabir hadisi gibi.
Bütün bu rivayetlerden anlaşılıyor ki
Besmele'nin "Bismillahirrahmanirrahim" kelimelerini söylemekle
gerçekleşebileceğini ifade eden rivayetlerde söz konusu edilen işlerde, sünnet
ancak bu kelimeleri eksiksiz olarak okumakla yerine getirilmiş olur. Sadece
"bismillah" veya "Bismillahirrahman" kelimeleriyle yetinmekle sünnet yerine
getirilmiş olmaz.
Besmele'nin; "bismillah" sözüyle
gerçekleşebileceğini ifade eden rivayetlerde söz konusu edilen işlerde ise,
sünnetin sadece; "bismillah" kelimesini söylemekle yerine getirilmiş olacağı
gibi "bismillahirrahmanirrahim" kelimelerini tam olarak okumakla da yerine
getirilmiş olur. Çünkü söz konusu işler de: "Bismillahirrahmanirrahim sözü ile
başlanmayan her önemli işin sonu kesiktir" mealindeki hadis-i şerifin genel
hükmü içerisine girerler.
Binaenaleyh bu gibi işlere
"bismillahirrahmanirrahim" kelimelerini tam olarak okumanın bid'ar olacağını
söyleyen kimselerin bu iddialarının bir değeri yoktur.
El-İhtiyaratü'I İlmiyye isimli eserde
açıklandığı üzere, Şeyh İbn Teymiyye, yemeğe başlarken
"bismillahirrahmanirrahim" demenin sadece "bismillah" demeden daha faziletli
olduğunu, fakat kurban keserkenki durumun ise bunun aksine olduğunu
söylemiştir.
Besmelenin "bismillah" lafzı ile
"Errahmanirrahîm" sözlerinin dışında ona ilave edilen lafızları okumakla
gerçekleşebileceğini ifade eden rivayetlerde söz konusu edilen işlerde ise
sünnet olan "bismillah" sözüyle "Errahmanirrahim" sözünün dışındaki bir ziyâdeyi
beraberce okumaktır. Çünkü bismillah sözüyle bu ziyâdenin toplamı bir duadır ve
zikirdir. Hz. Peygamberden gelen bir duaya veya zikre kimsenin birşeyler ilâve
etme yetkisi yoktur. Binaenaleyh Kurban keserken "bismillahi Allahü ekber"
denileceği rivayet edilmişken hiçbir kimsenin "Bismillahirrahmanir-rahim Allahü
ekber" demeye salahiyeti yoktur.
Sadece Allah'ın ismini anmakla besmelenin
çekilmiş olacağını ifade eden rivayetlerde söz konusu edilen işlerde ise
"Bismillahirrahmanirrahim" demek daha faziletlidir. Çünkü:
1. Bu gibi
yerlerde "bismillahirrahmanirrahim" diyen kimse Allah'ın ismini anmış olacağı
için Allah'ın ismini amnanın sevabını kazanmış olacağı ve bu görevi yerine
getirmiş sayılacağı gibi, aynı zamanda "Bismillahirrahmanirrahim" sözünü
söylemenin faziletini de eksiksiz olarak kazanmış olur.
2.
"Bismillahirrahmanirrahim" sözünü söyleyen kimsenin, Allah'ın ismini anmış
olacağında şüphe yoktur. Fakat eğer "Allah ismini anmak" sözüyle kast edilen
"Bismillahirrahmanirrahim" sözünü söylemek ise ve kişi de sadece "Allah, Rabb,
Hâlık" gibi Allah'ın isimlerinden sadece birini anmakla yetinirse o zaman
görevini eksiksiz olarak yerine getirmiş olamaz.
3.
Allah'ın ismini anma emrinin: "Başında besmele
çekilmeyen her önemli işin sonu kesiktir" hadisinin genel hükmünün şümulü
içerisine girdiği düşünülürse, söz konusu yerde de "bismillahirrahmanirrahim"
sözünü söylemenin daha faziletli ve isabetli olacağı anlaşılır.[260]
20. İnsanları Toplumda Layık Oldukları Yere Oturtmak
4842... Meymun
İbn Ebi Şebib'den (rivayet edildiğine göre bir gün) Hz. Aişe (r.anhâ)'ya bir
dilenci uğramış da o dilenciye bir (ekmek) parçacı) vermiş .(Daha sonra) yanına
üzerinde bir elbise ve iyilik alameti bulunan bir kimse daha uğramış. Bunun
üzerine o adamı (layık olduğu bir yere) oturtmuş (ve kendisine bir takım
yiyecekler ikram etmiş, adam da kendisine ikram edilen yiyecekleri) yemiş. (Daha
sonra oradan uzaklaşıp gitmiş. Adam oradan ayrılınca) bu durum Hz. Aişe'ye
sorulmuş (Hz. Aişe de):
Rasûlullah (s.a.): "İnsanları (layık oldukları) makamlarına
oturtunuz" buyurdu. Cevabını vermiş.[261]
Açıklama
Bu
hadis-i şerif, fazilet sahibi insanları toplumda layık oldukları mevkiye
getirmekte kusur etmemeyi emr etmektedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerimde de: "Her ilim
sahibinin üstünde daha âlim biri vardır."[263]
Duyurulmuştur.
Münâvi'nin açıklamasına göre mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerif "herkese dindarlığına, ilmine, irfanına ve şerefine
uygun şekilde muamelede ve hürmette bulunmayı emretmektedir."
Hadisteki
bu emr, bütün fertleri muhatap almış olabileceği gibi sadece idarecileri muhatap
almış da olabilir.[264] Binaenaleyh İslam,
insanları toplumda layık oldukları yere oturtmuştur.
İnsanları layık oldukları yere koymak,
onların kıymetlerini bilmek, âlimlere ve ilmiyle âmil olan hafızlara, ileri
görüşlü, akıllı kimselere, sanat ve marifet erbabına, kısacası tüm hizmet ehline
ve fazilet sahibi olanlara öncelik tanımak, onlara layık oldukları değeri vermek
gerekir.
Bilindiği gi'bi, âlimlerin İslam toplumunda
çok yüksek bir makamı vardır. Hadis-i şerifler, onlara meclislerde saygı
gösterilmesi ve Öncelik tanınması için imamlığı onlara vermiştir.
"insanlara Allah'ın kitabını, en iyi okuyanlar imamlık yapar,
kı-raatta eşit iseler, sünneti en iyi bilenleri, sünnette de eşit iseler, önce
hicret edenleri, hicrette de eşit iseler, en yaşlıları imamlık eder. Birisi,
diğerine ait yerde izinsiz olarak imamlık yapmasın; ona saygı için oturduğu yere
oturmasın."[265]
"İhtiyar
müslümana, Kur'an tilavetini terk etmeyip onunla amel eden hafıza ve adaletli
devlet reisine ikram, Allah'a saygı göstermekten sayılır."[266]
Rasûlullah (s.a.) Ühud şehitlerini ikişer
ikişer dem ederlerken soruyordu:
"Hangisi
daha çok Kur'ân ezberliyordu? Birine işaret edilince onu kabre koymada öncelik
tanıyordu."[267]
Rasûlullah (s.a.)'ın insanları layık
oldukları yere koymak hususunda, namazdan önce safları düzeltirken buyurduğu şu
hadiste O'nun öğütlerinden biridir:
"Benim arkama faziletlileriniz
dursun."
Bu öğüdün, mana yüklü hikmetli birçok yönü
vardır.
Bunların birincisi insanları bulunduğu yer
ve rütbelerine göre tasnif etmektir. Görüş sahibi insanların namazda Peygamber
(s.a.)'in arkasında bulunması onların müslümanlann çeşitli işlerinde aday
gösterildiğine bir işarettir.
Her birinin imkân, kudret ve ihtisasına
göre onları müslümanlann çeşitli işlerini yürütmeye aday
göstemıektir.
Bu yüzden Hasan'ın, babasından rivayet
ettiği gibi, Rasûlullah (s.a.) fazilet sahiplerini dindeki üstünlük derecelerine
göre saygıda ve payda tercih eder, Öne alırdı.
Her
kavmin büyüğüne ikramda bulunur ve onu kavmin reisi tayin ederdi. Rasûlullah
(s.a.)'in meclisi, mü'minlerin ileri gelen adalet sahipleri ve takva cihetiyle
birbirlerine üstünlüğü olan adil mü'minlerle doluydu. Bu seçkin insanlar,
birbirlerini ancak, takva ile üstün görürler, büyüklere hür-met eder, küçüklere
şefkat gösterirlerdi.[268]
Her ne
kadar Musannif Ebû Davud, mevzûmuzu teşkil eden bu hadisi Hz. Aişe'den rivayet
ettiği söylenen Meymun İbn Ebu Şebib'in gerçekte Hzi Aişe'ye yetişmediğini
söylüyorsa da İmam Nevevî musannifin bu görüşünü doğrulayan hiçbir delilin
bulunmadığım söylemiştir.[269]
4843... Ebu Musa
el Eş'arî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Muhakkak
ki ihtiyar müslümana, Kur'âni terk etmeyen ve yasaklarını çiğnemeyen Kur'ân
hafızlarına ve adaletli devlet başkanına hürmet etmek, Allah'a
saygıdandır."[270]
Açıklama
Bu hadis-i şerif, Tirmizî'de: "Bir genç bir
ihtiyara, ihtiyarlığından dolayı hürmet etti mi, Allah teala da ona bir mükâfat
olmak üzere ihtiyarlığı çağında kendisine hürmet edecek bir kimseyi mutlaka
yaratır" anlamına gelen lafızla rivayet edilmiştir.
21. İki Kışı Arasına İzinleri Olmadan Oturmanın Hükmü
4844... Amr b.
Şuayb'den (ya da dedesinden rivayet edildiğine göre) Rasûlullah
(s.a.):
4845.... Abdullah İbn Amr'den (rivayet
edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "İzinleri olmadıkça
(aralarına oturmak suretiyle) iki kişinin arasını ayırmak hiçbir kimse için
helâl değildir."[273]
Açıklama
Bu hadis-i şerifler, aralarında genişçe bir
açıklık kalmayacak şekilde, birbirlerine yakınca oturan iki kişi arasına
izinleri olmadıkça bir üçüncü şahsın oturmasının caiz olmadığını ifade
etmektedir.
Çünkü böyle birbirlerine yakın oturan iki
kişinin arasına girmek, onların yerlerinin daralmasına ve bu yüzden de rahatsız
olmalarına sebep olur. Müslümanı rahatsız etmekse haramdır. Bu sebeple onların
izni olmadan aralarına girmek caiz değildir.
Birbirlerine böyle yakın bir şekilde oturan
kişilerin aralarında sıkı bir arkadaşlık bağı ya da konuşacakları bir sırlan
vardır. Aralarına üçüncü bir şahsın girmesi onların bu mahrem olan sohbetlerine
engel olacağı için onları rahatsız edeceğinde şüphe yoktur.
Binaenaleyh böyle birbirlerine yakın olarak oturan iki arkadaşın
aralarına oturarak onları rahatsız etmek, haram olduğundan bir meclise varıldığı
zaman öyle birbirlerine yakın oturan iki kişinin arasına oturmaktan son derece
kaçınmak icab eder. Bu kural İslâm muaşeret kurallarından biridir.[274]
22. Kişinin Oturması
4846... Ebu Said
el-Hııdrî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) oturduğu zaman
kalçaları üzerine oturarak dizlerini dikip el(ler)ini önden
bağlarmış.
Ebu Davud
der ki: Abdullah ibn İbrahim, rivayet(!er)i kendisinden daha sağlam ravilere ve
kendisi gibi olan ravilere aykırı düşen bir râvidir.[275]
4847.... Kayle bint Mahreme, Peygamber
(s.a.)'i kalçaları üzerine oturup dizlerini dikerek ellerini önden kavuşturmuş
bir halde otururken gördüğünü söylemiş (ve şöyle demiştir:) Rasûlullah (s.a.)'i
(böyle) mütevazı bir halde otururken görünce korkudan bana bir titreme
geldi.[276]
Açıklama
Bu
hadis-i şerifler dizleri dikip elleri kavuşturarak öne eğilmiş bir halde
oturmanın caiz olduğuna deaâlet etmektedir.[277]
Mekruh Olan Oturuş
4848... Şerid
İbn Süveyd'den demiştir ki:
"Ben (birgün) sol elimi arkama koymuş ve
(sağ) elimin ayasına dayanmış bir halde, şu şekilde otururken, Rasûlullah (s.a.)
yanıma uğradı ve:
Açıklama
Her ne
kadar müfessirler Fatiha suresinde geçen:"el-mağdûbu aleyhim; üzerlerine azab
edilen kimseler" sözüyle kasd edilen kimselerin yahudiler olduğunu söylemişlerse
de[279] mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif, söz konusu kelimelerle
kasd edilenlerin sadece Yahudiler veya tüm kâfirlerden ibaret olmayıp edeb ve
erkâna değer vermeyen oturuş ve kalkışında kibir ve ucub kokan kimselerin de
Allah'ın gazab ettiği kimselerden olduğunu ifade etmektedir.[280] İşte
oturuşunda edeb ve erkân dinlemeyen, kurula kurula, dört tarafına gerile gerile,
sağına soluna dayana dayana oturan kimseler, bu tutumlarıyla içlerinde
taşıdıkları kibir, büyüklük duygularını ortaya sermiş, bu duygularından
kaynaklanan adetlerini sergilemiş ve Allah'ın gazabını hakketmiş
olurlar.[281]
23. Yatsıdan Sonra Sohbet Etmek Yasaklanmıştır
4849... Ebû
Berze (r.a.) dedi ki:
"Rasûlullah (s.a.) yatsı namazından önce (yatıp) uyumaktan da
ondan sonra (oturup) konuşmaktan da nehyederdi."[282]
Açıklama
Yatsı namazından önce uyumak, tenzihen
mekruhtur çun]Cy uyduya dalarak yatsı namazım geçirmek tehlikesi söz konusudur.
Ancak yanında kendisini yatsı namazına uyandıracak birisi varsa o zaman söz
konusu vakitte yatıp uyumakta herhangi bir sakınca yoktur.
Ayrıca yatsıdan sonra oturup sohbete dalmak
da mekruhtur. Çünkü bu da insanı taattan, gece namazından alıkoyduğu gibi sabah
namazının geçmesine de sebeb olabilir.
Fakat
ilim öğrenmek, misafir ağırlamak, aile fertleri ile görüşmek gibi hayırlı
işlerden dolayı uykuyu bir müddet geciktirmekte hiçbir sakınca yoktur.[283]
24. Fısıldaşmanın Hükmü
4850... Abdullah
(İbn Mesud) (r.a)'dan (rivayet edildiğine) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
4851...
(Abdullah) İbn Ömer (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (bir
önceki hadisin) bir benzerini ifade buyurmuştur. (Bu rivayetin ravilerinden) Ebu
Salih dedi ki:
İbn
Ömer'e: (Bu iki kişinin fısıldattığı kişilerin sayısı en az) dört (ise o. zaman
da fısıldaşmak sakıncalı mıdır?) diye sordum da: (O zaman) "Sana zarar vermez"
cevabını verdi.[285]
Açıklama
Bir
kişiyi yalnız bırakıp, ikisinin gizli konuşmalannın yasak edilmesindeki hikmet,
ya kendisini o konuşmaya katmamakla tahkir ettiklerini sandığından yahut
aleyhinde konuşuyorlar vehmine kapıldığı içindir, Kalabalık insanlar içinde
böyle bir şey hatıra gelmeyeceği için ikisinin konuşmasında beis yoktur. Bir
kişiyi yalnız bırakıp üç veya daha fazla kişinin gizli konuşmaları da aynı
hükümdedir. Nevevî burada nehyin tahrim için olduğunu söylüyor ve: "Aralarından
birini bırakıp gizlice konuşmak bir cemaate de haramdır. Meğer ki o bir kişi
buna izin vermiş ola. İbn Ömer (r.a.) ile İmam Malik'in, bizim ulemamızın ve
cumhurun mezhebine göre, buradaki nehy, her zamana hazar ve sefere amm ve
şâmildir. Ulemadan bazıları yasak edilen gizli konuşmanın, sefere mahsus
olduğunu söylemişlerdir. Çünkü sefer korku yeridir. Bazıları da bu hadisin
mensuh olduğunu söylemişlerdir. Bu hüküm, Lslamın ilk zamanlarında vardı.
İslamiyet yayılıp insanlar emniyete kavuşunca nehy sakit olmuştur. Bunu ilk
zamanlarda mü'niirrieri mahzun etmek için onların karşısında münafıklar
yaparlardı. Bir yerde dört kişi bulunup da ikisi gizli konuşursa bil ittifak
beis yoktur" diyor.[286]
25. Oturduğu Yerden Kalkıp Da Sonra Oraya Tekrar Dönen Kimse (Oraya Oturmaya Başkalarından Daha Çok Müstahaktır)
4852... Süheyl
İbn Ebi Salih şöyle demiştir:
(Birgün) babamın yanında oturuyordum.
Yanında bir de çocuk vardı. (Bir ara)çocuk (yerinden) kalktı (gitti de biraz)
sonra geri döndü. Bunun üzerine babam, Ebu Hüreyre'den Peygamber (s.a.)'in şöyle
buyurduğunu rivayet etti:
"Bir adam
yerinden kalkıp da sonra (tekrar) oraya dönecek olursa oraya (oturmaya) en
müstehak (olan) o adam olur."[287]
Açıklama
Nevevî'ııin beyanına göre, bir kimse
mescidde namaz veya başka bir ibâdet için bir yere oturur da sonra abdest almak
veya ufak bir iş görmek maksadiyle oradan kalkar ve tekrar dönmeye niyet ederse
o yerdeki hakkı batıl olmaz. Oraya başkası oturmuş olsa bile kaldırmaya hakkı
vardır. Oturan kimsenin de kalkması icab eder. Delili bu hadistir.
Ulemâdan
bazıları, yerine oturan kimsenin kalkması vacib değil, müstehabtır, demişlerdir
ki, İmam Malik'in mezhebi budur.[288]
Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre bir mecliste kalktığı
yere tekrar dönen kimsenin, oraya oturmaya herkesten daha müstehak olması o
yerin âmmaye ait bir yer olması halindedir. Orasının âmmeye ait bir yer olmayıp
da bir şahsın Özel mülkiyeti olması halinde ise oraya oturmaya.en müstehak olan
o yerin sahibidir.[289]
4853... Ebu'd
Derdâ (r.a.) dedi ki:
Rasûlullah (s.a.), (bir yerde) oturduğunda biz de etrafında
oturduk muydu (Peygamber yerinden) kalkar da (biraz sonra) yerine tekrar dönmek
ister de ayakkabılarını ya da üzerinde bulunan birşeyi çıkarır (kalktığı yere
bırakır)sa (Hz. Peygamberin) sahabileri (onun bu hareketinden) geriye döneceğini
anlarlar ve yerlerinden ayrılmazlardı.[290]
Açıklama
Bu hadis-i şerif, biraz sonra dönmek üzere
oturduğu yerden kalkarken oraya bir eşyasını koyan kimsenin o yere oturmaya
herkesten daha çok müstehak olduğunu ifade etmektedir. Ancak bu hadisin
senedinde "Temmam İbn Necih" .vardır. Münzirî'nin açıklamasına göre bu zatın
Dımaşklı olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Malatya'da dünyaya gelip Haleb'e
yerleştiğini söyleyenler de vardır.
Her ne kadar Yahya İbn Maîn bu zatın
güvenilir bir zat olduğunu söy-Iemişse de İbn Adiyy güvenilmez bir kimse
olduğunu, bu zatın hadis aldığı kimselerden, hiçbir güvenilir râvinin hadis
almadığım söylemiştir.
Ebu Hatem
er-Razi'ye göre ise bu zatın rivayetleri genellikle sağlam ravilerin
rivayetlerine aykırıdır. İbn Hıbbân da bu görüştedir. Hatta İbn Hıbben; bu zat
güvenilir kimselerin ağzından birçok hadis uydurmuştur ve mevzumuzu teşkil eden
hadis de bunlardan biridir, demiştir.[291]
İnşanın Oturduğu Bir Meclisten Hiç Allah'ı Zikretmeden Kalkıp Gitmesinin Çirkinliği
4854... Ebu
Hureyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a,), şöyle
buyurmuştur:
"Allah'ı
zikretmeden bir meclisten kalkan topluluk, eşek leşi gibi (bir pislik)den
kalkmış gibi olurlar ve (bu meclis kıyamet gününde) kendileri için bir üzüntü
(kaynağı) olur."[292]
Açıklama
Dünyada Allah'ın ismi anılmadan sona eren
meclisler kıyamet gününde orada oturanlar için en büyük üzüntü kaynağı
olacaktır. Çünkü genellikle Allah'ın zikredilmesinden mahrum olan meclisler,
gıybet ve dedikodudan uzak kalmaz. Bilindiği gibi müslümanlarm gıybetini yapmak
ölü eti yemek gibidir. Bu bakımdan böylesi meclislerden kalkanların hâli,
etrafına pis kokular neşr eden bir eşek leşinin etrafında bir süre oturduktan
sonra kalkanların haline benzer.
Bu kimseler, kıyamet gününde zikir
meclislerinde bulunan kimselerin eriştiği yüksek makamları gördükçe, dünyada
iken vakitlerini zikirden uzak yerlerde geçirip de cennetin daha yüksek
makamlarına erişemedikleri için üzüntü ve pişmanlık duyacaklar ve cennette iken
bile bu sıkıntı ve pişmanlıkları devam edecektir. Binaenaleyh cennet halkının
yegâne sıkıntısı bu olacaktır.
Allah'ın zikri bulunan meclislerde ise
küçük günahlar işlenmiş bile olsa bu zikir o günahlara keffaret olur. Nitekim
4857 nolu hadisin şerhinde gelecektir.
BezlüM
Mechud yazarının açıklamasına göre; bu hadis-i şerifte açıklanmak istenen leş
yeme hükmünde olan gıybetin yapıldığı yerlerde bulunmanın çirkinliğidir. Çünkü
gıybeti dinleyenler de gıybeti yapan kimsenin günahına ortak olur.[293]
4855... Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Kim, bir
mecliste oturur da orada Allah'ı zikretmezse, onun hakkında Allah'ın bir
intikamı olur. Kim de bir yerde yatar da orada Allah'ı zikretmezse (bu halinden
dolayı) o adam hakkında Allah'ın bir intikamı olur."[294]
Açıklama
İbn Esir,
en-Nihâye isimli eserinde "tire" kelimesini noksanlık diye tercüme etmişse de
Kamus yazarı bu kelimeyi "öc ve intikam" diye tercüme etmiştir.[295] Biz de
bu manayı tercih ettik.
Binaenaleyh, insanın Allah'ın bunca
nimetlerine bigane kalarak saatlerini Allah'ı ve emirlerini hatırlamadan ve
hatırlatmadan gâfîlane geçirmesi büyük bir sorumluluğu gerektirir.
Hadis-i şerif, Allah'ın bu gibi kimseleri
bu nankörlüklerinden dolayı hesaba çekip öç alacağına dair tehdidi bulunduğunu
ifade etmektedir.
Ancak
Hafız Münzirî senedinde Muhammed İbn Aclan bulunduğu gerekçesiyle bu hadisi
tenkid etmiştir.[296]
26. Kişinin Bağdaş Kurarak Oturması
4856... Câbir İbn Semûre (r.a.) şöyle
demiştir: Peygamber (s.a.), sabah namazını kıldıktan sonra yerinde bağdaş kurup
otururdu. Güneş doğup yükselinceye kadar (öylece kalırdı).[297]
Açıklama
Bilindiği gibi, kişinin sabah namazını
kıldıktan sonra güneş doğuncaya kadar yönünü kıbleden çevirmeden namaz kıldığı
yerde kalarak Allah'ı zikretmesinin fazileti çok büyüktür. Bu hususu ifade eden
hadislerden bazılarının meali şöyledir:
Kim sabah
namazını cemaatle kıldıktan sonra oturur da güneş doğuncaya kadar Allah'ı
zikreder, sonra da kalkar iki rekat namaz kılarsa bir hac ve umre sevabı almış
olur."[298]
"Her kim
sabah namazını cemaatle kılar, sonra güneş doğuncaya kadar oturup Allah'ı zikr
eder, sonra iki rekat (namaz) kılarsa ona bir hac ve umre sevabı
vardır."[299]
"Kim
sabah namazını kılar da, o namaz kıldığı yerde (kuşluk vaktine kadar) oturup
sonra da dört rekat kuşluk namazı kılarsa anasından doğduğu günkü gibi bütün
günahlardan arınmış olur."[300]
"Kim
sabah namazını kıldıktan sonra oturup güneş doğuncaya kadar Allah'ı zikrederse
kesinlikle cennete girer."[301]
"Kim,
sabah namazını kıldıktan sonra oturup güneş doğuncaya kadar Allah'ı zikr ederse
bu onunla cehennem arasına bir engel teşkil eder."[302]
27. Meclisin Keffareti
4857... Abdullah
İbn Amr İbn Âs dedi ki:
(Bir
takım) kelimeler vardır ki bir kişi meclisinden kalkarken onları okuyacak olursa
o kişiden (bu mecliste sadır olan hatalar) bu kelimeler sebebiyle mutlaka
affedilmiş olur. Bir kimse bu kelimeleri bir hayır ya da zikir meclisinde
okursa, bu meclis bu kelimeler sebebiyle o kimse için hayırla sonuçlanmış olur.
Tıpkı sayfa üzerinde mühür basılır gibi (bu meclisin sonuna da hayır mührü
basılmış olur. Sözü geçen kelimeler şunlardır:) "Sübhanekellâhümme ve bihamdike;
lâ ilahe illâ ente; estağfiruke ve etûbu ileyk: Ey AHahım seni (noksan
sıfatlardan) tenzih ederim. Senden başka (hakiki) bir ilah yoktur, senden af
diliyor ve sana tevbe ediyorum."[303]
4858... (Bir Önceki hadisin) bir
benzerini de Peygamber (s.a.)'den Hz. Ebu Hüreyre (rivayet etmiştir).[304]
4859... Ebu
Berze el-Eslemî dedi ki:
Rasûlullah (s.a.) meclisten kalkmak
istediği zaman (meclisin sonunda "Sübhanekellâhümme ve bihamdik, eşhedü enlâ
ilahe illâ ente estağfiruke ve etûbe ileyk: Ey Allah'ım seni (şanına yakışmayan
her sıfattan) tenzih ederim. Senden başka (gerçek) bir ilah olmadığına şahitlik
ederim. Senden af dilerim ve sana tevbe ediyorum."derdi.
(Bir gün Rasûlullah (s.a.) meclisinden
kalkarken bu kelimeleri okuyunca orada bulunan) bir adam:
Ey Allah'ın Rasulü, sen (bugün) daha Önce
söylemediğin bir söz söylüyorsun (bu sözü niçin söylüyorsun?) dedi
de:
(Rasûlullah) (s.a.):
Mecliste
(geçen süre içerisinde orada bulunanlardan sadır) olan hataları örter" (de onun
için bunları söylüyorum)" buyurdu.[305]
Açıklama
Bu babda gelen hadis-i şeriflerde sözügeçen
duaların, bir meclisten kalkarken okunması halinde okuyan kimsenin o mecliste
işlediği küçük günahlara keffaret olacağı, ifade edilmektedir. Bu mevzuda Hz.
Ali'den rivayet edilen bir hadis-i şerif de şu mealdedir:
"Her kim
(âhirette) sevabının büyük ölçülerle ölçülebilecek kadar çok ol) masını isterse
meclisin sonunda: "Sübhane rabbike rabbil izzeti amme yesifûn ve selâmün alel
mürselîn ve'l hamdü lillahi rabbil âlemin"[306] desin.[307]
28. Bir Meclisten (Diğerine) Laf Taşımak
4860... Abdullah b. Mesud'dan (rivayet
edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sahabilerimden birisi bir
kimseden bana (beni rahatsız edebilecek) bir şey iletmesin. Gerçekten ben
(evimden) size (uğramak için çıktığımda sizin hakkınızda her türlü
güvensizlikten tamamen) salim olan bir kalple çıkmayı arzu ediyorum.[308]
Açıklama
Bilindiği gibi, koğuculuk, insanlar
arasında sevgi bağlarını kesen, toplum arasında düşmanlık duygularının
yayılmasına sebep olan ve toplumların zayıflayıp dağılmasını hazırlayan korkunç
bir hastalıktır. Bu sebepledir ki Resul-i zişan efendimiz çeşitli vesilelerle
ümmetini bu mevzuda uyarmıştır. Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-İ şerif de
efendimizin bu uyarılarından biridir. Bu mevzuda gelen hadis-i şeriflerden
bazıları da şu mealdedir:
1. Esmâbİnt
Yezid'den (rivayet edilmiştir): Rasûlullah (s.a.). şöyle buyurdu:
"Size en hayırlınızı haber vereyim mi?
Sahabe:
Evet Ya Rasûlullah, dediler. Buyurdu
ki:
Görülünce Allah'ı hatırlatan kimselerdir"
sonra şöyle devam etti: "Sizin şerlinizi haber vereyim mi? Laf taşıyanlar,
dostlar arasını
3. Rasûlullah
(s.a.) sıcak bir günde Bakî'ul-Garkad kabristanına geli. Yeni defn edilmiş iki
kişinin kabriyle karşılaştı ve durdu:
Bugün buraya kimi defn ettiniz?
Ey Allah'ın Rasülü, falan ve falan kişileri
defn etmiştik, acaba ne var ki?
"Biri idrardan temizlenmezdi, biri de
koğuculuk yapardı" dedi ve Yaş bir hurma çubuğu aldı, onu ikiye böldü ve
kabirlere dikti.
Ashab:
29. İnsanlar(In Zararlarından Sakınmak
4861... (Abdullah b. Amr İbn el-Feğvâ el Hıızaî'nin) babası şöyle
demiştir:
Rasûlullah (s.a.) Fetih'ten sonra (bir gün)
beni çağırdı ve Mekke'de Kureyş arasında dağıtması için Ebu Süfyan'a benimle
(bir mikdar) mal göndermek istedi ve: "(Yolculuk için) kendine bir arkadaş ara"
buyurdu. Bunun üzerine Amr b. Umeyye ed-Damrî yanıma gelip:
Senin (bir yolculuğa) çıkmak istediğin ve
(bu yolculuk için de) bir arkadaş aradığın (haberi) bana erişti. (Bu haber doğru
mudur?) dedi. Ben de:
Evet, dedim.
Öyleyse ben sana arkadaşım, cevabını verdi.
Bunun üzerine (doğru) Rasûlullah (s.a.)'e geldim ve: (Bu yolculuk için kendime)
bir arkadaş buldum, dedim.
Kimdir? diye sordu.
Amr İbn Ümeyye e'd Damrî'dir, cevabını
verdim.
"(Onunla birlikte): Onun memleketine
vardığın zaman O'na karşı ihtiyatlı davran. Nitekim (vaktiyle) biri büyük
biraderine bile güvenme? demiş" buyurdu. Kısa bir süre sonra (Amr ile birlikte
yolculuğa) çıktık ve nihayet Ebvâ denilen yere varınca (arkadaşım) bana: "Bir
ihtiyaçtan dolayı Veddan'da bulunan kavmime (gitmek) istiyorum, beni (burada)
bekle(yebilir) misin," dedi ben de: "Selametle (git)" dedim. (Arkadaşım kavmine)
dönüp gidince, Peygamber (s.a.)'in sözünü hatırladım ve hemen deveme yükümü
yükletip onu koşturarak oradan ayrıldım.
Nihayet "Edâfir" denilen yere vardığımda
bir de baktım ki (arkadaşım) beş on kişilik bir kalabalıkla önüme geçmeye
çalışıyor. (Bunun üzerine) devemi (iyice) hızlandırıp onu geride bıraktım.
Kendisini geçtiğimi görünce (etrafında bulunan kalabalık) dönüp gitti ve (Amr
tek başına) yanıma geldi ve:
Kavmime ihtiyacım vardı da... dedi. Ben
de:
Evet, cevabını verdim, (sonra yola) devam
ettik.
Açıklama
Hattâbî (r.a.)'nin açıklamasına göre;
mevzumuzu teşkil eden bu hadis, "insanların şerlerinden korunmak için onlardan
sakınmanın ve onlara karşı tedbirli davranmanın lüzumunu ve ihtiyatlı
davranılması gerektiğini ifade etmektedir ve insanların şerlerinden emin
olabilmek için insanlar hakkında böyle kötü zan besleyerek tedbir almakta hiçbir
vebal yoktur."
Yine İmam
Süfyan'ın açıklamasına göre; "kulu günaha sokan zan, varlığını kabul edip
konuştuğu zandır. Hatırından geçeni söylemezse günaha girmez."[314]
Gerçi
"insanlardan sû-i zann ile korunun"[315] mealinde bir hadis-i
şerif varsa da bu hadis senedinde "tedlisçi" olduğu bilinen Bekiyy b. el-Velid
bulunduğu için zayıftır.[316] Esasen Zemahşeri
(4678-538) Zannı: Vâcib, mendub, haram ve mubah olmak üzere dört kısma
ayırmıştır.
Allah'a
sû-i zanda bulunmak haramdır. Zahiren adil görünen müslümanlara sû-i zanda
bulunmak da haramdır. Zahiren adil görünen müslümanlara hüsn-i zanda bulunmak
mendup, aşikâr masiyet işleyenlere sû-i zanda bulunmak mübahdır.[317]
Hadis-i şerifte, anlatılmak istenen,
insanların şerlerinden emin olmak için ihtiyatlı olmanın lüzumudur. Bilindiği
gibi "ihtiyat gerçekleşmesi beklenilen bir şeye karşı tedbirli ve hazırlıklı
bulunmak" demektir.
Şu halde
herkese güvenmekle görevli değiliz. İlişki kuracağımız ve kendisiyle bir iş
yapacağımız kişi hakkında iyi kişilerden olduğunu duymuş olsak bile "belki
duyduklarım yanlıştır inceleyeyim" demek günah sayılmaz."[318]
4862... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.):
Açıklama
Bir kişi tarafından iki defa aldatılan bir
kişiyi aynı delikte bir haşere tarafından iki defa ışınlan ya da sokulan kişiye
benzeten bu hadis-i şerif, şiirleriyle Hz. Peygamberi kötüleyen şair Ebu Gurre
hakkında vârid olmuştur. Şiirlerinde devamlı Hz. Peygamberi hicveden söz konusu
şâir, Bedir savaşında esir edilmişti. Bir daha Hz. Peygamberi hicvetmemesi şartı
ile serbest bırakıldığı halde kavmine dönünce eskisi gibi hicvine devam etmişti.
Sonra Uhud'da tekrar esir edilen bu dönek insanın Hz. Peygamber'den yine aynı
şartlarla serbest bırakılmasını istemesi üzerine, Efendimiz kendisine bu hadisle
karşılık vermişti.
Hadis-i
şerifte geçen "lâ yuldegu" kelimesindeki gayn harfini meksûr olarak okumak da
caizdir. Bu takdirde mana "akıllı bir müslüman (asla gafil davranıp da) bir
delikten iki defa sokulmamalıdır" şeklinde olur. Ancak bu aldanmayı sadece
dünyevi meselelerle ilgili olarak düşünmemeli hem dünyevî hem de uhrevi
meselelerle ilgili olarak düşünmelidir.[320]
30. Yürürken Uyulması Gereken Tutum Ve Davranışlar
4863... Hz. Enes
dedi ki:
"Peygamber (s.a.) yürürken sanki (önünde bulunan asasına)
dayanı-yormuş gibi (önüne doğru, eğilerek yürür) idi."[321]
4864... Said
el-Cüreyrî dedi ki: Ebu'tTufeyl:
Ben Rasûlullah (s.a.)'ı gördüm, dedi.
Ben:
Onu nasıl gördün? diye sordum,
Açıklama
Fahr-i Kâinat efendimiz hazretlerinin yolda
yürüyüşleri hakkında Hz, Alı (kv.) efendimizin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Hz. Peygamber önüne meylederek yürürdü." Ebu Hüreyre hazretleri de: "Yere
ayağını bastığı zaman ayağının tümü ile basardı." (Yani kibarlık olsun diye
ayağının ucuna basmaz, kibarlık taslamazdi) demiştir.
Bir rivayette de şöyle
buyurulmuştur:
"Rasûlullah (s.a.) hazretleri yürüdüğü zaman organlarını sıkıca
tutardı, hiç gevşetmezdi." Rivayete göre Veda Haccında yaya yürüyen ashab
(r.anhum) Peygamber efendimize hızlı yürüyüşünü hatırlatarak biraz yavaş
yürümesini istediler de onlara koşarak kendisine yetişmelerini tavsiye
etti.[323]
Mübarek
yüzlerinin rengi hakkında ulu sahabelerin hepsi de "Beyaz idi" demişlerdir. Hz.
Ali "Mübarek yüzü beyaz idi ve kırmızılığı da vardı" derken Hz. Efıes; "Alında
katışık bulunduğu, beyaz idi" demiştir.[324]
31.Bacak Bacak Üzerine Atarak Oturmanın Hükmü
4865... (Câbir
(r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.) kişinin bacak bacak üzerine) koy(arak
uzan) masını yasaklamıştır.
Kuteybe
(bu hadisi, Hz. Peygamber): "Kişinin bacaklarından birini diğerinin üzerine
atarak sırt üstü yatması(nı yasakladı)" şeklinde rivayet etti.[325]
4866...
Abbâd b. Temirh'derî (rivayet edildiğine göre);
amcası, Rasûlullah (s.a.)'ı sırtüstü yatarken görmüştür. Ka'nebi ise bu hadisi)
"Mescidde bir bacağını diğerinin üzerine atmış vaziyette (sırtüstü yatarken
görmüştür)" şeklinde rivayet etti.[326]
4867... Said b. el Müseyyeb'den
(rivayet edildiğine göre); Hz. Ömer b. el-Hattâb ile Osman b. el Af fan'da böyle
yaparlarmış.[327]
Açıklama
Bacak bacak üstüne atarak oturmayı
yasaklayan hadisler avret mahallinin tamamı yada bir kısmı açılacak şekilde
sırtüstü uzanarak bacak bacak üzerine atmaya hami edilmiştir...
Ulemâ Rasûlullah (s.a.)'m hiçbir yeri
görünmeyecek şekilde her tarafı kapalı iken böyle bacak bacak üstüne atarak sırt
üstü yattığını ve bunda bir sakınca bulunmadığını söylemişlerdir. Nitekim
mevzumuzu teşkil eden (4866-4867) numaralı hadis-i şerirler de bunu açıkça ifade
etmektedir.
Kadı Iyaz, Rasûlullah (s.a.)'ın bunu
zaruret, ihtiyaç, yorgunluk veya istirahat arzusu gibi bir sebeple yapmış
olacağını söylemiş, aksi takdirde Peygamber (s.a.)'in kalabalık yerlerde oturuşu
bunun aksine idi. Bağdaş kurarak oturur, yahut dizlerini dikerdi, ekseriyetle bu
şekilde otururdu..." demiştir.
Nevevî,
Rasûlullah (s.a.)'in bu şekilde uzanıp yatmasının beyan ve talim için
olabileceği ihtimali üzerinde durmuştur. Ona göre bunun manası "sırt üstü
uzanmak isterseniz bu şekilde yatın, benim yasak ettiğim uzanma ise alelıtlak
değil avret mahalli açıldığı veya açılmaya yaklaştığı hale mahsustur"
demektir.[328]
32. Laf Taşımak
4868... Câbir b.
Abdullah (r.a.)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûllul-lah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Bir adam
bir söz söyler de sonra (o sözün, orada bulunmayanlar tarafından işitmesini
istemezmiş gibi) sağına soluna bakımrsa; o söz emânettir."[329]
4869... Câbir b.
Abdullah'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Üç meclisin dışında her meclis (te
konuşulan sözler, birer) emânettir, (ifşa edilemez bu üç meclis
şunlardır);
1. (Dökülmesi)
haram (olan) kanın döküldüğü (meclis),
2. Haram (olan)
bir ırzın çiğnendiği (meclis),
4870... Ebu Said
el Hudrî (r.a.) Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu
"iTmefgününde Al.ah kaUnda (sorumluluğu) en büyük olan emânet,
kişinin basbasa kald.ktan sonra ifşa ettiğ. kar.smın simdır."[331]
Açıklama
Hadis-i Şerif, kişinin cinsî münasebet
esnasında muttali olduğu kansına ait sırları ifşa etmesinin, ihanetlerin en
büyüğü olduğunu ifade etmektedir. Binaenaleyh kansıyla arasında geçen bu gibi
halleri başkalarına anlatması haramd.Bu haller emanet olarak kalması gereken
sırlardır. Başkalarına anlatılma sı emanete hıyanet etmek demektir
Gerçek müslüman sır saklamayı bilir ve
birinin kendisine emanet ettiği sırrı ifşa etmez. Sır saklamak, kişinin
mertliğinin, dinî salâbetinin, şah-siyet-İ imaniyye ve ahlâkiyyesinin bir
göstergesidir. Müslümanların seçkin erkek ve kadınlarının bu dini kaynağından
yudumlamış olanlarının ahlâkî yapılarının gereğidir.
Esasen sır saklamak, selefin sadece
erkeklerine mahsus bir meziyet değil, İslam nurunu almış, kalıp ve kafaları bu
nur ile aydınlanmış çocuklar dahi bu güzel ahlâkın gözle görülür
örnekleridir.
Sır ifşa
etmek ise, insanların mübtela olduğu âdetlerin en kötüsüdür. Hayatta bilinen her
şey söylenmez. Bazı şeyler vardır ki mürüvveti zedeler. Şeref ve şana halel
getirir. Bu gibi şeylerin gizli kalması gerekir. Bu sırlar evlilik hayatiyle
ilgiliyse daha da çok önem kazanırlar. Böylesi sırları aklından zoru olan
şahsiyet ve ahlâk düşkünü kimselerden başkası ifşa etmez. Ancak, haksız yere kan
döküldüğünü, ırza, mala ve cana tecavüz edildiğini gören kimselerin bu
gördüklerini saklaması gerekmez. Bilakis ilgili mercilere ulaştırması üzerlerine
düşen bir görev olur. Bu görevi yerine getirmedikçe sorumluluktan
kurtulamaz.[332]
33. Koğuculuk
4871... Hüzeyfe'den (rivayet edildiğine
göre) Rasûlullah (s.a.): "Koğucu cennete gir(e)mez" buyurmuştur.[333]
Açıklama
Kattât: Birinin, bir kişi hakkında ayıp ve
eksiklikleriyle ilgili olarak söylediği sözü "filanca senin hakkında şöyle dedi"
diyerek o kişiye söylemektir.
Binaenaleyh Kattât ile Nemmâm arasında mana olarak bir fark
yoktur. Nitekim, Kamus yazarı da bu görüştedir.[334] Kadı İyaz'm görüşü de
budur. Kamus yazarına göre insanların konuşmalarını gizlice dinleyen kimseler de
"kattât" denir.
tbn Battal'in açjklmasma göre bazı ügat
âlimleri kattât ile nemmâm arasında fark bulmuşlardır. Hanefi ulemasından
Bedrüddin Aynî'ye göre nemmâm bir toplulukla birlikte iken onlarla birlikte
konuşup sonra bu konuşulanları ilgili kimselere aktarmadır.
Kattât ise bir topluluğun haberi yok iken
onları dinleyip sonra duyduklarını ilgililere ulaştırandır.
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif
koğuculuğun, sahibini cehenneme sürükleyeceğini ve onu Cennete girmekten mahrum
edeceğini haber vermektir. Binaenaleyh bu hadis-i şerif koğucular için büyük bir
teh-did ifade ediyor. Bu tehdide göre Allahu teâla'nm affı ve lutfu erişmediği
takdirde, hiçbir koğucu Cennete giremeyecektir. Ancak Yüce Allah'ın lütfü ve
bağışlaması imdada yetiştiği takdirde onun büyüklüğü karşısında hiçbir büyük
günah kalmaz. Fakat işlenen günahların Allah'a karşı işlendiği düşünülürse
hiçbir günahın da küçüklüğü kalmaz. Kişi her zaman kime karşı günah işlediğini
düşünmeli de günâhları küçük görmekten kaçınmalıdır.
Hattabî'nİH dediği gibi işittiği sözleri
ilgililere olduğu gibi aktaran kimsenin durumu böyle olunca işittiklerine
birşeyler ilave ederek aktaran kişi aynı zamanda yalancılık da yapmış
olacağından onun günahı ve sorumluluğu daha ağır. akıbeti daha
vahimdir.
Ulemâ gıybet ile koğuculuk arasında bir
fark olup olmadığı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Gerçek olan şudur ki gıybetin
gıybet sayılabilmesi için mutlaka kişinin arkasından yapılması gerekirken,
koğuculukta böyle bir şart söz konusu değildir.
İkinci bir husus da şudur ki; gıybette iki
kişinin arasını açmak gayesi olmayabildiği halde koğııculukda vardır. Bu
bakımdan gıybetle nemime arasında Umum-Husus yönünden farkı vardır.
Bir müslümana yakışan şey, böyle bir ayıp
veya hata görüp işittiği zaman kimseye yaymayıp adeta unutmasıdır.
Kendisine bir başka kişiden söz getirilen
kimseye yakışan da işittiği her sözü doğrulamamaktır.
Koğuculuk, büyük günahlardandır. Kur'an-ı kerim'de "ötekini
berikini daima ayıplayan, laf getirip, götürmeye koşan... her kişiye itaat
etme!"[335] Duyurulmuştur.
Hadis-i şerifte de şöyle Duyurulmuştur:
"Koğucu (kişi) cennete giremez." Ka'b rivayet eder ki: İsrailoğullarına kıtlık
gelmişti. Hazret-i Musa (a.s.) kaç kere yağmur duasına çıkıp duaları kabul
olmayınca, Cenab-ı Hak'tan: "İçinizde koğucu vardır." Musa (a.s.) "Ya Rab! O
kimdir?" diye müracaatta bulununca "Ben kullanma koğuculuk yapmayı yasak korken,
kendim mi koğuculuk yapayım" diye vahy geldi. Bunun üzerine hepsi tevbe ettiler.
İstiğfardan sonra duaları kabul olundu.
Uyarma: Koğuculuk, sadece lisana has
değildir. Her birşey ki müslüman onun açıklanmasından üzülür. İşte bunu söz,
yazı veya sembol ve işaretle ya da bunların dışında akla gelebilen herhangi bir
yol ile başkasına bildiren, ulaştıran, böylece o müslümana zarar veren ve
üzüntüye sürükleyen kişi kovucudur.
Kovuculuğun sebebi ya kovuculuğunu ettiği
kişiye buğz ve düşmanlık, kovuculuğu götürdüğü kişiye sevgi ve sadakat izhar
etmektir. Yahut da bunu yapan kişinin tabiatında yaptığı kovuculuktan dolayı
duyduğu ha-bisâne bir lezzet vardır. Bu kişiler ettikleri kovuculuktan
kendilerinin zarar görmesi kesin iken, yine sabredemeyip, pislik duygularım dile
getirirler ve nicelerinin halını ifşa ederler.
İmanı Gazali, şöyle der: "Kovucu sana bir
kimseden kovu getirip, meselâ, filan kişi seni sevmez, Senin hakkında şöyle
dedi, böyle dedi, senin işini bozmak veya düşmanınla işbirliği yapmak ister"
derse şu altı şeye dikkat etmek lazımdır:
1.
Onu tasdik etmemek, zira o kişi kovuculuk etmekle
fışkı kesinleşmiş, fasık olmuştur. Fasıkm sözü reddolonur, kendisi kovulur. "Ey
iman edenler, eğer bîr fâsik size bir haber getirirse onu tahkik edin."[336]
2. Ona nasihat etmek ve kovuculuktan
men'etmek, sakındırmak tır. Zira Hak Teaiâ: "İyiliği emret, kötülükten
vazgeçirmeye çalış[337]" buyurur. Zira
kovuculuk kötülüktür.
3. Ona
buğzetmektir. Zira kovucu kişi Cenab-ı Hakk'ın buğzettiği
kişilerdendir.
4.
Onun kovuculuğu ile o müslümana su-i zan etmemek
gerek. Zira-Hak teâlâ şöyle buyurur: "Zannin bir çoğundan kaçının."[338]
5.
Onun sözü hak mıdır, değil midir? araştırmak gerek.
Zira bu tecessüstür. Hak Teala tecessüsten nehyedip: "Birbirinizin kusurunu
araştırmayın"[339] buyurmuştur.
6. Önün kovuşunu
hiç kimseye anlatmamak gerek. Eğer böyle yaparsa kendisi de kovuculuk etmiş olur
ve kendi nehyettiğini işlemek ardır. Ni-ketim şâir demiştir ki "Benzerini
yapageldiğin huylardan başkasını men'etme! Zira kendin yaptığın halde bunu
başkasına yasaklaman sana büyük ardır."
Filozoflardan birisine bir dostu gelip
"filan kimse sana şöyle dedi" deyince cevap verir:
Ey birader beni çoktandır ziyarete
gelmedin, şimdi geldin, ama üç türlü hıyanetle geldin, ilk önce benim dostumu
bana buğzedilecek bir hal-de gösterdin. Kalbim hür ve dinlenik iken kederle,
düşünce ile işgal ettin. Üçüncüsü de benim yanımda emin bir kişi iken kendini
lekeleyip güvensiz bir hale getirdin.
Bilginlerden birisini bir Padişaha
kovladılar. Padişah bilgini azarlayınca bilgin inkar etti. Padişah: "Bana bunu
itimad edilen bir kimse nakletti" deyince bilgin;
Ey Emir, kovcu itimada layık olamaz, diye
cevap verdi. O zaman Padişah:
Doğru söylersin, diyerek ondan razı oldu.
Kovcuyu da azarladı. Ömer b. Abdülaziz'e biri gelip bir başkasını kovulayınca,
Ömer b. Abdulaziz:
İstersen
bu hususu inceleyelim, yalancı çıkarsın. "Ey iman edenler, eğer bir fasık size
bir haber getirirse onu tahkik edin"[340] âyetinin işaretine
giresin; "Ötekini berikini daima ayıplayan, gammazlıkla laf getirip götürmeye
koşan..."[341] sözüne dahil olursun. İstersen seni affederim. Bunun üzerine
adam:
Ey müzminlerin emiri, affeyle, bundan sonra
benden kovuculuk sadır olmasın, dedi.
Arabın beliğlerinden Ziyad, A'semi'yi bir
kimse Süleyman b. Abdülmelik'e kovular. Süleyman emredip ikisini bir araya
getirince, Ziyad kovucunun yüzüne bakıp der:
Sen öyle bir adamsın ki gizli olarak sana
itimat ettim. Sense bu itimadımı altüst edercesine açıkça ihanet ettin ve bu
halinle hıyaneti ve günahı açık olan kişilerin konumuna düştün."
Bazı filozoflar demişler ki "Kovuculuk üç
çirkin huy üzerine kurulur. Bunlar: Yalan, haset ve nifaktır."
Hikâye ederler ki; bir kimse bir köle
satar, yalnız satarken de kusurunun kovuculuk olduğunu söyler. Buna rağmen biri
seçer, alır. Köle bir kaç gün sonra beyinin hanımına varır:
Efendim seni sevmiyor, bundan dolayı bir
cariye almak istiyor. Ama ben bundan kurtulma yolunu biliyorum, gece yatarken
boğazının altından ustura ile bir kaç kıl kes getir. Ben ona efsun yaparım. O
zaman sana itaatkâr bir köle gibi olur, der. Hanım kölenin sözlerine kanar ve
onun dediğini yapmaya karar verir. Köle, hanımı bu sözle kandırdıktan sonra
efendisine gider ve şöyle der:
Ben hanımının başkasına meylettiğini
anlamış bulunuyorum. Seni öldürmeyi düşünüyor. Gece uyur gibi ol ki hakikati
anlayasın. Efendi de böyle yapar. Gece uyur gibi olur, fakat uyumaz. Hanımın
elinde usturayı boğazına dayadığını gören adam derhal sıçrayıp kalkar ve
tereddüt etme-den hanımını öldürür. Ertesi gün, buna tahammül edemeyen
akrabaları, adamı öldürürler. Hiç yoktan iki kabile birbirine savaş açar ve nice
kimseler ölür.
Kovucunun bir sonu da şudur ki; çoğunlukla
o kimseler gerçeği anlayınca kovuculuk edenle aralarında düşmanlık artar ve
kovucu kişi hor ve hakir düşer.
Bilhassa
devlet erkânının mevki ve makam sahiplerinin kovucu kişiJe-re kulak asmamaları
çok önemli bir husustur. Zira bu kapıyı kapamaz ve münafıkların sözünü
reddetmezse kovucıılar güç kazanır, çoğalır, nifakçıların kuvvet bulması sonunda
dost ve ahbab arasına ayrılık doğar, saadet eşiğine düzensizlik girer, sonra da
devlet sarayı ile ikbal şerbeti yok olur gider.[342]
34. İki Yüzlülük
4872... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"İnsanların en şerlisi bazılarına bir yüzle bazılarına da diğer
bir yüzle varan iki yüzlü kimse(ier) dir."[343]
Açıklama
Hadis-i şerifte geçen "iki yüzHT'den
maksat, araîan açık olan iki toplumdan ya da iki kişiden birine varıp uım
düşmanları hakkındaki kin ve düşmanlık duygularım okşayıcı ve kabartıcı sözler
söyledikten sonra, diğer topluma gidip onları da bu şekilde kışkırtan, yahutta
bir kimseyi yüzüne karşı medh-u sena ettikten sonra arkasından aleyhine
söylemediğini bıramayan, münafık kimsedir.
İmam Nevevî bu konuda şöyle diyor: "Bu
hadiste söz konusu edilen iki yüzlüden maksat, her topluluğa varıp onların
düşmanları hakkındaki düşüncelerini ve sırlarını öğrenmek ve aralarındaki
düşmanlıkları arttırmak gayesiyle onları övücü düşmanlarını da yerici konuşmalar
yapan kimsedir. Bu kimselerin yaptığı bu iş; münafıklıktan, yalancılıktan
hilekârlıktan ve yağcılıktan başka bir şey değildir.
Fakat bir
kimsenin iki kişinin ya da topluluğun yanma varıp onların aralarını bulmak
maksadıyla onların düşmanlıklarını giderici ve onları birbirine ısındırıcı
konuşmalar yapmasında ise; bu konuşmalar yalan bile olsa hiçbir sakınca yoktur.
Aksine bu yaptığı iyi bir harekettir.[344]
4873... Hz.
Ammâr (b. Yasir)'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
Açıklama
İki yüzlülük hastalığına yakalanan
kimselere "münaf! denn Ancak bu münafıklık inançta değil de, sadece söz ye
davranışlarda kalırsa buna "amelî münafıklık” denir ki, imanda kendini gösteren
ve kâfirlikten daha aşağı olan inanç münafıklığından ayrılır. Amel münafığının
iki yüzlülüğünün bir cezası olmak üzere âhirette cehennem ateşinden iki dili
olacaktır. Çünkü o dünyada insanlar arasında, iki ayrı dil kullanmıştır.
Cezalar, ameller cinsinden olduğu için kendisi bu şekilde cezalandırılmayı
haketmiştir. Allah'ın affı yetişmediği takdirde bu cezayı çekecektir.
Bilindiği gibi münafıklığın en korkuncu
inançta kendini gösteren itikadı münafıklıktır.
Çünkü böyleleri müslüman olmadıkları halde,
kendilerini halka müslüman olarak gösterirler. Bunlar, insanları kandırsalar
bile şüphesiz Cenab-ı Hakk'ı kandıramazlar. Onların kalbinde sakladıklarını
Allah bilir, Kur'an-i Kerim de münafıkların kâfirlerle beraber
cezalandırılacakları, haber verilmiştir. Peygamber Efendimiz de yalan söyleyen,
sözünde durmayan ve kendisine birşey emanet edildiği zaman, hıyanet eden
kimselerin münafıklık belirtileri taşımış olacaklarını söylemiştir.
Cenab-ı
Hakk, şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki münafıklar, Cehennemin en aşağı
tabakasmdaiıdırlar. Asfa onların azabını kaldırıcı bir yardımcı
bulamaz."[346]
"Münafık
erkeklerle münafık kadınlar birbirine benzerler. Onlar kötülüğü emreder,
iyilikten alıkoymaya çalışırlar. Ellerini sıkı tutarlar. (hayır yapmazlar),
Allah'ı (ona itaati) unuturlar. Allah da onları unuttu (hidayetinde mahrum
etti). Doğrusu münafıklar hep fasıklardır."[348]
“Kafirlere ve münafıklara boyun
eğme..."(Ahzâb (33), 48) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
"Münafığın alâmeti üçtür: Söz söylediği zaman yalan söyler, söz
verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine birşey emanet edildiğinde hıyanet
eder."[349]
"Sizler,
bunlara bir yüzle, şunlara da başka bir yüzle gelen iki yüzlü (münafık)
kişileri, insanların en şerlilerinden bulursunuz."[350]
35. Gıybet
4874... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.)'e:
Ey Allah'ın Rasulü gıybet nedir? diye
sorulmuş da, (Müslüman) kardeşini (gıyabında) hoşlanmayacağı bir şeyle
anmandır." buyurmuş, (sonra) "Eğer benim söylediğim (şeyler o) kardeşimde varsa
ne buyurursun?" denmiş.
Eğer
söylediğin (şeyler) onda (gerçekten) varsa gıybet etmiş olursun. Eğer söylediğin
(şeyler) onda yoksa iftira etmiş olursun." cevabını vermiştir.[351]
Açıklama
Gıybet, bir müslümam, gıyabında işittiği
takdirde incinebileceği şeylerle anmaktır. Bu şeyler ister o müslümanın
bedenine, nesebine, yaradılışına dair olsun, ister dinine, elbisesine, eşya ve
yiyip içeceklerine dair olsun. Söylenen şeyler o kimsede varsa gıybet olur,
yoksa iftira olur. Mevzûmuzu teşkil eden hadis-i şerifte ifade edilmek istenen
budur.
Gıybetin
haram olduğuna dair nass çoktur. Kur'an-ı Kerimde şu âyet-i kerimede:
"Müslümanın gıybetini yapmak onun ölü iken etini yemeye benzetilmiştir. "Kiminiz
de kiminin arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin
etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz...."[352]
Lisan ile gıybet haram old.uğu gibi, kalp
ile de haramdır. Yani zanna dayanarak bir müslümanın bir takım kabahatlerle
muttasıf olduğunu kalpten geçirmek ve onu bu şekilde ayıplamak da gıybettir.
Fakat, bu kabahatlerle gerçekten muttasıf olduğu bilindiği halde bu kusurların
sadece kalpten geçirilmesi, dille.ifade edilmedikçe gıybet sayılmaz ve kalbinden
ge-Çiren kimseyi vebal altına sokmaz.
Bazı mazeretler sebebiyle gıybet etmek caiz
olur. Bu özürler İmam Gazzali hazretlerinin zikrettiği üzere altı
tanedir:
1. Zulme uğramış
bir kişinin zalimi hâkime şikayet ederken, onun kötülüklerini hâkime
anlatması,
2. Aklen ve
şer'an çirkin olan bir şeyi değiştirip fesadı gidermekte yardımcı olmak. Mesela,
"falan şöyle bir fesat çıkarmak üzeredir, gelin bunu önleyelim..." demek
gibi.
3. Fetva
istemek, çözüm aramak: "Falan bana şöyle yaptı, buna karşı ne yapayım? diye
fetva istemek.
4. Müslümanları,
bir zalimin veya fesatçının şerrinden sakındırmak: "Falan kimse, bid'atçidir,
onun bid'atlerinden sakınınız..." demek gibi.
5. Ayıplamak
gayesi taşımaksızın ve başka bir yolla tarif etmek de mümkün olmadığı için bir
kimseyi meşhur olan kötü lakabıyla anmak gibi.
6. Fışkını ve
zulmünü açıktan işlemekten çekinmeyen kimselerin herkesçe de malum olan fısk ve
zulmünü dile getirmek.
Gıybetin
ilacı, "Gıybetten sakınınız. Muhakkak ki gıybet zinadan daha
şiddetlidir."[353] gibi gıybet hakkında gelen tehdidleri ve gıybetin dünyevi uhrevî
zararlarını düşünmektir. Gerçekten gıybet zinadan daha şiddetlidir. Çünkü
zinanın tevbe neticesinde affa uğraması mümkündür, fakat gıybet "kul hakkı"
olduğundan bunu işleyen tövbe etse de gıybet edilen kişi hakkını helal etmedikçe
cenab-i hak affetmez.[354]
Gıybetin
keffareti, "Gıybetin keffâreti tevbe ve pişmanlıktır ve bir daha gıybet etmemeye
kesin karar vermektir. Gıybet ettiği kimseden helallik istemek, Hasan Basri'ye
göre gerekli değil, istiğfar kâfidir. Amma "Ata'ya göre "Sana zulmettim, gıybet
ettim, dilersen affeyle, dilersen hakkını al" demek lâzımdır. İmam Gazzali -"bu
görüş esahtır" der. Fakir derim ki: Hellallık dilediği zaman daha çok incinme
ihtimali varsa genel olarak (istiğfar) ile helallik dilemek gerek."[355]
4875... Hz.
Aişe'den demiştir ki:
Peygamber (s.a.)'e; Safiyye'nin şöyle şöyle
(kusurlarının) olması (onun) sana (layık olmadığını itiraf etmen için) yeter;
dedim.
Müsedded'in dışındaki raviler (bu cümleyi
şu kelimeleri de ekleyerek) rivayet ettiler: (Hz. Aişe bu sözüyle Hz.
Safiyye'nin) kısa boylu olduğunu söylemek istiyordu.
Bunun üzerine (Hz. Peygamber
bana):
"Muhakkak ki sen öyle bir söz söyledin ki
eğer (o söz) deniz suyuyla karıştırılmış olsaydı kesinlikle denizin suyuna galip
gelir (onu ifsad eder) di." buyurdu.
(Rivayete göre yine, Hz. Aişe) şöyle
demiştir:
" Ben (yine bir gün) Hz. Peygamber'e bir
adamın taklidini yaptım da (Hz. Peygamber):
"Benim
için şu kadar (dünya malı verilmiş) olsa da ben bir insanın taklidini yapmayı
sevmem" buyurdu.[356]
Açıklama
Bu hadis-i şerif, kinaye yoluyla da olsa
bir kimsenin varatıişinda, boyunda, poşunda bulunan bir kusuru işaret etmenin
gıybet sayıldığı gibi, bir kimsenin herhangi bir hareketini taklit etmenin de
gıybet sayılacağına delâlet etmektedir.
İmam Nevevî'nin açıklamasına göre metinde
geçen "keza" kelimesi, ayıplanmanın üstüste iki defa tekrarlandığına delalet
ettiğinden, Hz. Aişe'nin Hz. Hafsa'mn iki kusurunu birden anlatmak istediği,
ancak bunlardan birini diliyle söylediği, diğerine de "işte şu kadar" demek
suretiyle eliyle işaret ederken de onun boyunun çok kısa olduğunu söylemek
istediği anlaşılmaktadır.
Hz.
Peygambere, bir cümleden oluşan bu sözün, aslında cinsleri ve türleriyle birçok
yaratıkları içinde bulunduran uçsuz bucaksız denizi bile bulandırabilecek ve
onun suyunun karakterini bile bozabilecek kadar manevi bir pisliğe ve acılığa
sahip olduğunu söyleyerek, bu sözün kötülüğünü en veciz bir şekilde dile
getirmiştir.[357]
Hafız Münzirî'nin açıklamasına göre
yapılması haram olan taklid, hakaret kasdiyle yapılan takliddir. Çünkü böylesi
taklidlerle taklid edenin kendini beğenmesi, taklit ettiği kişinin yaratılışını
hakir görmesi ve ona eziyyet vardır. Bu ifadeden de anlaşıldığı üzere bu taklit,
kişinin boyu poşu gibi yaratılışıyla ilgili takliddir.
Kişinin,
kendi iradesi dahilinde olan fiilleri ile ilgili taklidlere gelince; eğer bu
taklidler, onun işlemiş olduğu bir takım masiyetlerle ilgili olur ve onu bu kötü
işlerinden vazgeçirmek kasdiyle yapılırsa, yapanın heybet ve vakararma helal
getirmeyecek şekilde olması kayıt ve şartıyla caizdir. Aksi takdirde caiz
değildir. Tevbe eden bir kişinin yaptığı günahlarla ilgili hareket ve
davranışlarını taklit etmek de asla caiz değildir. Kişinin taatleri ve diğer
güzel halleri ile ilgili hareket ve davranışlarını taklit etmekte ise de bir
sakınca yoktur.[358]
4876... Said b.
Zeyd'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
Açıklama
Bu hadis-i şerifte grybetin haramlık
bakımından ribadan daha şiddetli olduğu ifade edilmektedir.
Çünkü ribada kişinin haksız yere malına
tecavüz vardır. Gıybette ise kişinin şeref ve haysiyetine tecavüz vardır. Şeref
ve haysiyyetin ise maldan üstünlüğü aşikardır.
Metinde geçen "Haksız yere" kaydı, bazı
hallerde bazı kimseler hakkında gıybet etmek hakkının doğduğuna ve bu durumda
gıybet etmenin caiz olduğuna delalet etmektedir. Biz hangi hallerde gıybet etme
hakkının doğduğunu (4874) numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada
tekrara lüzum görmüyoruz.
Ancak bazı hallerde dinler hakkında gıybet
etme hakkı doğarsa da, ölüler hakkında gıybet etme hakkı hiçbir zaman
doğmayacağı için onlar
hakkında gıybet etmek hiçbir zaman caiz
olmaz.
Tîbî'nin
de ifâde ettiği gibi bu hadis-i şerifte gıybet etme ribanın çeşitleri arasına
sokulmuş ve ribanın en şiddetlisi olarak gösterilmiştir. Bu durum mal
değişiminden doğan meşhur ribâ çeşitlerine halk arasında maruf olmayan bir ribâ
çeşidi daha ilave etmektedir.[360]
4877... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Büyük
günahların en büyüğü kişinin haksız yere bir müslümamn şerefine dil uzatmasıdır.
Bir sövmeye karşılık iki defa sövmek de büyük günahlardandır."[361]
Açıklama
Hadis-i
şerif, bir müslümamn gıybetini yapmanm en büyük günahlardan olduğunu ifade
ettiği gibi kötü bir söz söyleyen kişiye aynı şekilde iki kötü sözle karşılık
vermenin de büyük günahlardan olduğunu ifade etmektedir.[362]
4878... Hz. Enes
b. Malik'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Miraca çıkarıldığım zaman bakırdan
tırnaklan olan bir topluluğa uğradım. (Bu tırnaklarıyla) yüzlerini ve
bağırlarını tırmalıyorlardı. (Cebrail'e:)
Bunlar da kimlerdir? dedim.
"(Gıybet etmek suretiyle) halkın etlerini
yiyenler ve şereflerine saldıranlardır, cevabını verdi."
Ebu Dâvud
der ki: Bu hadisi bize Bakıyye'den (mürsel olarak bir de) Yahya b. Osman rivayet
etti. Yahya'nın bi rivayetinde (senedde) Enes yoktur.[363]
4879... (Bir Önceki hadis)
İbnu'l-Musaffâ'nin (bize) dediği gibi, İsa b. Ebî ise es-Selihr tarafından
Ebû'l-Muğire yoluyla da rivayet edilmiştir.[364]
Açıklama
Tibî'nin açıklamasına göre tırnaklara yüzü
ve bağın tırnaklamak bir ölünün arkasından ağlayıp feryat etmekte olan kadınlara
mahsus bir sıfat olduğundan halkın yüzüne karşı konuşmadığı için kadınlar gibi
arkalarından konuşan kimselere kıyamet gününde bu sıfat ceza olarak
verilecektir. Bu kimselere ceza olarak verilmesi, dünyada yaptıkları işin
müslümanlığa yakışmadığı gibi mertliğe de yakışmadığını bildirmek
içindir.
Seyyid
Süleyman Nedvî'nin açıklamasına göre "Berzah âleminde insanın durumu dünyadaki
durumu ile uygunluk arz eder. Dünya amelleri onun göreceği ceza ve mükafata
uygun olarak onun gözünde değişik şekillere bürünürler. Hz. Peygamber'in bir
rü'yasında gördüğü gibi insanlar amellerinin cinslerine göre ceza
görmektedirler."[365]
4880... Ebu
Berze el-Eslemî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Ey diliyle iman edip, kalbine iman
girmeyen kimseler topluluğu!
Müslümanların gıybetini yapmayınız ve onların ayıplarını araştırıp
durmayınız. Çünkü her kim onların ayıplarını araştırırsa Allah da onun
ayıplarını araştırır. O (şunu iyi bilsin); Allah kimin ayıbını araştırırsa (o
ayıbı) evinde (en gizli bir köşede işlemiş olsa dahi meydana çıkarmak suretiyle)
o kimseyi (alemin gözleri önünde) kepaze eder."[366]
Açıklama
Bu hadis-i şerifte gıybet edenlere: "Ey
dili ile iman edenler" sözüyle hitap edilmekle, gıybet etmenin hakiki müminlerin
alâmeti olmayıp münafıkların alâmeti olduğuna işaret edilmek
istenmiştir.
Binaenaleyh bu hadiste aklı başında
kimseler için büyük bir tehdit ve şiddetli bir ikaz vardır.
Bu itibarla, biz rnüslümanların bu
ikazlardan en iyi yekilde payımızı alıp; tezelden asrımız müslümanları arasında
yaygın olan, bu gıybet illetinden kendimizi kurtarmamız gerekir. Cenab-ı Hak'tan
müslümanlara bu hususta şuur ve basiret ihsan etmesini ve en kısa zamanda bu
illetten kurtulmaları için tevfik ve inayetini esirgemesini niyaz
ederiz.
Hadisin
senedinde Ebu Berze'nin azalth kölesi Said b. Abdullah b Cüreyc vardır. Ebu
Hatemi'r-Razî bu kimsenin kimliğinin meçhul olduğunu yani güvenilir bir ravi
omadığıriı söylerken İbn Maîn de ondan A'meş'den başka hadis nakleden bir
kimseyi işitmediğini söylemiştir.[367]
4881...
Müstevrid'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Her kim (dünyada) müslüman bir adam (in
gıybetini etmesi) sebebiyle (onun ölü etinden) bir lokma yiyecek olursa, Allah
(kıyamet gününde) ona o yediği et kadar bir yiyeceği cehennem (ateşin)den
yedirecektir.
Kim (dünyada düşmanı yanında gıybetini
yaptığı) bir müslüman sebebiyle (o düşman tarafından) kendisine bir elbise
giydirilirse (bu ihanet elbisesinin) bir misli de kendisine cehennem ateşinden
giydirilecektir.
Kim de
(dünyada) bir adamı süm'a ve riya makamına oturtursa Allah da onu kıyamet
gününde riya ve süm'a makamına oturtur."[368]
Açıklama
Bilindiği
gibi Kur'an-ı Kerim'de bir mü'minin arkadan çekiştirilmesi onun ölüsünü çiğneyip
yemeye benzetilmiştir.[369]
Metinde geçen: "Her kim bir müslüman
sebebiyle bir lokma (et) yiyecek olursa" sözüyle kasd edilen de budur. Yani "Her
kim bir müslümanın gıybetini yapmak suretiyle onun ölü etini çiğneyip yemek
günahını irtikab ederse" demektir. Hadis-i şerifin devamından da anlaşılıyor ki,
bu günah işleyen kimseler Cehennem ateşine girmeyi gerektiren büyük bir günahı
işlemiş olurlar.
"El-cezaü min cinsi'I-amel" kaidesince
dünyada böyle gıybet etmek suretiyle müslümanlann ölmüş etlerini yiyen
kimselere, bu amellerinin cezası olarak ahiret gününde ettikleri gıybet
nisbetinde Cehennem ateşi yedirilecektir.
Hadis-i şerifte söz konusu edilen ikinci
mesele dünyada gıybetleri karşılığında mükâfat olarak kendilerine menfaat
verilen kimselere ahirette ceza olarak cehennem ateşinden elbiseler
giydirileceği meselesidir.
Hadis-i şerifte üçüncü mesele olarak da
riya (gösteriş) ve sum'a (işittirme) meselesi ele alınıyor. Bu meseleyle ilgili
cümlede geçen "küsiye" kelimesinin mefûlü durumundaki "racülin" kelimesinin
başında bulunan "bi" harf-i cerri burada iki ayn manaya gelebilir:
1. "Ta'diye"
için olabilir. Bu ihtimale göre cümlenin manası şöyledir: "Her kim dünyevi
emellerine erişebilmek için bir adamı övmek, onu güzel vasıflarla nitelendirmek"
suretiyle o adamı meşhur eder, bu suretle onu mürailiğe ve gösterişe sürüklerse,
yani onu zorla riya ve suma makamına oturtursa Allah da onu ahirette
yalancılığını teşhir etmek suretiyle riyacı ve sümacı kişilere mahsus azabiyle
cehennemde cezalandırır.
2. "Sebebiyye"
olabilir. Bu ihtimale göre cümlenin manası şöyledir: Her kim mal ve makam sahibi
kimseler vasıtasıyle yüksek makamlara gelir de o makamda müttekilik ve salihlik
taslayarak halkın elindekileri cebine aktarma çabasına düşerse, yüce Allah onu
ahirette müraîler ve sumacılar makamına oturarak müraî ve sümacılara mahsus olan
azablara çarptırılacaktır.
Bu ikinci
ihtimal daha kuvvetli ve uygun görülmektedir. Hafız Münzirî'nin açıklamasına
göre, bu hadisin senedinde bulunan, Bakiyye b. Velid ile Abdurrahman b. Sabit b.
Sevban'ın ikisi de zayıftır.[370]
4882... Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Müslümanın müslümana malı, ırzı ve kanı haramdır. Kişiye şer
olarak müslüman kardeşini küçük görmesi yeter."[371]
Açıklama
Bir müslümanın din kardeşini, tahkir, rezil
rÜsvay etmesinin ve müslümanın müslümana canının, malının haram olduğunu ifade
eden bu hadis-i şerif, gıybetin büyük günahlardan olduğunu söyleyenlerin
delilidir.
Bilindiği gibi gıybetin dinen haram
olduğunda ittifak varsa da büyük günahlardan mı, yoksa küçük günahlardan mı
olduğunda ihtilâf vardır.
Her ne kadar İmam Kurtubî gıybetin büyük
günahlardan olduğund ittifak olduğunu söylemişse de İmam Gazali ile Şafiî'lerden
"eI-Umde: adlı eserin sahibi gıybetin küçük günahlardan olduğuna
kaildirler.
İmam
Evzaî "Bu iki zattan başka gıybetin küçük günah olduğunu söy leyen görmedim"
diyor. Zerkeşi de şöyle demektedir: "Allah gıybete öli insan eti yemenin hükmünü
vermişken; ölü yemeyi büyük günah sayıp d; gıybeti öyle saymayanlara
şaşarım."[372]
36. Bir Müslümanın Gıybetinin Yapılmasına Engel Olmak
4883... (Seni
İbn Muaz İbn Enes el-Cühenî'nin) babasından (rivayet ettiğine göre) Peygamber
(s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kim bir müslümanı bir münafığa karşı
savunursa" (ravi rivayetine şöyle devam etti:) Öyle zannediyorum.ki Peygamber
(s.a.) (hadisin bundan sonraki kısmında) şöyle buyurdu: "Allah (onun için) bir
melek yaratır da (o melek) kıyamet gününde o kimsenin vücudunu cehennem
ateşinden korur.
Kim de
(karalamak gayesiyle) bir müslümana bir iftira ederse Allah o kimseyi bu
söylediği sözler (in vebâlin)den (tamamen temize) çıkıncaya kadar cehennem
köprüsü (sırat) üzerinde bekletir."[373]
Açıklama
Hadis-i şerifte, gıybet eden kimseden
"münafık" diye söz edilmiş olması gıybet eden kimsenin görünüşte yaptığı gıybeti
iyi bir niyetle yapmış gibi bir tavır takınmış olmasına rağmen, aslında
gıybetini yaptığı kimsenin iyiliğini istemeyip tersine onu kepaze etmek
niyetiyle bu gıybetini yapmış olmasındandır.
Yahut
gıybetini yaptığı kimsenin yanına varıp ayıplarını düzeltmesi için kendisini
ikaz edeceği yerde tersine yanına vardığı zaman yüzüne karşı onu beğendiğini
söyleyip yanından ayrıldıktan sonra gıyabında ayıplarını sayıp dökmesindendir.
Bu halin, içi başka dışı başka anlamına gelen münafıklıktan başka birşey
olmadığı aşikardır.[374]
Allah'ın
böyle müslümanların gıyabında ayıplarını sayıp döken, onları karalamaya çalışan
kimseleri müslümanlar aleyhine söyledikleri sözün vebalinden kurtuluncaya
kadar,sırat üzerinde bekletmesi, Allah'ın gıybeti yapılan müslümanı kendisine
cennetten beklediği makamı vermek suretiyle, onu razı edip suçluyu bağışlamasını
sağlayacağı zamana kadar bek-letmesiyle olabileceği gibi, Hz. Peygamber'in araya
girerek şefaat edip onun bağışlanmasını sağlayacağı zamana kadar vücudunu
cehennemde bekletmesiyle veya hakettiği cezayı çekip bitirinceye kadar
bekletrnesiyle de olabilir.[375]
Bir
müslümamn gıybetinin yapılmasına engel olmanın faziletini de açık bir şekilde
ifade eden bu hadisin senedinde bulunan Sehl b. Muaz el-Cüheııî tenkid
edilmiştir.[376]
4884... Câbir b.
Abdullah ile Ebu Talha b. Sehl el-Ensarî Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
rivayet etmişlerdir:
"Her kim bir müslümanı saygınlığının
kaybolması, şerefinin elden gitmesi söz konusu olan bir yerde yardımsız
bırakırsa, Allah da onu kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği br yerde
yalnız bırakır.
Kim de bir müslümana şerefinin elden
gitmesi ve saygınlığının yitirilmesi söz konusu olan bir yerde yardım ederse,
Allah da ona kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yardım
eder."
(Bu hadisin ravilerinden) Yahya: Bunu (bu
hadisi) bana Ubeydullah b. Abdullah b. Ömer'le Ukbe b. Şeddad nakletti, şeklinde
rivayet etti.
Ebu Dâvud
der ki: (Hadisin senedinde geçen) şu Yahya h. Suleym, Peygamber (s.a)'in azatlı
kölesi Zeyd'in oğludur, ismail b. Beştr ise Me-gale oğullarının azatlı
kalesidir. Bazı yerlerde Ukbe îbn Şeddad (ismi) Utbe (b. Şeddad) diye rivayet
edilmiştir.[377]
Açıklama
Bir
müslümanı yardıma en fazla muhtaç olduğu bir zamanda yardımsız bırakarak
şerefinin kırılmasına sebep olan kimselere ait olan Allahu teala'nm bir tehdidi
ile bir müslümana yardım etmek suretiyle onun şerefinin kırılmasını önlemiş olan
kimseye yardıma en fazla muhtaç olduğu bir yerde "yardım edeceğine dair bir
vaadini ihtiva eden bu hadis-i şerifin, "bir ceza ki (işledikleri amellere)
uygundur"[378] ve "Kim bir kötü iş yaparsa, onunla cezalanır..."[379] âyet-i
kerimelerinden iktibas edilmiş olduğu söylenebilir.
Arkasından Yapılan Çekiştirme Gıybet Sayılmayan Kimseler[381]
4885... Cündüp
şöyle demiştir: Bir bedevi (Hz. Peygamberin mescidinin yanına) geldi, devesini
ıhtırdıktan sonra onu, bağlayıp mescide girdi ve Rasûlullah (s.a.)'ın arkasında
narnaz kıldı. (Sonra) devesine varıp onu çözdü ve üzerine binip yüksek sesle:
"Ey Allahım! Bana ve Muhanımed'e merhamet et ve ikimize olan bu rahmetine hiçbir
kimseyi ortak etme!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"Söyler misiniz, bu adam mı, yoksa devesi
mi daha cahil? Ne dediğini duymadınız mı?" dedi.
(Orada hazır bulunanlar da:)
Açıklama
Bu hadis-i şerif, halkı hidayete eriştirmek
için bazı kişilerîn kötü fiillerini misal olarak göstermekte bir sakınca
olmadığına ve bunun gıybet sayılmayacağına delâlet etmektedir.
Binaenaleyh halkı bir yanlıştan korumak
için böyle misaller verilebileceği gibi; kendisi ehil olmadığı halde örnek
alınan bir kimsenin halkı fitneye düşürmesini Önlemek için kendisinin
liyakatsizliğini ve kusurlarını halka açıklamak da üzerine vacib
olur.
Bilindiği gibi büyüklüğüne sınır olmayan
yüce Allah'ın gücüne, kudretine ve rahmetine de sınır yoktur. Güneşin ışığı ve
ısısıyla herkese yettiği, herkesi ısıtıp yolunu aydınlattığı ve bir kimsenin
güneşin ısı ve ışığından yararlanmasının diğer kişilerin bu nimetten
yararlanmasına engel olmadığı ve bu yararlanmayı azaltmadığı gibi; Allah'ın
sınırsız olan rahmetinden bir kimsenin yararlanması da diğer kimselerin
yararlanmasını engellemez ve sınırlandırmaz.
Bu bakımdan insanın dua ederken Allah'ın
lütuf ve ihsanını sınırlı zannederek duayı sadece kendisine tahsis etmesi, Allah
zülcelal hazretlerinin büyüklüğünü, rahmetinin sonsuzluğunu bilmemekten
kaynaklanan bir durumdur.
İşte bu
yüzden; Hz. Peygamber rahmetini sadece kendisine ve Hz. Peygambere indirmesi
için dua eden söz konusu bedeviyi cahillikle nitelendirmiştir. Biz bu hadisi 380
numaralı hadisin şerhinde de açıkladığımız için sayın okuyucularımıza oraya da
müracaat etmelerini tavsiye ederiz.[383]
Gıybetini Yapan Kimselere Hakkını Helal Eden Kimseler Hakkında Gelen Hadisler[384]
4886...
Katâde'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Sizin herbiriniz Ebu Daygam yahut
(Ebu) Damdam gibi olmaktan aciz midir? (Burada ravi Muhammed) b. Ubeyd (söz
konusu zatın isminin Ebu Daygam mı, yoksa Ebu Damdam mı olduğunda) şüphe etti.
(Hadisin kalan kısmını da şöyle rivayet etti: Bu zat) her sabah şöyle dua
ederdi:
4887...
Abdurrahman b. Aclân'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Sizin
herbiriniz, Ebu Damdam gibi olmaktan âciz midir?"
demiş de (orada bulunan
sahabiler):
Ebu Damdam kimdir? diye sormuşlar (Rasûlu
Ekrem efendimiz de bir önceki hadisin) manasını ifade eden şu cevabı
vermiştir:
"Sizden önceki (kavinı)ler içerisinde
bulunan bir kimsedir. (O her sabah: Ey Allahım), ben bana küfreden kimselere
şerefimi (lekeleyen bu küfürlerinden dolayı üzerlerine geçen hakkımı)
bağışladım" (diye dua ederdi.)
Ebu Dâvud
der ki: Bu hadisi mana olarak Haşim Ibn el-Kasim da Muhammed İbn Abdullah el
Ammî'den, o Sabit'den o da Enes yoluyla Peygamber (s.a.)'den rivayet etmiştir.
Hammâd' in rivayeti ise daha sahihtir.[386]
Açıklama
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifler
af ve hoşgörünün dinimizdeki önemini ifade etmektedirler.
Bilindiği gibi af, hataları bağışlamak ve
haklı olarak alması gereken şeyden kendi isteği ile vazgeçmek
demektir.
Cenab-ı
Hak bu yüksek hasleti: "Habibîm, sen güçlüğü değil, kolaylığı sağlayan yolu tut,
iyiliği emret."[387] ve; "Sizin
bağışlamanız takvaya daha yakındır..."[388] âyetleri ile
övmüştür.
Afv,
hasletlerin en şereflilerindendir. Affın doğuracağı lezzet, intikam lezzetinden
daha hoştur, olgun kişilerin kalbine sevinç doldurur. Çünkü affın lezzeti, şeref
ve övülmeyi, intikam ise kötülenmeyi doğurur. Nitekim, yüce Allah Kur'ân-ı
Keriminde takva sahiplerini överken şöyle buyurmaktadır. "Takva sahipleri
bollukta ve darlıkta harcayıp yedirenler, öfkelerini yenenler, insanların
kusurlarını bağışlayanlardır. Allah da iyilik edenleri sever."[389]
Yine
Cenab-ı Hak şu âyet-i kerimesinde insanları bağışlayanları bağışlayacağını
va'detmiştir: "Bununla beraber affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını
örterseniz, şüphe yok ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir."[390] Tuzlu
suyun susuzluğu artırdığı gibi öç almanın da kin ve intikam duygularım
artırmasına karşılık af, çoğu zaman birbirlerine düşman olan, kin besleyen
insanların kalplerini yumuşatır. Aralarına dostluk ve sevgi bağlarının
kurulmasına sebep olur. Yüce Allah Kur'an-ı keriminde bu gerçeği şöyle haber
verir:
"İyilikler ve kötülükler bir değildir. Sen kötülüğü en güzel
şekilde önlemeğe çalış! O zaman görürsün ki; düşmanın bile seninle dost
olmuştur."[391]
Affı öven
hadislerden bazıları da şu mealdedirler: "Kim öfkesini yenerse, Allah da ondan
azabını uzaklaştırır" "Öcünü almaya gücü olduğu halde öfkesini yenen kişiyi
Cenab-ı Allah yaratıklarının arasına çağırır ve huri kızlarından dilediğini
almakta serbest bırakır."[392]
37. Tecessüs (Gizli Kusurları Araştırma) Haramdır
4888... Hz.
Muaviye'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.): "Eğer sen insanların
gizli kusurlarını araştıracak olursan onları (n ahlâkını) bozmuş olursun"
yahutta "neredeyse bozacak duruma gelirsin" buyurmuştur.
Ebu'd-Derdâ dedi ki: "Bu, Muaviye'nin Rasûlullah (s.a.)'den
işittiği (ve gereğince amel ettiği için kendisinden) yararlandığı bir
sözdür."[393]
Açıklama
Hz. Ebu'd
Derdâ'nın Allah'dan Muaviye'nin hakkiyle yararlanmasını niyaz ettiği bu hadis-i
şerif, insanların şahsî kusurlarını araştırmanın haramlığına delâlet etmektedir.
Nitakim Kur'an-i Kerimde yüce Allah: "Birbirinizin kusurunu
araştırmayın"[394] buyurmuştur.
Yine hadis-i şerifte bir kimsenin
kusurlarını araştırmanın o kimsenin helakine sebep olabileceği ifade
buyuruluyor.
Gerçekten
kusurları araştırılıp ortaya çıkarılan bir insan, artık kusurlarının herkes
tarafından bilindiğini düşündükçe yavaş yavaş utanma duygusunu tamamen kaybedip
herkesin gözleri önünde kusur işlemekten çekinmez bir hale gelir. Çünkü utanma
duygusunu kaybeden insan, artık her kusuru işleyebilir. Nitekim bir hadis-i
şerifte "Utanmazsan dilediğini yap!.."[395] buyurulmuştur.
Ebû'd-Derdâ'nın sözünün tercemede gösterdiğiniz anlama geldiği,
Bezlu'I-Mechûd'da o ibare ile ilgili açıklamadan anlaşılmaktadır.[396]
4889...
el-Mikdam b. Ma'dikerib ile Ebu Umame'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber
(s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Bir
devlet yetkilisi, halka su-i zan ile muamele yapmaya kalkışacak olursa onları
yoldan çıkarmış olur."[397]
Açıklama
Yetkili makamlarda bulunan kimseler,
idaresi altında bulunan kimselere şüphe ve su-i zanlarına dayanarak muameleye
kalkışacak olurlarsa haklarında su-i zan beslenen bu kimselerin işledikleri
zannedilen zararlı fiillerle birlikte daha başka zararlı fiilleri de işlemeye
itmiş olurlar.
İnsanlar haklarında kötü niyetler
beslendiğini hissettikleri zaman çok olumsuz tepkiler gösterirler. Genellikle
olumsuz bir şekilde kendini gösteren bu tepkiler çoğu zaman nefret, kin ve
intikam duygularını da beraber getirirler.
Bilindiği
gibi karşılıklı sevgi ve saygının yerini kin ve nefretin aldığı cemiyetlerde,
huzur ve sükûndan eser kalmaz. Huzur ve sükûnun yerini kargaşanın aldığı bir
ortamda insanların çok şeylerini kaybettiklerinde şüphe yoktur. Bu bakımdan
yetkililer idaresi altındaki insanlara zanla muamele etmekten son derece
kaçınmalıdırlar.[398]
4890... Zeyd b.
Vehb'den (rivayet edildiğine göre); Hz. İbn Mes'ud'a (bir adam) getirilmiş
de:
Bu adamın sakalından şarap damlıyor,
denmiş. Hz. Abdullah (b. Mes'ud da):
Biz
(gizli) kusur araştırmaktan nehyedildik, fakat bize bir suç açıkça görünecek
olursa onu cezalandırırız, cevabını vermiş.[399]
Açıklama
Bilindiği gibi, tecessüs daha çok
kötülükleri, kusurları araştırmada kullanılan bir tabirdir. Mevzumuzu teşkil
eden bu hadis-i şerif, bu manada tecessüsün yasaklanmış olduğunu ifade
etmektedir. Şu hadis-i şerif tecessüsün kötülüğünü ne güzel ifade
etmektedir.
"Hz.
Peygamberi gördüm, Kabe'yi tavaf ediyor ve şöyle buyuru-yordu: Ne kadar
temizsin, kokun ne kadar hoş! Ne kadar büyüksün saygınlığın da ne kadar büyük,
Muhammed'in varlığı elinde olan Allah'a yemin ederim ki, mü'minin malının ve
kanının hanımlığı Allah katında senin haramhğından daha büyüktür. Onun hakkında
ancak hüsn-ü zanda bulunabilirler."[400]
38. Bir Müslümanın Ayıbını Örtmek
4891... Ukbe b.
Âmir'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.), (şöyle)
buyurmuştur:
"(Bir
müslümana ait) herhangi bir kusuru görüp de onu saklayan kimse diri diri mezara
gömülen bir kız çocuğunu (o) mezardan .çıkararak hayata kavuşturan kimse
gibidir."[401]
4892... Ukbe b.
Âmir'in katibi Dühayn dedi ki: "Bizim şarap içen bir takım komşularımız vardı.
Ben (birgün) kendilerini (şarap içmekten) men'ettim de vazgeçmediler. Bunun
üzerine Ukbe'ye varıp: "Ben şarap içen bu komşularımızı (şarap
içmekten) nehyettiğim halde vazgeçiremedim. Ben de onlar(ı bu
işten vazgeçirmesi) için polis çağıracağım" dedim. (Ukbe de
bana:)
Onları bırak, cevabını verdi. Sonra Ukbe'ye
bir daha varıp:
Gerçekten komşularımız şarap içmekten
vazgeçmeye yanaşmıyorlar. Ben de kendilerini vazgeçirmesi) için polis
çağıracağım, dedim.
Yazık sana onları bırak! Çünkü ben
Rasûlullah (s.a.)ı şöyle buyururken) işittim; dedi ve (bir önceki) Müslim (b.
İbrahim) hadisinin manasını rivayet etti.
Ehû Dâvud
der ki: Haşim ibn el-Kasım bu hadise ilaveten Leys' den (şu sözleri de) rivayet
etti. (Ukbe sözlerini şöyle tamamladı: Bunu böyle) yapma; (fakat) önce onlara
(yumuşaklıkla) Öğüt ver. (Eğer vazgeçmezlerse o zaman) kendilerini tehdid
et.[402]
Açıklama
Hadis-i şerif, bir müslümanın gizli kalan
bir kusuruna şahid olup da onu başkalarına açmadan gizleyen bir kimsenin diri
diri mezara gömülen bir kız çocuğunu mezardan çıkararak hayata kavuşturmak kadar
faziletli bir iş yapmış olacağını ifade etmektedir.
Çünkü, aslında Peygamberler dışında gizli
günahları bulunmayan kimse, hemen hemen yok denecek kadar azdır. Kul kusursuz
kalmaz. Bu gizli kusurlar kul ile Allah arasındadır. Kul bu kusurlarını açığa
vurmayıp tevbesi ile meşgul olmakla mükellef bulunduğu gibi, başkaları da onları
araştırmaktan kaçınmakla ve tesadüfen muttali olması halinde de onları
saklamakla mükelleftir.
Eğer insan mü'min kardeşinin tesadüfen
muttali olduğu kusurların! başkalarına açarsa, o kimse insanlar arasında
itibarını kaybederek, büyük bir boşluğa düşebileceği gibi, nasıl olsa başkaları
tarafından kötü tanındığı düşüncesine kapılarak artık aynı kusurları açıktan
işlemekten çekinmeyen hayasız bir insan haline de gelebilir. Bir müslüman için
böyle bir duruma düşmek ise diri diri mezara gömülmekten farksızdır.
Muttali olduğu kusurları saklayarak, kusur
sahibi müslümanı böyle rezil ve rüsvay bir duruma düşürmekten kaçınan kimsenin
tutumu ise, elbette diri diri mezara gömülen bir kimseyi mezardan çıkararak
tekrar es ki hayatına kavuşturmaya denktir.
Ancak bu tutum gizliden günah işleyen
kimseler hakkında olunca makbul ve övgüye layıktır.
Açıktan günah işleyen ve kusurlarını
herkese ilan eden kimseler hakkında takınılacak tavır ve takib edilecek yol ise
bu değildir. Onların isyanlarına rastlandığı zaman kendilerine elle, yahut dille
müdâhele edilecek, fakat buna güç yetirilmediği takdirde güvenlik kuvvetlerine
haber verilecektir.
İbn Şahin
bu hadisin garib olduğunu, Ebu Said ibn Yunus da illetli olduğunu söylemiştir.
Hadisin ravisi İbrahim'in güvenilir bir râvi olup olmadığı konusunda ulemâ
ihtilâfa düşmüştür.[403]
Din Kardeşliği [404]
4893...
Salim'in, babası (İbn Ömer) den (rivayet ettiğine göre) Peygamber (s.a.)'in
buyurmuştur:
"Müslüman, müslümanın (din) kardeşidir. Ona zulmetmez, onu
tehlikeye atmaz. Kim din kardeşinin bir ihtiyacının karşılanması için çalışır
çabalarsa, Allah da onun ihtiyacını karşılar. Her kim (dünyada) bir müslümanın
bir sıkıntısını giderirse bu sebeple Allah ondan kıyamet gününün sıkıntısından
birini giderir. Her kim (dünyada) bir müslümanın kusurunu gizlerse Allah da
kıyamet gününde onu(n kusurunu) gizler."[405]
Açıklama
Müslümanların kardeşliği İslamiyet
itibariyledir. Aralarında ittifak ve mutabakat bulunan iki şeye Arapçada kardeş
denilir.
Müslüman tabiri: Hür, köle, baliğ ve
mümeyyiz olan her ferde şamildir. Binaenaleyh müsllimanlıkta, kölelerle
sahipleri de kardeştirler.
Metinde geçen: "...ona zulmetmez," cümlesi
emir manasındadır ve te'kid kabilindedir. Binaenaleyh müslümanın müslümana
zulmetmesi haramdır.
İbn Battal "Mazluma yardım etmek farz-ı
kifâyedir; Sultana ise farz-ı ayndır" demiştir. İbnu't-Tîn; "Müslümanın
müslümana zulmetmekten kaçınması farz, onu tehlikeye atmaktan kaçınması ise
müstehabdır." demişse de Aynî bunların hükümlerinin yerine göre değişebileceğini
söylemiştir.
Müslümanın suçunu örtbas etmek kendisine
gizlice tenbih ve nasihatta bulunmaya mani değildir. Bu hüküm aşikâre suç
işlemeyenler hakkındadır. Zamanımızda olduğu gibi her suçu pervasızca gözler
önünde yapanlar bundan hariçtir. Bunlara "fâsik" denilir ki gıybetleri mubahtır.
Rasûlullah (s.a.) bu hususta:
"Fâciri
alem bilip dururken anmaktan çekmiyorsunuz. Onu kendisinde bulunan şeylerle anın
ki, insanlar onu tanısınlar" buyurmuştur.[406]
Kurbe:
Gam, keder manasına gelir. Bir kimsenin gam ve kederini sıkıntısını gidermek
malla, canla veya mevki ile olabilir. Nevevî diyor ki: "Burada mendup olan
örtbas etme emri, günahlarını açıktan işlemeyip gizleyen kimseler hakkındadır.
Eziyet ve şerrinden korkulmazsa kendisini uluemre şikayet etmek müsteh'ab olur.
Çünkü onun suçunu örtbas etmek ona daha ziyade eza cefaya, hürmetler çiğnemeye
ve daha başka suçları işlemeye cesaret kazandırır. Bütün bunlar olmuş bitmiş bir
suçu Örtbas etmek hakkındadır. Henüz yapılmakta olan bir suçu gören bir kimseye
ona itiraz etmesi ve elinden geliyorsa men etmesi vacibtir. Te'hiri helal
değildir. Men etmekten acizse meseleyi -bir mefsedet terettüb etmeyeceğinden
emin olmak şartiyle- uluemre şikayet etmesi lazımdır. Ravilerin, şahidlerin,
sadaka, vakıf ve yetim mallarına nezaret eden emin kimselerin ve emsalinin cerh
edilmelerine gelince; gerektiği zaman bunları cerh'etmek vacibdir. Ehliyetlerine
dokunan bir halleri görülürse onu Örtbas etmek helal değildir. Bu hal haram olan
gıybetten değil, vacib olan nasihattan maduttur. Ulema bu hususta ittifak
etmiştir."[407]
39. Karşılıklı Olarak Biribirlerine Şovenlerin Vebali
4894... Hz. Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Karşılıklı olarak sövüşen her iki kişinin söyledikleri (kötü
söz-leri)nin günahı, (kendisine küfredilerek haksızlığa uğrayan) mazlum kimse
(küfrü başlatan kimseden) daha da ileri gitmediği sürece (küfre) ilk defa
başlayan kimsenin üzerindedir."[408]
Açıklama
Hadis-i şerif bir müslümana sövmenin günah
oldugunu açıkça ifade etmektedir
Nitekim
diğer bir hadis-i şerifte de; "Müslümana sövmek fısktır.Onu öldürmekse küfürdür"
buyurulmaktadır.[409]
Karşılıklı olarak birbirlerine söven iki
kişiden sövüşmeyi ilk başlatanın günahı bellidir. Sövüşmeyi başlattığı için bir
günah işlemiş olduğunda şüphe yoktur.
Kendisine sövüldüğü için karşısındakine
küfürle karşılık veren öbür kimsenin verdiği bu karşılığın da bir günah olduğu
kesindir.
Önce
kendisine sövüldüğü için aynı şekilde karşılık vermek durumunda kalan şahıs
karşılık verirken sövmede karşısındakinden daha da ileri gitmediği sürece her
ikisinin günahı da sövmeyi ilk başlatanın üzerinde kalır. Saldırıya Önce uğramış
olan kişi, bu günahlardan kurtulur. Fakat bu kişi karşılık vereyim derken
küfürde saldırıyı, ilk başlatandan daha da ileri gidecek olursa dengeyi bozan
kısmın günahı kendi üzerinde kalır. Gerisinin günahı ise yine küfrü ilk
başlatanın olur.[410]
40. Alçak Gönüllülük
4895... lyaz b.
Hımar'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Yüce
Allah bana: Mütevazi olunuz da kimse kimseye zulmetmesin ve büyüklük taslamasın!
diye vahyetti."[411]
Açıklama
Tevazu,
müslümanın en belirgin vasıflarından biridir.Azamet ve büyüklük ise Allah'ın
sıfatlarındandır. Nitekim yüce Allah bir hadis-i kudside şöyle buyurmuştur:
"Azamet ve büyüklük, benim iki sıfatımdir. Kim (bu iki sıfattan) birini
takınarak bana ortaklığa kalkışırsa şüphesiz ona azab ederim."[412]
Binaenaleyh kibirlenip böbürlenen kimseler Hanlık makamına tecavüz edip yüce
yaratıcının sıfatlarının birinde ona meydan okumuş olurlar.
Şu âyet-i
kerimede kibirlilerin âhirette hüsrana uğrayacakları belirtilerek müslümanlar
uyarılmaktadır: "Bu âhiret yurdunu, yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu
istemeyenlere veririz. Sonuç Allah'dan korkanlarındır."[413] Diğer bir âyet-i
kerimede de şöyle buyurmuştur:
"İnsanları küçümseyip yüz çevirerek, yeryüzünde böbürlenerek
yürüme! Şüphesiz ki Allah kendisini beğenip övünen hiç bir kimseyi
sevmez."[414]
Rasûl-i zişan efendimiz de bir hadis-i
şeriflerinde şöyle buyurur:
"Kalbinde zerre miktarı kibir bulunan kimse
cennete giremez."
Bir adam:
İnsan elbise ve ayakkabısının güzel
olmasını ister, dedi,
Bunun üzerine Efendimiz:
Kibirlileri en şiddetli azab ile tehdid eden nasların yanısıra
alçak gönüllülüğü öven naslar da vardır. İşte mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i
şerif bu naslardan biridir. Mütevazı insan kuruntu ve kibirden temizlenerek,
Allah için tevazu gösterdikçe derecesi yükselir.[416]
Rasûlullah (s.a.)'ın yaşantısı her yönüyle
örnek olduğu gibi tevâzuda da eşsiz bir örnek idi. Şefkat, yumuşak huyluluk ve
hoşgörüde bir nümü-ne-i imtisal idi. Hatta oynayan çocukların yanından geçerken
üzerinde bulunan Peygamberlik gibi yüksek bir makam dahi onu çocuklara selam
vermekten alıkoymazdı. Onlara selam verir, yumuşak davranır, gönüllerini hoş
ederdi. Hiçbir şeyi küçük görmezdi.
"Bir
paçaya yahut buda davet edilsem giderim. Bir paça yahut bud hediye edilse kabul
ederim" buyururdu.[417]
41. İntikam Almanın Hükmü
4896... Said İbn
el-Müseyyeb'den demiştir ki:
(Birgün) Rasûlullah (s.a.), sahabilerile
birlikte otururken bir adam Hz. Ebu Bekire diliyle sataştı ve onu incitti. Hz.
Ebû Bekirse ona karşılık vermedi. Biraz sonra (adam) onu ikinci defa incitti.
Hz. Ebu Bekir (yine) sessiz kaldı. Sonra adam Hz. Ebu Bekir'i üçüncü kez
rahatsız etti. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir de (ona gereken cevabı vermek
suretiyle) ondan intikam aldı.
Hz. Ebu Bekir intikam alma yoluna gidince
Rasûlullah (gitmek üzere) ayağa kalktı. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir:
Ey Allah'ın Rasûlü, yoksa bana kızdın mı?
dedi. Rasûlullah (s.a.) de:
"(O adam
sana atıp tutmaya başlayınca senin adına ona cevap vermek üzere) gökten bir
melek inip onun sana karşı söylediği sözleri yalanlamaya başladı. Sen ona
karşılık vermeye başlayınca (araya) bir şeytan çıkıp geldi. Bense şeytanın
bulunduğu yerde oturmam" buyurdu.[418]
4897... (Said b.
Ebi Said'in) Hz. Ebu Hüreyre'den (naklettiğine göre); "Bir adam, Hz. Ebu Bekir'e
sövmüş..." (Hadisin kalan kısmında Said b. Ebi Said bir önceki hadisin) bir
benzerini rivayet etti.
Ebu Davud
der ki; Bu hadisi (aynen) Süfyan gibi Sapan Ibni Isa da ibn Adan dan rivayet
etmiştir.[419]
Açıklama
"Kötülüğün cezası da ona denk bir kötülüktür, fakat kim bağışlar
ve (kendisiyle düşmanı arasını) düzeltirse onun mükâfatı Allah'a aittir. Elbette
o zalimleri sevmez"[420]
"Eğer bir
ceza ile mukabele edecek olursanız ancak size yapılan azab ve cezanın misli ile
yapın (daha fazla ileri gitmeyin); sabredersiniz and olsun ki bu tahammül
edenler için daha hayırlıdır"[421] âyeti kerimelerinde
açıklandığı üzere insanın kendisine zulmeden kimseye onun zulmüne denk olacak
yani onu aşmayacak şekilde mukabelede bulunarak intikam alması caiz olmakla
birlikte, onun bu zulmünü sabırla ve afla karşılaması kendisi için daha hayırlı
ve sevabh olur. Nitekim (2894) numaralı hadisin şerhinde de
açıklamıştık.
Her ne
kadar Hz. Ebu Bekir, kendisine yapılan saldırının ikisini sabırla karşılayıp
birine haddi tecavüz etmeyecek şekilde karşılık vermek suretiyle, âyet-i
kerimelerde açıklanan ruhsat ve azimet yollarının her ikisiyle de amel etmiş ve
kendisini haddi tecavüz etmekten korumuş ise de, kendisi için daha hayırlı
olacağı cihetle Rasûl-i zişan efendimiz, bu hususta kendisine azimet yolunu
tavsiye etmiş, azimet yolunu tuttuğu sürece, kendisi adına bir meleğin cevap
vereceğini, ruhsat yolunu tutması halinde ise münakaşanın uzaması söz konusu
olup bu durumda şeytanların devreye gireceklerini haber vermiştir. Perde
arkasını bilip ona göre hareket etmenin değerini bilenler için ne güzel bir
öğüt! Her ne kadar bu rivayetler mürsel iseler de birbirlerini teyid ettikleri
için zayıflıktan kurtulmuşlardır.[422]
4898...
(Abdullah) İbn Avn dedi ki:
Ben
(ilmine güvendiğim kimselere): "Kim, kendisine edilen zulümden sonra hakkını
alırsa artık böyleleri üzerine (ceza için) bir yol yoktur"[423] (âyet-i
kerimesinde sözü geçen) intikam almanın hükmünü sorardım. Bana AH İbn Zeyd İbn
Cud'ân, babasının hanımı olan Ümmü Muhammed'den (bir hadis naklederek bu soruma
cevap verdi)
İbn Avn dedi ki (bana bu hadisi başkaları
da rivayet etti. Ravilerin hepsi de şöyle) rivayet ettiler:
"Ümmü Muhammed, Müminlerin annesi (Hz.
Âişe')nin yanına girer (çıkar)dı. (Birgün) mü'minlerin annesi (Hz. Aişe ona
şöyle) demiş:
Bir defasında yanımda Zeyneb bint Cahş
varken Rasûlullah (s.a.) yanıma gelmişti. (Hz. Zeyneb'i görmeden) eliyle
(kan-koca arasında geçen bir hareket) yaptı. Ben de kendisine bir işarette
bulunarak kendisini Zeyneb'in varlığından haberdar ettim. Rasûlullah da (bu
hareketi) bıraktı ve (Hz. Aişe'nin verdiği bu habere göre) Hz. Zeyneb de Hz.
Aişe'ye (dönüp O'na) dili ile sataşmış, Hz. Peygamber onu (bundan) nehyetmiş ise
de Hz. Zeyneb sataşmasından vazgeçmemiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
Hz.Aişe'ye:
Sen de ona dil uzat, demiş o zaman Hz. Aişe
de Hz. Zeyneb'e dil uzatmış ve Hz. Zeyneb'in hakkından gelmiş. Bunun üzerine Hz.
Zeynep, Ali (r.a.)'e (şikayete gitmiş) ve: "Muhakkak ki Aişe (r.anha) (bana
hakaret etmekle Haşimoğullanndan olan) size (de) hakaret etmiş oldu" demiş.
(Aynı şekilde varıp Haşimoğullarına şikayet) etmiş, derken Hz. Fatma (durumu
arzetmek ve Hz. Zeyneb'in hakkını aramak üzere Hz. Peygamber'in huzuruna) gelmiş
(Hz. Peygamber de) O'na:
"Ka'be'nin sahibine yemin olsun ki o,
(Aişe) senin babanın sevgili eşidir. (O Haşimoğullarına dil uzatmış bile olsa
sakın onun aleyhinde birşeyler söyleme)" buyurmuş. Hz. Fatma da dönüp gitmiş
Haşimoğullarına varıp:
Gerçekten
ben Hz. Peygambere (varıp) şöyle şöyle dedim; o da bana şunları şunları söyledi,
demiş; ayrıca Ali (r.a.) Peygamber (s.a.)'e varıp O da bu mevzuda kendisiyle
konuşmuş.[424]
Açıklama
Bir Önceki hadis-i şerifin şerhinde de
açıkladığımız gibi aslında (sözlü çekişmelerde) yapılan saldırıyı ona denk
olacak şekilde karşılamak caiz olmakla birlikte, tamamen sükût yolunu tercih
ederek çekişmenin uzamasını önlemek daha faziletli bir iştir, fazilet erbabının
yoludur.
Bir Önceki hadis-i şerifte söz konusu
edilen böyle bir çekişmede Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir için sükûtu tavsiye
ederken mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte, Hz. Aişe'nin kendisine
saldıran Hz. Zeyneb'e karşılık vermesini tavsiye etmiştir. Bu husus açıklanması
gereken önemli bir meseledir.
Hadis sarihlerinin açıklamalarına göre, Hz.
Peygamber'in Hz. Ebu Bekir'e bir münakaşa esnasında sükûtu tavsiye ederken, Hz.
Aişe'ye cevap vermeyi tavsiye etmesi, Hz. Ebu Bekir'le, Hz. Aişe'nin manevi
makamlarının farklılığından kaynaklanmaktadır.
Hz. Ebu Bekir, makam itibariyle daha yüksek
ve hadiselere tahammül gücü daha fazla olduğu cihetle ona tahammülü daha zor
olan sükût yolunu tavsiye ederken, Hz. Aişe'ye tahammül gücünü aşacağı için
sükûtu tavsiye etmemiş, hasmının saldırısını dengeleyecek şekilde bir cevap
vermesini tavsiye etmiştir.
Eğer Hz. Ebu Bekir'e de bu yolu tavsiye
etseydi, evlayı terk demek olan bu yol, onun yüksek makamına uygun
düşmezdi.
Ayrıca bir önceki hadisede Hz. Ebu Bekir'in
hasmına cevap vermesinin münakaşanın uzamasına sebep olması şeytanın da bu
münakaşadan dolayı iki müslüman arasına fitne girmesi için ümitlenmesine yol
açması söz konusu idî.
Nitekim Hz. Ebu Bekir'in sükûtu, Hz.
Aişe'nin de cevap vermesi münakaşaların kısa zamanda sona ermesinde müessir
olmuştur.
Bu bakımdan münakaşada sükûtu tercih etmek
evla olmakla beraber münakaşanın sona ermesi ya da çıkması muhtemel bir fitnenin
önlenmesi hasma karşı tonlu bir cevabın verilmesine bağlı ise o zaman tehlikenin
durumuna göre cevap vermek bazan müstehab, bazan da vacip olur.
Hz. Peygamberin Ebu Bekir'e sükût tavsiye
etmesi, bir meleğin O'nun namına hasmına cevap vermiş olması ile açıklanabilir.
Fakat Hz. Peygamber, Hz. Aişe adına Hz. Zeyneb'e böyle bir meleğin cevap
vermesine gönlü razı olmadığı için, Hz. Aişe'ye cevap vermeyi tavsiye etmiş
olabilir. Ayrıca Hz. Zeyneb'in Hz. Aişe'ye saldırısı Hz. Peygamber'in bir
hareketinden doğmuş olduğu için, bu saldın netice itibariyle Hz. Peygamber'e
yapılmış bir saldırı haline dönüşebilirdi. Hz. Peygamber, Hz. Zeyneb
için
böyle bir tehlikenin doğmasından korktuğu
ve bunun önlenmesinin de Hz. Aişe'nin vereceği cevapla mümkün olacağına inandığı
için Hz. Aişe'ye cevap vermeyi tavsiye etmiş olabilir.
Bu
hadisin ravisi Ali İbn Zeyd güvenilir bir ravi değildir. Ümmü Muhammed ise
Münzirî'nin zannettiği gibi Ümmü Ced'ân değildir. Zeyd İbn Ced'ân'ın
hanımıdır.[425]
42. Ölüler Aleyhinde Konuşmak Yasaklanmıştır
4899... Âişe
(r.anhâ)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"(Kendisiyle sohbet ettiğiniz mü'min) bir arkadaşınız vefat ettiği
zaman onu bırakınız. Hakkında kötü sözler söylemeyiniz."[426]
4900... Hz. İbn
Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (a.s.):
Açıklama
Metinde geçen "ölülerinizin iyiliklerini
anınız" emri istihbab ifade eder. Bu bakımdan müslümanların ölülerinin
iyiliklerini anmak müstehabtır.
"Ölülerinizin kötülüklerini anmaktan
kaçının" emri ise farziyyet ifade ettiğinden müslümanların ölülerinin
kötülüklerini anmak haramdır. Çünkü bir müslüman, öldükten sonra aleyhinde
konuşmak, bir gıybettir. Hatta bir müslümamn ölümünden sonra aleyhinde konuşmak,
sağlığında aleyhine konuşmaktan daha da çirkindir. Çünkü sağlığında aleyhinde
konuşulan kimseyle helalleşmek mümkün olduğu halde, ölü bir kimseyle helâlleşmek
mümkün değildir. Fakat kâfirlerin ve bidatçilerin sağlıklarında olduğu gibi
ölümlerinden sonra da aleyhinde konuşmakta bir sakınca olmadığı gibi, bazan
halkı tehlikelerinden korumak için kötülüklerini hatırlatmak dinî bir görev
olur.
Ayrıca
ulemâ, güvenilir olmayan ravilerin kusurlarını sağlıklarında ve ölümlerinden
sonra zikretmenin cevazında ittifak etmişlerdir. Mevzumuzu teşkil eden (4900)
no'lu hadisin ravisi İmran İbn Enes, tenkid edilerek güvenilir bir ravi olmadığı
söylenmiştir.[428]
43. Azgınlık (Haddini Aşmak) Yasaklanmıştır
4901... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"İsrail oğullarının içinde biri hayra
diğeri de şerre yönelmiş iki kişi vardı. Birisi günah işlemekle, diğeri de
ibadetle meşguldü. İbadetle meşgul olan devamlı olarak diğerini günah işlerken
görür ve (her tefasında da ona): "Vazgeç" derdi. (Yine) birgün (onu böyle) günah
üzerinde bulup ona "vazgeç" dedi o da:
Benim karşımdan çekil, benim Rabbim seni
benim üzerime bir gözetleyici olarak mı gönderdi? diye cevap verdi. Bunun
üzerine (beriki):
Allah'a yemin olsun ki (böyle devam
edersen) Allah seni affetmez yahutta seni cennete sokmaz, dedi. Bir süre sonra
ikisi de vefat ettiler ve alemlerin rabbi huzurunda bir araya geldiler. (Yüce
Allah) şu ibadete düşkün olana:
Sen beni (m kullarıma nasıl muamele
yapacağımı kesinlikle) biliyor muydun, yahut benim elimde olan (tasarruf
imkanın)a sahip miydin, (de kulum hakkında benim adıma böyle kesin bir hüküm
verebildin) dedi.
Günahkâr olana:
Git rahmetimle cennet(im)e gir, buyurdu.
Diğeri için de: "Bunu cehenneme götürün" emrini verdi.
Hz. Ebu
Hüreyre dedi ki: "Varlığım elinde olana zata yemin olsun ki (sözü geçen âbid
adam diğeri için böyle kesin bir hüküm vermekle) öyle bir söz söylemiş oldu ki,
(bu kelime) (kendi) dünyasını da âhiretini de helak etti."[429]
Açıklama
Bilindiği
gibi "Hüküm Allah'mdır.[430] "Kendine şirk
koşu|msım affetmez"[431] "Şirkin dışındaki
günahları dilediği kimseye mağfiret buyurur"[432] "Dilediğini de azab
eder."[433] Herşey onun elindedir, onun üstünde hiçbir güç yoktur. Öyleyse
Rasûlullah (s.a.)'ın dışında onun adına hiç kimsenin hiçbir kimse hakkında hüküm
verme hakkı olmadığı gibi, cennete ya da cehenneme gönderme yetkisi de yoktur.
Bir kimsede böyle bir yetki görmek ise onu Allah'a ortak kılmak anlamına
geleceğinden şirktir.
Nitekim
şu âyet-i kerimede ifade edilmek istenen de budur. "Onlar, âlimlerini ve
rahiblerini AHah'dan başka rabbler edindiler."[434]
Ancak
Allah'ın Kur'an-ı Keriminde ve Rasûlullah'm hadis-i şeriflerinde açıklamış
oldukları hükümleri halka açıklamak böyle değildir. Bu sadece Allah'ın ve
Rasûlünün emirlerini yine Allah'ın ve Rasûlunun bu mevzudaki emirlerine uyarak
halka nakletmekten ibarettir. Binaenaleyh bir kimsenin Allah adına kendi
kafasından hüküm vermesi onu dünya ve âhirette iflasa sürükler.[435]
4902... Ebu
Bekre'den (şöyle dediği rivayet edilmiştir): Rasûlullah (s.a) buyurdu
ki:
"Ahirete
ertelenecek cezası ile beraber, sahibi için zulüm ve akrabayı ziyareti terk
kadar, Allah'ın cezalandırmayı çabuklandırmasına layık olan bir günah
yoktur."[436]
Açıklama
Bağy: Zülüm etmek, haktan ayrılmak, İslam
devletine isyan etmek, yaratıklara karşı kötü davranmak ve kibirli olmak gibi
manalara gelir. Sindî, hadiste geçen bu kelimeyi zulüm ve yaratıklara kötülük
etmek şeklinde yorumlamıştır,
Katiat-i Rahim: Akraba ile ilgiyi kesmek,
onlara gerekli ilgiyi göstermemek ve onlara karşı üzerine düşeni yapmamaktır.
Sıla-i rahim ise bunun zıddı ve tersidir. Yani Akraba ile iyi ilişki kurmak,
onlara karşı üzerine düşeni yapmaktır.
Zulüm,
haksızlık ve yaratıklara kötülük etmek ile akraba ile ilgisizlik suçlarına karşı
âhirette verilece cezadan başka dünya hayatında da ceza verileceği, hem de diğer
günahların cezalarından önce verileceği, ilk iki hadiste bildirilmiştir.
Bilindiği gibi bazt suçların cezasının bir kısmı âhirete bırakılmakla beraber
bir kısmının cezası da dünyada verilir. İşte bu iki günah bu tür
suçlardandır.[437]
44. Hased (Kıskançlık)
4903... Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Hasedden
(kıskançlıktan) sakınınız. Çünkü ateşin odunu yediği gibi kıskançlık da iyi
amelleri yer bitirir." Yahutta: ("odunu" lafzı yerine) "otu" (diye)
buyurmuştur.[438]
Açıklama
Hased: Başkasında olan nimetten (can, mal
sıhhat) huzursuz olup, elem duyarak, o kişiden o nimetin gitmesini istemektir.
Cehalet ile tamahkârlığın birleşmesinden, kaynaşmasından doğar. Akran ve akraba
arasında çok olur.
Hased, çirkin ahlâkın en zararlılanndandır.
Şeytanın ebedî saadetten mahrumiyetine sebep de Hz. Adem'e hased etmesi ve
büyüklenmesi idi. Hased herkeste bulunur. Fakat derecesi farklıdır. Kiminin
hasedi hayalinden gelir, geçer, kiminin içinde biraz kaldıktan sonra akıl ve
insafın üstün gelmesiyle dağılır gider. Bazılarınınki de nefiste yerleşir,
gittikçe artar, işte asıl hased, buna derler.
İmam Gazzalî hasedi doğuran yedi sebeb
bulunduğunu söyler:
a.
Düşmanlık,
b. Kuvvetli,
üstün ve yüce olma isteği,
c.
Büyüklenme,
d. Kendini
beğenme,
e. İsteklerini
elinden kaçırma korkusu,
f. Riyaset
(başkanlık) sevgisi,
g. Kişinin
tabiatının alçaklığı ve pisliği.
Bunların hepsi hasede sebep olmakla beraber
en âdisi nefsin ve huyun pisliğinden kaynaklanan haseddir.
Rezil ve sefil kişilerin çoğunun
faziletli,ve değerli kişilere karşı olan çekemezlikleri bu nevidedir.
Böylesi bir nefse sahip olan kişiler
sürekli olarak azab içinde kalırlar, diğer kişiler yükseldikçe nimet sahibi
oldukça, bunlar alçalır ve azabdan kıvranırlar. Cenab-ı Hakk'ın sonsuz kerem ve
nimetlerinden kişilere isabet eden her mevki, mal, nimet karşısında bunlar
binbir mihnet ve sıkıntı içinde bulunurlar. Bu kısım hasedin ilacı zor
olduğundan böyle bir mizaca sahip olan kimselere kolay kolay şifa bulamazlar.
Zira kaynak dışarıda değil, nefsinin pisliğindendir.
Hasedçi çoğu zaman, içinde bulunduğu
tahammül edilmez. Sıkıntının şevkiyle hased ettiği kişinin gıybetini yapmak
zorunda kalır.
Gıybet, ise kıyamet gününde kişinin salih
amellerinin, gıybeti edilen kimseye gitmesine, gıybeti yapılan kimsenin
günahlarının da gıybet eden kimseye yükletilmesine sebep olur. Ayrıca hasetçi
çoğu zaman haset ettiği kimsenin elinde bulunan nimetlerin zevalini ister. Bu
ise Allah'ın kaza ve kaderine karşı gelmek demektir. İşte hased, sahibini böyle
amellerinin sevabını alamayan, müflis ve bedbaht bir duruma düşürdüğünden,
mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte, hasedin yaptığı bu tahribat ateşin odunu
ya da otu yakıp bitirişine benzetilmiştir.
Haset ettiği kişiye zarar vermeye,
gıybetini yapmaya götüren hasetler
haramsa
da etrafına zulmeden, eza ve cefa veren zâlim düşmanlar için ellerinde bulunan
nimetlerin zevalini temenni etmekte bir sakınca yoktur.[439]
İslâm terazisinde kefesi daima ağırbasan
insan, sadık, saf ve nefsi hile, ihanet, hased ve düşmanlıktan temizlenmiş olan
insandır. İbadeti az da olsa kefesi ağır basar bu insanın.
Göğsü kin
ve hased dolu olan, insanları rahatsız eden bir insan ise ibadeti çok da olsa
kefesi hafif kalacaktır. Çünkü o, duvardaki hafif, içi boş bir tuğlaya benzer ve
onun gibileri bu duvarın yıkılmasına sebep olur. İsIâmın istediği örnek
müslüman, güzel ibadet, temiz kalp ve iyi muamelenin kendinde toplandığı özü
sözü uygun bir kimsedir. İşte bu tip müslümanlarla İslam toplumunun yapısı
kuvvetlenir ve Rasûlullah'ın belirttiği şekilde birbirine kenetlenmiş duvar gibi
olur. Böylece bu temiz ve birbirine kenetlenmiş toplum, Allah'ın âyetini
insanlara taşımaya lâyık olur.[440]
4904... Sehl İbn
Ebi Umame şöyle demiştir:
"(Birgün) babamla birlikte, Ömer İbn
Abdulaziz'in Medine Valiliği zamanında, Medine'de Enes İbn Malik'in yanma
girdim. Bir de baktık ki Hz. Enes yolcu namazı gibi ya da ona benzer (kısa) bir
namaz kılıyor. Selam verince babam (O'na):
Allah sana rahmet etsin, söyle bakalım bu
(kıldığın) farz bir namaz mıdır yoksa kıla geldiğin nafile bir namaz mıdır? dedi
(O da:)
Bu farz
namazdır ve Rasûlullah'ın namazıdır. (Ben) unutarak yanıldığım birşey
dışında (bunda bile bile) hiçbir yanlışlık yapmadım. Muhakkak ki Rasûlullah
(s.a) şöyle buyurdu: "(Kendiliğinden) nefislerinize zorluk çıkarmayınız. Sonra
size (Allah tarafından) zorluk çıkartılır. Nitekim (geçmiş ümmetlerden) bir
kavim kendilerini zora koştular da Allah da onlara zorluk çıkardı. İşte
kiliselerde ve mabetlerde kalıntıları bulunan "ruhbanlığı da onlar
uydurmuşlardır."[441] Sonra ertesi günü
(Ebu Umame) sabahleyin (Hz. Enes'e) varıp:
(Bizimle beraber çöl yolculuğuna katılman
ve oradaki ibretli eserleri) görmen ve ibret alman için (sen de hayvanına)
binmez misin? dedi. (Hz. Enes de:)
Evet, cevabını verdi. Bunun üzerine hepsi
de (vasıtalarına) bindiler ve halkı helak olmuş, yıkılmış ve yok olmuş,
tavanları çökmüş bir diyara geldiler. (Ebu Umame Hz. Enes'e:)
Bu diyarı tanıyor musun? diye sordu, (Hz.
Enes de:)
Burayı ve
halkını hem de nasıl tanıyorum. Burası öyle bir kavmin diyarıdır ki, onları
azgınlık ve kıskançlık helak etti. Çünkü haset iyiliklerin nurunu söndürül-,
azgınlık ise bunu ya doğrular, ya da yalanlar. (Yanı azgınlık hasedin
yapılmasını istediği kötü fiilleri ya yerine getirip onun hükmünü icra eder. Ya
da onun hükmünü icra etmesine imkân vermez). Göz zina eder, Avuç, ayak, beden,
dil ve mahrem yer de bunu ya doğrular, ya da yalanlar.[442]
Açıklama
Dine, dinin aslında olmayan unsurları
sokarak dini güç yetirilmez bir ibadetler manzumesi haline getirmenin ve hasedle
zulmün, ülkelerin kısa zamanda yok olup gitmesine sebep olacaklarım ifade eden
bu hadis, İbn Kayyım el-Cevziyye'nin tahkikine göre, sahih değildir. Çünkü çocuk
ağlaması gibi namazı kısa kesmeyi gerektiren çok ciddi bir sebep olmadıkça Hz.
Peygamber'in farz namazları kısa kestiği görülmemiştir.
Şayet, bu hadisin doğruluğu kabul edilse
bile, Hz. Enes'in kılmakta olduğu söz konusu namazın bir farz namaz olduğu
düşünülemez. Olsa olsa sabah namazının sünneti gibi revatip sünnetlerden biri
olabilir. Hz. Enes dinleri tahribten, ruhbanlıktan bahsetmekle farz namazları
âdabına ve erkânına riâyet ederek kılmayı kast etmiş olamaz. Ancak, çocuk
ağlaması gibi namazı kısaltmayı gerektiren çok önemli bir sebep olduğu halde
namazı uzatmamayı kast etmiş olabilir.
Hasedle
ilgili lüzumlu açıklamayı bir önceki hadisin şerhinde yapmış olduğumuzdan burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[443]
45. La'net Etmenin Hükmü
4905... Hz.
Ebu'd-Derdâ, Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu söylemiştin
"Kul bir şeye lanet ettiği zaman o lanet
semaya yükselir. Fakat (lanet çok korkunç bir hadise olduğundan) gök kapıları
(korkularından onu kabul etmek istemezler de) hemen onun önünde kapanıverirler.
Sonra yere iner; (fakat) onun önünde yer kapıları da kapanır. Sonra (gidecek bir
yer bulamadığından) sağa-sola meyletmeye başlar. (Sağa ya da sola gitmek için
de) bir izin bulamayınca (gerçekten lanet edilmeye lâyık) ise lanet edilen
kimseye döner. (Lâyık) değilse lanet edene döner."
Ebu Davud der ki, Mervan, Muhammed,
senedinde bulunan Velid h.
Rebah'ın
aslında Rebah b. Velid olduğunu ve bu hadisi Nemraridan işittiğini söyledi.
Yahya İbn Hassan (ondan Velid İbn Rebah diye) bahsetmekle yanılmıştır.[444]
Açıklama
Lanet etmek, dua yoluyla birşeyin Allah'ın
rahmetinden kovulmasını ve uzaklaştırılmasını istemektir. Belli bir şahsa bu
manada kesin bir şekilde lanet etmek asla caiz değildir. Ancak, Ebu Cehil gibi
küfür üzere öldüğü kesin olarak bilinen kimselere lanet etmekte bir sakınca
yoktur. Binaenaleyh, zina isnadından dolayı, eşler arasında başvurulan lâneüeşme
olayında, lanetin yöneltildiği eş kesin bir şekilde belli olmadığından sözü
geçen lanetleşmede bir sakınca bulunmadığı gibi, ölüp gitmiş olan bir kafir ya
da bid'atçi için: "Eğer küfür üzerinde ya da bid'at üzerinde Ölmüş ise Allah ona
lanet etsin" demekte de bir sakınca yoktur. Çünkü bu nevi lanette bir kesinlik
(kat'îlik) yoktur. Sadece bir şarta bağlılık (ta'lik) vardır.
"Allah
hüllecîye de hülle yaptırana da lanet etsin"[445] "Allah ribayı, yiyene
de yedirene de lanet etsin."
Mealindeki hadislerdeki Iânet ise muayyen bir şahsa
yöneltilmemiştir. Bilakis kimlikleri meçhul kimselere yöneltilmiş bir lanettir.
Bu sebeple bu nevi lanetlerde bir sakınca yoktur.[450]
Ama
müslümana yakışan, hiçbir kimseye Iânet okumamaktır. Çünkü Cenab-ı Hak İblis
dahil herhangi bir şeye Iânet etmemizi bize vâcib kılmamıştır. Zira peygamber
(s.a.): "Mü'min sövüp sayıcı lanet edici, hayasızca konuşucu ve edepsiz
değildir."[451]
4906... Semure
İbn Cündüb'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
Açıklama
Hadis-i şerifde müslümanlann: "Allah'ın
laneti senin üzerine olsun, Allah'ın gazabı senin üzerine olsun, Allah seni
cehennemine soksun" gibi Allah'ın lanetini yada gazabını veya cehennemini ihtiva
eden sözlerle birbirlerine beddua etmeleri yasaklanmaktadır.
Gerçek
müslüman hiçbir zaman Iânet kelimesine ağzını alıştırmamalıdır. Çünkü "Müslümana
sövmek fasıldık, onunla savaşmak ise küfürdür."[457]
Nitekim
Fahr-i kâinat efendimiz de: "Ben lânetçi olarak gönderilmedim, ancak rahmet
(peygamberi) olarak gönderildim"[459]
buyurmuştur.
İslarmn temiz havasını teneffüs etmiş bir
müslümana lânetçilik ve küfürbazlık asla yakışmaz. O bu tür vasıflardan çok, ama
çok uzaktır.
Gerçek
bir müslüman konuştuğu her kelimenin hesabını vereceğini, kalbinin
derinliklerinde hisseder. Hayat şartlan onu bazı tartışmalara sürüklerse de
öfkesini yenmeyi ve sinirlerine hâkim olmayı bilir.[460]
4907... Ebu'd
Derdâ Rasûlullah (s.a.)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
Açıklama
Bilindiği
gibi şefaat aslında Allah'a mahsus bir hak[462] olmakla beraber yüce
Allah Rasulûne, kendisine şirk koşmayan günahkâr mü'mirilere kıyamet gününde
şefaat etme izni verecektir.[463] RasûIüne bahşetmiş
olduğu bu yüksek makama da "Makam-ı Mahmûd" denir.[464]
Hz.
Peygambere tanınan bu ilk şefaat yetkisinden sonra şefaat etme sırası, diğer
peygamberlere, âlimlere ve şehidlere verilecektir.[465] Yine meleklere ve
bazı mü'mirilere de şefaat izni verilecektir.[466] Fakat, mevzumuzu
teşkil eden hadis-i şerifte, lânetçi kimselerin kıyamet gününde hiçbir şefaat
etme yetkisine sahip olamayacakları ifade edilmektedir. Bu hadis-i şerifte
ayrıca: "Ey müslümanlar, böylece sizi seçkin ve şerefli bir ümmet kıldık ki,
bütün insanlar üzerine adalet örneği ve hak şahidleri olasınız"[467]
mealindeki âyet-i kerimede ve benzerlerinde kıyamet gününde Hz. Muhammed
ümmetine verileceği bildirilen diğer ümmetlere. Peygamberlerin tebligatta
bulunduklarına dair şahitlik etme yetkisinin de lânetlilere verilmeyeceği
bildirilmektedir. Metinde geçen "şahidlik" kelimesi aslında üç manaya
gelebilir.
a. Ahirette
diğer ümmetler hakkında ve peygamberlerin tebligatı hakkında şahitlik
etmek,
b. Dünyada
şahitlik etmek,
c. Allah yolunda şehid olmak. Bunların
içerisinde hadisin ruhuna en uygun olanı birinci mana olduğundan biz bu manayı
tercih ettik.[468]
4908... İbn
Abbas'dan (rivayet edildiğine göre); Bir adam rüzgâra lanet etti... (Bu hadisi
Musannif Ebû Davud'a rivayet eden diğer râvi) Müslim (ise bu hadisi) şöyle
rivayet etti: "Hz. Peygamber zamanında rüzgâr bir adamın etekliğini vücudundan
çekip aldı. Adam da rüzgâra lanet etti." Bunun üzerine Peygamber
(s.a.):
"Ona,
lanet etme! Çünkü o emirle hareket eder ve bir kimse lâ-nete ehil olmayan bir
şeye lanet edecek olursa o lanet kendisine döner" buyurdu.[469]
Açıklama
Allah'ın emri seresi rüzgârlar bazan esip
insanlara bereketli yağmurlar getirip ekinlerin ve meyvelerin olgunlaşıp
tatlanmasına hizmet ederlerken, bazan da evlerin çatılarını uçurup, ağaçlan ve
ekinleri köklerinden söküp yeşillikleri kurutarak büyük felaketlere ve zararlara
sebep olurlar. Bu hadiselerin hiçbiri rüzgârın kendi irâde ve arzusuyla olmuş
değildir. Rüzgârın bu hâdiselere sebep olması, ancak ve ancak yerlerin ve
göklerin yegâne hâkimi olan yüce Allah'ın iradesiyle, insanların imtihan
hikmetine mebni olarak meydana gelmektedir. Rüzgârın irade ve ihtiyarı
olmadığına göre o bu zararların meydana gelmesinde sadece bir alet hükmündedir.
Bilindiği gibi alet, akıl ve irade sahibi olmadığından cezaî ehliyete sahip
değildir.
Binaenaleyh müslüman herşeyde olduğu gibi;
rüzgârın esip hayır ve şer getirmesi gibi tabiat olayları karşısındaki tavrında
da devamlı uyanık olmalı ve daima lanet etmekten uzak durmalıdır:
"Hak kulundan intikamın yine abdiyle
alır.
Bilmeyen ilm-i ledünnü anı abd etti
sanır.
Her işin halikı O'dur, abd elinde
işlenir.
46. Zalime Beddua Etmek
4909... Âişe
(r.anha)'dan (rivayet edildiğine göre birgiin); kendisinin bir şeyi çalınmış da
çalan kimseye beddua etmeye başlamış. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.):
Açıklama
Fethü'l-Vedûd yazarının açıklamasına göre
Hz.Peygamber, Hz. Âişe'yi bir eşyasının çalınmış olmasından dolayı öfkeli bir
halde hırsıza beddua ederken görünce, ona bedduayı terk etmeyi tavsiye etmiştir.
Çünkü bir insanın bir insanı üzüp öfkelendirmesi, öfkelendiren kimsenin kıyamet
gününde cezaya çarptırılmasını gerektirir. Öfkelenen kimsenin beddua etmesi ise
bu günahı hafifletir. Öyleyse zarara uğrayan kimsenin uğradığı zarardan dolayı
kendisini zarara uğratan kimseye beddua etmesinin hiçbir yararı
yoktur.
Hz.
Peygamberin, bu sözden maksadı suçlunun günahının azalmasını önlemek ve
kesinlikle azaba çarptırılmasını sağlamak değil, beddua etmenin lüzumsuzluğunu
açıklamaktır.[472]
47. Kişinin Müslüman Kardeşine Küsmesinin Hükmü
4910... Enes İbn
Malik'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Birbirinize düşmanlık beslemeyin, birbirinize haset etmeyin,
birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olun! Bir müslümanın
bir din kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl değildir."[473]
Açıklama
Hased: Bir nimetin din kardeşinden alınıp
kendisine verilmesini istemektir ki, pek çirkin bir şeydir.
Buğz: Sevginin zıddıdır.
Tedâbür: Birbirlerine sırt çevirmek
demektir. Kaadı Iyaz'a göre bundan murad, birbirinize düşmanlık etmeyin,
demektir. Birbirinizi terk etmeyin manasına geldiğini söyleyenler de
vardır.
Taberanî diyor ki: "Bu gibi şeyler
kazanmakla elde edilmez." Binaenaleyh onları teklif de doğru değildir. Buradaki
nehiy onların sebeplerine hamledilir; yani buğzu, hasedliği ve küsüşmeyi icab
eden işleri yapmayın, demektir.
Zührî'nin rivayetindeki dört hasedden
murad: Buğzetmemek, hasedlik etmemek, birbirine sırt çevirme ve kardeş
olmaktır.
Şafiîlere göre bu hadis, bir müslümanın din
kardeşi ile üç günden fazla dargın kalmasının haram; üç gün dargınlığın ise
mubah olduğuna delildir. Üçüncü günden fazla süren dargınlığın haram olduğuna
nass ile üç günlük dargınlığın mubah olduğuna ise mefhum-i muhalifi ile delâlet
etmektedir. Üç günlük dargınlığın affedilmesi, insanın yaradılışında gadab ve
kötü huyluluk bulunduğundandır.
Hanefilere göre, mefhum-i muhalif sahih
delil değildir. Onlarca üç eünden fazla dargınlığın haram olduğunu beyan, üç gün
dargınlığın helal olmasını iktizafnez.
Bazıları bu dargınlığın dünyaya ait bir iş
için üç gün olduğunu, âhiret için olursa üç günden fazla dargın durmanın meşru
kılındığını söylemiş, Peygamber (s.a.)'in Tebuk gazasına iştirak etmeyen üç kişi
ile elli gün konuşmadığını, ashabına da onlarla konuşmamalarını emrettiğini,
buna misal göstermişlerdir. Bu zevatın tevbeleri kabul buyurulduğuna dair âyet
inmiş ve müslümanlar kendileri ile konuşmaya başlamışlardır.
Dargınlığın, sırf bir selamla sona erip ermeyeceği ulema arasında
ihtilaflıdır. Cumhura göre mücerred bir selam vermek veya almakla dargınlık sona
erer. Bir rivayette İmam Malik'in kavli de budur. İmam Ahmed'e göre dostluk eski
haline dönmedikçe dargınlık geçmiş sayılmaz. Mâlikîlerden İbn Kaasim'ın kavli de
budur.[474]
4911... Ebu
Eyyûb el - Ensarî'den (rivayet edildiğine göre);
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hiçbir müslümana kardeşini
-karşılaştıklarında biri yüzünü bir tarafa, diğeri Öbür tarafa çevirecek
derecede- üçgünden fazla terk etmesi helâl değildir. Hayırlıları ise daha önce
selâm verenleridir.”[475]
4912... Hz. Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Bir
mü'minin bir mü'mine üç günden fazla küsmesi helal olma/. Eğer küsen kimse (küs
iken) üzerinden üç gün geçecek olursa hemen ona varıp selam versin. Eğer
selamını alırsa (her ikisi de barışmanın) sev(abın)a ortak olurlar. Eğer selamı
almazsa (küslüğün) günah(ını) yüklenmiş olur." (Ravi Ahmed b. Said rivayete şu
sözleri de) ekledi: "Selam veren de küslük (günahın) dan kurtulmuş
olur."[476]
4913... Âişe
(r.anha)'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Bir
müslümanın bir müslümana üç günden fazla küsmesi (helal) olmaz. Binaenaleyh (din
kardeşine küsen kimse) onunla (her) karşılaştığında selam verir (ve bu
karşılaşma ve selamlaşma) üç defa (tekerrür ettiği halde o zat) bu selamların
hiçbirini de almazsa (küslüğün) günahını yüklenmiş olur."[477]
Açıklama
İyi günler kadar kötü günler, sevinç kadar
üzüntü; sukûnet kadar gürültü ve kızgınlık da bu hayatın tabiî hallerindendir.
Sevinmek bağışlamak hoş görmek gibi kırılmak, üzülmek ve küsmek de beşerî
davranışlar ve reaksiyonlardır.
Hadisimiz, sebebi ne olursa olsun mü'min
için din kardeşine küsme süresinin en çok üç gün olduğunu belirlemektedir. "Hiç
küsmeyin" dememekte küsme ihtiyacını tatmin süresini oldukça kısaltarak müslüman
toplumda köklü bir ülfet ve muhabbetin devamını sağlamaya
çalışmaktadır.
"Üç günlük dünyada", "üç gün" ömrü olan bir
hakkı, hiç kullanmamak yani küsmemeye çalışmak belki daha da uygundur, en
azından idealdir...
Karşılaşınca "selam"!aşmaları bir vecibe
olan iki müslümandan birinin bir tarafa ötekinin bir başka tarafa başını çevirip
birbirini görmezlikten gelerek geçip gitmeleri kadar din kardeşliğine ters düşen
bir başka davranış düşünülebilir mi?
Bu yakışıksız duruma son vermek büyük bir
hayırdır. Mümkün olan en kısa zamanda son vermekse daha büyük bir hayırdır.
Tabiatiyle böyle bir teşebüsü ilk kez ortaya koyan, o kişilerin en hayırlısı
olacaktır.
Aslında selam vermenin 90, alanın 10 sevab
kazanacağı, yani toplumda sulh ve sükûnun, emniyetin, devamını sağlayıcı,
başkalarının, iyiliğini
isteyici ve zararsızlığı sembolize edici
iik işareti verenin onda dokuz oranında üstünlüğü kabul edilmiştir. Bu da ilk
selamı verenin hayırlı olmasını bir başka açıdan ortaya koymaktadır.
Ancak açık küfrü, bid'alı ve günahkârlığı
sebebiyle, kişiyi, bu halleri devam eliği sürece terketmek caizdir. Yoksa böyle
zann tevehhüm ederek herhangi bir müslümanı terk etmek asla caiz değildir. Hele
hele "bizim grubtan değil" gibi pek abes bir gerekçe ile başka dini grublara
selam vermemek cinsinden çiğlikler hiç kimseye fayda getirmeyecektir. Hiç bir
ciddî sebeb yokken, halk arasına çokça söylendiği gibi "artık herşey bitti,
ölürsem cenazeme gelmesin, ölürse cenazesine gitmem" şeklinde uzlaşmaz, ve
barışmaz bir tutum içine girilmesini dinimiz asla tasvip etmemektedir. Zaten
İslam toplumunun buna tahammülü de yoktur.
"Üç
günlük" küs durma ruhsatı talim ve terbiye maksadına yöneliktir. Herhangi bir
hata işleyen müslümanın, hatasını anlaması için en fazla üç gün dargın
durulabilecektir. Ötesi haramdır. Daha kısa sürede barışılması ise çok daha
güzel ve hayırlıdır.[478]
4914... Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah {s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
"Bir
müslümanın (din) kardeşine üç (gün)den fazla küsmesi helal olmaz. Kim (müslüman
kardeşine) üç günden fazla küser de (böyle küs haliyle) vefat edecek olursa
cehenneme girmeyi haketmiş olur."[479]
4915... Ebu
Hıraş es-Sülemî'den (rivayet edildiğine göre); kendisi Resûlullah (s.a.)'i şöyle
buyururken işitmiş:
Açıklama
Mevzumuzu
teşkil eden (4914) nolu hadis-i şerifteyir müslümanın bir müslümana üç günden
fazla küs durmasının ve böyle küs iken vefat etmesinin onun cehennemlik olmayı
hakketmesine sebep olacağını ifade etmekte ve bir müslümana bir sene küs durmayı
ise onu öldürmeye benzetmektedir. Bu benzetme, sözü geçen küslüğün her bakımdan
bir müslümanı öldürmeye denk olduğu anlamına gelmez. Binaenaleyh üç günü aşan ve
sahibinin ölümüne kadar da süren bu küslüğün bir müslümanı öldürmeye benzemesi
sadece bu kişinin cehenneme girmesine sebep olması yönündendir. Yoksa derece
yönünden değildir. Çünkü bilindiği gibi adam öldürmek Allah'a şirk koşmaktan
sonra gelen en büyük günahtır. Şirkten başka hiçbir günah ona denk
olamaz.[481]
Sahibinin ölümüne kadar süren küslük onun
cehennemlik olmasına sebeb olması itibariyle bir müslümanın kanını dökmeye
benzemekle beraber, mutlaka sahibinin cehenneme girmesini gerektirmez. Allah af
ederse girmekten kurtulmuş olur.
Sonuç itibariyle bir müslümana üç günden
fazla küs durmak haramdır. Haramhğı gerektiren küslüğün asgari haddidir. Küslük
bir sene devam etmekle zaman itibariyle kötülükte en son haddine ulaşmış olur.
Bu sebeb-le (4915) numaralı hadis-i şerifte sahibini cehennemlik eden küslüğün
bir sene devam eden küslük olduğu ifade edilmiştir. Belki de bu müddetin bir
sene olarak belirlenmesine sebep çoğu zaman insanın mizacının, bir sene içinde
değişmesindendir. Çünkü dört mevsimin insan üzerinde ayrı ayrı tesiri vardır. Bu
mevsimler içerisinde insanın mizacı değişip küslüğünden dönüp, hasmıyle
helalleşebilir. Tevbe edip bu günahına son verebilir. Nitekim hadis-i şerifte
müddet olarak bir seneden bahsedilmesini böyle açıklayanlar olmuştur.
Benzetmeden gaye, maksadı çarpıcı ve mübalağalı bir şekilde
anlatmak olduğu, ayrıca kendine benzetilenin, benzetilenden üstünlüğünün bir
teşbih kuralı olduğu düşünülürse bu hadis-i şeriflerdeki bir müslümana küsmenin
bir müslümanı öldürmeye benzeti İme s indeki esas gayenin, küslüğün günah olarak
gerçekte bir müslümanı öldürmeye denk olduğunu ifade etmek değil, fakat onun
günah olduğunu mübalağalı bir şekilde anlatıp müslümanları ondan sakındırmak
olduğu kolayca anlaşılır.[482]
Fıkıh
ulemasının haram olan küslüğün müddeti konusundaki görüşlerini (4910) numaralı
hadisin şerhinde açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[483]
4916... Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Cennet kapıları, her pazartesi ve perşembe
günleri açılır. Bu iki günde kendisiyle (din) kardeşi arasında düşmanlık bulunan
kimseden başka, Allah'a şirk koşmayan herkes bağışlanır. (Aralarında düşmanlık
bulunan bu iki kimse hakkında meleklere):
Ebû Davud der ki: Peygamber (s.a.)
hanımlarından bazılarına kırk gün, İbn Ömer de oğlunun birine ölünceye kadar
küsmüştür.
Küslük
Allah için olursa (o zaman küsen kimseye hadiste geçen) bu tehdidden bir pay
yoktur. (Nitekim halife) Ömer ibn Abdtl-Aziz bir adam-a karşı (onu görmemek
için) yüzünü kapatmıştır.[485]
Açıklama
Şahnâ: Kin ve düşmanlık anlamlarına gelir.
Tîbî'nin açıklamasına göre metinde geçen "bekletiniz" hitabına bir muhatab
lâzımdır ki bu muhatab da Allahü Teala'nın pazartesi ve perşembe günlerinde
kulların bağışlandığı kendilerine bildirilen meleklerdir. Yüce Allah bu
meleklere, sözü geçen günlerde şirk koşanların dışında, birbirlerine küs
olanlardan başka herkesin bağışlandığı bildirilince bu rahmet melekleri:: "Ey
Allahım, bunları da affet, diye Allah'a niyazda bulunurlar. Bunun üzerine Yüce
Allah bu meleklere:
Onları, barışıncaya kadar bekletiniz,
buyurur.
Münâvî'ye
göre cennet halihazırda mevcut olduğundan, metinde geçen "Cennet kapılan açılır"
sözüyle, cennet kapılarının hakiki manada açılmalarının kasd edilmiş olması
mümkün olmakla beraber burada bu cümleyle, Allah'ın af ve mağfiretinin çokluğu,
müslüniahların cennetteki makamlarının yükselmesi, kullarına bol bol sevab ve
ecir ihsan etmesidir.[486] Bezlü'l-Mechud
yazarının açıklamasına göre ise metinde geçen "cennet kapıları açılır" sözünü
diğer hadis-i şeriflerin ışığında açıklamak icab eder. Buna göre bu cümle ile
kast edilen mana şöyle olur:
"Pazartesi ve Perşembe günleri amellerin göğe yükselip kabul
edildiği günlerdir. Göğe yükselen bu amellerin iyi ve kötüleri tartıldıktan
sonra, iyi amellerle kötü ameller eşit olurlarsa kötü ameller affedilir. Fakat
kötü ameller iyi amellerden daha fazla gelecek olursa bu fazlalık, affedilmeden
bekletilir." Eğer bu mevzuda gelen diğer hadisler hesaba katılmadan sözü geçen
cümleye "cennet kapıları açılır da mü'minlerden küs olmayan herkes
affedilir"şeklinde bir mana verilecek olursa kabir azabı, amellerin tartılması,
cehennem gibi terimlerin hiç bir anlamının kalmaması gerekir.[487]
Nitekim
"ameller (Allah'a) pazartesi ve perşembe arz edilir. (Bu bakımdan) ben
amellerimin oruçlu iken arz edilmesini arzu ederim de bu sebeple bu iki günde
oruçlu olurum"[488] mealindeki hadis-i
şerif de Bezi yazarının bu görüşünü te'yid etmektedir.
Hadis-i
şerif, şirk ve müslümanlara kin beslemenin ne büyük bir vebal olduğunu açık bir
şekilde ifade etmektedir. Ancak Musannif Ebu Davud'un da açıkladığı gibi Allah
için küsmekte hiçbir sakınca yoktur. Hatta bir hadis-i şerifte Allah için
sevmenin ve Allah için kin beslemenin iman kuvvetinin alâmetinden olduğu ifâde
buyurulduğu[489] gibi diğer hadis-i şerifte de: "Allah'a en sevimli amel, Allah
için sevmek ve Allah jçin buğz etmektir."[490]
Duyurulmuştur.
İşte bu
sebepledir ki Hz. Abdullah İbn Ömer oğluna ölünceye kadar küsmüş; Hz. Ömer İbn
Abdülaziz de bir adamdan yüz çevirmiştir.[491]
48. (Müslümanlara Kötü) Zan (Beslemenin Hükmü)
4917... Hz. Ebu
Hüryere'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullalı (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Zandan
sakınınız. Çünkü zan sözlerin en yalanıdır. Başkalarının (gizli) konuşmalarını
dinlemeyin ve tecessüsde bulunmayın."[492]
Açıklama
Sû-i zann; bir kişi hakkında -aslına
ermeden- kötü bir fikre sahip olmaktır.Kalbin duygularından, özelliklerinden
biridir. Ali cenab tabiatlarda nâdir bulunur.
Hattâbî'nin açıklamasına göre su-i zandan
maksat, hatırdan gelip geçen şeyler değil, hakikat kabul edilerek kalben tasdik
edilen zandır. Çünkü hatırdan gelip geçen şeylerin önünü almak mümkün
değildir.
Böyle
aslına ermeden hakikatmiş gibi kabul edilip kalben tasdik etmek anlamındaki
zanna uyanları cenab-i Hak Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli sure ve
âyetlerinde[493] kötülemiş böyle bir saplantıyı mü'minlere nehy
etmiştir.
Tecessüs:
Bir şeyin iç yüzünü araştırmak, demektir. Asayiş ve kişilerin selametinin
korunması, bölgelerin ve düşmanların durumunu tahkik için yapılan teftişler bir
tarafa bırakılırsa bunun dışında bir adamın ayıplarını teftiş ve tecessüse
kalkışmak çirkin bir davranıştır. Bu husus "Birbirinizin kusurlarını
araştırmayın"[494] âyetiyle yasaklanmıştır. Sevgili Peygamberimiz de: "Din
kardeşinizin ayıbını araştırmayın. Eğer araştırırsanız herşeyi bilen Cenab-ı Hak
da sizin ayıplarınızı evinizin içinde bile olsa ifşa ve sizi rüsvay
eder"[495] buyurmuştur.
Tehassüs: Başkalarının sözünü gizlice
dinlemektir. Bazıları tecessüs bir sırrı başkaları için dinlemektir. Tahassüs
ise kendisi için dinlemektir, demiştir. Her ikisinin de aynı manaya geldiğini ve
her ikisinin de bilinmeyen hal ve haberleri öğrenmek istemek anlamı da olduğunu
söyleyenler de vardır.
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif
müslümanlar hakkında kötü zanda bulunmanın ve onların kusurlarını araştırmanın
haram olduğuna delâlet etmektedir.
Binaenaleyh bütünüyle sevgi, şefkat ve
kardeşlik dolu bu Peygamber tavsiyelerini düşünen müslüman, kalbinde bir
hastalık, fıtratında bir eğrilik yoksa buğz ve kini taşıyamaz.
Müslümana yakışan din kardeşleri için iyi
fikir ve güzel düşünce beslemektir. Bilindiği gibi müslümanlar hakkında iyi
düşünceler beslemeğe "hüsn-i zann1' denir. Bu güzel bir huydur. Fakat hüsn-i zan
besleyeceğim diye tedbiri elden bırakmak da doğru değildir.
49. Müslümanların İyiliğine Çalışma Ve Onları Kötülüklerden Korumak
Ebu Hureyre (r.a.)'den (rivayet edildiğine
göre) Rasûlullah (s.a.):
4918... "Mümin mü'minin aynasıdır ve
mü'min, mü'minin kardeşidir. Onun geçimini muhafaza eder ve onu arkadan da
çepçevre sarıp (tehlike ve zararlardan) korur" buyurmuştur.[497]
Açıklama
Nasihat: Kalbte hiçbir kötülük bulunmamak
şartıyla ilgili zat için hayır ve kemal değinde bulunmak veya onun hayrına olan
işi bizzat yapmaktır. Kısaca samimi düşüncelere sahip olup samimi davranmak
demektir.
Gerçek manada öğüt vermek de böyle hayır ve
kemal dileğinde bulunmanın, samimi düşüncelere sahip olup samimi davranmanın bir
neticesi olduğu için "nasihat" öğüt vermek anlamında da kullanılır.
Kişi yüzünün kir ve lekesini temiz bir ayna
olmadan göremeyeceği gibi batını kusurlarını da görüp temizleyebilmek için söz
veya haliyle kendisine kusurlarım gösterecek iman, amel ve ahlâk yönünden
kendisinden daha olgun, üstün ve dürüst öğüt veren bir zata ihtiyacı vardır.
Bunun için Rasul-i zişan efendimiz, "mü'min mü'minin aynasıdır" buyurmuştur.
Bize düşen vazife bu aynaları incelemektir. Çünkü ayna var ki kirli ve paslıdır,
güzel göstermez. Şüphesiz doğru dürüst gösteren temiz aynalar olduğu gibi küçük
büyük, eğri-büğrü gösteren aynalar da vardır.
İşte
bunun gibi arkadaş var ki, insanı olduğu gibi göstermez de yüzüne karşı yalandan
över, övülen kimse de kendini kusursuz sanır. Böylece aldanıp kibire düşer.
Arkadaş da var ki bunun tam tersine insanı olduğundan daha aşağı göstererek
ümitsizliğe ve dolayısıyla başarısızlığa düşürür. Kâmil mü'min ise karşısındaki
mü'mine hakiki manada aynalık yapıp onun varsa kusurlarını ya da faziletlerini
olduğu gibi, eksiksiz olarak gösterip, ümitsizliğe veya kibire düşürmeden onu
daha yüksek hedeflere yöneltir. Bunlar kemâle ermek isteyen mü'minlerin
rehberlikten müstağni kalamadıkları kâmil mürşidlerdir. Nitekim şu âyet-i
kerimede müslüman-ların böylesi kâmil mü'minlere olan ihtiyaçlarına işaret
edilmektedir: "De ki: (Yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları,
size haber vereyim mi? Onlar, kendileri iyi yapıyorlar sanarak dünya hayatında
sa'y-ü gayretleri boşa gitmiş olanlardır.”[498]
Muhakkak ki müsllimanlara en mükemmel
manada aynalık etmek kâmil mürşidle de gerçekleşmekle beraber, diğer müsîümanlar
da kemâlleri ve faziletleri nisbetinde diğer mü'minlere aynadarlik ederler.
Onlar hakkında samimi duygular besleyip sözleri ve davranışlarıyla onların
iyiliğine ve hayrına çalışıp onlara herhangi bir yerden ulaşabilecek olan zararı
önlemeye çalışırlar.
Binaenaleyh müslüman kendi malını ve menfaatini koruduğu gibi
mü'min kardeşininkilerini de aynen koruyup gözetmelidir.[499]
50. Müslümanların Arasını Düzeltmek
4919...
Ebudderdâ'dan (rivayet edildiğine göre) Râsulullah (s.a.) (birgün)
sahabelere;
"Size oruçtan da namazdan da ve sadakadan
da daha faziletli olan bir amel haber vereyim mi?" demiş.(Onlarda):
Evet ya Rasûlullah (haber ver), demişler.
(Bunun üzerine Rasûlullah):
"(O) iki
kişinin arasını düzeltmektir. İki kişinin arasını açmak (ise usturanın kılı
kazıdığı gibi dini kökünden söken) bir kazıyıcıdır," buyurmuş.[500]
Açıklama
Hadis-i şerif müslümanlar arasında sevgi ve
saygı bağlarını geliştirmenin, onların aralarındaki kırgınlıkları gidererek,
aralarını bulmanın, namaz, oruç ve sadaka ibadetlerinden daha faziletli olduğunu
ifade etmektedir. Bazı âlimler, müslümaıüann aralarını düzeltmenin sadece nafile
ibadetlerden üstün olabileceğini, farz ibadetlerden üstün olamayacağını
söylemişlerse de, bazıları hadisi mutlak manaya hamlederek; müslümanlann arasını
düzeltmenin farz namazlardan da farz olan oruçlardan ve sadakalardan da daha
faziletli olduğunu söylemeye hiçbir şer'i nassın mâni bulunmadığım
söylemişlerdir. Çünkü çoğu zaman dargınlıklar ve kinler insanları kan dökmeye ve
iç savaşlara götürmüştür. Bu fesad ve bozuk ahvale engel olacak çabaların
derecesi de elbette temin etmiş olduğu neticenin büyüklüğü nisbetinde fazla
olacaktır.
Bu gerçeği anlayabilmek için Rasûlullah
(s.a.)'in mü'minlerin arasını bulmak gayesiyle söylenen yalanı, yalan saymamış
olmasını düşünmek bile yeter.
Bu
mevzuda bir hadis-i şerif şu mealdedir: "İnsanların arasını bulup hayır haber
götüren veya hayır söyleyen yalancı değildir."[501]
Müslim'in
rivayetinde şu fazlalık vardır: "Rasûlullah (s.a.)'i şu üç şey dışında
insanların söyledikleri şeyde (gerçek dışına çıkmaya) izin verdiğini duydum:
Harp ve insanların arasını bulmak, erkeğin karısına, kadının da kocasına
söylediği söz."[502]
4920... (Humeyd
b. Abdurrahman'in) annesinden (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"(İki müslümamn) arasını düzeltmek için
(onların birinden diğerine, düşmanlığı kaldırıp yerine dostluk duygularını
uyandırıcı asılsız haberler) taşıyan kimse yalancı değildir."
(Bu
hadisi Ebu Davud'a rivayet edenlerden) Ahmed h. Muhammed ile Müsedded (hu
hadisi; gerçekte duymamış olduğu halde, aralan açık olan iki kişinin birinden
diğerine sanki duymuş gibi) hayır(lı söz) aktararak yûhutta hayır(h söz)
taşıyarak (o) iki kişinin arasını düzelten kimse yalancı değildir" (şeklinde)
rivayet ettiler.[503]
4921... Ümmü Gülsüm bint. Ukbe dedi ki:
Ben Rasûlullah (s.a.)'ın üç şeyden başka bir şeyde yalan söylemeye izin
verdiğini duymadım. Rasûlullah (s.a.) şöyle buyururdu: "Ara düzeltmek gayesiyle
(asılsız) söz söyleyip de insanların arasını düzelten kimseyi; (düşmanı mağlub
etmek için) harbte (yalan) söyleyeni;, karısına (yalan) söyleyeni, kocasına
(yalan) söyleyen kadını, ben yalancı saymam."[504]
Açıklama
Kadı Iyaz üç yerde yalan söylemenin bil
ittifak caiz olduğunu söylemiştir. Ancak bu yerlerde mubah olan yalandan muradın
ne olduğu ihtilaflıdır: Ulemâdan bir cemâate göre bir maslahattan dolayı bu üç
yerde yalan söylemek mutlak surette caizdir. Yasaklanan yalan, zararlı olandır.
Bir zalim, birinin yanında gizlenmekte olan kimseyi öldürmek istese "nerede
olduğunu bilmiyorum," diyerek yalan söylemesi bilittifak vacib olur. Diğer bir
takım ulemâya göre yalan söylemek hiçbir hususta caiz değildir. Onlarca üç yerde
yalan söylemenin caiz olmasından maksat, tevriyeli yani kapalı ve ihtimâli! söz
söylemektir. Meselâ bir adam karısına iyi bakacağım, ona şöyle şöyle elbise
giydireceğine vad eder de kalbinden: "Allah takdir ettiyse yaparım" diye niyet
ederse bu bir tevriyedir. Dargın kimseleri barıştırmak için iki taraftan her
birine güzel sözler nakleder ve tevriye yapar. Harpte de ayrit şekilde hareket
eder. düşmana giderek "sizin en büyük kumandanınız öldü" der, fakat bununla onun
geçmişteki bir kumandanına niyet eder.
Karı-kocanın birbirlerine yalan söylemelerine gelince; bundan
murat birbirlerine sevgi göstermeleri ve icrası lazım gelmeyen şeyleri
vâdetmeleridir. Birbirlerine olan borçlarını vermemek yahut hakkı olmayan
şeyleri birbirlerinden istemek gibi hususlarda yalan söylemeleri bil icma
haramdır.[505]
51. Şarkı Söylemek Yasaklanmıştır
4922... Muavviz
İbn Afra kızı Rubayyi' dedi ki: Rasûlullah (s.a.) zifaf gecemin sabahında yanıma
girip (şimdi) senin benimle oturuşun gibi o yatağımın üstüne oturdu. (O sırada
yanımda bulunan) kızlar(ımız) deflerine vurarak Bedir (savaşı) günü şehid olan
babalarımızın kahramanlıklarını dile getiriyorlardı. (Bu durum) içlerinden
birinin: "Aramızda yarın ne olacağını bilen bir Peygamber vardır" (mısralarını)
söylemesine (kadar) devam etti. Hz. Peygamber, (ancak Allah için söylenebilecek
olan bu son mısrayı işitince rahatsız olup bunu söyleyen kız çocuğuna
hitaben):
Açıklama
Bu hadis-i şerif bazı ezgilerin helal
olduğunu söyleyen imam Gazzâlî'nin ve bu görüşü paylaşan bazı fıkıh alimlerinin
delilidir.
Def: Kalbur şeklinde olup bir yüzüne deri
çekilerek diğer yüzü boş bırakılan çalgı aletidir.
'Cüveyriye: Henüz ergenlik çağına gelmemiş
küçük kız çocuğu. Metinde geçen bu kız çocuklarından maksat ensarın hür kız
çocuklarıdır. Kö-leleştirilmiş kız çocukları değildir.
Nüdbe: Ölünün, iyiliklerini
kahramanlıklarını sayıp dökmektir.
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifte
sözkonusu edilen olay daha kadınların örtünmesini emr eden hicab âyeti inmeden
vukua gelmiştir, o sıralarda erkeklerin yabancı kadınların yanına girip
çıkmaları henüz yasaklanmamıştı.
Hz.
Peygamberin: "Aramızda yarın ne olacağını bilen bir peygamber vardır"
mısralarını duyunca bu mısraları söyleyen kıza: "Sen bu sözü bı rak da daha önce
söylemekte olduğunu, Bedir kahramanları ile ilgili hamaset şarkılarım söyleyip
çalmaya devam et" buyurması bu sözlerin: "Gaybı Allah'dan başkası
bilemez..."[507] ve "... kişi yarın ne kazanacağını bilemez."[508] gibi
âyet-i kerimelere aykırı olmasındandır.
Binâenaleyh Hz. Peygamber, bu sözüyle
gerçeği değil, batılı dile getiren şiir ve nağmeleri yasaklayıp hakkı ve
hakikati dile getiren şiir ve nağmelere izin vermek istemiştir.
Bu
mevzuda Buharı'de geçen bir hadis-i şerif de şu mealdedir: "Hz. Aişe dedi ki:
Bir defa Mina günlerinde (yani Kurban bayramının ilk üç günlerinden birinde)
Rasûlullah (s.a.) yanıma girdi. Karşımda "Buâs" ezgilerini (def çalarak) okuyan
iki kız vardı. (Hz. Peygamber bunları görünce) yatağına uzanıp (mübarek) yüzünü
çevirdi. (Derken) Ebu Bekir (r.a.) (oraya) giriverdi. "(Bu ne hal)? Rasûlullah
(s.a.)'ın yanında şeytan mizma-rı mı?" diyerek beni azarladı. (Bunun üzerine)
Rasûlullah (s.a.) ona dönüp: " Onlara ilişme" buyurdu. Babamın zihni başka bir
şeyle meşgul olunca kızlara işaret ettim, onlar da çıktılar."[509]
İbn Kayyim el-Cezviyye'ye göre Hz.
Peygamber'in Hz. Ebû Bekir'in kızların söylediği ezgileri "şeytanın mizmarı"
diye isimlendirmesini reddetmemesi, onun haramlığına delalet eder, kızların bu
müziğe devam etmelerine izin vermesi ise onların henüz mükellef
olmayışlarındandır.
Şafiî ulemasından İmam 'Gazzali'ye göre
bayram ve sevinç günleri içerisinde, haram olan ya da insanları fitneye
sürükleyen sözler veya fiiller bulunmayan ezgileri çalıp söylemede bir sakınca
yoksa da haram söz, ses ve fiilleri ihtiva eden ezgileri söylemek ya da dinlemek
haramdır.
Malikîlere göre def ve davul gibi nikahı
ilan etmeye yarayan müzik aletlerini çalıp 'dinlemek, üzerlerinde ses çıkaran
başka aletler bulunmamak şartıyla caizdir.
Hanbelilere göre, aslında güzel ses
bizatihi helaldir. Bu sebeple Kur’anı güzel sesle okumak müstehab olmuştur.
Fakat Kur1 anın harflerinin değişmesine sebep olan nağmeler haram kılınmıştır.
Yani önemli olan ezgilerin neye âlet olduğudur. Harama alet olanı haram iyiye
alet olanı da iyidir. Fakat çalgıların her çeşidi haramdır.
el Mühelleb'in açıklamasına göre; mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i Şerif defle ve çalınması mubah olan diğer çalgı
aletleriyle nikahı ilan etmenin lüzumuna delalet etmektedir.
Müzik konusunda yapılan araştırmaları bir
değerlendirmeye tâbi tutarsak şunu söyleyebiliriz. "Önce müzik yapmak veya
dinlemek tıpkı lezzetli yiyecekler, yemek güzel elbiseler giymek, kokuların
güzelliğini hissetmek gibi Allah'ın kullarına bağışladığı
zevklerdendir.
Bütün
bunlar insanda rahatsızlığı dindirme, zihnî veya fizikî yorgunluğu giderme gibi
etkiler bırakırlar. Şeltût'a göre Allah insanlardaki bu duygulan, yüce amaçlar
için yaratmıştır. Bundan dolayı şeriat bunlara karşı değildir. Ancak içgüdülü
duyumları ve hisleri düzene sokma ve ahlâkî hedeflere erişebilmek için
yönlendirme görevi vardır bu kanunların.[511]
Şafiî ulemâsından İmanı Gazzali, "İhyaü
ulumiddin" isimli eserinde İslam ulemâsının bu mevzudaki görüşlerini
derinlemesine bir süzgeçten geçirir. Sonuçta ise ahlâksızlığa yönlendirici ve
gayr-i meşru olduğu tarzlar hariç, müziğin yasaklığına dair bir açık delilin
bulunmadığı fikrine varır. İlgili bölümde şarkı söylemenin kabul edilebileceği
yedi kategori belirlenmiştir:
a. Hacca
dair,
b.
Savaşlarda,
c. Cesaret
aşılamak amacıyla,
d. Kötülükler
karşısında inleme,
e. Şevk
uyandırmak.
f. İnsan sevgisi
vermek için,
g. Tanrı sevgisi
amacıyla yapılan müzik,
Bunlara karşın, müziğin meşru görülmediği
haller de bulunur:
a. Günaha teşvik
edici duyguların tahrik edildiği ortamda.
b. İçki ve
sefalıet ile ilgili enstrümanlar eşliğinde olursa,
c. Şarkılarda
baştan çıkarıcı sözler geçiyorsa,
d. Dinleyicide
şehvet ve hırs uyan din yorsa,
Bu
mevzuda Amerikalı müslüman yazar Lois Lamya Ferukî'nin "Hendese el Savt
hiyerarşisi" diye isimlendirdiği bir şekille noktalamak istiyoruz.[513]
Hendese Tu's-Savt Tarzları Hiyerarşisi
|
Kur'an Tilâveti
(Kıraat)
|
|
Ezan (İbadete çağrı)
|
Müzik
|
Hacc Nağmeleri
(Telbiye)
|
Dışı
|
Övgü Nağmeleri (Medh, Nat,
Tahmid)
|
|
Makamlı Şiir
|
|
Aile ve Kutlama müzikleri (Ninniler,
evlilik şarkıları)
|
|
İş - Meşguliyet müziği (Kervan, Çoban
Nağmeleri)-
|
|
Askeri Bando Müziği (Tabi
hanah)
|
Müzik
|
Vokal /Enstıümental şiir (Taksim, îayâlî,
kaside, avaz)
|
|
Ritimli Şarkılar (Muvaşşah Devr, Tasnif,
Balayı)
|
|
İslâm Öncesi veya Gayr-i İslamî
Müzik
|
|
Zevk-Duyum
Müziği
|
Meşru (Helal)
GÖRÜLME YEN
ENGEL
İhtilaflı
{Helal,
mubah,
mekruh.
haram)
DONUK
ENGEL
Haram
Şekilde yer alan "Görülmeyen engel" isimli
çit İslâm toplumunda sürekli olarak helal kabul edilmiş estetik yapımlardan,
tartışmalı veya tehlikeli görülen ses - sanatı tarzlarım ayırd edebilmek üzere
kullanılmakladır.
Şekilde
son olarak en alt bölümde yer alan ve haram olarak görülen, icra edildiğinde ise
içki, şehvet gibi yasak duygulan tahrik eden zevk-duyum müziği yer almaktadır.
Bu kategori bütün diğer müzik dallarından "donuk engel" adını verdiğimiz bir
çizgi ile net bir şekilde ayrılmıştır. Zira hiçbir müslüman bu türleri tasvip
veya teşvik edemez.[515]
Doğrusu
şu ki haram olan müzik türlerinden kaçınıldığı gibi "şüpheli olanı bırak
şüphesiz olanı al"[516] hadis-i şerifine
uyarak, müziğin ihtilaflı olan kısımlarından da kaçınmakta yarar vardır. Çünkü
bu takvaya ve ihtiyata daha uygundur. Günümüzde müziğin helâl olması için aranan
şartları bulmak hemen hemen imkansız denecek kadar zor olduğundan özellikle
günümüzde müzikten kaçınmak gerekir.[517] Günümüzde müzikle
meşgul olanların genellikle içki, uyuşturucu ve benzeri pek çok hastalıklara
yakalandıklarını ve avareliğe düşüp cemiyet üzerine yük olduklarını da gözden
kaçırmamak gerektir.[518]
4923... Hz. Enes'den demiştir ki:
"Rasûlullah (s.a.) Medine'ye gelince, Habeşliler (Hz. Peygamberin bu) gelişine
sevinerek nıızraklarıyla oynadılar."[519]
Açıklama
Bu mevzuda gelen hadislerden bazıları şu
meâldedir.Yine bir bayram günü idi kj (0 gün) siyahiler kalkan-mızrak (oyunu)
oynuyorlardı. (Bilmem) ya ben, Rasûlullah (s.a.)'den (bakmağa) izin istedim (de
muvafakat buyurdu) yahut (kendiliğinden): "Bakmak istiyor musun?" diye sordu,
"Evet" dedim. (Bunun üzerine) beni arkasında, yanağım yanağına (değecek) şekilde
ayak üstü durdurup (Habeşilere): "Haydin (devam edin) Erfide Oğulları!" buyurdu.
Nihayet (seyretmekten) usandığımda:
Artık yeter mi? diye sordu,
Evet dedim,
Açıklama
Bu hadis-i şerif bazı ezgi çeşitlerini
helal sayan imanı Gazzali ve taraflarının delilidir.
Habeşilerin bu oyunlarında müzik de bulunduğu halde Hz. Peygamber
onların bu müzikli oyununa ve başkalarının da bu oyunu seyretmelerine izin
vermiştir. Çünkü müzik eşliğinde yapılan bu eğlencede bir önce ki hadisin
şerhinde açıkladığımız haram sayılan bir müzikte bulunan un surlar
yoktur.[521]
52. Şarkı Söylemenin Ve Nefesli Saz Çalmanın Keraheti
4924... Hz.
Nâfi'den demiştir ki: Hz. İbn Ömer (bir yolda giderken) bir kaval (sesi) işitti
de parmaklarını kulaklarına soktu ve yoldan uzaklaşıp bana:
Ey nâfi, (hala) bir şeyler işitiyor musun?
diye sordu.
Ben: Hayır (işitmiyorum), deyince
parmaklarını kulaklarından çıkarıp:
Ben (birgün) Peygmber (s.a.)'le beraberdim.
Aynen böyle birşey işitmisti de o da aynen böyle (benim yaptığım gibi) yapmıştı,
dedi.
(Sünen-i Ehû Davud'u Musannif Ebu Davucldan
rivayet edenlerden biri olan) Ehû AH el-üi'lüî dedi ki:
Açıklama
Bu
hadis-i şerif ezgi ve çalgı aletlerinin haram olduğunu söyleyen mezheb imamları
ile cumhur-u ulemânın delilidir. Metinde geçen "zemr" kelimesi ney, kaval ve
düdük çalmak demektir. Mizmar ise ney ve kaval demektir.[523]
Nitekim
bir hadis-i şerifte: "Çan şeytanın mizmandir" buyurulmuştur[524] ki
şeytanın düdüğüdür, anlamına gelir. Günümüzde bu tür çalgılara "nefesli sazlar"
denilmektedir.
Her ne kadar hadis-i şerifte Hz. îbn
Ömer'in kendi işitmek istemediği seslere kulağını kaparken, yanında bulunan Hz.
Nâfî'ye "Sen bir şeyler duyuyor musun?" diyerek "etrafa iyi kulak ver de
birşeyler duyuyorsan bana da haber ver" demeye getirmesi aslında bir tezat gibi
görülürse de o sırada Hz. Nafi'nin bulûğ çağına ermemiş mükellef olmayan bir
çocuk olduğu düşünülürse böyle bir tezadın söz konusu olmadığı kolayca
anlaşılır.
Yahutta, Hz. İbn Ömer elinde ve iradesi
dahilinde olmadan kulağına çarpan bir sesi dinlemenin haram olmadığı görüşünde
olduğu için Hz. Nafi'nin o sesleri duymasına izin vermiş fakat kendisi Hz.
Peygamberin bir fiiline uymak için kulaklarını tıkamış olabilir.
Hz. Peygamberin duymuş olduğu kaval sesine
kulaklarını kapamasına gelince, bu kaval sesinin mutlak surette haram olduğuna
delâlet etmez. (4922) numaralı hadis-i şerifin şerhinde de açıkladığımız gibi,
Hz. Peygamberin bu fiili o sırada kulağına gelen bu seslerin insan üzerinde
bıraktığı tesirler ve uyandırdığı hislerle birlikte
değerlendirilmelidir.
Nitekim, İmam Gazzali bu konuyu incelerken
şöyle diyor: "Musiki ister ses ister alet ile olsun tek hükme bağlı değildir.
Haram, mekruh, mubah ve müstehab olabilir.
a. Dünya arzusu
ve şehvet hisleri ile dolup taşan'gençler için yalnızca bu duygulan tahrik eden
müzik haramdır.
b. Vakitlerinin
çoğunu buna veren, iştigali adet haline getiren kimse için mekruhtur.
c. Güzel sesten
zevk alma dışında bir duyguya kapılmayan kimse için müzik mubahtır,
serbesttir.
d. Allah sevgisi ile dolup taşan,
duyduğu güzel ses kendisinde yalnızca güzel sıfatları tahrik eden kimse için
müstehabtır.[525]
Gazzalî
incelemesini sürdürürken müziğin duruma göre ya mubah veya mendup olduğunu, onu
haram kılan şeyin kendisi değil, dıştan arız olan beş sebepten ibaret
bulunduğunu ifade ederek[526] şöyle devam
ediyor:
1. Şarkı
söyleyen kadın olur, dinleyen de kadın sesinin şehvetini tahrik edeceğinden
korkarsa dinlemek haramdır. Burada haram hükmü müzikten değil, kadının sesinden
gelmektedir. Aslında kadının sesi haram değildir. Ancak şehveti tahrik ederse
Kur'an okumasını bile dinlemek haram olur.
g. Müzik âleti
fısk ehlinin sembolü olan haletlerden ise bunu kullanmak haram olur. Diğerleri
mubah olmakta devam eder. Mesela, def zilli de olsa mubahtır. Hanefi ulemâsına
göre zilsiz deften başkası mubah değildir.
3. Şarkı ve
türkünün güftesi bozuk, İslam inancına ve ahlakına aykırı ise bunu müzikli veya
müziksiz söylemek ve dinlemek de haramdır.
4. Gençliği icabı, şehvet duygularının
mahkumu olan bir kimse aşırı derecede müziğe düşer, birçok vaktini bu yolda
geçirirse sefih olur ve şahidliği kabul edilmez.[527]
Bu mevzuda 4922 numaralı hadisin şerhine
müracaat edilebilir.
Her ne
kadar musannif Ebu Davud mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifin münker
olduğunu söylemişse de Bezlü'l-Mechud yazarı: "Ben bu hadisin münkerliğine
delalet eden hiçbir alamet görmedim. Çünkü hadisin ravileri, güvenilir
kimselerdir. Kendilerinden daha güvenilir kimselerin rivayetine aykırı bir
rivayette bulunmamışlardır. Nitekim, Hafız Şemsuddin İbn el-Hadi de bu hadisi
zayıf sayan kimselere karşı çıkmıştır" diyerek musannif Ebu Davud'un bu görüşünü
reddetmiştir.[528]
4925... Hz.
Nafi: "Ben Hz. İbn Ömer'in terkesinde (binüi) idim. (Yolda) kaval çalan bir
çobana rast geldik" dedi ve hemen arkasından da (bir önceki hadisin] bir
benzerini rivayet etti.
Ebu
Davıtd der ki: Bu hadisi rivayet edenlerden bazıları tarafından hadisin
senedinde) Mut im ile Nâfi arasına Süleyman Ibn Musa sokulmuştur.[529]
4926... Hz.
Nâfi'den demiştir ki:
Biz İbn Ömer'le birlikte (bir yolculukta
bulunuyor) idik. (Bir ara) bir kaval sesi işitti." (Hz. Nafi hadisin bundan
sonraki kısmında 4924 no'lu hadisin) bir benzerini nakletti.
Açıklama
Bu
hadis-i şerifler ezginin ve çalgı aletlerinin haram olduğunu söyleyen cumhuru
ulema ile mezhep imamlarının delilidir. Bu hadislerle ilgili açıklama (4924)
nolu hadisin şerhinde geçtiğinden burada tekrara lüzum görmüyoruz. Ancak burada
şunu eklemekte fayda görüyoruz: Her ne kadar musannif Ebû Dâvud, 4926 no'lu
hadisin münker olduğunu söylemişse de, Avn'l Ma'bud yazan: "Bu hadisin münker
sayılmasını icab ettirecek hiçbir sebep mevcut değildir. Çünkü senedi sağlamdır
ve hadis güvenilir raviîerden hiçbirinin rivayetine aykırı değildir"
demiştir.[531]
4927... Ebu Vail
şöyle demiştir: Ben Abdullah’ı şöyle derken işittim:
Açıklama
Bu hadis-i şerif şarkı türkü ve çalgı
aletlerinin haram olduğunu söyleyen cumhuru ulema ile mezhep imamlarının
delilidir.
Hanbelî ulemasından İbn el Kayyım
el-Cezviyye bu hadisle ilgili açıklamasında şöyle diyor:
Hz.
Abdullah İbn Mesud (r.a.)'den gelen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber: "Suyun
ekini yeşerttiği gibi ezgi de kalbte münafıklığı yeşertir. Yine suyun ekini
yeşerttiği gibi zikir de katbte imanı yeşertir" buyurmuştur.[533] İbn
Ebi'd Dünya'nm Zemmü'l-Melâhî kitabında Abdullah İbn Mesud (r.a)'den rivayet
ettiği bu hadis-i şerif, mevkuftur ve sahabe-i kiramın, kalp hallerine, kalbin
hastalıklarına ve tedavisine dair olan derin vu-kufiyetlerinin en kuvvetli
delilidir. Gerçekten sahabe-i kiramın herbiri kalplerin tedavisi hususunda çok
maharetli birer doktor idiler. Onlar Hz. Peygamberdin ezgiye "nifak yetiştiren"
ismini verdiğini çok iyi biliyorlar. Hz. Peygamber'in ezgiye bu ismi vermekten
maksadının ezginin kalp üzerindeki olumsuz tesirine işaret etmek olduğunu çok
iyi kavrıyorlardı.
Gerçekten şurasını iyi bilmek gerekir ki;
ezginin kendine mahsus bazı özellikleri vardır. Bunlardan birisi de kalbi asli
görevini yapmaktan alı-kpymak, Kur'an-ı Kerimi anlamaya, Kur'an üzerinde düşünüp
onunla amel etmeye engel olmaktır. Gerçekten ezgi ile Kur'an bir kalpte
birleşe-mezler. Çünkü aralarında zıtlık vardır. Kur'an-ı Kerim nefsin boş
arzularına uymayı yasaklayıp nefse hakim olmayı emrederken, ezgi bunun zıd-dini
emreder, nefsin isteklerini süsleyip onlan hoş gösterir.
Ariflerden bazıları bu hususta şöyle
demişlerdir: "Ezgi dinlemek bazı kimselerde münafıklık duygulan doğururken
bazılarında inatçılık, bazılarında da gerçekleri yalanlama, bazılrında günah
işleme arzusu doğurur. Ençok doğurduğu duygu da suretlere aşık olmak,
kötülükleri güzel görmek duygularıdır. İşte bu sebepledir ki ezgi dinlemeye
devam eden kimselere Kur'an-ı Kerim okumak çok ağır, Kur'an-ı Kerim dinlemek ise
çok
çirkin gelir.
Meselenin sırrı şudur; aslında ezgi
şeytanın kur'anıdır (okuduğu şeydir). Şeytanın kur'anıyla Rahmanın Kur'an'ı bir
kalpte birleşemez, işte ezginin kalpte yeşerttiği münafıklık duyguları da bundan
başka birşey değildir. Bilindiği gibi münafıklığın aslı, için dışa aykırı
olmasından ibarettir. Şimdi gönlünü ezgiye kaptıran insan şu iki durumla karşı
karşıyadır. Ya içinden geçen duyguları dışarı çıkarıp halk nazarında fısk-u
fücuru meydana çıkacak, yahutta bu duyguları içerisinde gizleyip Kur'anın
emirlerine uygun duygu ve düşünceler sergileyerek münafık durumuna düşecektir.
Çünkü dışarı karşı bu düşünce ve davranışları sergilerken gerçekte içi bu
düşünce ve davranışlara aykırı his ve inançlarla doludur.
Münafıklık alametlerinden biri de Allah'ı
az zikretmek, namaza karşı tenbellik göstermek ve namazı kılarken adab ve
erkânına riayet etmemektir. Ezgiye düşkün olan kimselerde ise, genellikle bu
sıfatlar mevcuttur. Aslında münafıklar, herşeyi ifsat ettikleri halde İslah
edici olduklarını zannederler. Ezgi dinleme hastalığına yakalanan kimseler de
aynı şekilde kalplerini ezgi ile ıslah edeceklerini zannederek ezgi dinlemeye
devam ederler. Gerçekte ise kalplerini ıslâh değil, ifsad ederler. İşte bu
tutumla-rıyle münafıklara benzerler.
Ayrıca münafıkların insanların kalplerine
şüphe tohumları ekerek onları inançsızlığa davet ettikleri gibi ezgi söyleyen
insanlar da kalplere şehvet tohumları ekerek insanları şehvetlerin fitnesine
davet ederler. İşte bunun içindir ki Dahhak:"Ezgi kalbi ifsad ve Allah'ın
gazabını davet eder" demiştir.
Halife Ömer İbn Azilaziz hazretleri de
çocuğunun öğretmenine yazdığı bir mektupta şöyle demiştir:
"İlmine irfanına güvenilir kimselerden bana
erişen haberlere göre çalgı âletlerinin sesi haramdır, suyun otları yeşerttiği
gibi, ezgi dinlemek de kalpte münafıklık duygusunu meydana getirir." İbn
el-Kayyim el-Cev-ziyye'nin açıklaması burada sona erdi.
Şevkanî
ise bu mevzuda şöyle demektedir: "İster çalgı âleti eşliğinde olsun, isterse
çalgı aleti eşliğinde olmasın ezgi söylemenin hükmünde ulema ihtilafa düşmüştür.
Medine halkıyla zahir ulemasından olanlara uyan bazı ilim adamları ve tasavvuf
ulemasından bir cemaat, kaval ve ud eşliğinde bile olsa ezgi söylemenin ve
dinlemenin caiz olduğunu söylerken, cumhuru ulema ezginin haram olduğunu
söylemişlerdir. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki; bu mevzudaki ihtilâf, haram
dairesi dışında ve şüphe dairesi içerisinde yer alan ezgi türleri üzerindedir.
Haram dairesi içerisinde yer alan müzik türlerinin haramlığı konusunda ihtilâf
söz konusu değildir. Gerçek müslüman ise "Kim şüpheli olanlardan sakınırsa
dinini ve namusunu korumuş olur."[534] hadisine uyarak şüphe
dairesi etrafında dolaşmaktan kesinlikle uzak durur.
Nitekim şu hadis-i şerifler de bu gerçeğe
delâlet etmektedirler:
1.
"İleride ümmetim içerisinden zinayı, ipekli elbiseler
giymeyi, şarap içmeyi ve çalgı âletlerini çalıp dinlemeyi helal sayan kimseler
çıkacaktır."[535]
2. "Muhakkak ki ileride ümmetimden bazı
kimseler içkinin ismini değiştirerek onu içeceklerdir. Baş uçlarında çalgılar
çalınacak, şarkıcı kadınlar şarkı söyleyeceklerdir. Allah onları yere batıracak
ve maymunlar, domuzlar şekline çevirecektir."[536]
Şevkanî'nin açıklaması burada sona
erdi.
Çalgı aletlerini çalıp dinlemenin
yasaklığma delalet eden hadislerden bazıları da şü mealdedir:
1. "Muhakkak ki Allah şarabı kumarı,
trampeti ve gubeyrayı yasaklamıştır ve sarhoşluk veren herşey
haramdır.”[537]
Gübeyra kelimesi; tanbur, ud ve gitar gibi
manalara gelir. Maliki ulemasından İbn el-Arabî'ye göre; bizim trampet diye
tercüme ettiğimiz "kübe" kelimesi tavla oyunu anlamına gelir.
2. Rasûlullah
"Bu ümmette yere batma, suret değiştirmesi (üzerine gökten taşların)
yağdırılması (gibi hadiseler) olacaktır" buyurdu da mü slü m anlardan
biri:
Ey Allah'ın Rasulü! Bu ne zaman olacaktır?
diye sordu. (Hz, Peygamberde):
3. "Muhakkak ki Rabbim beni âlemlere
rahmet ve hidayet rehberi olarak gönderdi ve bana nefesli sazlarla gitar, ud
gibi yaylı ve telli sazları bir de cahiliyye döneminde tapılan putları imha
etmemi emretti."[539] Ancak bu hadis
zayıftır.
İbn el-Kayyim, İgâsetü'I-Lehfân isimli
eserinde bu konuda şöyle diyor: "Çalgı aletlerine "budala ses, cırtlak ses"
isimlerini veren bizzat Allah'ın Rasûlüdür. Çünkü o bir hadisinde şöyle
buyurmuştur: "Ben ancak iki budala ve cırtlak sesi yasakladım:
Birisi
oyun ve eğlence anındaki şeytanın dediklerinden çıkan sesi; Diğeri de musibet
anındaki yüzlerin tırmalanıp yakaların yirtilmasıyla birlikte çıkan şeytanın
zırıltısı."[540]
Görülüyor ki efendimiz çalgı aletlerine
sadece "cırtlak ses" ismini vermekle kalmıyor, bir de onlardan "şeytanın düdüğü"
diye bahsediyor.
"Allah düşmanlarının, ilimden, akıldan,
dinden nasibi az olan insanları aldattığı, cahil sapıkların kalplerini avladığı
en önemli hile ve tuzak ıslık, alkış ve ezgi dinlemektir. Hatta denebilir ki
şeytanın düdüğü mahiyetinde olan bu sesleri dinlemek, sözü geçen akıldan ve
dinden nasipsiz olan câhil ve sapıklara Kur'an-i Kerim dinlemekten daha sevimli
gelir. Onların tek emeli fısk ve isyan olur. İslamın hizmetkârları ve hidâyete
erişmiş olan kimseler ise bunlardan ve bunların yollarından süratle uzaklaşır.
et-Turpuştî'nin açıklamasına göre, İmam Malik, ezgi söyleme ve dinlemeyi
yasaklar ve: "Bir kimse bir cariye satın alsa da cariye şarkıcı çıksa, bu
alışverişinden dönebilir. Çünkü şarkıcılık bir kusurdur" dermiş.
Yine Turpuştî'nin açıklamasına göre İmam
Malik'e "Medine halkının ezgiye cevaz verişine ne dersiniz? diye sorulmuş
da:
Biz Medine1ilere göre de şarkıya cevaz
yoktur. Gerçekte bize göre şarkı söyleme ve dinleme işini sadece fasıklar
yapar." cevabım vermiştir.
İmam Ebû Hanife’ye gelince, o da ezgiyi hoş
karşılamaz ve günahlardan sayar. Küfe ulemasının görüşü de böyledir. Süfyân,
Hammâd, İbrahim ve Şa'bî, Küfe ulemasından bazılarıdır. Basra uleması arasında
da ezginin haramlığı konusunda bir ihtilâf yoktur.
Ezgi konusunda imamlar içerisinde en sert
davranan İmam Ebu Hanife'dir. İmam Hanife taraftarlarının açıklamasına göre
eğlenme kasdıyla söylenen ezgileri dinlemek haramdır. Bu maksatla çalınan kaval
ve defi dinlemek böyle olduğu gibi; bir sopayı ahenklf bir şekilde vurarak
düzenli bir ses çıkarmak ve onu dinlemek de böyledir. Bu günahı irtikab edense
fâsık olacağından şahitliği kabul edilmez. Hatta bu haramı helal sayarak ondan
zevk almak küfürdür. Binaenaleyh istemeyerek kulağına böyle bir. ezgi gelen
kimsenin onu duymamak için elinden gelen çabayı sarf etmesi gerekir. İmam Ebu
Yusuf'a göre bir evden çalgı ya da eğlence sesleri işitilse sahiplerinden izin
almadan o eve girip bu sesleri kesmek icab eder. Çünkü nehy-i anilmünker
(kötülüğü önlemek) farzdır.
İmam Şafiî'de "Kitabü'I Kada" isimli
eserinde ezginin mekruh olduğunu ve batıla benzediğini söylemiştir. Onun ezgiyi
haram saydığım çok yakından bilen taraftarları ise onun ezgiyi helal saydığına
dair yayılan haberlerin asılsız olduğunu söylemişlerdir.
Çalgı Aletleri:
İslam dinine göre düğün ve sünnet gibi
sevinçli hallerde ihtilat-erkek-kadın beraberliği- olmamak şartıyla oynamak,
kaval ve kudüm gibi aletler kullanılarak sevinç izhar etmekte bir mazhur yoktur.
Sevinmek fıtrî bir şeydir. İnsanoğlunun, sevincini gösterip, sıkıntılarını
geriye ittiği bu tür zamanlara ihtiyacı vardır.
Rasûlullah (s.a,) bir hadislerinde şöyle
buyurmaktadırlar: "Helal ile haramı birbirinden ayıran şey kudüm çalmaktır" İmam
Şafiî, "el-Aziz" adındaki kitabında şöyle diyor: "Kaval çalınıp çahnamayacağıyla
ilgili iki görüş vardır; Bunlardan birisi Begavi'ye aittir ve kavalın haram
olduğunu söyler, diğeri de İmam Gazzali'ye aittir ki o da kaval çalmanın helâl
olduğunu belirtir. Bu iki görüşten Gazzali'ninki daha
doğrudur."
İbn Hacer ve Kurtubî gibi alimler ise,
tambur ve kemence gibi fasık, ayyaş ve sefihlerin kullandığı çalgı aletlerini
kullanmanın ve dinlemenin icma ile haram olduğu görüşündedirler.
£bu İshak eş-Şirazî de bu hususta şunları
söylüyor: "Ud ve tambur gibi çalgıları çalmak haramdır" Peygamber (s.a.) şöyle
buyuruyor: "Allah teâla ümmetime içkiyi, kumarı ve darıdan yapılan içki île
davul ve tamburu yasaklamıştır."
Rasûlullah (s.a.) bir başka hadislerinde de
şöyle buyurmaktadırlar: "İçki içip davul ve çalgı aletlerini kullanmak yüzünden
ümmetimin bir kısmı mesh olunacaktır."
Demek oluyor ki; insanın şehvet ve
arzularını tahrik etmeyen, aksine hüzün ve benzeri duygulara yol açan aletleri
çalması ve dinlemesi caizdir. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi insanın
şehvet arzularını tahrik eden ve müslümanı sefih ve ayyaşlara yaklaştıran ve
daha çok bu tip insanlar tarafından kullanılan alet ve çalgıları kullanmak,
haramdır. Bu konudaki delil ise Rasûlullah'ın bazı hadisleri ve icma-i ümmettir.
Bu konuda alimler ittifak halindedirler. İbn Haznı ve İbn Tahir'den başka bu
görüşe muhalefet eden olmamıştır. Bunların da sözlerine güvenilmez. İbn Hazm
zahirî ve ölçüsüzdür, İbn Tahir ise yalancıdır.
Binaenaleyh müslümana düşen 4922 numaralı hadisin şerhinde
gösterildiği gibi meşru saha içerisinde kalan müzik türlerinden yararlanmak,
haram ve şüpheli sahada kalan müzik türlerinden de son derece uzak
kalmaktır.[543]
53. Kadınlaşan Erkekler Hakkında Gelen Hadisler
4928... Hz. Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.)'e elini ve ayaklarını
kınalamış, kadınlaşmış bir erkek getirmişler de Peygamber (s.a.):
Bu adamın hali nedir böyle? demiş
(kendisine):
(Ey Allanın Rasulü gördüğünüz gibi bu)
kadınlara benzemeye çalışan (bir adam)dır, diye cevap verilmiş.
Bunun üzerine (Hz. Peygamber); onun
hakkında (sürgün edilmesi için) emir vermiş de (adam): "En - Nakî" denilen yere
sürgün ecUlmiş. (Bu emri alan sahabiler ise):
Ey Allahin Rasulü onu (orada) öldürelim mi?
diye sormuşlar da;
(Rasûl-i zişan efendimiz):
Bana namaz kılanları öldürmek nehy edildi,
buyurmuştur.
(Bu
hadisin ramilerinden) Ebu Usame dedi ki: "Nakî Medine'nin bir nahiyesidir. Baki
(mezarlığı) değildir."[544]
4929... Hz. Ümmü
Seleme'den (rivayet edildiğine göre bir gün Pey-gamber'in hanımlarının) yanında,
kadın tabiatlı bir erkek varken Hz. Peygamber yanlarına gelivermiş. O sırada (bu
kadın tabiatlı erkek, Hz. Ümmü Seleme'nin) erkek kardeşi Abdullah'a:
"Eğer yarın Allah size Tâif'i fethetmeyi
nasib ederse sana bir kadm göstereceğim. Dörtle gelir, sekizle gider"
demekteymiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) hanımlarına hitaben:
Açıklama
Kadınlaşan erkekler lûtîliğin fideliğidir.
Bunun içindir. ki Allahım Rasûiü bu tipleri şöylece lânetlemiştir:
"Erkeklere benzemeye çalışan kadınlara ve
kadınlara benzemeye çalışan erkeklere Allah lanet etsin."
Erkeklerin kadına benzemesi başlıca şu
yollarla olmaktadır:
a. Allah'ın
yarattığı vücud düzenini değiştirerek kadınlaşmak,
aa. Hadımlaşmak
ve hadımlaştırmak.
b. Erkekliğin
dışa dönük fizik simgesi olan sakalı ve bıyığı traş etmek, İslâm bilginleri
sakal ve bıyığın beraberce kesilmesini benzemek amacı güdülmese de kadınlara
benzemenin bir şekli olarak değerlendirmektedirler.
Yaratılışları itibariyle kadınımsı köseler,
bu hükmün dışındadır.
Bir kadın gibi makyaj1anarak süslenmek,
kolye, bilezik ve küpe gibi kadınlara özgü, süs eşyası takmak.
Allah'ın Rasulü kadınlaştırıcı bu tür
uygulamaları yasaklamış, faillerini sürgünle cezalandırmıştır.
c. Kadın gibi
konuşmak ve davranmak,
Kadın gibi konuşan ve davranan erkekleri
İslâm bilginleri iki kasımda değerlendirmektedir:
1.
Yaratılışlarında kadınımsılık bulunanlar,
2. İradeleriyle
kendilerini benzetmeye çalışanlar,
İslam hukukuna göre soruşturmaya ve cezaya
uğratılabilecek olanlar, hiç şüphesiz ikinci kısma girenlerdir.
d. Kadın gibi
giyinmek:
Allah'ın Rasûlü bu uygulamayı da şöylece
yasaklamıştır:
"Kadın elbisesi giyen erkeğe ve erkek
elbisesi giyen kadına Allah lanet etsin."
Yukarıda açıklananlar kadınlara benzeme
yollarıdır.
Bu
yollardan yürüyenler ve çocuklarını yürütenler istemeyerek de olsa lûtiliğe
hizmet etmiş, yol açmış olurlar.[547]
Bu
hadisle ilgili açıklamayı (4107) numaralı hadisin şerhinde yaptığjmızdari burada
tekrara lüzum görmüyoruz.[548]
Bazı Hükümler
1. Namaz
insanının müslümanlıçına delâlet eder.
2. Kadmlaşmış erkekleri kadınlardan ve
erkeklerden tecrid ederek zararsız hâle gelinceye kadar göz altında bulundurmak
icâb eder. Aynı şekilde hayaları buruk kimselerle erkeklik organf kesik olan
kimseler için de kadınlarla bir arada bulunmalarıma izin
verilmemelidir.[549]
4930... İbn Abbas'dan (rivayet
edildiğine göre) Peygamber (s.a.) kadınlaşan erkeklerle, erkekleşen kadınlara
lanet etmiş ve kadınlaşan erkekleri kasd ederek: "Onları ve falan falan isimli
kimseleri evlerinizden çıkarınız" buyurmuştur.[550]
Açıklama
Biz bu
hadisi bir Önceki hadisin şerhiyle (4097) ve (4107) numaralı hadislerin şerhinde
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmüyoruz.[551]
54. Oyuncak Bebeklerle Oynamanın Hükmü
4931... Hz. Âişe'den dedi ki: Ben kız
(şeklinde yapılmış oyuncaklarla oynardım. Bazan (bu bebeklerle oynarken) yanımda
küçük kızlar da bulunurdu. Rasûlullah (s.a.) de yanıma giriverirdi. O girince
(beni yalnız bırakıp) dışarı çıkarlar. (Rasûlullah yanımdan) çıkınca da, (içeri
) girerlerdi.[552]
Açıklama
Metinde
geçen "benât" kelimesi genellikle "kız çocuklar" şeklinde yapılan oyuncak bebek
demektir. Biz de bu kelimeyi böyle tercüme ettik! Bazıları ise bu kelimenin
"Kızlar" anlamına geldiğini kabul ederek metinde bu kelimenin yer aldığı cümleye
"ben kız çocuklarıyla oynardır'" şeklinde bir mana vermişler ise de Hafız İbn
Hacer, İbn Uyeyne'nin el-Câmi'de rivayet ettiği "küçük kızlar gelirlerdi de
onlar benimle oynarlardı" mealindeki hadis ile Cerir'in Hişam'dan rivayet ettiği
"Ben kızlarla yani oyuncaklarla oynardım." anlamındaki hadisi delil getirerek bu
manayı reddetmiştir.[553]
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif
çocukların heykel şeklindeki oyuncaklarla oynamasının caiz olduğuna delalet
etmektedir. Çünkü bu oyunlar çocukların eğitimine yardımcı olurlar. Bu sebeble
cumhuru ulema bu oyuncakların alınıp satılmasını da caiz
görmüşlerdir.
Bazılarına göre oyuncak bebekler hakkındaki
bu cevaz, sonradan nesh edilmiştir. İbn Battal da bu görüştedir. İbn Ebu
Zeyd'den rivayet edildiğine göre İmanı Malik kişinin kızlarına böylesi
oyuncaklar satın almasını kerih görürmüş. Davudi bu görüştedir.
Beyhakî'ye göre Hz. Peygamber'in Hz. Aişe'ye bu oyuncaklarla
oynamasına izin vermesi, bu mevzudaki yasağın gelmesinden Önce idi. İbn Cevzî de
bu görüştedir.[554]
Hz.
Peygamber'in Hz. Aişe'ye bu izin vermesini Hz. Aişe'nin o sırada henüz ergenlik
çağma gelmemiş olmasına bağlıyanlar da vardır. En ihtiyatlı olanı bu gibi
şüpheli işlerden kaçınmaktır. Bu mevzuda (227) no'-lu hadisin şerhine de
müracaat edilebilir.[555]
4932... Hz.
Aişe'den dedi ki: Rasûlullah (s.a.) Tebük ya da Hayber savaşından gelmişti.
(Aişe'nin) sofasın(ın önünde) de bir perde vardı. (Tam o sırada) rüzgar esip
Aişe'ye ait oyuncak bebeklerin üzerin)den (sözü geçen) perdenin bir ucunu
açıverdi. Bunun üzerine (Hz. Peygamber:)
"Bu(nlar) da ne ey Aişe?" dedi.
(Hz. Aişe de:)
Bunlar oyuncaklarım, cevabını verdi. (O
sırada Hz. Peygamber) bebekleri arasına bir de çaputtan (yapılmış) kanatlı bir
at gördü ve:
"Bebekler arasında gördüğüm bu (oyuncak) da
nedir?" dedi, Hz. Aişe:
Attır, cevabım verdi.
(Bunun üzerine) Hz. Peygamber:
"(Peki) bunun üzerindeki(ler) nedir?"
dedi,
(Hz. Aişe de):
Kanatlarıdır, karşılığını verdi. (Hz.
Peygamber):
"Atın kanatları olur mu?" dedi, (Hz.
Aişe:)
Sen Hz. Süleyman'ın kanatlı atları olduğunu
duymadın mı? cevabını verdi. (Hz. Aişe rivayetine devam ederek) dedi
ki:
Açıklama
Bilindiği gi6i Hayber'in fethi hicretin 7.
senesinde Tebûk gaivesi ise 9. senesinde vuku bulmuştur.
Eğer Hz. Aişe'nin bu hadis-i şerifte
anlattığı olay Hayber savaşından sonra olmuşsa, Hz. Aişe'nin o sırada on altı
yaşında, eğer Tebûk savaşından sonra olmuşsa onsekiz yaşınca olması gerekir. Bu
durumda onun bu yaşta da oyuncak bebeklere ilgi duyduğu ve Hz. Peygamberin de
"bu yaşta onun oyuncak bebeklerle oynamasına izin verdiği anlaşılır.
55. Salıngaca Binmenin Hükmü
4933... Hz.
Aişe'den dedi ki:
"Ben altı veya yedi yaşımda iken Rasûlullah
(s.a.) benimle nikahlandı. Medine'ye geldiğimiz zaman kadınlar (bana) geldiler
/(ravi) Bişr (hadisin bu kısmını);
Bana (annem) Ümmii Rurnan geldi, ben
saimgaç üzerinde bulunuyordum; beni kadınlara teslim etti; şeklinde rivayet
etti. (Ve kadınlar) beni alıp götürdüler. Rasûlullah (s.a.) benimle zifafa
girdi. Ben o sırada dokuz yaşımda idim. (Annem Ümmü Rûman beni salmgaçtan
indirdiği zaman) beni kapının yanına durdurdu. (Bense salıngaca bine bine iyice
nefesim kesildiğinden) hih, hih (diye zorla nefes alı)yordum. (Nihayet bu
yorgunluğum geçince beni tutup kadınlara teslim etti.)
Ebu Davud
der ki: (Hih, hih sözü) zorla nefes aldı, anlamına gelir. Bu hiih hiih sözünden
sonra hadisin devamı): "Ben rir eve sokuldum -yakutta- (annem) beni (bir eve)
soktu. Bir de baktım ki (evde) ensârdan bir takım kadınlar var. (Bana): Hayırlı
ve mübarek olsun dediler. Sonra da götürüp Rasûlullah (s.a)'e teslim ettiler
seklinde olması gerekir. Fakat (ravi Musa îbn İsmail le Bişr îbn Halid'in)
rivayetlerinin biri diğerine karışmıştır.[558]
Açıklama
Hadis-i şerif, çocukların vücuuannın
gelişmesine ve sıhhatlerine yardımcı olacak hareketli oyunların caiz olduğuna
delâlet etmektedir. Bu bakımdan spor tarafı ağır basan oyunların oynanmasında,
beraberinde bir haram bulunmaması kaydiyle, hiç bir sakınca yoktur.
Ayrıca bu hadis-i şerif, Hz. Aişe'nin Hz.
Peygamberle altı yada yedi yaşında nişanlanıp dokuz yaşında zifafa girdiğini
ifade etmektedir.
Ancak
merhum Ömer Rıza Doğrul'un tahkikine göre, Hz. Aişe hicret esnasında 17 yaşında
idi.[559] İslam alimleri arasında Hz.
Aişe'nin Hz. Peygamberle evlendiği zaman
kaç yaşında olduğu mesi tartışılmıştır. Bu konuda iki görüş vardır:
1. Hz. Aişe
evlendiği, zaman 8-9 yadlarında idi. Bu durumda doğum tarihi yaklaşık olarak 613
olmaktadır Bu görüşte olanlar Arabistan'ın iklim şartlarını gözönüne alarak bu
yaştaki bir kızın evlenmesinde bedeni olarak bir mahzurun olmadığını
savunmuşlardır. .
2. Hz. Aişe
evlendiği zaman 16-18 yaşlarında idi. Buna göre doğum tarihi de yaklaşık olarak
606 yıllarına tesadüf etmektedir.
Bu görüşe göre bazı deliller ileri
sürülmüştür.
Bu delilleri şöylece özetleyebiliriz: İlk
önce Hz. Hatice vefat ettiği zaman geriye çocukları kalmıştı. Hz. Peygamber’in
alacağı hanımın bu çocuklara bakabilecek durumda olması lâzım idi. Çocuk yaşta
birisiyle evlenmesi bu bakımdan makul görülmemektedir.
İkinci olarak, Hz. Aişe, Hz. Peygamber
vefat ettiği zaman hadis tefsir ve fıkıh ilimlerinde belirli bir noktaya
gelmişti. Dokuz yaşında evlendiği kabul edilirse, çocuk yaşta bir hanımın dokuz
sene gibi kısa bir zamanda bu ilimlerde belli bir noktaya gelmesi imkansız
görülmüştür.
Üçüncü olarak da yukarıda işaret edildiği
gibi Hz. Peygamber istemeden önce Hz. Aişe'nin Cübeyr b. Mut'ım'le sözlü
olmasıdır. Yaklaşık olarak iki sene Hz. Peygamberle sözlü kaldıktan sonra dokuz
yaşında evlenen Hz. Aişe'nin 6-7 yaşlarında Cübeyr'le sözlü olması aynı şekilde
imkansız görülmüştür.
İkinci
görüşü savunan bilginler, bu görüşlerini kuvvetlendirmek için Hz. Aişe'nin
rivayet ettiği hadisleri de[560] delil olarak
kullanmışlardır.[561]
Bir kız
çocuğunun kaç yaşında zifafa girebileceği konumunda fıkıh ulemasının görüşlerini
(2121) numaralı hadisin şerhinde açıkladığımızdan okuyucularımıza sözü geçen
hadisin şerhine müracaat etmelerini tavsiye ederiz.[562]
Bazı Hükümler
1. Yeni
evlenenlere hayır ve bereket duasında bulunmak.
2. Gelini damada
temiz, pak ve süslü olarak takdim etmek,
3. Bu maksatla,
kadınların gelinin yanında toplanmaları müstehabtır. Çünkü geline zifaf adabını
öğretirler.
4934... (Bir
önceki hadisin) bir benzerini de Hz. Ebu Üsame rivayet etti. (Hz. Ebû Üsmâme'nin
rivayetine göre) Hz. Aişe şöyle demiş:
(Annem
beni bir odaya aldı. Bir de ne göreyim; ensardan bir takım kadınların
huzurundayım) bana "Çok hayırlı olsun" (dediler, annem) beni onlara teslim etti.
Başımı yıkadılar, beni süslediler. Rasûlullah (s.a.) kuşluk zamanı çıkageldi.
Beni kendisine teslim ettiler.[564]
Açıklama
4935... Hz. Âişe'den (rivayet
edilmiştir); dedi ki: Medine'ye geldiğimiz vakit ben salmgaç üzerinde oynarken
bana (ensardan) birtakım kadınlar geldiler. (Benimse Medine'de saçlarım
dökülmüştü. Bu rahatsızlıktan yeni kurtulmuştum. Saçlarım düzelmeye başlamıştı
da o sırada) kulaklarıma kadar inen saçlarım vardı. Beni (alıp) götürdüler.
(Zifaf için) hazırladılar ve süslediler. Sonra da Rasûlullah (s.a.)'e
götürdüler. (Hz. Peygamber) benimle zifafa girdi. Ben dokuz yaşımda bir
kızdım.[566]
4936... Şu (bir
önceki hadis bir de aynı senedle yine) Hz. İbn Urve'den (biraz farklı olarak
rivayet edilmiştir):
(Bu rivayete göre Hz. Aişe) şöyle
demiştir:
"Ben
salmgaç üzerindeydim, yanımda arkadaşlarım vardı. Beni bir odaya soktular. Bir
de ne göreyim! (Orada) ensardan bir takım kadınlar var. Bana "Hayırlı ve mübarek
olsun" dediler.[567]
4937... Yahya b.
Abdurrahman b. Hâtıb'dan (rivayet edildiğine göre) Aişe (r.a.) şöyle
demiştir:
"Biz Medine'ye geldiğimiz zaman el-Haris
İbn el-Hazret oğullarına misafir olmuştuk. Allah'a yemin ederim ki (o sırada)
ben iki hurma ağacı arasında (kurulmuş) olan bir salıngaç üzerinde idim. Annem
yanıma gelip beni (salıngaçtan) indirdi ve (Medine'de yakalandığım saç
hastalığından yeni kurtulduğum için o sırada) benim kulaklarıma kadar inen bir
saçım vardı.
Açıklama
Bu
hadis-i şerifle ilgili açıklama (4933) numaralı hadis-i şerifin şerhinde geçtiği
için burada tekrara lüzum görmüyoruz.[569]
56. Tavla Oyunu Oynamak Yasaklanmıştır
4938... Ebu Musa el-Eşârî'den (rivayet
edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) (şöyle) buyurmuştur: "Tavla oynayan kimse
Allah'a ve Rasûlüne karşı gelmiş demektir."[570]
4939... Süleyman İbn Büreyde'nin
babasından (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Tavla
oynayan kimse sanki elini domuz etine ve kanma batırmış gibidir."[571]
Açıklama
Nerd ve Nerdeşir tavla zarı demektir. Bu
hadis-i sentler, tavla oynamanın haram olduğunu söyleyen cumhuru ulemanın
delilleridir. Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre;
a. Tarafların ya
da taraflardan birinin ortaya bir mal koymaması
b. Namaz
vaktinin geldiğini farkedemeyecek kadar oyuna dalıp da namazı
geçirmemeleri,
c. Bir de bu
oyunun helâl olduğuna inanmamaları şartıyla bu oyunun oynanması mekruh, bu
şartlardan birinin bulunması hâlinde haramdır.
Bu oyun,
oynayan kimsenin mürüvvetini giderir. El-Mugnî'de açıklandığı üzere, işte bu
nedenle bu oyuna devam eden kimsenin şahidliği kabul edilmez. Mezhep imamlarının
dördü de bu görüştedirler.[572] Nitekim Hanefî
ulemasının görüşü de budur.[573]
57. Güvercinle Oynayan Kimsenin Durumu
4940... Hz. Ebû Hüreyre'den (rivayet
edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) güvercin peşinde dolaşan bir adam görmüş de:
"(Bu adam) şeytan kovalayan bir şeytandır" buyurmuştur.[574]
Açıklama
Hamam: Güvercin cinsi demektir.
Hamâme: İse bir güvercin anlamına gelir,
hem erkek hem de dişi güvercin için kullanılır.
İmam
Nevevî'nifı açıklamasına göre, yumurtasını alarak kuluçkaya yatırmak,
kendilerini seyrederek, üzüntüyü dağıtmak, postacılıkta kullanmak gibi
maksatlarla, güvercin beslemekte bir sakınca yoksa da uçurmak için güvercin
beslemek mekruhtur. Kumar için beslemekse kesinlikle haramdır. Bu maksatla
güvercin taşıyan kimsenin şahitliği de reddedilir.[575]
İşte hadis-i şerifte güvercine "şeytan"
denilmesinin sebebi insanı böylesi zararlı işlerle meşgul edip, onu esas
vazifesinden ahkoymasmdandır. Onun peşinde gezen kimseye "şeytan" denilmes ise
kendini onun arkadaşlığına kaptırıp aslî vazifelerini
unutmasındandır.
Güvercin
peşinde gezen kimsenin şahitliğinin reddedilmesi, gözleriyle sürekli olarak
güvercinleri takib ettiği için çoğu zaman gözünün önünde cereyan eden hâdiseleri
göremeyişi ile açıklanabilir.[576]
58. Merhamet
4941... Abdullah
İbn Amr'den (rivayet edildiğine göre); Peygamber (s.a.) (şöyle)
buyurmuştur:
"Merhametli olanlara, Rahman (olan Allah) merhamet eder. (Öyleyse
siz) yerde bulunanlara merhametti davranınız da gökteki de size merhamet
etsin."[577]
Müsedded
(bu hadisi rivayet ederken) Abdullah ibn Amfin "kölesi" (kelimesi) ile "bu
hadisi Hz. Peygambere ulaştırdı" cümlesini hiç zikretmedi. (Hadisi doğrudan
doğruya): "Peygamber (s.a.) buyurdu ki" (diyerek) rivayet etti.[578]
Açıklama
Âlemlerin
rabbi ve yaratıcısı olan yüce Allah, yeryüzünde bulunan her canlıya merhametle
muamele eder. Ancak yaratıklara zarar verenler yine Allah'ın yaratıklarına olan
merhameti icabı zarara uğratılırlar[579] ve gerektiğinde
öldürülürler. Bu merhametin enginliğini kavrayabilmek için tüm yaratıkların
kalbinde besledikleri merhamet duygularının, Allah'ın merhametinin sadece yüzde
birini teşkil edebileceğini[580] düşünmek icâb
eder.
Yüce
Allah, uçsuz bucaksız bu engin merhametinden dolayı Hz. Mu-hammed'i âlemlere
rahmet olarak göndemiş[581] ve onun getirdiği din
ile insanların saadet ve selametlerinin yollarını göstermiş, selâmetle felâketin
sınırlarım belirlemiştir. Binaenaleyh din dairesi içerisinde kalmak rahmetin ta
kendisi olduğundan Allah ve Rasulünün emir ve yasaklarını çiğneme karşılığında
kitap ve sünnetçe belirlenmiş olan had cezalan Allah'ın rahmetine aykırı
değildir. Tersine suçluyu temizlediği ve bizatihi rahmet olan cimin sınırlarını
da çiğnenmekten koruduğu için aynıyla rahmettir.
Diğer bir
hadis-i şerifte "Yeryüzündekilere merhamet edin ki gök ehli c'e size merhamet
etsin"[582] buyurulmaktadır.
Sözü
geçen hadis-i şerifte "gök ehli"nden maksat melâikedir. Melâ-ike'nin
merhametinden maksatsa, kullarına merhamet etmesi ve bağışlaması için Allah'a
duada bulunmaktır. "Melekler, Rabbierini hamd ile teshin ederler, yerdekiler
için de mağfiret dilerler."[583] âyet-i kerimesinde
ifade edildiği gibi.
Hadisin
ravilerinden Müsedded'in rivayetinde, Ebû Bekir İbn Ebî Şey-be'rin rivayeti,
senedinde yer alan Ebu Kabus'un, Abdullah İbn Amr'in kölesi olduğunu ifade eden
"mevla Abdullah İbn Amr" ibaresi yer almadığı gibi, Abdullah İbn Amr'in bu
hadisi Hz. Peygamber'e ulaştırdığını ifâde eden "yebluğu bihinnebiyye" ibaresi
de bulunmamaktadır. Sened itibariyle bu hadis müselseldir. Tirmizi bu hadisin
hasen-sahih olduğunu söylemiştir.[584]
4942... Ebû
Hüreyre'den (şöyle dediği rivayet) edilmiştir
"Ben, Şu
odanın sahibi, doğru sözlü, doğruluğuna şahitlik edilmiş olan Ebu'l-Kasım'j
şöyle derken işittim: "Merhamet ancak şakî birisin(in kalbin) den
kaldırılır."[585]
Açıklama
Sâdık:
işinde ve sözünde doğru olan demektir ki; "Sözünde duran (tarafımızdan
gönderilmiş) bir peygamberdir."[586] âyet-i kerimesinde de
bu manada kullanılmıştır.
Masdûk
ise işinde ve sözünde doğruluğuna şahitlik edilen dernektir. Nitekim şu âyet-i
kerimede yüce Allah Hz. Peygamber'in doğruluğuna şehâdet etmektedir: "O havadan
konuşmaz, O'(na inen Kur'an) kendisine vahyedilenden başka birşey
değildir,"[587]
Allah'ın yaratıklarına karşı duyulan
merhamet hissinden yoksun olan kişiler, talihsiz kişilerden başkaları değildir.
Bir başka ifadeyle yaratıklara karşı merhamet duygusunu kaybeden kimseler en
bedbaht, en talihsiz kimselerdir. Başkalarına karşı merhamet duygusunu kaybeden
kimseler, çoğu zaman kendilerine karşı da merhametsiz ve
acımasızdırlar.
Esasen
"Başkalarına iyilik edersiniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz."[588] âyet-i
kerimesi mucibince başkalarına merhamet kapısını kapayan kimse başkalarından
gelecek olan merhamet kapılarını da kendine kapamış demektir. Bu durumun ise ne
büyük bir mahrumiyet ne korkunç bir talihsizlik olduğu ortadadır.
Hakiki
müslümanm kalbi, şefkat ve merhamet duygularıyla dopdolu-dur. Merhamet
duygusundan yoksunluk, facirlik ve kafirlik sıfatıdır, bedbahtlık alametidir.
Böyle kimselerin âkibeti dünyada yorgunluk, âhirette ise azab ve
mahrumiyettir.[589]
4943... (Hadisi
Ebû Davud'a rivayet edenlerden biri olan) Ebu Bekir b. Ebi Şeybe ("Peygamber
buyurdu" demeden) Abdullah b. Amr'dan (diyerek) rivayet ettiği (halde; diğer
ravi olan İbnu's-Serh'in rivayeti ise şöyledir: ...Abdullah b. Amr'dan Peygamber
(s.a.) şöyle buyurmuştur:
Açıklama
Hadis-i şerifte, küçüklere merhametli,
büyüklere saygılı olmayan kimselerin, Hz. Peygamberin sünnetini terk etmiş
oldukları ve Hz. Peygamberin sünnetinden kılpayı dahi ayrılmayan hass kullar
zümresine giremedikleri, ifade edilmektedir. Bilindiği gibi Hz. Fahr-i âlem
efendimiz, çocuklara karşı çok şefkatli idi. Yolda rastgeldiği çocukları alır,
devesine bindirir, onları sevindirir, çocuklara sevgisinden onlara tesadüf
ettikçe daima selamlardı.
Birgün Halid b. Said, Rasûlü Ekrem-i
ziyarete gelmiş, kızını da beraber getirmişti. Rasûl-i Ekrem onu Habeş lisanında
güzel manasına gelen bir deyimle çağırırdı. Çünkü Halid'in kızı Habeşistan'da
doğmuştu. Çocuk Rasul-i Ekrem ile oynamış, O'nun Peygamberlik mührünü okşamış,
babası onu bu hareketten men'etmek istemiş fakat Rasûl-i Ekrem çocuğun
bırakılmasını söylemişti. Birgün Rasûl-i Ekrem'e müteaddit kumaş parçaları
hediye edilmişti. Bunların arasında kenarları işlenmiş ve bir parça vardı.
Rasul-i Ekrem "Bunu kime vereyim" demiş ve herkes susmuştu. Rasul-i Ekrem,
"Halid'in kızını çağırınız" dedi ve bu parçayı ona vererek çocuğu
sevindirdi.
Rasul-i Ekrem, anne ve baba ile çocuklara
dair olaylardan son derece mütehassis olur ve bunları dinlemek isterdi. Birgün
fakir bir kadın, iki kızı ile Hz. Aişe'yi ziyaret etmiş ve Hz. Aişe onlara ikram
için bir hurmadan başka bir şey bulamamıştı. Hz. Aişe hurmayı anneye vermiş,
anne, hurmayı ikiye bölerek çocuklarına yedirmişti. Hz. Aişe bu hadiseyi Rasul-i
Ekrem'e anlatınca Rasul-i ekrem şu sözleri söyledi: "Çocukları hakkıyla sevmek
ve onları korumak cehennemden kurtuluştur,"
Hz. Enes diyor ki: Rasul-i Ekrem şöyle
buyurdular: "Namazımı uzatmak niyetiyle namaza durduğum zaman bir çocuğun
ağladığını duyarsam namazımı kısaltırım. Çünkü çocuğun feryadı, arkamda namaza
durmuş olan annesini huzursuz eder."
Rasul-i Ekrem'in çocuklara sevgisi, yalnız
müslüman çocuklarına mahsus değildi. Kendisi müşriklerin çocuklarına da aynı
derecede sevgi ve şefkat gösterirdi. Bir savaş esnasında birkaç çocuk iki
tarafın arasında kalmış ve öldürülmüşlerdi. Rasul-i Ekrem, bu faciadan haberdâr
olunca derinden müteessir oldu. Askerler Peygamber'in teessürünü görerek: -Ya
Rasûlullah neden bu kadar müteessir oluyorsunuz? Bunlar nihayet müşrik çocukları
değil mi, dediler. Rasul-i Ekrem:
Bu çocuklar müşrik çocukları da olsa
masumdurlar, dikkat ediniz çocuk öldürmeyiniz. Zinhar çocuk öldürmeyiniz! Her
can ilk yaratılışta tertemiz olarak yaratılmıştır" buyurmuştu.
Rasul-i Ekremin adeti, turfanda meyveleri
en küçük çocuklara vermekti. Kendisi çocukları sever, okşar ve öperdi. Birgün
Rasul-i Ekrem bir çocuğa seviyorken bir bedevî gelmiş ona:
Siz çocukları bu kadar seviyorsunuz, benim
on torunum olduğu halde bir defa bile kucağıma alıp sevmedim, demiş.
O halde cenab-i hak seni şefkat hissinden
mahrum etmiş, cevabını almıştır.
Ashabtan Cabir bin Semure diyor ki: "Bir
gün Rasul-i Ekremle namazımı kıldım, namazdan sonra, Rasul-i Ekrem, evine
gidiyordu. Ben de kendisini takib ettim. Rasul-i Ekrem yolda bazı çocuklara rast
geldi. Hepsini okşadı. Beni de onlarla beraber okşadı.
Hicret
esnasında Medine'ye gidilirken Ensar'ın kızları Peygamberi karşılamağa çıkmışlar
ve neşideler okumuşlardı. Peygamber çocukları okşamış ve "Beni sever misiniz?"
diye sormuş. Onlar da "Severiz" demişler, Rasul-i Ekrem'de "Ben de hepinizi
severim" buyurmuştu.[591]
Büyüklere Saygı: İslam insanları hakir
görmeyi değil, onlara hürmet etmeyi emretmiştir. Özellikle de takdir ve saygıya
lâyık iseler. İslam büyüğe, âlime, fazilet sahiplerine saygıyı İslam toplumunda
müslümana şahsiyetini kazandıran temel ahlâkî kurallardan saymıştır. Bu
özelliğini kaybeden toplum kendisini ayakta tutan en önemli değerlerden birini
yitirmiş, asliyetinden sıyrılmış demektir. Peygamberimiz şöyle
buyuruyor:
Büyüğümüze saygı göstermeyen, küçüğümüze merhamet etmeyen ve
âlimlerimizin hakkını bilmeyen benim ümmetimden değildir.[592]
Bir
toplumda büyüğe saygı gösterilmesi, o toplum fertlerinin insanî ahlak
kaidelerini anladıklarının bir işaretidir. Nefislerinin yüceliği ve terbiyesinin
bir alametidir. Bunun için Rasûlullah (s.a.) bu manayı müslüman-ların
nefislerine yerleştirmeye çalışmıştır. Bunu yaparken de müslüman, İslam
toplumunun temelini yükseltmiş ve ahlak direklerini de yerine
oturtmuştur...[593]
Görüldüğü gibi hadisi musannif Ebû Dâvûd,
biri Ebu Bekr b. Ebî Şeybe, diğeri Îbnu's-Serh diye bilinen iki hocadan rivayet
etmiştir. Ancak Ebu Bekr bunu, Peygamber'e nisbet etmeksizin Abdullah b. Amr'a
kadar ulaşan mevkuf bir rivayet olarak nakletmiş; İbnu's-Serh ise açıkça
Peygambere nisbet ederek, merfû' bir hadis olarak rivayet etmiştir. Hadis
âlimlerimizin hadis ilmindeki şu emanetine bakınız ki; merhum musannıb,
bunlardan yalnızca birini zikretmeyip her iki ravînin rivayet keyfiyetlerini
açıkça belirtmiştir.
59. Nasihat
4944... Temimü'd
Dâri'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.);
"Din nasihatten ibarettir. Din nasihatten
ibarettir. Din nasihatten ibarettir" buyurmuş. (Orada bulunan
sahâbiler)
Kim için (Ya Rasûlullah)?
demişler,
"Allah
için, Kitabı için, Rasulü için, mü'minlerin emiri için ve bütün mü'minler için".
Yahutta: "Müslümanların emiri için ve bütün müslümanlar için-"
buyurmuştur.[595]
Açıklama
Nasihat, kalpte hiçbir kötülük bulunmamak
şartıyla jcarg1(ja bulunan kimse için hayır dileğinde bulunmak, ya da onun
hayrına olan işi bizzat yapmaktır. Bir başka ifadeyle karşıdaki insan için
samimi olarak iyilik ve hayır düşünüp onun hayrına çalışmaktır.
İmam Nevevî'nin açıklamasına göre, her ne
kadar bazı âlimler bu hadisin İslamın dörtte birini ifade ettiğini söylemişlerse
de aslında bu söz eksiktir. Çünkü İslamın dörtte biri değil, tümü bu hadise
dayanmaktadır. Dünya ve âhiret saadetini anlatmakta felah kelimesinden daha
kapsamlı kelime olmadığı gibi, arapçada "nasihat" kelimesinden daha kapsamlı bir
kelime yoktur.
Arapça'da bu kelime "balı mumundan ayırmak"
anlamında kullanılır. Bu yönüyle düşünülecek olursa, nasihat kelimesinin nasıl
ince, hassas ve hayırlı duygulan içine aldığı ve nasihat eden kimsenin muhatabı
hakkında ne kadar ince ve hayırlı duygular beslediği anlaşılır.
Şimdi nasihatin kimler için ve nasıl
yapılacağını hadisteki sıraya göre açıklayalım:
1. Allah adına
nasihat: Allah'a iman etmek, ona hiçbir şeyi ortak koşmamak, onun bütün kemal
sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu tasdik edip, ona
hiçbir riyanın karışmadığı bir ihlâs, samimiyet ve teslimiyetle ibadet edip
isyandan kaçınmak, onun sevdiğini sevip yerdiğini yermek, dostunu dost bilip
düşmanını düşman bilmek, nimetlerini şükürle karşılayıp onun yolunda herşeyi
feda etmeyi göze almaktır.
2. Allah'ın
kitabı için nasihat: Onun Allah kelâmı olduğuna, Allah katından gelip içine
insan sözü karışmadığına, Allah'dan başka hiçbir kimsenin onun mislini meydana
getiremeyeceğine, insanlığın dünya ve âhiret saadetinin bu kitapta olduğuna
inanmak ve onu bu inançla ve adabına riâyet ederek okuyup tüm hükümlerini hayata
uygulamaktır."
3. Hz.Peygamberi
için nasihat: Onun Peygamber olduğuna, Allah'dan getirdiği herşeyin doğru
olduğuna inanmak, emrettiği herşeyi imkân nisbetinde yapmak, nehyettiği
herşeyden kesinlikle kaçınmak, hayatında ve vefatından sonra ona ve tebliğ
ettiği dine yardım etmek, onun sevdiklerini sevmek, düşmanlarını düşman kabul
etmek, onun davetini yaymak, sünnetini yaşatmak ve onu yegâne örnek
bilmektir.
4. Müslümanların
emirleri hakkında nasihat: Hak olan her hususta onlara yardım ve onlarla beraber
cihad etmek, müslümanlara, reislerine, karşı olan görevlerini münasib bir dille
hatırlatarak, onun aleyhine haksız bir kıyamın oluşmasına engel
olmaktır.
5. Müslümanların
tümü için olan nasihata gelince, onlara dünya ve âhiret hayatı hususunda hayır
ve saadet yollarını göstermek, onlara eziyet
vermemek,
kusur ve ayıplarını örtmek, iyiliğe çağırıp, kötülükten sakındırmak, büyüklerine
hürmet küçüklerine şefkat ve merhamet, kendi şahsı için sevip arzu ettiğini
onlar için de ayniyle istemek, onların mal, can ve namuslarını kendine ait olan
kadar mukaddes bilip korumak, dertlerine ortak olup gidermeğe çalışmak... Umum
müslümanlara karşı nasihat ve samimiyetin bir kısmıdır.[596]
6. Nasihat en geniş manasıyla
Peygamberde tecellî etmiş, en ağır şartlar altında, kendilerini en büyük düşman
olarak gören kavimlerine karşı, sırf hayır ye saadet olan hak yolunu talim için
çalışmış, hayatlarında tek gaye olarak ümmetinin hak yola girmelerini hedef
almış, bu yolda bir karşılık beklemeden, onlar kendilerini taşlarken onların
hidayeti için dua etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de bir Peygamber(s.a.)'den şu
sözler nakledilir: "Ey Kavmim, and olsun ki, ben size Rabbimin üzerime yüklediği
risalet ve elçilik vazifesini tebliğ etmiş durumdayım. Sizin hayrınıza olanı
istemiş, hayrınız için çahşmışımdır. Fakat siz hayrınızı isteyenleri
sevtniyormusunuz.[597]
Türkçemizde "nasihat" kelimesi, öğüt vermek, hayırlı olanı tavsiye
etmek anlamında kullanılır. Bu ise asıl manasından sadece bir kısmını ifade
etmektedir. Çünkü "nasihat" yukarıda da geçtiği üzere sözle olduğu gibi, iş ile
de olur, gönül ile de olur. Diğer Müslümanların iyilikleri, ıslah edilmeleri,
sıhhat ve afiyetlerinin devamı için Hak Teâlaya dua etmek mü'minlere karşı
nasihat çerçevesi içinde yer alır. Kur an-ı Kerimde has mü'minlerin duası olarak
nakledilen şu mübarek sözler, çok ince bir ruhun Mevlayı zülcelâle yükselen
niyazlarıdır: "Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce geçen kardeşlerimizi mağfiret
buyur, günahlarımızı bağışla. İman eden kimselere karşı kalblerimizde hiçbir kin
ve kötülük bırakma... Ey Rabbimiz, şüphesiz ki şefkati, merhameti bol olan
mevlamizsın sen."[598]
Nasihatin sözle öğüt verme kısmında
aranılan şartlarından biri hattâ en mühim olanı tavsiye edilen iyiliğin, tavsiye
eden tarafından bizzat yapılmasıdır. Kendisi yapmadığı halde başkasına iyilik
tavsiye eden kişi, şayet bu sözlerinde samimi ise neden kendi yapmaz? Değilse
neden böyle samimi olmayan bir davranış içine girer? Hiç bir kimse bir başkasını
şahsından daha ötede düşünemez. Düşünürse mutlaka manevî yönden kendine geçecek
bir ecir ve mükafatı hedef almış demektir. Halbuki işin manevî yönünü düşünen
insanın, bir iyiliği başkasına tavsiye ederken eli kolu bağlanmış değildir.
Kendinin de yapmasına bir engel yoktur. Ayrıca sözün tesirli olması için,
söyleyenin, söylediğini önce kendisi yapması şarttır. Meyhanenin duvarlarına,
meyhaneci tarafından yazılan "şarab içmeyiniz, sarhoş olursunuz, başınıza
musibet yağar" sözlerinin ne gibi bir kıymeti vardır?
Cehennemde en şiddetli azaba uğrayacaklardan birinin, başkasına
iyiliği emrettiği halde kendi yapmayan, nehyettiği kötülüğü de kendisi yapan
kimse olduğu efendimizin bir hadis-i şeriflerinde anlatılır.[599]
Büyükler, doğru ve iyi olduğunu bildikleri
sözleri: "kulağına küpe yap" diyerek küçüklere aktarır, nasihatten anlamayanlara
"kulağından pamuğu çıkar da dinle" derlerdi. Ziya Paşa'nın darb-ı mesel haline
gelen şu beyti, büyüklerin sözlerine kulak asmayanlar hakkındadır:
Nush ile yola gelmeyeni etmeli
tekdir
4945... Ebu
Zür'a İbn Amr İbn Cerir'den (rivayet edildiğine göre) Cerir (İbn Abdullah el
Becelî) (r.a.) şöyle dermiş:
"Ben
(kendisini) dinleyip itaat etmek ve her müslüman için halis niyyet beslemek ve
onlar hakkında hayırlı davranışlarda bulunmak üzere Ra-sûlullah (s.a.) söz
verdim. (Ebû Zür'a) dedi ki: (Cerir birisine) birşey sattığı, ya da birşey
satınaldığı zaman: "Muhakkak ki bizim senden almış olduğumuz (bu mal), bizim
için (bizim) size verdiğimizden daha sevimlidir. (Binaenaleyh, vermiş olduğun
malı) tercih et(tiğin takdirde bizden geri alabilirsin)" derdi.[601]
Açıklama
Bey'at: Mübadele (alış-veriş) akdi
demektir. Sonraları Devlet Başkanına itaat ve sadakati bildiren ve el sıkışma
suretiyle yapılan ahitleşme anlamında kullanılır olmuştur. Mevzumuzu teşkil eden
bu hadis-i şerifte kasd edilen mana da budur.
Bilindiği gibi, Rasul-i zişan efendimizin
şahsında hem Peygamberlik, hem de devlet başkanlığı toplanmış olduğundan,
hadis-i şerifte söz konusu edilen mesele bir müslümanın, Hz. Peygambere ve
müslüman devlet başkanına herhangi bir dünyevi çıkar gayesi olmaksızın sırf
Allah rızası için ivazsız, garazsız, samimiyet ve ihlasla bağlanmanın ve onların
Allah'ın dinine hizmet yolunda verecekleri emirlere uymanın lüzumu
meselesidir.
Burada söz konusu edilen diğer bir mesele
de bir müslümanın diğer bir müslümam onun menfaatini kendi menfaatine tercih
edebilecek kadar samimi bir şekilde sevip sayması meselesidir.
Hadis-i şerifte bir müslümanın Allah için
bir din kardeşine karşı besleyebileceği samimi sevgi ve saygı duygulan
anlatılmaktadır. Hz. Cerir'in alış-veriş yaptığı müslüman kardeşleri karşısında
duyduğu îsâr dediğimiz müslüman kardeşinin menfaatini kendi menfaatini tercih
edebilme (diğerkâmlık) duygusu ise, bir müslümanm din kardeşlerine karşı
beslemesi gereken sevgi, saygı, samimiyet duygularının en idael bir
örneğidir.
Hafız İbn Hacer'in Taberâni'den rivayet
ettiği bir haberde bildirdiğine göre, Hz. Cerir, kendisine bir at satınalması
için bir kölesine emr etmiş, o da pazardan 300 dirheme bir at alarak parasını da
ödemek için atla birlikte sahibini de Cerir'e getirmiş. Cerir atı beğenmiş. Ve
ata biçilen 300 dirhemi az bulduğu için atın sahibiyle yeniden pazarlığa
girişmiş ve 800 dirhemde anlaşmış.
Mevzumuzu
teşkil eden bu hadis-i şerifte sözkonusu edilen bütün bu samimi, temiz ve ulvî
duygulara "nasihat" denir ki; biz bu nasihatin çeşitlerini ve nasıl olacağını
bir önceki hadis-i şerifin şerhinde açıkladık.[602]
60. Müslümana Yardım Etmenin Fazileti
4946... Hz. Ebû
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
"Her kim bir müslümanı dünya sıkıntılarının
birinden kurtarırsa Allah da onu kıyamet gününde bir sıkıntıdan kurtarır. Kim
darda kalan bir kimseye kolaylık gösterirse Allah da ona dünya ve âhirette
kolaylık ihsan eder. Kim bir müslümanın ayıbını örterse Allah da dünya ve
âhirette, onun ayıbını örter. Kul (din) kardeşinin yardımında oldukça Allah da o
kulun yardımındadır."
Ebû
Davudder ki: (Bu hadisin ravilerinden olan) Osman, (metinde geçen); "Kim de
darda kalan bir kimseye kolaylık gösterirse" cümlesini Ebû Muaviye'den rivayet
etmedi.[603]
Açıklama
Bu hadis-i şerif birkaç meseleye delâlet
etmektedir:
1. Müslümanın
dünyaya ait bir sıkıntısını çözmenin faziletini bildiriyor. Bu da ya ona mal
vermekle, ya da ağırlığını koyarak onu zalimin zulmünden kurtarmaya çalışmakla
olur.
2. Borçluya
yardımda bulunmak ta aslında bir müslümanın sıkıntısını gidermekten sayıldığı
halde, hadis-i şerifte bunun ayrı bir madde olarak sayılması borçlu olmanın
dünyevi sıkıntıları içinde ayrı bir yeri olduğu -içindir. Borçluya yardım ya
kendisine uzun vade tanımak, yahut borcunu affetmek gibi şeylerle olur. Alacaklı
herhangi bir şekilde borçlusuna kolaylık gösterirse, şüphesiz Cenab-ı Hakk da
ona dünyevi uhrevi bütün işlerinde kolaylık ihsan eder. Bu suretle her işi
yolunda gittiği gibi, âhirette de sıkıntı çekmez. İyilikleri kötülüklerine
galebe çalar.
3. Bir kimse bir
müslümanın gizli bir kusurunu görür de başkalarına söylemezse me'cur olur, ecri
de ameli cinsindendir, yani onun kusurunu da Allah örter. Dünyada yaptığı bir
kusuru kimseye duyulmadığı gibi âhirette de kabahatini yüzüne vurmaz, affeder.
Bundan dolayıdır ki Peygamber (s.a.) müslümanlan birbirlerinin kusurlarını
meydana çıkarmamaya teşvik etmiştir.
Ulema, kusur gizlemenin vacib değil mendub
olduğuna kail olmuşlardır. Binaenaleyh bir müslümanın gizli bir suçunu bilen onu
hâkime haber verse günahkâr olmaz. Ancak bu hüküm fitne ve fesatçılığı ile
tanınmış kimseler hakkındadır. Bir defa bir suç işleyerek tevbe eden ve bir daha
yapmayan kimsenin o kusurunu gizlemek icab eder, çünkü fesatçının kusurunu
gizlemek, onu daha başka fitne ve fesatlar çıkarmaya teşvik olur. Bir defa suç
işleyenin hâli böyle değildir. Buraya kadar verilen izahat ma-siyet işlendikten
sonraya aittir. Onu işlerken görenin hükmüne gelince:
Men'etmeye iktidarı olursa derhal
müdahalede bulunarak men'etmesi vacibdir. Çünkü bu müdahale münkefi inkâr
demektir, müdahale etmemek helal olmaz. Meselâ hırsızı birinin malım çalarken
görenin mal sahibine haber vermesi icab eder, aksi takdirde hırsıza yardım etmiş
olur. Acaba hadis ravileri ile şahidlerin, evkaf ve zekat memurlarının cerhi
gıybet sayılmaz mı? Hayır, onların cerhi gıybet değil, bilakis herkese vâcib
olan bir nasihat ve dürüstlüktür. Böyle olduğu da ittifakla kabul
edilmiştir.
4. Kul din kardeşine yardım ettikçe
Allah da ona yardım eder. Bu suretle kazanmaya gayret gösterdiği birşeyi kolayca
elde eder. Vakıa her iş-de Allah kulunun muinidir: Fakat bu avn-u inayet, din
kardeşine yardım edene daha fazladır. Binaenaleyh müslümana gereken, din
kardeşini kendinden ileri tutmaktır. Zira Allanın kemal-i inayetine nail olmanın
yolu budur.[604]
4947... Hz.
Huzeyfe'ten (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
Açıklama
Hadis-i şerif, yapılan her hayrın ve
iyiliğin sadaka sevabı gibi sevabı olduğunu ifade etmektedir.
Bilindiği gibi maruf, münkerin zıddıdır,
iyilik demektir. İbn Ebu Cemre'ye göre "Adet olsun olmasın, iyi amellerden
olduğu şer'î delillerden anlaşılan şeye maruf adı verilir. Eğer o iş iyi niyetle
yapılırsa sahibi kafi olarak ecir kazanır. Niyetsiz yapıldığı takdirde ecir işi
ihtimalli kalır.
Sadaka:
Allah rızası için verilen maldır ve farz, mendup bütün sadakalara şamildir.
İyiliği "sadakadır" diye haber vermek, teşbih-i beliğ kabilindendir. Maksat,
sevap hususunda iyiliğin, sadaka hükmünde olduğunu binaenaleyh yapılacak
iyiliğin az da olsa hakir görülmemesi lâzım geldiğini bildirmektir. Bir hadis-i
şerifte "Her teşbih sadakadır"[606] buyurulmuştur. Zaten
hadisimizdeki "her iyilik" tabiri bütün salih amellere şamildir. İmam Tirrnizî,
Hz. Ebu Zerr (r.a.)'den merfu olarak şu hadis tahric etmiştir: "Din kardeşinin
yüzüne gülümsemen senin için bir sadaka; iyiliği emir, kötülüğü nehyetmen senin
için bir sadaka, delâlet diyarında bir adamı irşâd etmen senin için sadaka,
yoldan taşı dikeni ve kemiği atman senin için sadaka, kovandan din kardeşinin
kovasına suyu boşaltman da sadakadır."[607]
61. (Çirkin) İsimleri (Güzel İsimlerle) Değiştirmek
4948... Ebu'd-Derdâ'dan (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.)
(şöyle) buyurmuştur:
"Siz
kıyamet gününde kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle
çağrılacaksınız. Öyleyse isimlerinizi güzel koyunuz."[608]
Açıklama
Hadis-i şerifte, insanlar, kıyamet gününde
kendi isimleriyle birlikte babalarının da isimleriyle çağrılacakları
gerekçesiyle, müslümanların kendi çocuklarına, akraba ve hizmetçilerinin
çocuklarına güzel isimler vermeleri emr edilmektedir.
Binaenaleyh mevzumuzu teşkil eden bu hadis, insanların kıyamet
gününde annelerinin ismiyle çağrılacaklarını ifade eden hadisi[610]
reddetmektedir. Nitekim insanların kıyamet gününde babalarının isimleriyle
çağrılacağını ifade eden daha başka hadisler de vardır.[611]
Her ne
kadar insanların "ey falancanın oğlu falan" şeklinde annesinin ismiyle
çağıracağına dair Taberanî'nin Mu'cem'inde Said İbn Abdullah el-Evdî'den rivayet
edilen bir hadis-i şerif[612] varsa da ulema sahih
hadislere aykırı olduğu için bu hadisin delil olamayacağını ittifakla kabul
etmişlerdir. Eğer bu hadisin şahinliği kabul edilirse "mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şerif babalan belli olan kimseler hakkındadır. Annelerin ismiyle
çağrılacağını ifade eden hadislerde babalan olmayan, ya da belli olmayan
kimseler hakkındadır" denebilir. Yahutta mevzumuzu teşkil eden hadis-i şerifte
geçen babalarınız tabirinden maksat anneler ve babalardır; tağlib yoluyla
babalar, denmiştir Mecazen "anneler ve babalar" anlamına gelir.
Bu te'vile itibâr etmek mümkün olursa, o
zaman kıyamet gününde insanlar bazan annelerinin ismiyle bazan da babalarının
ismiyle, bazı yerlerde annelerinin bazı yerlerde de babalarının ismiyle
çağrılacaklar demektir.
Hafız
Münzirî'nın -Musannifimiz Ebû Dâvûd ile aynı kanaati paylaştığını ortaya koyan-
açıklamasına göre, bu hadisin ravisi Abdullah İbn Zekeriyya, Ebu'd-Derda
(r.a.)'den hadis almadığından, mevzumuzu teşkil eden bu hadis munkatıdır.
Ayrıca, konumuzu teşkil eden bu hadisin bab başlığıyla bir ilgisi yoktur. Çünkü
bu hadiste isimleri değiştirmeden söz edilmemektedir. Ancak, bu hadis, ismini
dini bir mülahaza ile değiştirecek kimselere bir irşad olarak kabul edilirse; bu
yönden bab başlığı ile ilgili görülebilir.[613]
4949...
(Abdullah) İbn Ömer'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.):
"Yüce
Allah'ın en hoşuna giden isimler (Allah'a kulluk ifade eden) Abdullah ve
Abdurrahman (gibi adlar)dır"[614] buyurmuştur.[615]
4950...
Sahabilerden olan Ebu Vehb el-Cüşemî'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur:
"(Çocuklarınızı) Peygamberlerin isimleriyle
isimlen(dir)iniz.İsimlerin Allah'a en hoş olanları Abdullah ve Abdurrahman'dır.
En doğru olanları Haris ile Hem mâm'dır. En çirkin olanları da Harb ile
Mürre'dir."[616]
Açıklama
Bilindiği
gibi Abdullah, Allah'ın kulu, Abdurrahman’a Rahmân'ın kulu, anlamına
gelmektedir, Bu bakımdan bu isimlerde Allah'ın rububiyetinin, bu ismi alan
kimselerin de kulluklarının itirafı vardır. Binaenaleyh bu isimleri taşıyan
kimselerin her çağınlışlarında bu iki gerçek dile getiriliş olur. Yüce Allah'ın
Kur'an-i Keriminde Rasûlunden "abd-kul" ismiyle bahsetmesi[617] de bu
ismi ne kadar çok sevdiğinin bir delilidir.
Sindî'ye göre, mevzumuzu teşkil eden
hadis-i şeriflerde anlatılmak istenen "Peygamberin isimlerinden sonra Allah'a en
sevimli gelen isimlerin Abdullah ve Abdurrahman isimleri olmasıdır."
Netice itibariyle Allah'a en sevimli gelen
isimler, Peygamber isimleridir. Sonra Abdurrahman ve Abdullah gibi Allah'a izafe
edilmiş abd kelimesi taşıyan isimlerdir.
Metinde geçen "esdaku" kelimesi en doğru
anlamına gelir. Buna göre müsemmasını (sahibini) ifade etmesi bakımından "en
doğru" isim gerçekten Haris ve Hemmâm isimleridir. Çünkü "Haris", kazanan
demektir. Nitekim Hars kelimesi, Şura suresinin 20. âyetinde de bu manada
kullanılmıştır. İnsanın en belirgin vasfı kazamcıhğıdır. Bilindiği gibi kul,
kâsib (kazanıcı)dır. Allah ise halik (yaratıcı)dır. Hiçbir kul, bu Özellikten
ayrılamaz. Bütün hareketlerinde, müsbet veya menfi olarak kazamcı olmaktan uzak
kalamaz. Yani ya hayır, ya da şerr kazanmış olur.
Harb,
savaş anlamına gelir. Mürre ise acılık demektir. Savaşın yüzü soğuk, acılığın
yüzü ve sevimsiz olduğundan bu isimler yüce Allah'ın hoşuna
gitmemişlerdir.[618]
4951... Hz.
Enes'den demiştir ki:
Abdullah İbn Ebî Talha, dünyaya geldiği
zaman, Peygamber (s.a.)'e götürdüm. Peygamber (s.a.) bir "aba içerisinde
devesini katranlıyordu. (Bana):
Yanında kuru hurma var mı? diye
sordu.
Evet, dedim. Kendisine bir miktar (kuru)
hurma verdim. Onları ağzına atarak çiğnedi. Sonra çocuğun ağzını açtı ve hurmayı
ağzının ortasına yerleştirdi. Çocuk, (hoşlandığından dilini dolandırmaya
başladı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.):
Açıklama
"Ensarın
hurmayı ne kadar sevdiğine bakın!" cümlesinde geçen "hubb" kelimesini hâ'nın
zammıyla okumak caiz olduğu gibi kesriyle okumak da caizdir. Kesre ile okunduğu
takdirde mahbûb manasına gelir ve kelimenin sonu merfu okunarak bir mübteda
haber cümlesi meydana gelir ki, "ensarın sevgilisi hurmadır" demek olur. Bu
kelime hâ'nın zammı ile "hubb" şeklinde okunursa, masdardır. Bu takdirde sonunu
mansub ve merfu okumak caizdir. Mensub kıraati daha meşhurdur. Mansup okunduğu
takdirde cümle "ensarın sevdiği kuru hurmaya bakın" diye takdir olunur ki, bizim
verdiğimiz mana buna göredir. Temr kelimesi de mansup okunur. Hubb kelimesini
merfu okuyan onu mübteda yapmış olur. Haberi mahfuztur. "Lazımdır yahut âdettir"
gibi bir haber takdir olunur.[620]
Bazı Hükümler
1. Yeni doğan
bir çocuğa tatlı bir şey çiğneyerek yalatmak, bilittifak sünnettir. Bunu
salihlerden bir kimsenin yapması menduptur.
2. Tahniki
(çocuğun damağına tatlı çalma işini) kuru hurma ile yapmak müstehabtır. Gerçi
kuru üzüm ve şeker gibi her nevi tatlı ile tahnik yapmak caiz ise de efdal olan
kuru hurmadır.
3. Aba giymek
caizdir.
4. Büyük bir
zatın tevazu göstererek kendi işlerini kendi görmesi müstehabtır. Bu onun
kıymetini düşürmez.
5. Doğan
çocuklara Abdullah ismi vermek müstehabtır.
6. Çocuğun
ismini salah ve takva sahibi birine koydurmak müstehabtır.
62. Kötü İsim(Ler)İ Değiştirmek
4952... Hz. İbn Ömer'den (rivayet
edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) Âsiye (isimli bir kadının) ismini
değiştirmiş: "Sen Cemilersin" demiş.[622]
4953... Muhammed
İbn Amr İbn Ata'dan (rivayet edildiğine göre); Kendisine Zeyneb bint Ebi Seleme
kızının: "Kızının ismini ne koydun?" diye sormuş (O da): Ona Berre ismini
verdim, deyince,
(Zeyneb) şöyle demiş:
Rasûlullah (s.a) bu ismi yasakladı.
(Nitekim) bana da Berre ismi verilmişti de Peygamber (s.a.) (insanı kusursuz
gösteren böylesi isimlen vermek suretiyle); "Kendinizi temize çıkarmayın, sizden
kimin iyi olduğuna Allah daha iyi bilir" buyurdu.
Bunun
üzerine (orada bulunanlardan biri Hz. Peygambere: Peki onun) "İsmini ne
koyalım?" diye sordu. (Hz. Peygamber) de: "Ona Zeyneb ismini veriniz"
dedi.[623]
Açıklama
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifler,
Hz. Peygamberin "Âsiye" gibi isyan manası taşıyan isimlerle "Berre" gibi insanın
bütün suç ve günahlardan uzak olduğunu ifade eden, insanı temize çıkaran
isimleri yasaklayıp da onların yerine, sözü geçen sakıncaları taşımayan isimleri
verdiğini ifade etmektedirler.
Bilindiği gibi Asiye "İsyankâr kadın"
anlamına gelir. Cahiliyye araplan, hiçbir kusur ve ayıbı kabule yanaşmayıp, her
türlü kusur ve ayıba karşı çıkması temennisiyle kızlarına bu ismi verirlerdi.
İslamiyet gelince Hz. Fahr-i kainat efendimiz bu isimleri yasaklamış fakat
insanın nefsini temize çıkarıp nefis muhasebesinden ve tevazudan uzaklaştıracağı
korkusuyla Asiye isminin yerine "Mutîa: itaatkâr kadın" ismini vermekten de
çekinmiştir.
Yine
nefsi tezkiye edip sahibini nefis muhasebesinden uzaklaştırarak, sorumsuzluğa ve
gurura düşüreceği, endişesiyle "iyi kadın" anlamına gelen "Berre" ismini de
"kimin iyi olduğunu Allah daha iyi bilir." buyurarak Zeyneb'e çevirmiştir.
Zeyneb, zenb kökünden türemiştir. Kamusta açıklandığına göre "zenb" kelimesi,
semizleşti anlamına gelen "zenebe" fiilinin mastarıdır. "Ezneb" ise "semiz
kadın" demektir. Zeyneb, ismi bu isimle meşhur olan manzarası ve kokusu güzel
bir ağaçtan alınmış olabileceği gibi "babanın zineti" anlamına gelen "zeynüb"
kelimesinin bozulmuş şekli de olabilir.[624]
4954... Üsame
İbn Ahderiyye'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.)'a gelen bir cemaat
içerisinde: "Esram" isimli bir adam varmış; Rasûlullah (s.a.) O'na:
Adın ne? diye sormuş da (adam):
Ben Esramım, demiş; (bunun üzerine Hz.
Peygamber de):
Açıklama
"Esram", kesmek anlamına gelen "sarım"
kökünden gelir. Biçilmiş ya da kırpılmış ekin demektir.
Dolayısıyla bu kelime "kesiklik, kopukluk"
gibi bereketsizlik ifade eden manalar taşımaktadır.
Bu
sebeble Resul-i zişan efendimiz bu ismi tohum ve tohum ekecek yer gibi hayır ve
bereket ifade eden "zür'"a" kelimesiyle değiştirmiştir.[626]
4955... Hânı
(İbn Zeyd)'den (rivayet edildiğine göre) kendisi kavmiy-le birlikte Rasûlullah
(s.a.)'e gelince Rasûlullah (s.a.) kavminin onu "Ebulhakem" künyesiyle
çağırdığını duymuş da kendisini çağırarak:
Muhakkak ki gerçek hakem Allah'dır. Hüküm
(ondan çıkar, yine) ona (döner). Binaenaleyh sen niçin (böyle) Ebu'l Hakem
künyesiyle çağırılıyorsun? diye sormuş (da O da):
Benim kavmim bir anlaşmazlığa düştükleri
zaman bana gelirler, bende aralarında hüküm veririm. Her iki taraf da (benden)
razı olurlar, cevabını vermiş. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
Bu (tarafları hoşnut edecek hüküm vermek)
ne kadar güzel! (Ama Hakem ismi Allah'a mahsus olduğu için kullar bu isimle
künyelendirile-mezler) Kaç çocuğun var? demiş.
(O da):
Benim Şüreyh, Müslim ve Abdullah (isimli üç
oğlum) var, demiş. Rasûlullah (s.a.):
(Yaşça) hangisi daha büyük? diye sormuş.
(Hâni de:)
Şüreyh, cevabını vermiş. (Bunun üzerine
Resulü Ekrem Efendimiz:)
Öyleyse sen Ebu Şüreyhsin,
buyurmuş.
Ebu Davud
der ki Şüreyh Zinciri kıran ve Tüster şehitte girenlerdendir. Bana ulaşan habere
göre Şüreyh (Tüster'e) gizli bir yoldan girdiği için Tüster'in kapısını
kırmıştır.[627]
Açıklama
Bilindiği gibi "Eb" kelimesi arapçada baba
anlamına gelir Araplar, bir kimseyi künyelendirmek istedikleri zaman bu kelimeyi
o zatın en büyük oğlunun ismine izafe ederler. Mesela bir adamın en büyük
oğlunun ismi Şüreyh ise bu adamın künyesi "Ebu Şüreyh" olur. Ayrıca bir işi çok
yapan, icad eden ya da bir sıfata fazlasıyla sahip olan kimseye o işin ya da
sıfatın başına "eb" kelimesi getirilmek suretiyle de künye verilebilir. Çok
cahil bir adama Ebu Cehl, hikmet sahibi bir adama da "Ebu'l-Hikme," ismi
verilmesi gibi. İşte Hz. Hani İbn Yezid'e kavmi tarafından Ebul-Hakem künyesinin
verilmesi bu ikinci neviden olan künyedir. Metinde de açıklandığı üzere Hz.
Hani, kavmi arasında meydana gelen olaylarda hakemlik yapması için kendisine
müracaat edilen ve verdiği hükümlerle de tarafları memnun edebilen bir kimse
olduğundan kavmi ona bu künyeyi vermişti. Fakat "Hakem" ismi Allah'ın güzel
isimlerinden olduğundan bu ismi alan, bu ismin ifâde ettiği manalarda Allah'a
ortaklık etmiş olacağından Hz. Peygamber bu künyeyi ondan almış ve O'nu en büyük
oğlu Şüreyh'e izafe ederek "Ebu Şüreyh" künyesiyle künyelendirmiştir.
Şerhü's-Sünne'de açıklandığına göre
"Elhakem" hükmüne karşı ko-nulamayan hakim demektir ki bu da Allah'dan başkası
olamaz.
Aliyyü'l-Kari'nin açıklamasına göre "Hz. Peygamberin verdiği bu
künyenin bereketiyle Hz. Şüreyh fazilette en büyük sahabilerin makamına erişmiş
ve sahabe döneminde müftilik yapmış, daha sonra da Hz. Ali onu kadı tayin etmiş.
Bu kadılığı sırasında mahkemeye intikal eden bir davada Hz. Hasan'ın, Hz. Ali
lehine yaptığı bir şahitliği kabul etmemiştir."[628]
Hadisin sonunda musannifin da açıklandığı
gibi Hz. Şüreyh, Tüşter'in fethinde de bulunmuş, o gün birçok kahramanlıklar
göstermiş, zincirleri kırmış, gizli yollardan içeriye girerek Tüster'in kapısını
kırarak müslü-manların oradan şehre girmelerini sağlamıştır.
İbn
Esir'in de tesbit ettiği gibi, Hz, Şüreyh, birçok savaşlara katılmış, yüzyirmi
sene yaşamış ve bunu kendisi bir şiirinde çok veciz bir şekilde dile
getirmiştir.[629]
4956... (Said
İbn el-Müseyyeb'in) babasından (rivayet edildiğine göre birgün) Peygamber (s.a.)
Ona:
Adın nedir? diye sormuş (O da:)
Hazn'dır demiş. (Hz. Peygamber
de):
(Bundan sonra ) sen Sehl'sin, buyurmuş.
(Hz, Hazn ise babasının verdiği ismin değiştirilmesine razı
olmayarak);
Hayır olmaz. (Çünkü) Sehl (ova), ayaklar
altında çiğnenir ve horlanır cevabını vermiş, (Bu hadisin ravisi) Said dedi
ki:
(Dedem
Hazn, Hz. Peygamberin bu teklifini kabul etmeyince:) "Artık bundan sonra bize
(devamlı olarak) üzüntü isabet edecek zannetmiştim."[630]
Ebu davud dedi ki: Peygamber (s.a) "el-As"
"Aziz", "Atle", "Şeytan", "Elhakem", "Ğurab", "Hubab", "Şihab" isimlerini
"Hişam" ismiyle değiştirdi.
"Harb" ismini "Selm" ismiyle, "Elmuzdacı"
ismini "Elmünbeis" ismiyle, değiştirdi. "Afim" adıyla anılan araziye "Hadıra"
ismini vermiş, "Şa'b edrDalale" ismini "Şa'b el-Hudâ" ismiyle "Benüzzinye"
ismini "Benurrişde" ismiyle "Benülmuğviye" ismini de (yine) "Benürrişde" ismiyle
değiştirmiştir.
Açıklama
Bilindiği gibi "Hazn" düşünce, üzüntü,
keder anlamına gelir. Şeni ise, kolay, yumuşak ve ova manalarına gelir. Bu
bakımdan. Hz. Peygamber, Hz. Müseyyeb'e üzüntü ifade eden bu ismi kolaylık ve
yumuşaklık ifâde eden "Sehl" ismiyle değiştirmeyi emretmiştir. Hz. Müseyyeb de
Hz. Peygamberin bu emrinin far-ziyyet ifade etmeyip bir tavsiye mahiyetinde
olduğunu anladığı için, Sehl ismini alan kimsenin bu ismin taşıdığı manadan
dolayı hafife alınıp horlanacağı korkusuyla bu ismi almağa gönlü razı
olmadığından, bu emre uymamış, babasının verdiği ismi taşımaya devam
etmiştir.
Metinde geçen "artık bundan sonra bize
(devamlı olarak) üzüntü isabet edecek" cümlesi Buhari'nin rivayetinde "bundan
sonra bizim ailemizde üzüntü ve keder hiç eksik olmamıştır" anlamına gelen
lafızlarla rivayet edilmiştir. Buharî'nin bu rivayetinden de anlaşılıyor ki Hz.
Hazn, Hz. Peygamberin bu tavsiyesini tutmadığı için, bir daha hayatı boyunca
üzüntü ve kederden kurtulamamıştır.
Musannif Ebû Davud'un talikinden
anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber "isyankâr" manasına geldiği için "As" ismiyle
Allah'ın güzel isimlerinden olan "Aziz" ismini şiddet ifade eden "Atle" ismini,
Allah'ın rahmetinden uzak anlamına gelen "Şeytan" ismini hükmüne karşı gelinemez
anlamına gelen ve Allah'ın güzel isimlerinden olan el-Hakem" ismini, uzak ve
karga anlamına gelen "Gurab" ismini, ve "meteor (göktaşı)"anlamına gelen "Şihab"
ismini müslümana yakışan isimlerle değiştirmiştir. Bu cümleden olarak Şihab
ismini kırıklık, ufaklık, zayıflık gibi kulluğa delalet eden manalar taşıyan
Hişam ismiyle değiştirirken, Harb (Savaş) ismini Silm (Sulh)la el-Muzdaci'
(sırtüstü yatan) ismini, e-Münbeis (Hamleci ve atılımcı) ismiyle, Afira
(kuraklık) ismini, Hadıra (yeşillik) ismiyle Şi'bü'da-lale (sapıklık yolu)
ismini, Şı'bul-Hidâye (hidâyet yolu) ismiyle, Benü'z Zinye (zina çocukları)
ismini de yine Benü rişde (nikâh çocukları) ismiyle değiştirmiş ve bu isimlerden
uğur ve bereket ummuştur.
Bütün bu
rivayetlerden de anlaşılıyor ki, bir çocuğun anne ve baba üzerindeki ilk hakkı
ileride kendisi için utanç vesilesi olmayacak güzel bir isim
vermeleridir.[632]
4957...
Mesrûk'tan demiştir ki:
Ömer İbn el Hattab (r.a.) ile
karşılaşmıştım. (Bana):
Sen kimsin? diye sordu. Ben de:
Mesrûk İbn el Ecdâ(ım) dedim. Bunun üzerine
Hz. Ömer:
Açıklama
Bu
hadis-i şerif, Ecda', isminin şeytânlardan birimn özel ismi olduğunu ifade
etmektedir. Bu bakımdan çocuklara sözü geçen ismi koymak kerahetten hali
değildir. Esasen organ kesmek, hapsetmek ailesini darlık içinde geçindirmek gibi
bir mü'mine yakışmayan manalara geldiği de düşünülürse, bu ismi koymanın
çirkinliği daha da kolay anlaşılabilir.[634]
4958... Semura
îbn Cündüb'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
Sakın kölenin ismini Yesâr, Rebhah, Necîh,
Efiâh koyma. Çünkü (olur ki) sen (kendine bu isimlerden birini verdiğin köleni
kasd ederek):
O orada mı? diye sorarsın (karşıdaki
de):
(Semure dedi ki:) Hayır cevabını
verir."
4959... Hz.
Semura'dan demiştir ki:
Rasûlullah (s.a.) kölelerimize şu dört isim(den birin)i vermemizi
bize yasakladı: Eflah, Yesar. Nafi, Rebâh."[636]
4960... Hz.
Cabir'den (rivayet edildiğine göre) Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"inşallah, eğer ömrüm olursa ümmetime Nâfi, Eflah ve bereket isimlerini
koymalarını yasaklayacağım."
(Bu hadisin ravilerinden) A'meş (burada bir
parantez açarak -bu hadisi bana naki eden Ebu Süfyan gerçekten) Nâfi ismini de
zikretti mi, zikretmedi mi, (iyice) bilmiyorum, dedi.
(Câbir'in rivayetine göre Hz. Peygamber
şöyle sözlerini tamamlamıştır:) . "Çünkü (kölesini sormak üzere) geldiği
zaman:
Bereket burada mı? diye sorar. (Orada
bulunanlar da:)
Hayır! cevabını verirler.
Ebû Dâvud
der ki: (Bu hadisin) bir benzerini Hz. Câbir yoluyla Ebu Zübeyr de rivayet etti.
(Fakat) Bereket ismini rivayet etmedi.[637]
Açıklama
Mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerifler
çocuklara Yes&r (kolaylık Rebah (üretmek), Necih (gayesine ermeye muvaffak
olan), Eflah (gayesine erişen), nâfi (faydalı) bereket (artma, fazlalaşma
mutluluk) isimlerini koymanın caiz olmadığını ifade etmektedir.
Yine bu hadis-i şerifler, çocuklara sözü
geçen isimleri vermenin uygunsuzluğunun sebebini şöyle açıklamaktadırlar: Çünkü
kolaylık, kâr, muvaffakiyet, bereket ifade eden bu isimleri alan kimselerin bir
mecliste olup olmadığı sorulduğu zaman orada bulunanlar, yanlarında
bulunmadığını ifade etmek için "burada başarı, bereket, kâr... yoktur" diye
cevap vereceklerdir. Tabii ki o mecliste hayır ve bereket olmadığını dile
getiren bu ifâde, o mecliste bulunanların hoşuna gitmeyeceği gibi aynı zamanda
buna bu isimlerden birini taşıyan kimsenin sebep olduğunu düşünerek, onun
hakkında kötü düşünmeye ve hatta onun uğursuz olduğuna, inanmaya
başlayacaklardır.
Binaenaleyh bir müslüman, çocuğunun
şahsiyetini zedeleyecek ve onu toplum arasında küçük düşürecek isimler vermekten
kaçındığı gibi, onun karakterine, halet-i ruhiyesine (psikolojisine) olumsuz
yönde te'sir edecek, ondaki isyankârlık duygusu, küçüklük ya da büyüklük
kompleksi doğuracak isimler koymaktan da sakınmalı, Allah ve Rasûlünün tavsiye
ettiği kulluk, Allah yolunda hizmet gibi ulvi duygular ilham eden isimler
koymalıdır. Musannif Ebu Davud'un mevzumuzu teşkil eden (4960) numaralı hadisin
sonuna ilave ettiği talikin tamamı, Müslim'in Sahih'inde şu manaya gelen
lafızlarla rivayet edilmiştir:
Bize Muhammed b. Ahmed b. Ebi Halef rivayet
etti (dedi ki:)
Bize Rahv
rivayet etti (dedi ki:) Bize İbn Cüreyc rivayet etti (dedi ki): Bana
Ebu'z-Zübeyr haber verdi; ki kendisi Cabir b. Abdullah'ı şöyle derken işitmiş:
Peygamber (s.a.) Ya'la, Bereket, Eflah, Yesar, Nafi ve buna benzer isimler
koymaktan nehyetmek istedi. Sonradan bunlardan sükût buyurduğunu gördüm. Artık
hiçbir şey söylemedi. Sonra Rasûlullah (s.a.) bundan nehyetmeden dünyadan gitti.
Bilahere Ömer bunları yasak etmek istedi. Sonra o da bıraktı.[638]
Bu mevzuda İmam Nevevî: "Bundan dört isme
kıyas ve onlara kendi manalarında ki bazı isimlen katmak men'edilmiş değildir.
Ulemamız diyor ki: Bu hadiste zikredilen isimleri ve o manada başka isimleri
koymak mekruhtur. Kerahet yalnız bu dört isme mahsus değildir. Hem bu kerahet,
kerahet-i tahrimiyye değil kerahet-i tenzihiyyedir. Kerahetin illetini Peygamber
(s.a.)'ûı: "Çünkü sen orada mı, dersin o da hayır der" kavliyle beyan buyurmuş,
bu cevaptaki çirkinliği kerih görmüştür.Çok defa bu cevap bazı insanları
teşe'üme sevk eder" demiştir.
Peygamber
(s.a.)'in bu isimleri koymaktan men'etmek isteyip sonra vazgeçmesinin manası:
Haram kılmak istemiş, sonra bundan vazgeçmiş demektir. Kerahet-i tenzihiyye
ifade eden, başka hadislerde de vardır.[639]
4961... Ebu
Hüreyre'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet gününde Allah yanında en aşağılık isim (sahibi dünyada) Melikü'l-emlâk
(padişahlar padişahı) ismiyle çağrılan adam (olacak)dır."
Ebu Davud
der ki: Bu hadisi aynı senedle Şuayb ibn Ebi Hamza da Ebu'z-Zinad'dan: "(Kıyamet
gününde) isim(ler)in en çirkini" diye rivayet etmiştir.[640]
Açıklama
Bu hadisin manası kıyamet gününde en hakir,
en zelil a(jam "melikül-emlâk" adını taşıyan kimsedir. Maksat isim değil, ismin
sahibidir. Kadı Iyaz: Bu hadisle isimle müsemmanın bir şey olduğuna istidlal
edilir.
Melikü'l-emlâk bütün mülklerin sahibi manasına gelir. Bütün
mülklerin sahibi de Allah'dır, Allah'dan başka malik yoktur. Bu husustaki hilaf
meşhurdur, der. Binaenaleyh doğan çocuğa bu ismi takmak, haram olduğu gibi
Allah'a mahsus rahman, kuddus, müheymin, halik ve emsali isimleri şahin şah,
sahan şah şahanül-Mülk gibi acem mübalağası sayılan unvanları takmak da
haramdır. Çünkü onların hepsinde kula yakışmayan bir büyüklük vardır.[641]
63. Lakaplar
4962... Ebû
Cebîre İbn Dahhâk demiştir ki:
"Birbirinizi kötü lakablarla çağırmayın, İmandan sonra fasıldık ne
kötü addır..."[642] âyeti biz Seleme
oğulları hakkında nazil oldu. Rasûlullah (s.a.) bize (yani Medine'ye) geldi. (O
zaman) bizden iki ya da üç ismi olmayan hiçbir adam yoktu. Peygamber (s.a.)
(İçimizden birini bu isimlerden biriyle): "Ey falanca!" diye çağırınca (bunu
işiten kimseler): "Ey Allah'ın Rasulüî (Onu bu isimle çağırmaktan) vazgeç. Çünkü
o bu isimden dolayı kızıyor" demeye başladılar. Bunun üzerine şu "Biribirini-ze
(kötü) lakablar takmayın" âyeti indirildi.[643]
Açıklama
Lügat âlimlerinin açıklamasına göre
kişilere verilen özel isimler ikiye ayrılır.
1. Övme ya da
yerme, (medh veya zemm) ifade eden isimlerdir. Bunlara "lakab" denir ki bunlar
kişinin esas ismine ilâveten sonradan verilen isimlerdir.
2. a. Kişiye
babasına ya da oğluna nisbet edilerek verilen falanın oğlu, falanın babası gibi
isimlerdir. Bunlara künye denir. Bu tür isimler de kişilerin yine esas
isimlerine ilâveten sonradan aldıkları isimlerdir.
b. Kişiye
babasına ya da oğluna nisbet edilmeksizin verilen isimlerdir. Buna da sadece
"isim" denir. Bu tür isimler ise kişilerin doğdukları zaman aldıkları göbek
isimleridir.
Burada mevzumuzu teşkil eden isimler
birinci kısma giren yani kişilere göbek isimlerine ilaveten onların medh veya
zemm için verilen isimlerdir.
Metinde
geçen "Birbirinize kötü lakablar takmayınız.." âyet-i kerimesi kişiye
hoşlanmayacağı lakablar takmanın ya da onu hoşlanmayacağı lakablarla çağırmanın
çirkinliğine delalet etmektedir. Çünkü bu, kişiye sövmek kabilindendir.[644] Oysa
bilindiği gibi rnüslümana sövmek fasiklıktan başka birşey değildir.[645]
Fakat kişilere memnun olacakları güzel
lakablar takmak sünnettendir. Nitekim Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir'e Atik ve
Sıddîk lakablarım verdiği gibi, Hz. Ömer'e Faruk, ismini vermiştir. Hz.
Hamza'nın lakabı Ese-düllah (Allah'ın arslanı), Hz. Halid'in lakabı da Seyfullah
(Allah'ın kılıcı) idi. Binaenaleyh bu manada lakab takmakta bir sakınca söz
konusu değildir. Hz. Ömer de böylesi lakabların yaygınlaştırılmasını
emretmiştir.
Bunlarda
bir sakınca asla söz konusu olamaz. Her ne kadar kişiyi topal, kambur gibi halk
arasında meşhur olan ismiyle anmakta bir sakınca yoksa da bir hadis-İ şerifte de
belirtildiği gibi; "Mü'mİnin mü'min üzerindeki hakkı onu kendisine en hoş gelen
ismiyle çağırmak" olduğundan kişi mü'min kardeşini en güzel ismiyle
çağırmalıdır.[647]
İmam
Nevevî'nin açıklamasına göre bir kişiyi kendisinde ya da annesinde veya
babasında bulunan bir vasıfdan dolayı hoşlanmadığı lakablarla anmanın haram
olduğunda İslam uleması ittifak etmişlerdir.[648]
64. Bir Kimsenin Ebu İsa Künyesi Almasının Hükmü
4963... (Zeyd b.
Salim'in) babasından (rivayet edildiğine göre) Ömer ibn El-Hattâb (r.a.) Zeyd
İbn Sabit'in kendi kendisine Ebu İsa künyesini veren oğlunu dövdü. El Mugîre İbn
Şu'be de kendisine "Ebu İsa" diye künyelenmişti. Hz. Ömer O'na:
Sana Ebu Abdullah künyesini alman yetmiyor
mu? diye çıkıştı. Bunun üzerine Mugîre, "Bu künyeyi feana Rasûlullah (s.a.)
verdi" dedi. Hz. Ömer de:
Onun
gelmiş, geçmiş hataları affedilmiştir. (Bize gelince) biz kendi başımızayız.
(Allah'ın bize nasıl muamele yapacağını bilmiyoruz)" diye çıkıştı. Bunun üzerine
(Mugîre) ölünceye kadar Ebu Abdullah künyesini taşımaya devam etti.[649]
Açıklama
Bezlül-Mechud yazarı Hz. Ömer'in metinde
geçen: “O'nun gelmiş geçmiş hataları affedilmiştir. (Bize gelince) biz kendi
başımızayız" mealindeki sözlerini açıklarken şu görüşlere yer veriyor: "Allah
daha iyisini bilir ya, bazı işler haddizatında kerahetten hali olmadığından bu
gibi işleri yapmak aslında çirkindir. Fakat haram değildir. İnsanlar bu tür
işlerdeki çirkinliği anlayınca, bu işleri yapmanın haram olduğunu zannederler.
Halbuki bu fiili irtikab etmek haram değil mekruhtur.
Hz. Peygamber bu gibi mekruh işleri
yapmanın haram olmadığını göstermek için onları işleyebilir. Bu fiilinden dolayı
da günahkâr olmaz. Bilakis bir gerçeği açıkladığı için sevab kazanmış olur. Bu
Hz. Peygamberin şahsına ait Özel bir durumdur. Binaenaleyh başkaları aynı fiili
işleyecek olurlarsa günahkâr olurlar. Öyleyse bir insan birisine Ebû İsa
(İsa'nın babası) ismini verecek olursa zihinlerde sanki Hz. İsa'nın bir babası
varmış gibi gerçeğe aykırı bir fikir uyandırmış olacağından çirkin bir fiil
işlemiş olur.
Her ne kadar Sünen-i Tirmizî musannifi imam
Tirmizî'nin künyesi "Ebu İsa (İsanın babası)" ise de bu ismi ona kendisi değil
de başkaları vermiş olabilir. Kendisi vermiş olsa bile şu iki ihtimâlin dışında
değildir:
1. Kendisi bu
künyeyi seçtiği zaman, henüz, kendisine mevzumuzu teşkil eden bu hadis-i şerif
ulaşmamış olabilir.
2. Hz.
Peygamberin Mugîre İbn Şu'be'ye Ebu İsâ künyesini verdiğini düşünerek bu künyeyi
almanın sünnet olduğuna inandığı için bu künyeyi seçmiş olabilir.
Fakat
şurasını unutmamak gerekir ki eğer bu künyeyi almak sünnet olsaydı Hz. Ömer bu
künyeye müdahale etmez ve bu künyeyi başkalarına da verirdi."[650]
65. Bir Kimsenin Başka Birinin Oğlunu "Oğlum' Diye Çağırmasının Hükmü
4964... Enes İbn
Mâlik'den (rivayet edildiğine göre) Peygamber (s.a.) Ona:
Ey Oğulcuğum, diye hitap
edermiş.
Ebu Davud
der ki: "Ben Yahya İbn Maîrii, Ibn Mahbûb çok hadis rivayet eden bindir" diye
överken işittim.[651]
Açıklama
Bu
hadis-i şerif, bir kimsenin başka birisinin oğluna “çocuğum oğlum, yavrum..."
gibi şefkat ifade den kelimelerle hitap etmesinin caiz olduğunu ifade
etmektedir. Çünkü çocuğa karşı yöneltilen bu hitap "Ey sevgili yavrucağız, sen
benim yanımda kendi çocuğum gibi kıymetli ve sevgilisin. Gerçekten de seni kendi
çocuğum gibi seviyorum, sana karşı sevgi ve şefkat hisleriyle doluyum" gibi
manalar taşıdığından bu hitabta; "Çocukları babalarına nisbet ederek
çağırın..."[652] emrine muhalefet etme söz konusu değildir.
Nitekim
İbn Kesir de bu hitabın sözü geçen âyet-i kerimeye aykırı düşmediğini ifade
ettiği gibi söz konusu âyet-i kerimeyi tefsir ederken mevzumuzu teşkil eden
hadisi de zikretmiştir.[653]
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/598.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/599.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/600.
[18] Buharı, libas 17-18,
edeb 68; Müslim, zekât 128; Nesâî, kasâme 22; Ahmed b. Hanbel, II
153,310,224.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/602-603.
[19] Buharî, edeb 76,
Müslim, birr 107-108, Muvatta, hüsnü'l-huluk 12; Ahmed b. Hanbel II. 236, 268,
507.
[20] Buharî edeb 76,
Tirmizî, Birr 73; Muvatta, hüsnü'l-huluk 11; Ahmed, II, 175, 362, 366, 484, V,
34, 370.
[23] Buhari, edeb 72, 77:
menakıb 23; Müslim, fedai! 67; İbn Mâce, zühd 17; Ahmed b. Hanbel II, 71, 79,
88,91-92.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/608.
[50] Buhari edeb 44, 76.
bedü'l-halk M; Müslim, birr 109-110; Tirmizî. devât 51; Ahmed b. Hanbel, V. 240,
244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/611-612.
[51] Buharı, edeb 44, 76,
bedü'l-halk 11, Müslim, birr 109-110; Tirmizî, deavât 51; Ahmed b. Hanbel. V.
24. 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/612.
[65] Muhammed b. Allan.
el-Futuhatü'r Rabbaniyye, VI. 182: Vedadî Elendi. Tarikat-ı Muhammediyye
tercümesi. tekmile 144: Hadimi, Berîka, 11.346.
[70] Buharı, menâkıb 27.
edeb 80. hudud 10: Müslim. Mail 77-7S, Muvatta, hüsnü'1-hulk 6: Ahmed b. Hanbel,
VI. 85. 114. 130. 162, 182. 191, 209, 223, 229, 232, 262. 281.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/617.
[71] Müslim, fedail 79;
İbn Mace, nikah 51; Dârîmî, nikâh 34, Ahmed b. Hanbel, V,32, 206,
229,232,281.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/618.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/618.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/622-623.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/623-624.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/624-625.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/626-627.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/627-628.
[105] Buharı, iman 3,
(6, edeb 77; Müslim, iman 57-59; Ebu Davud, sünne 14; Tirmizî, birr 56, 80, iman
7, Nesâî, iman 16, 27; İbn Mâce, mukaddime 9; zühd 17; Muvatta, hüsnü'l-hulk 10;
Ahmed b. Hanbel, 11-56, 147, 392, 414, 442, 501, 533, V, 269.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/628.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/630-631.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/631-632.
[114] Buharı, enbiya 54,
edeb 78; İbn Mâce, zühd 17; Muvattâ, sefer 46; Ahmed b. Hanbel, IV, 121-122, V,
273.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/632.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/633.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/633-635.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/636.
[124] Buharî, tefsir
sure 68/1, edeb 6, eyman 9; Müslim, cenne 46-47; Tirmizî, cehennem 13; İbn Mâce,
zühd 4; Ahmed b. Hanbel, IV, 227, II, 169, 214, III, 145, IV, 175,
306.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/636.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/637.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/637.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 15/637-638.
[130] Müslim, zühd
68-69, Ebu Davud, hudûd 36; Tirmizî, zühd 55; İbn Mâce, edeb 36; Ahmed b.
Hanbel. VI ,5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/8.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/8-9.
[140] Buharî, istîtâbe
4, istizan 22, davât 59, edeb 35; Müslim, birr 77, selâm 10;Tirmizî, istizan 12;
İbn Mâce, edeb 9; Dârimî rikâk 75; Muvattâ, isti'zan 38; Ahmed b. Hanbel, 1,112,
IV, 87, VI, 37, 85, 199.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/11.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/11-12.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/12-13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/13.
[161] Tirmizî, birr 35;
Ahmed b. Hanbel, II-258, 295, 303, 388, 461, 492, III, 32, 74, IV, 278, 375, V,
211,212.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/16.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/22-23.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/23-24.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/31.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/31-32.
[208] Buharı, İsti'zan
31-33, cuma 20, Müslim, selam 27, 27-31; Tirmizî, edeb, Dârimî, isti zan 24-25;
Ahmed 11,17, 45, 338, 438, 523, V, 48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/33-34.
[211] Buharı, et'ime 30,
Fedâilü'l-Kur'ân 17,36, tevhid 57; Müslim, müsafirin 243; Tirmizî, edeb 79,
Nesâî, iman 32; İbn Mâce, mukaddime 16; Dârimî, Fedailü'1-Kur'ân 8; Ahmed b. Han
bel, IV, 397, 404, 408.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/37-38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/38.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/39.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/39.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/40.
[226] Buharı, ilim II,
cihad 164. meğâzi 60, edeb 80, Ahkâm 22: Müslim, cihad 5; Ahmed b. Hanbel, I,
239, 283, 365, IV, 399, 412, 417.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/41.
[227] Buharı menâkıb 23,
edeb 80, hudud 10; Müslim, fedâil 77-78; Ebu Dâvud, edeb4; Tirmizî, menâkıb, 34;
Muvatta, hüsnü'l-hulk 2; Ahmed b. Hanbel, VI, 85, 113-114,116, 130, 162, 182,
189, 191,209,223,232,262.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/43.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/43.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/47-48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/55.
[282] Buharî,
mevfıkilü's-sala; Tirmizî, mevakit 11-12; İbn Mâce, sala 12; Ahmed b. Hanbel,
1,389,410.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/59.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/59.
[284] Buhari, istizan
47; Müslim, selâm 137-138; Tirmizî. edeb 59; İbn Mâce, tahâre 24; edeb 50;
Dârimî, istizan 28; Muvatta, kelam 13-14. Ahmed b. Hanbel, I, 431. 460, 464, II,
9, 123, 126. 141, 146.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/59-60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/61.
[297] Müslim. mesâcid
286-287; Nesâî, sehv 99; Tirmizî. safa 409; İbn Mace, ikâme 109; Ahmed b.
Hanbel. I. 85, V, 91. 97, 100-101, 105, 131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/64.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/64-65.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/67.
[311] İmam Münzirî.
et-Tergib ve Terhib, Tercümesi: Hadislerle İslam A.M. Büyükçınar ve arkadaşları,
V, 387, 388.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/68.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/70.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/70-71.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/71-72.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/72.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/73.
[326] Buhari, salat 85.
istizan 44; Müslim, libas 75; Tirmizî, edeb 19; Nesaî mesacid 28: Dârimî,
istizan 27; Muvatta, sefer 87; Ahmed b. Hanbel, IV,39-40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/73.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/74.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/74.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/75.
[333] Buharî edeb 50,
Müslim, iman 169-170; Tirmizî, edeb 79: Ahmed b. Hanbel, V, 382,389, 392. 397.
402, 404.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/76.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/76-80.
[343] Buhari menakıb 1.
edeb 52, ahkam 27: Müslim, birr 98-99 Tirmizi. birr 78; Muvatta, kelam 21:
Dârimî, rikak 51-52; Ahmed b. Hanbel, II, 245, 307. 336, 455. 465, 495. 517.
525.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/80.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/81-82.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/82-83.
[353] İmam Münzirî,
Hadislerle İslam (et-Terğib ve't-Terhîb Tercümesi), Çevirenler: A.M. Büyükçınar
ve arkadaşları, V, 241.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/83-84.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/84-85.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/87.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/88.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/91.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/91-92.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/95.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/96.
[392] İmam Münzirî,
Tergib ve Terhib Tercümesi Hadislerle İslâm, Çevirenler: A,M. Büyükçınar ve
arkadaşları V, 332-333.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/98-99.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/101.
[405] Buharı, mezâlim.
3, ikrah 7; Müslim, birr58, zikr 38; Tirmizî, Hudud 3, birr 19, Kur'an 10;İbn
Mace, mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel, II, 91,252, 296. 500, 514, IV.
104.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/104.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/104-105.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/106.
[409] Buharî, iman 32,
edeb 44. fiten 8, Müslim, iman 116, Tirmizî, birr ,51; Nesâî, tahrim 27; İbn
Mâce, fiten 4, mukaddime 7,9; Ahmed b. Hanbel, I, 76, 178, 385. 431. 433, 454,
439.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/107.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/107-108.
[426] Buharı, cenâiz 97.
rikâk 42, fedâilü, sâhabinnebiyy 5; Müslim. Fedâilussahabe 221-222; Ebu Davud,
şiirine 10; Tirmizî Birr5l; menâkıb 58; Nesâî. cenâiz 52, kasâme 23:; Darimî,
siyer 67; Ahmed b. Hanbel, 1-300-111-11,54, IV-252, IV-I80.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/113.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/113.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/116.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/116.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/117-118.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/121-122.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/123.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/123-124.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/125.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/126.
[473] Buharı, nikah 45,
edeb 57-58,62, ferâiz 2; Müslim birr 23-24, 28, 30-32; Tirmizi, birr 24, İbn
Mâce. dua 5, Muvatta, husnu’l-huluk 14-15; Ahmed b. Hanbel, I, 3,5, II, 277, 288
312, 342, 360, 389, 393, 394,444, 465, 469,470,480, 482, 492, 501, 412, 517,
539, III, 110,199,209,225,277,253.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/126-127.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/127-128.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/128.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/129-130.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/130.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/130-131.
[492] Buhari, vesaya 8,
nikâh 45, icraiz 2. edeb 57-59; Müslim, birr 28; Tirmizi, birr 56; Muvatta,
husnu'l-hulk 15; Ahmed b. Hanbel, II, 245, 287, 312, 342, 470, 482, 492, 504.
517,539.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/134.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/137.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/138-139.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/139.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/140.
[514] Lois L. Farûkî.
İslama göre Müzik ve Müzisyenler Çağdaş bir Değerlendirme, 18, Akabe
Yayınları.
[520] Ahmed Naim,
Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, III. 203; Bulları, salat 69, ideyn 2, cihad
81-82; Müslim, ideyn 19. 22; Ahmed b. Hanbel, II, 308. III, 16!, VI, 166,
247.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/144.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/149-153.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/157.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/157.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/158-159.
[558] Buharı,
menakibü'l-enşar 44; Müslim, nikah 69; İbn Mace, nikah 13; Dârimi. nikah 56.
Ahmed b. Hanbel, VI, 211; 280.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/160-161.
[560] Bu hadislerden
birisi şu mealdedir: "... Kur'andan iîk inen uzun surelerden biridir ki cennet
ve cehennemi anlatır. İnsanlar müslümanlığı kabul ettikten sonra haram ve helala
dair âyetler indi. İlk evvel "içki içmeyiniz" tarzında âyet inseydi "içkiyi terk
edemeyiz" diyecek, yahut ilk evvel "zina etmeyiniz" tarzında ayet inseydi herkes
"zinayı terk edemeyiz" diyecekti. Hz. Muhammed, Mekke'de iken ben henüz oynayan
bir çocuk idim ki "Onların va'dedilen kıyamettir. Kıyamet ne dehşetli ne acıdır"
(Kamer (54), 46) âyet-i kerimesi inmişti. Bakara ile Nas sureleri ise ben O'nun
yanında iken nazil olmuştur..." (81, Buharı, Telif ut-Kur'an 6)
Bu hadis-i şerif Hz. Aişe'nin Hz.
Muhammed'in Peygamberliğinin dördüncü senesinde dünyaya geldiği iddiasını
kökünden çürütmektedir. Çünkü Hz. Aişe Kur'anın Mekkî ayetleri inerken oynayan
bir çocuk olduğunu Kamer suresinin 6. âyet-i kerimesinde kendisi sokakta
oynayacak yaşta iken indiğini söylüyor.
Buna göre Hz. Aişe'nin Kamer suresi indiği
sırada dört beş yaşında oiduğu farz edilirse, Hz. Peygamber ile evlendiği sırada
en az ondöri, onbeş yaşında olması icab eder. Çünkü sözü geçen âyet-i kerime
Peygamberliğin dördüncü senesinde inmiştir. Hz. Aişe, bu sıralarda oynayan bir
kız olduğuna göre en azından beş altı yaşında olması icab eder. O sırada dört
beş yaşında olduğunu kabul edersek onun Hz. Peygamberle evlendiği sırada
ondört-onbeş yaşında olması icabeder.yrıca Hz. Aişe'nin kız kardeşi Esma, yüz
yaşında ve hicretin 73. senesinde vefat ettiğine ve on yaş küçük olduğuna göre
17 yaşında olması icab eder. Yukarıda Sahih-i Buhari'den naklettiğimiz hadis-i
şerife uygun düşer. (Ö. Rıza Doğrul, Asr-i Saadet, II, 147-479)
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/165.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/165.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/165-166.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/166.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/168-169.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/169-170.
[595] Buhari. iman 42,
Müslim, iman 95; Tirmizî, birr 17; Nesâî, bey'at 31; Darimî. rikak 41; Ahmed b.
Hanbel. 1, 351, II. 297, IV, 102-103.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/173.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/173-176.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/176.
[603] Müslim, zikr 38;
Tirmizi, hudud 3, birr 19, Kur'an 10; İbn Mâce, mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel,
11-252,414,500.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/178.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/178-179.
[605] Buharı edeb 33;
Müslim, zekat 52; Tirmizi, birr 45: Ahmed b. Hanbel, III, 344. 360. IV. 307, V,
387-3KK, 405.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/180.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/180.
[614] Müslim, adab 2;
Buharı, edeb 105-106; İbn Mace, edeb 30; Tirmizî, edeb 64; Darimî, istizan 20;
Ahmed b. Hanbel, II. 24, 128.
[616] Buhârî, edeb
(05-106. Müslim, adab 2, Tirmizî, edeb 64; Darimî, istizan; 20 Ahmed b. Hanbel,
II, 24, 128, İbn Mâce, edeb 30.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/182-183.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/183-184.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/184.
[622] Müslim, edeb 14;
Tirmizi, edeb 26; İbn Mace, edeb 32; Darimi, istizan 62; Ahmed b. Hanbel, II,
18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/185.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/185.
[624] Mütercim Âsim,
Okyanus, I, 156.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/186.
[627] Ebû, Davud, sünne
5; Tirmizî, devât 82; Nesâî, kudat 7.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/187-188.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/188-189.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/191.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/192.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/192.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/192-193.
[638] Müslim, edeb
13.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/193-194.
[640] Buharı edeb I 14:
Müslim edeb, 20; Tirmizî edeb 66; Ahmed b. Hanbel, II, 244.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/194-195.
[641] A. Davudoğlu,
Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, X,537.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/195.
[642] Hucûrât, (49)
II.[643] Tirmizî tefsir 49, İbn Mace, edeb 35.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/196.
[645] Buharî, iman 36.
edeb 44, filen 8, Müslim, iman i 16; Tirmizî, birr 51 iman 15,Nesâî tabiim 27;
İbn Mace, mukaddime 7, 9, fiten 4; Ahmed b. Hanbel, I, 176, 178, 385, 411,
433,454,417,439,446,460.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/196-197.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/198-199.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 16/200.
