İzahlı Mişkatül Mesabih Tercümesi 1.Cild 5.Bölüm

Tercümesi:


141 - (2) Câbir (R.A) den mervîdir dedi:

ResûJüllah (S.A.V) buyurduki;

«Artık bundan sonra, şüphesiz sözün hayırlısı, Allah'ın (c.c) kitabı ve doğru yolun hayırlısı, Muhammed (A.S) in yoludur.[117]

— İşferin şerlisi, yeni çıkan Bid'atlardır. Ve her bid'at dalâlettir.» [118]


İzahat


Hadîsi şerifin birinci cümlesinde, «Sözüp hayırlısı, Allanın kitabı ve doğ­ru yolun hayırljsı, Muhammedin yoludur.» ifâde buyurulmuştur. Bu ifâde ile yalancıların çıkardıkları kitab,.kanun, kararnameleri, tüzük ve yönetme­likleri, kitabullahın hükümlerine ayıkri oldukça ve peygamberin yoluna tabî olmadıkça batıl ve kötü şeylerdir. Onların bu amelleri bâtıl ve fasit olması hasebiyle onları tasvib edîb onlara tabî olanlarda aynı fesadın içinde olan sapıklardır.

Birde bâzı kendine alim süsü veren cahil müctehidler veya okumuş cahillerde, «efendim kitab ve sünnetten başkasına uyulmayacağt hususun­da Peygamberin tavsiyesi vardır. Binâenaleyh bu iki esasdan başkasını ta­nımayız. İmamı âzam, Mâlik, Şafiî ve Ahmet bin hanbel gibi mücîehidlerin fikir ve kanunlarına tabî olmak veya onları kabul etmek olamaz. Ve biz ken

di içtihadımızla kur'an ve sünnetten hüküm çıkarırız, gibi...» fikir ve iddia da olanlara ve hatta böyle yazıb çizenlere şahid olduk ve hâlada öyleler vardır.

Zavallılar, Peygamberimizin, «Benim ve hulafâi râşidînimin yoluna tabî olun» sözü ile «Geçen ümmet yetmiş iki fırkaya ayrıldı, benim ümmetimde yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bu yetmiş üç fırkanın yetmiş ikisi cehennemlik olacak, ancak benim ve ashabımın yoluna tabî olanlar helak olmayıp seâ-dete erişeceklerdir.» buyuruğuna dikkat etmemekte veya bilmemektedirler.

Kâmil bir îmana sahib olmayan ve sâlih amelde bulunmayan bir takım zındık ve sapıklar, her asır ve devirde islamı ve islâmın hükümlerini kendi haris amel ve emellerine uydurmaya çalışmışlar. Günümüzdeki güya ted-kik ve tahkikcî, sağını solundan, iyiyi kötüden ayırd edemiyen sözde mücte-hid ve âlim taslaklarıda böyle davranış içindedirler.

Günümüzdeki câhil müctehid tasfakları olan mukallidlerin durumlarını belirten cümleler uzun uzun îzah edilmiştir. Biz burada kısaca şu mısraları' okuyalım :

Mukallid den dahi dördüncü kışımı, değildir muteber ismi ve resmi.

Bular (bunlar) fark eylemez gassü semini (yağsız ile yağlıyı fark ede­mezler), şimalinden temyiz etmez yemini (sağından solunu ayırd edemez)

Adamlar, kur'anın dediği hükümleri yaşamazlar, sünneti nebeviyyo-den hiç birisine tâbi değillerdir, o haldede kalkarlar, kitab ve sünnet mü-dâfiî kesilirler.

Bu iddia ve fikirlerini beyan ederken, kitab ve sünnete tâbi olan ve bu iki hükmün yolcularının en güzel örnekliğini veren yüksek fazîiet sahtb-lerinide kötülemek denâetinîde bırakmamışlardır.

Akıllı müslüman, kitaba ve sünnete ve bunların hükümlerine tâbi olan Ashab, tabiîn tebaı tabiîn, müctehid, âlim ve kâmil kişilere iktida edip tâbi olur. Kur'an ve sünnet yplunda ahirete gidenleri, mümin rahmetle yâd eder. Zındık ve sapıklara tabî olmaz, zındık ve sapıkların şerlerinden Aflaha sığı­nır. [119]


Tercümesi


142 - (3) İbnİ Âbbas (R,A) deh mervîdir, dedi i ftesûlüllah (S.A.V) buyurduki i

«AHâha karşı insanların en buğuzlusu (en sevimsizi), üç kişidir (ve şunlardır) :

a } Haremde ilhad eden kimsedir.

b } İslâm yolunda câhiîiyyet devri sünneti talep eden kimsedir.[120]

c) Haksız yere bir kişinin kanını akıtma talebinde bulunan kim­sedir.» [121] .


İzahat


Hadîsi şerifde beyan edilen hak teala indinde en buğuzlu ve sevilme­yenlerden, Harem-i şerif dahilinde azgınlık ve fenalıkda bulunmak demek, oraya gelen müslümanlara eza ve cefâda bulunmak, oraya hizmette bulu­nan haremin hizmetçilerine hakaret edib sövmek ve emsali kötülüklerde bulunmak, başka yerlerde başka şahıslara hakaret edib zulmetmekten daha kötü ve daha iğrenç buyurmaktadır.

Hakikat böyle iken, uzun yollar kat edib gelen pek çok kimseler, hem oraya gelen Allâhın müsafirleri hak aşıklarına kötü hareket ve zulümde bulunuyorlar ve nemde oraya gelen haremin ve Allâhın müsafirlerine cşkla hizmet ve hürmet etmeye çalışan kimseler, hakaret eden ve hakir gören ve onlara en ağır ifâdelerle eziyet eden zavallı cahilleri gördüğümüz zaman içimiz üzülüyor idi.

Be hey zavallı! Oraya niçin geldin? ayıp aramaya ve ona buna hakaret etmeyemi geldin? Niçin geldiğini ve nelerle meşkul olman gerektiğini iyi öğrenib gelsende oraya kirli gelib tertemiz anasından yeni doğan günahsız çocuk gibi dönsen veya öyfe dönmeye çalışsan ya! Orada işlenen ibâdetle­rin, hayır ve hasanatların sevabı kat kat olduğu gibi, günah ve kabahatların cezasıda, o nisbette büyük ve tehlikelidir. Mübarek yere, iyi gelip iyi giden kimseler, çok ve çok mutlu kimselerdir.

Hadîsi şerifde geçen ikinci hükümde ise, İslâm yolunda gidenlerin ca-hiiiyyet devrinin adetlerini tatbik ettikleri kötü ve hissî amellerini tatbik et­menin de en âdi ve en sevimsiz amellerden olduğu byan buyurulmuştur.

Câhiîiyyet devrinin kötü adetlerinden bâzıları şunlardır:

a) Bir ölüm olduğunda hemen toplanırlar o ölü için bağırırlar çağırır­lar, yakalarını paçalarını yırtarlar, günlerce ölünün kapısı önünde veya evinde böyle matem feryadında bulunurlardı.

İşte böyle matem yapmanın Alfanın en çok buğz ettiği ve sevmediği amellerden olduğunu rasûlü Ekrem efendimiz beyan buyuruyor.

b) Câhiîiyyet devrinde kumar oynamak, navruz gününde şenliklerde bulunmak, evlatlarını öldürmek, kız çocuklarını hakir görmek ve bir kabile­den bir kişinin işlediği bir cinayetten dolayı bütün kabileyi cezalandırmaya kalkışmak gibi pek çok kötü adetleri var idi.

Müslümanlar, bunların bu kötü adetlerinden kaçınmalı ki, sevimli müs-iümanlardan ve en doğru yolda olanlardan olsunlar.

Hadîsi şerifde beyan edilen üçüncü hüküm olan «Haksız yere bir ki­şinin kanını akıtmak arzusunda bulunan kimsenin» günahı hakkında bir nebze izahat yukarda «Büyük günahlar babı» başlığının altında beyan edil­miştir. [122]


Tercümesi:


143 - (4)Ebî Hureyre (R.A) den mervîdir, demişiir;

Resûlüllah (S.A.V) buyurdu.

«Ümmetimin hepsi cennete girecekler, ancak ibâ eden (kaçınan) kim­se girmiyecekîir.»

— Denildi: O ibâ eden (çekinip kaçınan) kimdir?

— Bunun üzerine Resûlülfah (S.A.V) buyurdu :

«Kim bana itaat ederse, cennete girer ve bana isyan eden kimsede, benden ibâ eden (kaçınan) kimsedir.» Buhârî

(Not: Hadîsi şerifde beyan edilen «ümmet» ümmeti icabet denilen kim-selerdirki, îman edib ameii sâlihde bulunan ümmetlerdir.) [123]


Tercümesi :


144 - (5) Câbir (R.A) den rivayet olunmuştur, dedi:

Resûlülfah (SAV) uyur halde iken bir gurub melek ona geldi, dedilerki : Muhakkak şu (uyuyan) sahibimiz için misal vardır. Binaenaleyh ona birm isa! arz ediniz. Meleklerin bâzısı, bu zatı muhterem uyuyor, dedi. Diğer bâzısıda ; Şüphesiz göz (Muhammed Aleyhisselâmın gözü), uyur, kalbi

— Bunun üzenine melekler dediler : Bu zatın misâli, bir ev yapıp içine bir sofra hazırlayan ve (o sofraya adam davet etmek için) davetçî gönderen udam oibidirki, Ö davetçinin davetine icabet eden, eve girer ve o zadda be­raber sofradan yer. Davetçinin davetine icabet etmeyen kimsede, o eve gir­mez ve o sofraya davet eden zatla oturup yemez.

— Melekler tekrar dediler : Ona bu temsilî misâli tevil edip beyan edi-nizde o misali anlasın.

— Yine meleklerin bâzısı, bu zat (Muhammed Aleyhisselam) uyuyucu-dur. dedi. Diğer bazıları da, Muhakkak göz (onun gözü) uyur, kalbi uyanık­tır, dedi.

— Nihayet melekler dediler : O ev, Cennettir. Dâvetci de, Muham-meddir. Binâenaleyh bir kimse, Muhammede (A.S) îtâat ederse, Elbet Al-laha itaat etmiştir. Bir kimsede, Muhammed (A.S) a isyan ederse, şüphesiz Allaha isyan etmiş olur. Muhammed (A.S.), insanlar (Müminler ve kâfirler) arasını (tasdik veya tekzip etmelerini) belirten bir farktır, (mihenk taşıdır)»[124]


İzahat


Yukarda beyan edilen hükümlerde görüldüğü üzere Melekler, Peygam­ber efendimizin uyurken gözlerinin uyuyub kalbinin uyanık olduğu açıklan­maktadır. Böyle olan mübarek peygamberimiz efendimizin bir ev sahibinin sofra hazırlayıp insanları o sofraya davet ettiğinde davete, icabet edib ge­lenlerin o sofradan karınlarını doyurdukları gibi, isiâmın dâvetcisi olan ru­hun manevî kıdası olan dâvetine de icabet edenin gönlünü îman nuru ile doyuracağını ve neticede ona tabî olmanın mükafatı olan cenneti alaya da­hi! olunacağı îzah buyurmaktadır.

Burada hemen şu hususu belirtelim, Melekler «islâmin dâvetcisi» cümleleri ile şu âyeti kerimenin ihtiva ettiği hükme işaret etmiş oluyorlar:

«Ey Peygamber! Seni (Ümmetlerin üzerine) bir şâhid, (İman edenlere cenneti) bir müjdeleyici ve (Kâfirlere cehennemle) bîr korkuducu gönder­dik.

— Hem Allâhin dinine ve ona ibâdet etmeye onun izniyle bir dâvetci ve hemde nur saçan bir kandil olarak gönderdik.» (Ahzab sûresi, 45-46)

Meleklerin, «Muhammede itaat eden, Aliâha itaat etmiş olur ve Mu­hammede isyan eden kimse, Ailâha isyan etmiş olur» cümlelerinde de şu âyeti kerîmeye işaret vardır:

«Kim, Peygambere itaat ederse, muhakkak Allâhci itaat etmiş olur.» (Nisa sûresi, 80)

Yukardakl hakikatler gereğince, en doğru yoi islam yoiu olan Pqyğam ber yoiudur. Dünya ve ahiret seadeîi de yine islamda ve ıslama tabî oimak-dadır. Tek önder ve mürşidi hakîkimiz sevgili Peygamberimize tâbi olup her türlü küfür ve batıl yollardan Allanın bütün müminlerle bizleri ve neslimizi muhafaza buyursun ve hidâyeti rabbaniyye likâkat kazanan kafirlere, doğ­ru yol olan isiâmı nasîb buyurmasını yine yüce mevladan dileriz. [125]


Tercümesi :


145 - (6) Enes (R.A) den Rivayet edilmiştir dedi:

Peygamber (S.A.V) in ibâdetinden sual sormak için üç gurub halinde cemâat Peygamberin hanımlarına geldi. Peygamberin hanımları, Peygam­berin ibâdetinden haber verince, Kendilerince Peygamberin, ibâdetini azın-sıdılar, dedilerki : Biz neredeyiz. Peygamberle hiç bir zaman bir olamayız. Zira Allâhü teâla onun geçmiş ve geleceteki günahını bağışladı.

— Bunun üzerine İçlerinden birisi dedi : Duyunuz, ben dâima gecele­yin namaz kılacağım.

— Diğer birisi dedi : Ben bütün gündüz oruç tutacağım ve hiç iftar et-miyeceğîm.

— Diğer biriside dedi : Ben kadınlardan ayrı duracağım hiç evlenmi-Veceğim.

— İşte o anda neb/ıyyi muhterem saliailahü aleyhi veselem onların yanına çıka geldi ve hemen buyurdu :

«Siz, şöyle şöyle dediniz değ i (m i? Duymuş olunuzki, vallahi ben Allah-dan sizden daha çok korkarım, ben Allahdan daha çok çekinir inikat ede­rim. Bununla beraber ben oruç tutarım ve iftarda ederim. Namaz kılarım,[126] yatağa yatar uyurum ve kadınlarıda nikahlarım Binaenaleyh kim, benim sünnetimden yüz çevirirse, işte o kimse, benden (benim ümmetimden) de­ğildir.» [127]


İzahat


Hadîsi şerifin baş tarafında geçen ve Hz. Aişeye gefen cemaat ara­sında konuşulan şu : «Biz neredeyiz, Peygamberle hiç bir zaman bir ola­mayız. Zira Allâhü tealâ en un geçmiş ve gelecekteki günahını bağışladı.»

cümleleri hakkında bir kaç İtikat meselesi arzedefim.

Hz. Aişeyi ziyarete gelib Peygamberimizin ibâdetini Öğrenen bu sahâ-bei kiramın bu cümlelerinde, Peygamber efendimizle kendilerinin iman ve amel bakımından bir oiamıyacağjnr beyan ederek kendilerine ayrı ayrı va­zife ve yasaklar yükletirken, resûlüllahın masum bir kişi olduğunu beyan ederek şu mealdâki âyeti kerimeye işaret etmişlerdir :

«(Habîbjm!) Alfah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamak için üzerindeki nimetini (dînin yücelmesini) tamamlayacak ve sera dosdoğ­ru bir yolda sabit kılacaktır.» (Fetih sûresi, 2)

Peygamberler' hakkında bilinmesi gereken sıfatlardan birisi, «Ismet-Peyğamberin günahlardan beri ve masum olması.» keyfiyetini bilip inan­maktır. Ancak onlardan bir takım zeile ve hatalar olmuştur.

İmâmı âzam hazretleri, «FIKHÜLEKBER» isimli eserinde şöyle beyan etmiştir:

«Peygamberlerin hepsi, küçük ve büyük günahlardan, küfür ve kötü olan fenalıklardan münezzehdirler. Ve fakat onlardan Zelleler ve hatalar sadır olmuştur.»

Adem aieyhisselâmın yasak olan ağaçöan yemesi, zelleye misal ola­bilir. Musa afeyhisselâmın fir'avnın kavminden birine öldürmek kasdı olma­dan sâdece vurmak kasdı ile dokunuverince ölmesi de hataya misaldir.

Her ne şekil ve suretle olursa olsun, bütün Peygamberler ayıp olan ka­bin cinsinden büyük ve küçük günahlardan masumdurlar. Göz açıp yuma­cak kadar şirkde ise asla bulunmamışlardır. Kendilerinden sâdır olan zelie ve hatalarda, «Hasenâtülebrar, Seyyiatülmukarrabin = iyi kim­selerin İyilikleri, Mukarrabin olanların (Peygamberlerin ve ernsallorının) günahlarıdır.» kabîiindendir. Yani Peygamber ve emsallerinin günahları. Kendilerini Allâha yaklaştırmada, Allanın kabul edeceği iyi amel ve hayırda bulunanların iyilikleri gibidir.

Peygamberler hakkında gerçek İtikat, kesin ve net olarak böyledir. Hakikat böyle olmakla beraber cumhuru ulemâya göre, Peygamberlerde sehven büyük günahların sadır olması caizdir. Ve yine bilerek küçük gü­nah işlemeleri de caizdir.[128]

Hz. Aişeye gelen zatların kendilerine çeşitli şeyleri yasaklamaları va kendilerine fazladan ibâdet yüklemeleri karşısında. Resulü Ekrem saîiâhü aleyhi veseliem efendimiz şöyle buyuruyor :

«Siz, şöyle şöyle dediniz değilmi? Duymuş olunuzki! Vallahi ben Aliah-dan sizden daha çok korkarım.»

Peygamber efendimizin buyurduğu üzere Allahdan en çok korkan ken­disidir. Zira Resulü Ekrem efendimiz cenabu hakkı en iyi bilendir. Allâhü tealayı iyi bilen daha çok korkar.

Bu hususu cenâbu Allah bir âyeti keriymesinde şöyle buyurmuştur:

«Altahdan kulları içinde, ancak âlimler korkar.» (Falır sûresi, 28)

Aiiâhın âyetlerinde ve resulünün mübarek sözlerinde hakîkatlar bu minval üzere iken, asrı seadet de bâzı kimselerin azda oisa böyle acciblik-lerinin yanında, günümüzde de pek çok kara cahiller kendilerine evliya ve allâme süsü veriyorlar. Kur'an ve sünnete aykırı pek çok batı! ve hurafeler­le meşkui oluyorlar ve kendilerine gelip teslim olanlara. dG ilim ve ulema düşmanlığı aşılayorlar. Mikrop hayat ipine dalan zavallılar, «Biz ehü bâtınız, hocalar zahircidir, onların yanlarına uğramayın ve sözlerine kulak asmayın, gibi» sözlerle zavallı cahilleri zehirleyorlar ve buz gibi Kur'an, hadis, ilim ve ulema düşmanlığını telkin ediyorlar.

Hatta onlardan bazıları şu cümleleri de söylemektedirler: «Az amel, çok ilimden hayırlıdır. İlmi bırakın, amele bakın... v.s.» Bu cümleler ve emsali fikirler isfâmın ana esaslarına ayktridir. Fakat cahil millet bu gibi bâtıl yolcularını anlamakta güçlük çekmektedirler. Bun­ların fenalıkları ve iimin fazilet ve üstünlüğü bu eserimizin ikinci ciidinin hemen baş tarafında gelecektir. Ayrıca «İSLAMDA EVLİYA MESELESİ VE HARİKALAR» İle «İSLAMA SOKULAN BİDA'T VE HURAFELER» adlı eseri­mizin ikinci cildinde hulâsa olarak yazılmıştır.

Ancak böyle sapıklara şu mealdeki : «İlim, amelden hayırlıdır.» hadisi şerifi hatırlatırız. (îvlerakiifelah tahîavîsi, 6)

Hadîsi şerifde beyan edilen şu cümlelerde şayanı dikkattir: «Ben Allahdan daha çok çekinir ittika ederim, bynunla beraber ben oruç tutarım ve iftar da ederim. Namaz kılarım, yatağa yatarım ye kadınları da nikahlarım. Binâenaleyh kim, benim sünnetimden yüz çevirirse! işte o kimse benden (beriim ümmetimden) değildir.»

Hadîsi şerifin bu cümlelerinde şu âyeti kerîmeye işaret vardır : «Ey îman edenler! Allanın size helal kıldığı nimetlerin temiz ve tîyble-

Tini kendinize haram etmeyin, aşirîiik edib hattı tecâvüz etmeyin. Çünkü Allah, aşirîiik yapanları sevmez.» (Maide sûresi, 87)

Bu âyeti kerîme efe ve yukardaki hadîsi şerifin son cümlelerinde belir­tildiği üzere Aliâhü îealanın buyurduğu gibi resulü Ekrem efendimiz, oruç tutuyor ve iftarda bulunuyor, namazı ise vaktinde ve gece gündüz ibâdetini îfa ettiği gibi, yatıp istirahatta da bulunuyor Ve insanın nefsinin tehlikeden korunmasını sağlayan aynı zaman neslin devam etmesi için kadınlardan ni­kahlayıp evlenirdi. Ve bu ameller kendinin sünneti olduğunu beyan buyur­muştur.

Peygamber efendimiz, rivayetlere göre onbir veya on iki hanım nikahla­mıştı. Bunlardan dokuz adedi birlikte bulundukları vâkîdir. Bu hanımların isimlen ve bağlı oldukları sülâle ve kabileleri şöyle idi:

Altı {8) adedi kureyş kabilesinden idiki, onlarda şunlardır : Hz. Hatice, Hz. Aişe, Hz. Hafsa, Hz. Ümmü habîbe, Hz. Ümmü seleme ve Hz. Şevde ro-diyaifahü anhümdür.

Dört (4) adedi de arab sülelesine mensubdur. Onlarda; Hz. Zeyneb bin-ti cahş, Hz. Meymûns, Hz, Cüveyre ve miskinlerin anası sayılan Hz. Zeyneb binti Hüzeymetülhiiâlîye dir. Allah hepsinden râzi olsun:

Bir adedi de.arab sülâlesinden oîmayıb Benî israil sülâlesinden Hz. Safiyye bitni Hay radıyallahü teala anhadır.

Bunlardan Hz. Hatice ile ürhmül mesâkîn-Miskinlerin annesi sayılan Hz. Zeyneb, Peygamber efendimizden evvel vefat etmişlerdir. Peygamber efendimiz ahirete teşrif ttiklerinde diğer dokuz adedi hayatta idiler.

Bu hanımlarından başka dört adet de döşeklik cariyesi var idi. Onlarda şunlardır : Mariyetülkıbtlyy^, Reyhâne, birisimde Zeyneb binti cahş isimli hanımı bağışlamış idi. Diğer birisi de harblerde alman esirlerden bîr cariye idi.

Şimdi Peygamber efendimizin hanımının bu kadar çok oluşuna karşı bâzı sivri akıllı kimseler veya din düşmanları laf edib dil uzatırlar. Onlar ev. velâ iman etmelidirlerki, ondan sonra Peygamberin kendisindeki beşeri kuv­vetle zaruretler karşısmda bazı hanımların iffet ve namusunu korumak maksadiyle himayesine almak durumunda olduğunu aniayabilmelidirîer.

Bir defa Aîlâhü teâlanın hiç bir ferd de bulunmayan maddi ve manevî kuvvet ve hasletleri ona verdiğini bilmek gerekir. Siyer ve ahlak kitablan-nın beyanlarına göre Peygamber efendimiz, bir gecede ailesinden dokuzu­nun evini ziyaret eder beşerî ve ailevî ihtiyaçları karşılar idi, aynı zaman­da dokuzu ilede ailevî münasebette bulundukları beyan edilmektedir.

Aslında bir peygamberde kırk erkek kuvvetinin olduğu ve Peğâmber efendimiz de kırk Peygamber kuvvetine sahib olduğu bâzı ahlâk ve siyer kitablarında yazılmıştır. Her ne ise cenabu hak sevgili habîbine mubah

ve helal kıldığı amelleri, Hz. Peygamber efendimiz işlemiştir. Beşerî kuv-vet ve âdetlerin üstündeki haller ve ameller, hiç bir zaman normal hayatla mukayse edilemez.

Hal böyle iken günümüzde izdivaç hayatını kerih gören veya evlenme-yip bekar durmanın sultanlık olduğunu savunarak aile hayatını kurmayan bir takım şerliler vardır. Hatta bazı kişiler bu hayat! işlemeyen zavallıları, evliya olarak tanıtmaya çalışıyorlar. Evlenmeye bir manisi yok iken nikah­lanmayan kimse, bu ümmetin en şerlisi olduğu Hz. Rasul tarafından açık­lanmıştır.

Nikahlanıp evlenmek, normal kişifer için sünnettir. Nefsi azgın ve kuv­vetli kişilerin nikahlanıp evlenmeleri, vacibdtr. Evlilik hayatında kadının hakkını koruyamıyacak ve idaresinden korkan kimse ise, evlenmesi mek­ruh oînr

tvıenmenin yönlerini, nikahlanmanın lüzumu ile diğer hükümleri hak­kında geniş malumat, «MÜLTEKA TERCÜMESİ» nin birinci cildi ile «İS-LAMDA TESETTÜR VE HAYAT» adlı eserimiz de yazılmıştır. Oralardan oku­mak ve bu suretle en doğrusunu öğrenmek iyi yolun ta kendisidir.

Peygamber efendimizin ashabını uyarıp, kendisinin yolunu takib ede­nin ümmetinden oiup, onun yolunu bırakıp kendi görüş ve düşünceleriyle amel edenlerin de ümmetinden olmayacağını açık bir dİUe beyan buyurmuş­tur. Akıllı insan, bu sözleri kendisine rehber edinir, yalancı vei uydurmacı­ların batıl söz ve amellerine iltifat etmez. [129]


Tercümesi


146 - (7) Aişe (R.A) den rivayet olunmuştur, dedi i

Resûlüllaft (S.A.V) yep yeni bir şey İstemişti v© (iş amei} hakkında ya­pılabileceğine dâir ruhsat vermişti, Fakat bözi cenaat onu işlemekten ka­çındı. Onların bu halleri Resûlüllah (S.A.V) e erişdi.

Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V) hemen kir hutbe Srâd stti, sonra *> buyurduki ı[130]

«Bâzı kavmin haîıi nedfrki, benim işlemiş olduğum şeyden onlar kaçım yarlar?! Allaha yemin ederimkl, Elbet ben Allah, onlardan daha iyi bilirim* yş ben onların Allardan daha çok korkanıyım.» [131]


Tercümesi :


147 - (8) Râfi Bin Hadîc (R.A) den mervidir, dedi :

Nebiyyi muhterem sallallahü ateyhi vesellem hurmayı aşılayan bir ce­maat yanına geldi, dsdiki: «Ne yapıyorsunuz?» *

Ashabı kiram dediler : Biz hurmayı aşılama ile meşkul oluyor idik.

Resûlüyah (Ö.A.V) buyurdu : «Siz bu işi istemeseniz hayırlı olurdu.»

Bunun üzerine ashabı kiram o işi terk ettiler; öyle oluncada hurmanın meyvası noksanlaştı.

Râîî dedi : Ashabı kiram bu hâli nebiyyi muhtereme zikrettiler.

Hemen Resûİüliah {S.A.V) buyurdu :

«Ancak ben bir beşenim, size dininizden bir şeyi emredersem hemen onu tutunuz, alınız. Ve eğer size kendi reyimden bir şeyi emredersem, an­cak ben bir beşerim.»[132]



İzahat


Râvî Hz. Râfî bin Hadîc (R.A), Eba Abdiliah elhâriaî künyesi ile künye-lenen Medîne-i münevvereli Ensârı kiramdandır. Uhud muharebesinde ken­disine bir ok isabet etmişti. İşte o anda hemen Rasûfüllah (S.A.VJ ; Ben kı­yamet günü şahidim] buyurdu, o ok yarasının acısı, Emevîlerden Abduime-lik bin Mervan zamanında kesiimiş ve hicretin yetmiş üçüncü .senesinde Medînei münevvere de seksen aitı (86) yaşında veîot etmiştir. Kendisinden pek çok kimseler, hadîsi şerif rivayet etmiştir. Allah ondan râzî olsun.

Resulü Ekrem efendimiz Medîne-i münevvereye geldiğinde bakdıki En-sardan bir kıstm insanlar, bahçelerinde hurma ağaçlarının verimlerinin iyi olması için aşılama ve emsali çiçeklerin eşleşmelerini ve meyvalann iri, bol olmasını sağlamak maksadı ile bir takım ilaçlama gibi amellerle meşgul olu yarlardı. Bunun üzerine Resulü Ekrem efendimiz, bu ameli terk etmelerini buyuruyor. Fakat o sene verimin az olduğu görülünce hemen ashabı kiram haber veriyorlar. İşte o zaman şu mübarek cümleyi buyuruyor.

«Ancak ben bir beşerim. Size dîninizden bir şey emredersem, hemen onu tutunuz - alınız. Ve eğer size kendi reyimden bir şey emredersem, an­cak ben bir beşerim.»

Bu cümleleri ile âdet ve tabîatlardaki yenilikler veya değişiklikler, Bid'at değildir: Resûlülah (S.A.V.) bu hadisi şerif de. Dünya işleriyle ilgili san'at, teknik, ziraî yenilikler, her memleketin âdet ve tabîotma ve hatta havasına göre çeşitli tecrübe ve tatbiklerde değişiklik utabileceğim beyan buyurmuştur. Sıcak ülkelerdeki, giyim âdetlerinin soğuk ülkelerde mümkin. olmadığı gibi.

Netekim başka rivâyetü bir hadîsi şerif de şöyte buyurulduğu mezkûr­dur :

«Siz, dünya İşlerinizi daha iyi bilirsiniz. Binaenaleyh eğer ben size di­ninizden bir şeyi emredersem, hemen onu tutunuz.»

Daha evvel gecen ve gelecekte beyan edilecek olan Bid'atlc ügili ha­disi şerifler, itikat ve ibâdete sokulan Bid'atları beyan etmektedir. Yoksa âdet ve tabiattaki yenilikleri yasaklamak yoktur. Eğer âdet ve örflerdeki yenilikleri de içine almış olsaydı, bu mübarek sözündeki hükümleri Resulü Ekrem efendimiz buyurmazdı.

îtikat ve İbâdete sokulan veya sokulmaya çaılşılan BİD'ATLAR'ın kö­tülükleri. «İSLAMA SOKULAN BİD'AT VE HURAFELER» adlı eserimizin bir ve ikinci cildinde beyan ettikten sonra âdet ve teknik sahadaki yenilikler hakkındada bir nebze bahsettiğimizi hatırlatırız. Ancak âdet ve örfdeki ve­ya tabîat ve teknikdeki yenilikler, dînin kesinlikle haram ve yasak kıldığı hü­kümlere aykırı olursa, işte bunlarda dîne muhalefet olduğundan haramdır.

Netekim zaman ve örf icabı ve zamana göre evladlan yetiştirmek ge­rektiği iddiası ile, kız çocuklarını soyup çıplak halde veya erkeklerin kıya­fetlerine girib erkekli kadınlı karışık nazaretme, setrülavreti terk etme, hal­vet ismi verilen yabancı erkekle bir kadının tek başlarına bir odada kalma haramlığını işleme, haya ve edebden sıyrılmış bir şekilde yabancı erkeklerle karşı karşıya veya yan yana durub sözde ilim tahsilinde bulunma gibi dinin haram kıldığı âdetler ise, Kur'anın ve sünnetin şiddetle yasakladığı kötü İslâmın haram kıldığı şeyler, hiç bir zaman âdet ve Örf diyerek işfene-rnez : Haram olan bu amelleri işleyenler, eğer helâl ve iyi derlerse, dinsiz, imansız namus düşmanlarıdırlar.

Şayet haramlığtnı itikad ederek işlerlerse, iffet ve namuslarını kıskanma yan deyyus huylu ahlaksızlardır. Ahlak yoksunu haya ve edebini yitirmiş, hasta ruhlu yaratanını düşünemiyen beyinsiz müminlerdendirler.

Cenabu hak, bütün mümin kardeşlerimizle bizleri, böyle beyinsiz, edeb ve haya yoksunu insanlardan oimamayt nasib buyursun. Amin. [133]


Tercümesi:


148 - (9) Ebû Musa (R.A) den mervidir dedi:

«Ancak benim misalim ve benimle gönderilenin misali, bir cemaata ge­lip şöyle diyen adamın misâli gibidir: «Ey kavmim! Ben düşman ordusunun gözümle gördüm, ben acık bir şekilde (sizi o düşmanın tehlikesinden) korku-ducuyum (ikaz ediciyim)! Binaenaleyh kaçının, kaçının (uyanık ve dikkatli oiun, buradan ayrılın.)

— Bunun üzerine c< adama cemcatden bazısı itaat eder, hemen ge­celeyin giderler, sükûnet ve usulca oradan ayrılırlar. Nihayet o cemaat düşmanın tecâvüzünden kurtulurlar.

— Ve o cemaatdan bir kısmıda o adamı yalanlar ve yerlerinde sabah­larlar, düşman ordusu da sabahlar. Bunun üzerine düşman ordusu o ger­çeğe inanmayıp yalanlayan cemaatı helak ve perişan ederler.

— İşte bu adamlar bana itaat edip benim getirdiğim hükümetlere tâ­bi olan kimsenin misâli ve bana isyan edip benim hak teâladan getirdiğimi yalanlayan kimsenin mâslı gibidir.» (Hadisi, Buhâri, Müslim rivayet etmiştir.) [134]


İzahat


Râvî Hz. Ebû Musa (R.A) in hayatı, yukarda ki hadîsi şeriflerin izahatın­da geçmiştir.

Hadîsi şerifde Resulü Ekrem efendimiz, kendisi ile getirdiği hükmü ilâhinin ümmetine duyurmasını ve netice hakkındaki ümmetinin davranış­larını temsili olarak beyan etmiş ve şöyle açıklamıştır:

Bir kavmin inandığı bir kimse, o kavme geliyor diyor ki : Ben size mü­him ve hayâtı bir hususu açıklıyorum, iyi dikkat ediniz, gözümle gördüm düşman ordusu geliyor, buradan kaçarsanız ve kendinizi kurtarmak için çok acele ederseniz çok iyi edersiniz. Aman dikkat ediniz buradan ayrılı­nız!

Bu tebliğ ve ikaz o kavmden bir kısmı dinleyib hemen çek'nip derlenib toplanarak oradan ayrılırlar. Bir kısmı da o îkaza kulak asmazlar, yerlerin­den ayrılmazlar ve nihayet düşman ordusu gelir onları helâkü perişc.ı ederler.

Keza peygamberimiz efendimizin tebliğ ettiği hükümlere tabî olub ye­rine getiren müminler de, cehennem ateşinden kendilerini korurlar cenâbu hakkın büyük ve ebedî azabından kendilerini kurtarırlar.

Şayet Resulü Ekrem efendimizin buyruklarına tabî olmayıp isyan eder­ler ve hatta yalanlarlarsa, işte onlarda düşman ordusundan kaçmayıp he­lak olanlar gibi, helâkü perişan olup cehennemi boylarlar.

Binâenaleyh akıllı müsiüman bu teşbihli izaha çok dikkat eder, Ken­disine çeki düzen verir, Resulü Ekrem efendimizin buyuruklarına ciddiyetle sarılır. Ve bütün müminleri de uyarıp seadet ve felaha kavuşturmaya çalı­şır. Peygamber efendimize tâbi olmak aneak böyledir.

Bir âyeti kerîmede şöyle buyurulmuştur :

—; «(Habîbirn!) Deki : Eğer çiz AEİâhi seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Aüah da sizleri sevsin ve günohlarmızı bağışlasın.» (Ali İmran sûresi, 31)

Resûlüllaha isyan edib kötü yolu tâkib eden basiretsizler ise, dünya ve âirret felâketine uğrayacakları muhakkaktır.

Bir âyeti kerîmede şöyle buyurulmuştur :

«Binâenaleyh Peygamberin emrine muhalefet edenler, başlarına bir be­lâ inmekten, yahut kendilerine şiddetli bir azab isabet etmekten sakınsın-Icr.» (-Nur sûresi, 63) [135]


Tercümesi:


149 - (10) Ebî Hureyre (R.A) den mervîdir, dedi: Resûlüilah (S.A.V) buyurdu :

«Benim misâlim ateş (ışık) yakan bir adamın misâli gibidir,. Her ne za­man ateş çevresini aydınlatırsa, döşek ve bu ateşin (ışığın) içine düşecek hayvanlar, düşmezler. Halbuki o hayvanlar (karanlıkda) gidemezlerdi ve karanlık kaplar kendilerini ateşin tehlikesine atarlar, tşte bende sfzj ateşe düşmekdsn koruyucuyum. Halbuki siz kendinizi o ateşe atmaya çalışıyor­sunuz. «Bu hadis, Buhârinin rivayetidir. Müslimin rivâyetide böylecedir. Ancak müsüm hadisin sonunda demiştir :

Resûlüilah (S.A.V) buyurdu :[136]

«İşte bu, benim ve sizin misâiınızdır. Binâenaleyh ben sizi ateşden ko­ruyan bir kişiyim. Ateşden uzaklasın. Gelin Eğer bana gâffp gelirseniz (yani ateşden uzaklaşmazsanız), kendinizi ateşe atarsınız.» [137]


Tercümesi:


150 - (II) Ebû Musa (R.A) den mervîdir. dedi:

«AEIahü teâiânın itim ve hidâyetle beni göndermesinin misali, bir ara­ziye cokca yağıp isabet eden yağmurun misâli gibidir.

— Binaenaleyh o arazinin bir kısmı güzeldir, suyu kabul edip emer, pek çok ekin ve ot bitirir. Ve o araziden bir kısmıda sert d ir suyu emmez* Allahü teâla o sudan insanları menfaatlandırır. O suyu içerler, sularlar ve ziraat işi yaparlar,

— Yağmur suyu diğer bir kısım araziyede isabet eder, fakat o arazi kaygandır (düzgündür) su tutmaz, (suyu emmez), (Çorak topraktı arazi gi­bi), Ot bitmez.[138]

— İşte bu arazide Allanın dininde fakıih olup Allanın beni gönderdiği şeyden faydalanarak (amel ederek) ilim öğrenen ve öğreten kimsenin mi­sâli gibidir ve (münbit olmayan arazide) Allanın dîninindeki hükümelerle fık­hı (şeriatı) bslîemeyib (veya fıkhı öğrenib amel etmeyerek) bir baş olub (gi-birlenib) yükselen ve benim gönderildiğim şeyleri ki, Allanın hidâyetini ka­bul etmeyen kimsenin misâli gibidir.» [139]


İzahat


Hadîsi şerifde beyan edilen, «Allanın, beni ilim ve hidâyetle gönder­mesinin misâli» cümlesinin hükmü iki cihetli olarak anlaşılabilir.

a) Birisi, mutlak hidâyete delâlettirki, bu hüküm şu mealdâki ayeti ke­rîme ile beyan buyurulmuştur:

«Semûd kavmine gelince, biz onlara hidâyeti (doğru yolu) gösterdik, onlar körlüğü {eğri yolu) hidâyete (doğru yola) tercih ettiler.» (Fussilet sûresi, 17)

b) Hidâyetin diğer anlamı ise, hakka vasıl edici olarak gönderildiğini beyandır ki şu âyeti kerîmede îzah edilmiştir ;

« (Habibim!) muhakkak ki sen, sevdiğin kimseyi hidâyete erdiremez­sin. Fakat Allah, öyle bir kudret sahibi ki, kimi dilerse, ona hidâyet verir ve o (Allah), hidâyete erecekleri daha İyi bilir.» (Kasas sûresi, 56)

Yukardaki birinci ayeti kerîmede. Peygamberlerin kendileri mutfak hi­dâyet yolu üzere gönderildiğinden kendileri direkman hidâyettir. Binâen­aleyh onları kabul eden mutlak hidâyeti tercih edip inanmış olurlar. Yani onları kabul etmekle, mutlak mutasarrıf olan hâliki zülceiâlın lutfu inayeti­ne en çabuk ve en yakın yoldan nail olunmuş olunur.

İkinci âyeti kerîme iiede. Peygamberler hidâyet yoluna delâlet eden, kendileri davet ettikleri kimseleri hidâyete eriştiremiyecekleri, ancak halikı zülceiâlın lutfu inayeti ile hidâyete erişebilecekleri beyan buyurulmakta dır.

Hadîs şerifde «İHmle gönderilişimin misâli» cümlesi ile de, Hz. Peygam­ber efendimiz doğru yolu göstermekle beraber doğruyu bildiren ve öğre­ten bilgilerle gönderildiğini beyan buyurmuşturki, doğruyu gösteren ve öğ­reten bilgilerle amel edilirse, daha mükemmel ve makbul bilgiler, ameller ve doğru yollar ilâhî lutufla elde edilir.

Netekim bir hadîsi şerifde şöyle büyütülmüştür : «Bir kimse, bildiği ile amel ederse, Allahıi teala o kimseye bilmediği şeylerin ilmini ona varis kılar (bildirir).»

Bir kimse bildiği ile amel etmez ise, o kimseye doğru yol gösterilmez, doğruyu bulamaz, dalâlet ve felâketin içine düşer.

Bu hususu belirten bir gerçekte şöyle denilmiştir : «Bir kimsenin ilmi artar ve fakat hidâyeti (doğru yola gidişi) artmaz ise, o kimsenin Alfandan uzaklaşması ziyâdeieşir.» [140]

Bu hakikatlardan da anlaşıldığı üzere, insanın en iyi kazancı, kendini doğru yola, hak ve hakikata götüren faydalı ilimdir. Bir ilim, sahibine fayda vermez ise, o kimse, o ilmin yükünü cekib âhirette vizir ve vebalını artır­maktan başka bir şeye yaramaz.

İlmi ile amel etmeyenler hakkında cenâbu hak şöyle buyurmuştur : «Kendilerine tevralla emel etmeleri teklif edildikten sonra, onunla amel etmeyen kimselerin misâli, ciltler hâlinde olan kitbaları sırtında taşıyan (vefakat kitabların içindeki bilgiden haberi olmayan) eşeğin misâMne benzer.» (Cuma sûresi, 5)

3ir çok bilgiyi öğrenibde amel etmeyenler, sırtlarında ciltler, halinde kitabiarı yüklenip sıkıntısını çeken ve fakat kitabların içindeki bilgilerden hiç nasîbi olmayan eşekler gibidirler.

Şu halde akıllı ve faydalı bilgiye sahib olan müslüman, bu rezil merte­beye düşmemesi için, imkan dahilinde bildiği ile amel eder.

Peygamber efendimiz hadîsi şerifin devamında kendisinin gelişini, gökten yağan yağmura temsil ederek yer yüzüne yağan yağmurdan fay­dalanan arozî ile hiç bir fayda ve tesiri görülmeyen toprakların durumunu beyan buyurmuştur.

Münbit ve /erimli arazî, yağan yağmurdan faydalanarak çok güzel ve­rim verir. Bire on. Lire yetmiş ye hatta bire yediyüz ve daha çok güzei ve­rimler ve faydalar suğlanır.

Fakat çorak ve killi olan topraklar, yağmurdan hiç bir fayda görmez, sahibine en ufak bir verimde bulunmaz.

Peygamber efendimizin getirdiği güzel hükümleri de, hüsnü kabul ile kabüllenib olduğu gibi inanıb öğrendiği ile amel eden her insan da, mün-Dit dan arazî gibi, kendisine gelen v« tâlim, telkin edilen hükümleri içine alıyor ve başkalarınada fayda sağlayor.

Peygamber efendimizin getirdiği hükümleri kabul etmeyip inkar eden ı/eya inanamayıp red eden zavallı kimselerden yağmurdan faydalanmayan ve başkalarına da faydcsı olmayan çorak topraklar gibidirler.

Mümini muhlis, temsil ile beyan edilen bu gerçeklere dikkat eder. kendisini en iyi ve faydalı insanlardan olması için azamî gayreti sarfeder. Resulü Ekrem efendimizin getirdiği hükümlere sımsıkı sarılır. Bildiği ile amel ederek dünya ve âhiret seadtine naii olur.

Hadisi şerifin başdan, sona kadar ihtiva ettiği hükümde, şu hakîkatlara işaret vardır :

a) Peygamber sallalluhü aleyhi vesellem, ilim ve hidâyetle gönderil­miştir,

b) Onun getirdiği hükümleri, öğrenib kabul edenle kabul etmeyip red edenler, münbit ve verimli ioorek ile verimi ve bitgi kabiliyyeti olmayan toprağa teşbih şekli vardır.

c) Münbit topraklar, yağmur yağdıkça verimi artırırken, çorak olup münbit olmayan topraklarda yağan yağmurdan hiç bir netice sağlayıp verim vermez.

d) Peygamberin getirdiği hükümleri kabul eden kimseler, verimli top­aklar gibidirler, şâyeı red edib İnka* eden olursa, onlarda verimsiz çorak toprak gibidirler.

e) Peygamber efendimizin getirdiği hükümleri kabul edıb amel eden­lerin, şeriat ve fıkıh ilmine vakıf olan âlimlerin olabileceği beyan buyurulmuş tur.

f) Şeriat ve fıkıh ilminden mahrum olup.cehlinin kurbanı hâlinde gurur ve kibirli kimselerin ise. Peygamber efendimizin getirdiği gerçeklerden fay-dalanamıyacağı açıklanmaktadır.

g). Kibirli kimselerin, hak ve hakikati kabu/ etmeyib dalâlet yolunu ter­cih edecekleri de hadîsi şerifin son cümlesinde beyan buyurulmaktadır.

h) Hidâyete erişmek ve dalâlet yoluna sapmak ilâhi kudretin tecellisi ile kulun ihtiyacına bağlı olduğu muhakkaktır. Fakat hidâyete liyakat kaza­nan kul, cenâbu hakkın lutfu keremi ile, sapıtmaz. Bu sebebden mümin, cenâbu hakkın inayetine mazhar olmak için, elinden gelen gayreti sarfedib doğru yoldan ayrılmamalıdır.

Bunun da en çıkar yolu, edille-i şer'iyye den olan kitab, sünnet, icmâı ümmet ve kıyâsı fukaha ya sarılmaktır.

Kitab ve sünnetin İtikadı hükümleri, akâid ve iimi kelam kitablarında zikredilmiş, amelî ve tatbiki olan kısımları da fıkıh ilmini ihtiva eden fıkıh kitabiarında uzun uzun beyan edilmiştir. [141]


Tercümesi;


151 - (12) Aişe (R.A) den mervîdir, dedi:

Resûlüîlah (S.A.V) şu âyeti okudu.

«O (Allah), sana Kur'anı indirmıiştir, o kitapda kinin (Kur'anın) bir kıs­mı, muhkem âyetlerdir. Bunlar Kur'anın esasıdır. Diğer bıir kısım âyetlerde vardırki (onların manası sizce anlaşılmaz) Müteşabihdirler... Resûlüîlah bu âyeti kerimenin sonu olan, «Bunları ancak akılları tam olanlar., iyice düşü­nür.» Cümlesine kadar okumuştur.

— Aişe (R.A) dedi:[142]

— Resûlüîlah (S.A.V) dediki : Kur'andaki müteşâbih olan (Anlaşıiamı-yan) hükümlere tabî olan kimseleri; sen gördüğünde - Müslimin rivayetin­de : Siz gördüğünüzde; işte onlar, Allahü teâlanın hükümleri hakkında kalblerinde şüphe olup fitne ve fesatlığa sapmak isteyenler, diyerek isim­lendiği kimselerdir. Binâenalyh onlardan kaçınınız.» [143]


İzahat


Hadîsi şerifde belirtildiği üzere, Kur'anı Kerîmin hükmü, lafız ve mâna­ları gayet açık olarak beyan edilen tevil ve tefsire ihtiyacı olmayan «muh­kem» ismi verilen âyetler, hak teâlanın manasını açıkça beyan buyurma-dığı ve Resulü Ekrem efendimize de mânasını açıklamadığı «Müteşâbih» adı ile vasıflandırılan âyetleri ihtiva etmektedir.

îmanın esasları, şirkin fenalığı, beş vakit namazın farzltğı, zekat, oruç ve haccın farzlığı açıkça ve sarahatla beyn buyurulan hükümlerdendir.

Ayrıca faizin haramlığı, şarabın, zinanın, haksız yere adam öldürmenin, hırsızlığın, yalan söylemenin, gıybetin, iftiranın, kibir ve hased gibi kalb hastalıklarınında haramlığı kesin ve açık hükümlerle beyan buyurulan âyeti kerîme hükümlerindendir.

Müteşâbih hükümleri ihtiva edenler ise; Sûre başlarındaki kelime ve harfler, Cenâbu hakkın eli, üstü, arşı âlâya istivası. Âdemi kendi suretinde yarattığı gibi hükümler, açıklanmamış, Aüahü teala tarafından Resulüne sarahaten beyan buyurulmamıştır.

İşte biz burada muhkem ayetlerin hükümlerini izah etmeyib, Müteşâ­bih âyetler hakkında bir kaç hüküm nakledeceğiz.

Cenâbu hak, zat ve sıfatında hiç bir şeye benzemez. Binaenaleyh zatı ilâhi ve sıfatı ilâhi ile ilgili teşbih hükümlerini en iyi bilib anlamak için şu âyeti kerîmenin ihtiva ettiği gerçeklere dikkat etmek gerekir :

«Hiç bir şey ona (Ailâha) denk olmamıştır.» (İhias sûresi, 4)

Diğer âyeti kerîme meali şöyledir :

«Onun (Allanın) misli (benzeri) hiç bir şey yc&tur.» (Şûra sûresi, li)

Akâid kitablarında zâtı ilâhi ile ilgili hükümde şöyle buyurulmuştur :

«Arşın Rabbî (Allah), Arşın fevkındedır. Fakat o arşa karar edici ve muttasıl şekli vasfedilmeksizin arşın fevkındedir.»

Emâlînin diğer beytinde de şöyle denilmiştir :

«Rahman olan Allah, Hiç bir surette bir şeye benzemez. Binâenaley fasit îtikadlılardan kendini muhafaza et.»

İmamı MaÜk (R.A), Müteşâbih hakkında şöyle demiştir :

«İstiva (Arşın üstüne Allanın yükselmesi), Malumdur. Keyfiyeti, meç­huldür. İstivanın esasına îman etmek vacibdir. İstivadan sual etmek ise, Bid'attır.»[144]

İmamı Âzam (R.A) da, İmamı Malik (R.A) in bu beyanatını, tasvib edib güzel görmüştür.

Akıllı müslümanda, halikı zülcelal hakkında ve beyan ettiği muhkem ve müteşâbih ayetler hakkında ne şekilde ve nasıl inanılması gerekirse, öylece inanır.[145]

imamı ŞâfM (R.A) da müteşâbih hakkında şöyle demiştir : «Müteşabih âyetler;! tefsir etmek, helal olmaz. Ancak ResÛlüllahdan bir senedle veya sahabeden bir zatın haberi ile veya ulemânın ittifak ettik­leri bir tevil ile tefsir edilebilir.» [146]


Tercümesi :


152 - (13) Abdullah Bin Amr (R.A) den mervîdir, dedi .Resûlüllah (S.A.V) bir gün öğleyin (sıcakda) geldim, dedi: İki kişinin bir âyet hakkında ihtilaf ettikleri sesleri işitiliyordu.[147]

— Hemen Resûlüllah (S.A.V) in yüzünde gazablı olduğu bilinir halde yanımıza çıka geldi. Buyurdu ki:

«Ancak sizden evvel geçen kimseler, kitapda ihtilafları ile helak oldu [148] .


İzahat


Hadîsi şerifde şu mealdaki âyeti kerîmelere işaret vardır:

«Kâfirler, hakkı (Kur'anı), bâtıl ile yok edib gidermek için mücâdeleederlerB- (Kehf sûresi, 56)

Diğer âyeti kerîme meali :

«İnsanlardan bir kısmı da, Allanın dîn,i hakkında bir bilgisi olmadığı halde mücâdele eder ve her inatçı şeytana uyar.» (Hac sûresi, 3)

Diğer âyeti kerîme meali :

«Ve müşrikler şöyle demişlerdi : Bizim ilahlarımız (Putlarımız) mı daha hayırlı, yoksa omu? (Meryemin oğlu İsamı?), (Habîbim!) Müşrikler bunu sana sırf bir mücâdele olarak misal veriyorlar. Aslında onlar, çok çekiş­ken adamlardır.» (Zuhruf sûresi, 58)

Peygamber efendimizin yasakladığı hakkın izhârı için olmayıp, sırf enâniyet ve bir kuru iddianın devamı olan mücâdeledir. Sahâbe-i kiram efendilerimiz, Müteşâbih ayetlerden bahsedib münakaşaya başladıklarını görünce mübarek cümleyi buyurarak her aeşid ve lüzumsuz münakaşa­dan men etmiştir.

Ayeti kerîmelerde de belirtildiği üzere, münakaşa yapan kişiler hemen hemen müşrik ve kâfirler olduğu görülüyor. Hakkın izhârı için münakaşa ve mücâdele yapanlar, pek aztnhkda oluyorlar.

Bu sebeble haklıda olunsa imkan dâhilinde münakaşadan kaçınmak ensâlih yoldur.

Netekİm Peygamber efendimiz bir hadîsi nebevisinde şöyle buyur­muştur :

«Bir kimse, haklı olduğu halde cidal ve münakaşayı terk ederse, o kimse içîn cennetin yükseğinde bir beyt (ev, köşk) bina ediiir. Ve bir kim­sede haksız olduğu halde cidal ve münakaşayı terk ederse, o kimse için cennetin aşağısında bir beyt (ev) bina edilir.» Tirmizi (Şerhi aynülilim, 455)

Cidal ve münakaşanın doğru olmayan yönlerin en mühimmi, zatı ilahi ve sıfatı ilahi hakkında yapılan münakaşadır. Hükmü ilâhîler ve başka me­seleler hakkında da imkan dâhilinde dedi kodu ve çekişmelerden son de­rece kaçınmak lazımdır. Zira cidal ve münakaşa neticesinde şu gibi haller ortaya çıkabilir.

a) Cidai ve münakaşadan sonra insanda, öfke ve gazab hali olabilir.

b) Münakaşa esnasında, iftira ve yalan söyleme halleri görülebilir,

c) Münakaşa ânında, rakibine galib gelmek için çeşitli hilelere sapma hali olabilir.

d) Cidal ve münakaşa yapan kimse, rakibine karşı kibir ve gururlu bir tavru harekette bulunma hâli de olabilir.

e) Cidal ve münakaşa yapan kimse, nefsin ve şeytanın esîri olarak hissî hareketlere kapılabilir.

t) Cidal ve münakaşa, insanda buğz, kin, adavet, hased, riya, ucub ve kibir gibi kalb hastalıkları oian manevî mikrobları meydana getirebilir.

g) Hulasa bilhassa haksız ve lüzumsuz yere yapılan münakaşalar, nefsin esareti, hak ve hukukun düşmanlığını ortaya kor.

Her ne pahasına olursa olsun, haram ve yasak olan cidal ve münaka­şadan kaçınmak en doğru yoldur.

Ancak hakkın izharı, veya hak olan bir şeyin tesbiti ve hak yolcula­rının tasvib ve takdiri gibi hallerin yanında Allah ve hak için mücadele, haddi aşmamak kaydı ile caizdir.

Bu hususu açıklayıcı hükümler, yukarlarda geçmiştir. [149]


Tercümesi:


153- (14) Sâd Bin Ebî Vakkas (R.A) den mervîdir, demiştir : «Müslümanlar içerisinde (veya hakkında) müsiümanların en büyük cürüm (günah) işleyeni, insanlar üzerâne haram kılınmamış her hangi bir şeyden [150](Peygambere) sual soran kimsedirki, onun sorması sebebi ile o so­rulan şey haram kılınır.» [151]


İzahat


Râvî Sâd bin Ebi Vakkas (R.A), Cennetle müjdelenen on sahabeden birisidir. Ebû ishak namiyle künyefenmiştir. Babasının ismi, Mâlikdir. An­nesinin ismi ise, Hamnedir Hz. Sâd, kureyş kabilesinden Benî Zühre sülâlesindendir. Annesi ta­rafından bu nesle bağlı olması nedeniyle Peygamberimizin annesi ile nesil birliği olduğundan Resulü Ekrem efendimiz, Hz. Sâd-e; «Benim dayımdır.» buyururlardı.

Hz. Sâd (R.A), ilk müslümanlardandır. Müslümanların yedincisi veya beşincisi olduğu beyan edilmiştir. İslahla girdiği sırada, on yedi (17) ya­şında idi. Allah yolunda ilk kâfir kanı döken ve düşmana ok atan bu zatı muhteremdir.

Peygamber efendimizle beraber bütün muharebelerde hazır bulunmuş­tur. Uhud muharebesinde Hz. Sâd, bin (1000) ok atmıştır. Ve Resulü Ekrem efendimiz kendisine; «Anam babam sana feda olsun at, ey sâd!» diyerek taltifde bulunmuştur. Peygamberimizin böyle taltifi, Handek muharebe­sinde Hz. Zübeyr bin Avvama da olmuştur.

Bizim memleketimiz olan türkiyede kadınlar arasında, «Şeydi vakkası-na uğrayasıca» diyerek öfkelerini gidermek için çocuklarına veya gazab-landıkiarı kimselere söylerler. Kadınların bu sözleri, Sâd bin Ebî Vakkas (R.A) in uhud muharebesinde atmış olduğu okların vak'asını kasdederek söyleyorlar. Fakat tahrif edilmiş altından üstünden kelime ve harf koparı­larak söylenmektedir. Aslı şöyle olması gerekir : «Sâd bin Ebî Vakkasın vck'asına uğrayasıca.»

Hz. Sâd (R.A), Uhud muharebesinde ok atarken takriben otuz iki yaş-tarında idi. Bu zat daha mekke-i mükerreme de ilk m'üslüman olduğu sıra­larda müşriklerden bir takım zalim kişilerin saldırısı karşısında, devenin çene kemiğini birinin başına vurub yarmıştır. işte islam yolunda yere akı­tılan ilk kan, budur.

Bu zatın attığı okun ve yapmış olduğu duanın kabul olması hususun­da Resulü Ekrem efendimiz şöyle buyurmuştur : «Ey Aüahım! Bu zatın oku­nu rast getir ve duasını kabul et.»

Resulü Ekrem efendimizin bu duasından dolayı onun bu hâlini bilen muslümanlar, Sâd (R.A) in aleyhlerinde dua yapmasından korkarlardı. Bu sebeble kendisinden çekinirler ve hayır duasını taîeb ederlerdi.

Hz. Sâd (R.A), Küfenin banisi, bilâ ahire valisi oldu. Kadsiye muhare­besinin baş kumandanı ve İranı fethedenlerin birincisidir.

Hz. Sâd (R.A), seksen yaşını mütecaviz olduğu halde hicretin eüî beş (5fcj senesinde Medinei münevverede (Akik) nâmi ile anılan mahaldakı evinde vefat etmiştir. Vefatından sonra cenazesi, Medine-i münevvereye getirilib mescidi nebevinin içine kondu ve namazını c zcman Medine valisi olan rnervan kıldırmıştır. Ve cenazesi, cennetülbîa defn olunmuştur.

Cenazenin mescide idhal edilerek kılınmasındaki hikmet, Hz. Aişenin talebi ve validelerimizin de cenazeyi kılmaları içindir. Cenazenin mescide sokulup sokulmaması ile ilgili geniş malumat, fıkıh kitablarında mezkûrdur.

Hz. Sâd, Cennetle müjdelenen sahabenin en son vefat edenidir. Al-iah ondan râzî olsun ve âhirette şefâatma cümlemizi cenabu hak nasib buyursun. Amin,

Hz. Sâdin rivayet ettiği hadîsi şerifde Resulü Ekrem efendimiz gayet açık ve kesin ifâdelerle beyan buyurmuştur ki, «En büyük günGh, müslü-manlann bir mes'ele hakkında beyan edilen bir hüküm yok iken onu so­rup sual ederek müstümanlara haram kılan kimselerin günahlarıdır.»

Burada pek çok mes'ele ve hakîkatlar açıklanması gerekir. Fakat biz bîr kaç misal ve hüküm naklederek esasları belirtmeye çalışacağız.

Evvelâ bir mes'ele kısa yoldan beyan edilmiş ise, o meseleyi enine boyuna uzatarak sual ve cevablar alınmaya çalışılması hiç iyi değil kolay ve rahatlıkla ifade edilecek iş ve amel güçleşir.

Meselâ : Hz. Musa aleyhisseiam zamanında bir adam öldürülmüştü, bu adamın öldüreninin bilinmesi için İsrail oğulları Hz. Mûsaya-müracaat ettiler, Hz. Mûsada cenâbu hakdan aldığı emri ilâhi olan Öküzü (İneği) bo­ğazlamalarını buyurunca, İsrail oğulları işi sual ve cevab yoiuna döktüler, sığırın, rengini sordular. Rengi beyan edilince renk üzerinde belirli bir alâ-metden sordular. Ona da cevabı alınca mevcut sığırlardan dnha başka bir

hale sahib olup olmadığı gibi suallere geçtiler ve, nihayet kesin cevabı al­dılar ama, o sığırı bulup kesinceye kadar pek çok sıkıntı çektiler.

Bu hükümleri satırlar hâlinde okumak isteyenler, Bakara sûresinin 67-73 âyetleri okumalarını tavsiye ederiz.

Bu hüküm ve kıssadan da anlaşıldığı üzere, kısa yoldan beyan edilen bir amel veya mes'eleyi veya yapılması istenen bir işi, enine boyuna sual ederek uzatmak pek çok güçlüklere sebeb olabilir. Bu sebeble bir mes'ele kısa yoldan açıklanmış ise, onu uzatib güçleştirmemeli. Olduğu gibi veya beyan edildiği şekli ile icra etmelidir

Yine bir misal, Hz. Peygamber efendimiz : «Ey insanlar! size hac farz kılınmıştır. Binaenaley hocanızı îfa ediniz.» hükmünü buyurunca ashabdan bazıları, «her senemi yâ Resûlulla!» diyerek sual edenler oldu. Bu sual üç sefer tekrarlandı. Nihayet üçüncü seferde Resulü Ekrem efendimiz «Ha­yır» buyurdular. Eğer bu suallere karşı Rasûlü Ekrem efendimiz «Evet» buyuraydı, İşte güçlük ve ızdirab o zaman ortaya çıkardı.

Yukardaki hükmü ilâhinin kesin şeklini îzah ettikden sonra Resulü Ekrem efendimiz şöyle buyurdu : «Eğer ben hayır, demeyipde evet diyey-dim, hükmü ilâhi öylece kesinleşirdı. Böyle oluncada hac farîzass her sene vacib olurdu.»

Bu hükmü ilâhinin kesin be/anını yapdıkdan sonra Resulü Ekrem efen dimize şu mealdeki âyeti kerîme geimiştir:

«Ey Müminler! Öyle şeylerden Peygambere sormayın ki, size (o sor­duklarınız} açıklanırsa, fenanıza gidecektir. Halbuki kur'an indirilirken sual ederseniz, onlar size açıklanır. Allah şimdiye kadar sorduklarınızı bağış­ladı. Allah çok bağışlayıcıda, azabında aceleci değildir.» (Maide sûresi, 101)

Asrı seadette uzun sual ve cevab hâli görülenlerden bir zat da Abdul­lah bin Amr bin el as (R.A) dır. Uzun sual ve Resûlüİlahın cevabından bir kısmını kısaca şöyle nakledelim :

«Haber alındığına göre sen Kuranı gecenin tamamında hatmediyor­sun?

— Abdullah bin Amr hemen dedirnki. Evet ey Allanın Rasûlü! Muhak­kak ki ben o kur'anı bir gecede hatmetmekle ancak hayır umuyorum.

— İşte bu andan hemen Resûlüllah (S.A.V) ona şöyle buyurdu : «Kur'anı her ayda bir defa hatmedib oku.»

«Abdullah (R.A}, Ey Allâhın Nebisi! ben bundan fazlasını yapmaya kadir olurum dedi.

— Resûlüllah (S.A.V} buyurduki,

«Öyle ise, yedıi günde oku. Bunun üzerine ziyâde etme.»

— Abdullah bin Amr (R.A) dedi : Ben şiddetlendirdikçe, Resûlüliahda şiddetlendirdi ve bana dediki, «Sen bilmezsin, belki ömrün uzun olur.»

— Hz. Abdullah (R.A) dediki; Nihayet yaşlandım, peygamber sallallâ-hü aleyhi vesellemin dediği gibi ihtiyarladım ve dedimki : Keşke Resûiülla-hın bana beyan etmiş olduğu ruhsatı (kolaylığı) kabul edib sussaydım.»[152]

Bu gerçeklere dikkat edilmeli ki, lüzumsuz suallerden ve hatta bir işin kolay, yolu tarif edilmişken zorlaştırmak için uzun uzun sual sormaya kal­kışmamalıdır.

Ve bir büyükten iş yapdıracak veya sual soracak kişi, işini en kısa yoldan sorub, verilen cevabı yerine getirmelidir. Lüzumsuz sorular ve fazla sözler aksi tesir eder, İyi ve kolay yoldan olacak şey, birde bakarsın güçle­şir. Belkide olmaz.

Hatta bâzı sualler, yersiz ve lüzumsuz olur, karşıdaki kişiyi infiale sevk ederek iyilik yerine kötülük elde edilir. Yersiz ve hazmı güç olan sorulardan son derece kaçınmak en doğru yoldur.

Gecen ümmetlerden pek çok kimseler, hazmedemiyecekieri sualleri sordular ve nihayet suallerinin karşılığını görünce inkâra kalkışdılar ve helak olmalarına sebeb oldu.

Meselâ : Salih aleyhisselamın kavmi kayadan devenin çıkmasını ta-İeb edib sormuşlardı, Musa aleyhisselamın kavmi Allâhı açıktan gösterme­sini istemişlerdi ve îsâ aleyhisselamdan eennet sofrass istemişlerdi, bu is­tekler imkan dâhilinde gösterilince inanmıyan zavallı kafirler helak edilmiş­lerdi. Bu hükümler kur'anı kerimde uzun uzun bir kac sûrede beyan edil­miştir.

Eşyada asıl olan taharettir, hükmü gereğince elimize geçen bir mal­dan veya evine vardığımız müslümanın kazancından veya getirdiği suyun temiz ve pisliğinden sormak şer'an doğru değildir. Müslümanın evine girin­ce ancak kıble sorulur ve namaza durulur. Evin eşyasının temiz veya mur­dar yönlerini sormak doğru değildir. Zira müslüman her şeyi ile temiz in­sandır. Açıklayıcı İzahat, «Mütleka tercümesi» adlı eserimizin birinci cil­dinin taharet bahsinde zikredilmiştir,

Burada bir hususu belirtmek isteriz. Bu hadisi şerifin açıklamasından belki bâzı kişiler bilmedikleri şeyleri ehline sormanın iyi ve caiz olmayaca­ğını zannedr. Hayır ilim bizim yitiğimizdir. Nereden bulursak oradan sorub sual edip öğreneceğiz. Bizim açıklamaya çalışdığımız hükümler yukarda zikrettiğimiz gibi, kendisini ıslah ve İkaz maksadını taşımayan inad, iddia, bilgiçlik, başkasına karşı kibir izharı, diğerini hakir görme ve birde lüzum­suz sorularda bulunrnakdır.

Aksi takdirde hakikati öğrenmek için ehline sormak vazifelerimizin en mühimmidir, cenabu hak kur'anı kerimde şöyle buyurmuştur :

«Eğer bir şeyi bilmiyorsanız, ehli zikre (şeriat âlimlerine} sorunuz,» (Nahİ sûresi, 43) [153]


Tercümesi.


154 - (15) Ebî Hureyre (R.A) den mervîdir, dedi : Resülüllah (S.A.V) buyurdu :[154]

«Ahir zamanda yalancı deccallar olacaktır. Onlar sizin ve babalarını-zın işitmediği hadislerden (sözlerden) size gelirler (söylerler). Siz, kendini­zi onlardan ve onlan kendinizden uzaklaştırınız. Uzaklaştırınızki, sizi kötü yo'a sapıtmasınlctr v& sizi fitnenin içine dü'şüremesinler.» [155]


İzahat


Hadîsi şerifde beyan edilen «yalancı Deccallar» demek, Hakkı, batıl ile örtüp karıştran, kendilerini din âlimleri ve.meşâyihler den olduklarını söy­leyen yalancı Deccallar çıkacaktır. Öyle ki. Din ve şeriat Miminden hiç bir şey bilmedikleri halde din ve îman meselelerinden dem vururlar, Kur'an ve sünnette olmayan bir tnkım hükümleri yalan ve iftira yolu ile Kur'an ve sünnet de olduğunu söylerler. Aslında Kur'anı Kerimin okumasını dahî bil­mezler veya Kur'an ve sünnetin nasıl bir kaynak olduğunudan haberleri yoktur, ve fakat dünyalıktan yüksek bir mevkie çıkmışlardır, bu sebble kendilerini her sahada yetgili görür ve derlerki : «Benim görüşüme göre veya benoe veya benim mantığımaa şöyle böyle olmalıdır.» gibi cümlelerle fikir beyan ederler. Hatta bu görüşlerin yalan ve iftira yolu ile dinde yeri olduğunu da savunurlar.

Yalan ve uydurmalarla kendi fikir ve görüşlerini savunan yalancı deç-çatlar, her asır ve devirde buhnmuştur. Günümüz de de pek çoktur. Hatta ataların «Yarım hoca din yıkar, yarım tafoib can yakar» dedikleri gibi, İslâmı bilmeyen pek çok kara cahil ve fakat âlim diye ulemâ postuna oturtulmuş yalancı deccallar eksik değildir Yaranacağım, mevkîmi muhafaza edeceğim, danada yükseleceğim, diye nefislerinin arzu ve isteklerine uyan ve ahlaksızların keyif ve arzularına göre hüküm çıkaran ve o zalimlerden takdir alan âlim taslaklı cahîl başlar ortada kol gezmektedir.

Böyleleri gördükçe. Mübarek Peygamberimiz efendimizin asırlarca evvel buyurduğu bu mübarek hükümlerinin bir mûcizei Rasul olarak gayet açık ve seçik bir şekilde anlamış oluyoruz. Bu sapık ve zındıkları gördükçe hemen bilinmelidirki, o adamlar, o zamanın ve o milletlerin yalancı Deccat-larıdırlar.

Yalancı Deccallar, daha çok ilmi kelam meselelerinde islam aleminin başına dert açmışlardır. Cenâbu hakkın zâtı ilâhi ve sıfatı ilâhîleri hak kında yalan isnatlar ve doğru olmayan teşbihlerde bulunmuşlardır. Bu se-bebden pek çok büyükler ve mürşidi hakîkiler, ilmi kelam meselelerinde münâkaşa ve münazaradan nehyetmişlerdir.

Meselâ İMAMI MALİK (R.A), şöyle demiştir :

«Aman BİD'AD dan kaçınınız! Denildiki : BİD'AD nedir? İmamı Malik hazretleri dediki : Bİd'at sahiblerinin, Allâhü tealanın isimleri, sıfatları, kelâmı ilâhisi, iimi ilâhisi ve kudretinden bahsedib konusrnniandgr ki, Sa­habe ve tabiin onlardan sükût edib konuşmamışlardır. Eğer onlardan bah­sedib konuşmak olmuş olsaydı, Şer'i hükümlerden bahsedib konuşdukları gibi onlaidanda bahsederlerdi.»[156]

Tatarhâniyede Nevazilden naklen beyan edildiğine göre, Ebû Nasr (R.A) dedik,} : Bana ulaşan bilgiye göre, Ebû Hanifenin oğlu Hammad (R.A) İlmi kelam meşelerinde könuşub münazara yapıyordu. Ebû Hanîfe (R.A) bundan nehyetti. Bunun üzerine oğlu Hammad (R.A) dediki : Elbet ben seni ilmi kelam meselelerinde konuşur gördüm. Nasıl oluyorda sen beni bundan nehyediyorsun?

İmamı Azam Ebû hanîfe dediki :

«Ey oğlum! Biz her birimiz ilmi kelam meselelerinden bahsederiz. Fa­kat bizler birbirimizi sanki başımızda saadet kuşu gibi kabul ederizki, o. kimsenin başımızdan düşmesinden korkarız (yani küfre kaymasından kor­karız.) Sizier ıise, bugün konuşup münazara yapıyorsunuz ve her biriniz karşısındaki arkadaşının ayağının kaymasını ister, arkadaşınızın küfrünü arzu eder söylersiniz. Bir kimse, arkadaşının küfrünü arzu ederse, arkada­şı kafir olmazdan evvel o kimse, kafir olur,» (Tarikatı Muhammediye, 29)

İşte yukarda naklettiğimiz İmamı Malik ve İmamı Azam hazretlerinin sözleri ve tavsiyeleri gereğince, ilmi kelam.ve îtikat meselelerinde çok dik­katli olmak lazımdır. Öyle olur olmaz meseleden veya münakaşadan dola­yı hemen mümin kardeşlerini tekfir edenler kendilerini küfre itmiş ve atmış olurlar. Bilhassa zatı ilâhi ve sıfatı ilahileri hakkında münazara ve müna­kaşadan son derece kaçınmak en doğru yoldur. Zira insan oğlunun aklı nın eremediği ve eremiyeceği meselelerde, İman ettim, deyib sükût etmek kurtuluşun en çıkar yoludur.

Halböyle iken, günümüzde âlim geçinen pek cok cahiller ve yalancı­lar, Dini mübini islâmi kendi emel ve gayelerine âlet ederek dünyalıklarına kavuşmak veya dünyalıklarını korumak maksadı ite imanlı ve islâmın hü­kümlerinden pek çoklarını yaşayan müslümanlara küfür kelimesini isnad etmektedirler. Başkalarını küfre itmek, isteyenlerin kendilerinin kafir olduk larını yukarda öğrenmiştik, evet başkalarına kafir diyenler kendileri kafir olacaklarından veya olduklarından haberleri olmalıdır.

Kendilerinden bşkalannın îmanları muteber değil, ancak onların amel­leri makbul ve en iyi görüş sanki onlarda imiş ve onların hiç hatası günahı olmazmışcasina harakeî eden ve böyle görüş sahibi olan bir takım zavai-lilar, asırlardan beri devam ede gelmiş, bugünde aynı fitnelerin içinde yü­zen, ucub, kibir ve Riya sahibleri maalesef evliya kılığına bürünmüş ve hat­ta en doğru yolda olduklarını savunmaktadırlar.

Behey zavallılar! Büyük müctehidi mutlak İmamı Azam hazretleri, za­manının padişahının vereceği ve icra edeceği hükmüne belki müdahale ederde hakkı ile hüküm veremem diye kâdîliği kabul etmiyor. Zindana atılı­yor. Kırbaçlanıyor ve o kırbac'ın tesiri ile vefat edib rahmeti rahmana ka­vuşuyor. Bu büyük imam fetva üzere yaşamaya çalışan bir mütîekî idi. Bu büyük zat böyle yaparken, Zamanın padişahı bir suç işlerse, mahkeme huzuruna da çıkardı ve cezası olursa, cezalanırdı.

İmamı Azamin talebesi imamı Muhammed-in talebesi ve itikadda ehli sünnet görüşünün imamı olan imamı Ebî Mansûri Mâtüridî (R.A) in şu sözüne dikkat edilmelidir:

«Bir kimss, zamanımızın sultanına (padişah ve devlet reisine) âdil der­se kâfir olur.» [157]

Hayatın islam esaslarına göre tanzim edildiği bir zamanda büyük irnam, makam ve mansıbdan kaçınıp çekinirken, bütün pirensipler ve icra­atlar islam esasları dahilinde olmayıp beşerî esaslara göre icra edilen bir mekân ve zamanda büyük imamın tam tersine makam ve mansıb hırsına düşkün kimseler, kalkıyorlar kendilerini ve gittikleri yolu «islâm yoludur.» diyorlar. Binaenaleyh onlara tabî olunmaz veya onların hataları söylenirse, söyleyen adamlar ya münafıklar, ya ahlaksız veya kafir damgası ile mü­hürleniyorlar, Aslında başklarma kafir diyen, makama, mansıba ve dünya menfeatına" düşkün hırslı adamlar kâfir olurlar.

İslama ve insanlığa hizmete koyulanlar, her şeye tahammül ederler ve her ferdin îkaz ve uyarmalarına dikkat ederler. Onların söz ve ikazlarına teşekkür ederek eksiklerini tamamlamaya çalışırlar. İslâm ahlakını esasları, bu ve pirensibieri böyledir. Binâenaleyh islam esaslarına uymayan ve fakat müslüman geçinen ve hatta islam dâvasında olduklarını söyleyenlerde

olsa, islam esâsına uymayan iddia ve görüşler Yalancı Deccallann görüş-io' '-'den ileriye gidemez.

İmamı Süfyönı Sevrı (R.A) da şöyie demiştir :

«Nerede olursan ol, Kakdan bâtılı oyırd edib batılı terk et. sünnete tâ­bi c-1 ve Bid'at! terk et.»[158]

İmâmı Şafiî (R.A) demiştir:

«(Bir ademin Allaha şirkden başka, AIEâhın nehyeıîiklerinden mübtelâ olduğu her hangi bir günah ile mübtefâ olması, ilmi kelam münakaşasına mübtefâ olmasından hayırlıdır.»

(Mirkat, 190)

Yani ilmi Kelam meseleleri ile münakaşa edib dedi koduda bulunmak, şirkden başka diğer günahların en büyüğü ve en kötüsüdür. İlmi kelam münakaşasında bulunmakddn diğer günahlar daha hafif veya vebalı ona nisbetle azdır. Fakat Allâha şirkden sonra en büyük ve en kötü günah, il­mi kelam meselelerinde münakaşa ve münazarada bulunmaktır. Çünkü sahabe ve tâbînin kaçındığı ve büyük müetehitlerin dikkatle üzerinde du-rub ikazda bulunduğu çok mühim ve aynı zamanda Bid'at olan bir ameldir. Küfürden sonra en büyük günah, Bid'at olması hasebiylede ilmi kelam meselelerinden bahsedib münakaşa da bulunmak en büyük günahtır. İma-mi Şafiî hazretleri de bu cihetten yukardaki kıymetli sözünü buyurmuşlar­dır. Bu sebebden. ilmi ke*arn meselelerini öğrenmek farzı kifâye olarak ■beyan edilmiştir.

Resûiü Ekrem efendimizin mübarek sözünde buyurmuş olduğu pek çok «Yalünçı Deccallar» türeyecoği hususu, her asır ve zamanda ve hatta her kavim ve milletlerde böyle sapık ve zındık adamların türeyip müslü-manları şaşırtacağına işarettir. Her kavmin bir fir'avnı ve her miHetin bir Ebû cehili şeklinde çeşitli zaman ve mekanlarda böyle zalim ve yalancıla­rın çıkacağını beyan etmekle, muhtelif zaman ve mekânlarda görülen zalîmana hareketler ve yalancı fetvacılar bu kabil Yalancı Deccal­lar olmuş oluyorlar. Yoksa Mehclî Ali Resulün karşılaşacağı ve Hz. İsâ aleyhisseîâmın öldüreceği Deccâii kebir, değildir. O Deccal en son gele­cek ve kıyametin son zamanında görülecek ve alnında kafir yazılı olan mel'un dur.

Deccal hakkında yukarda ikinci hadîsi şerifin izah bölümünde bir neb­ze bahsettiğimizi hatırlatırız. Daha geniş malûmat, akâid kitablarında ve ayırca kıyamet alâmetlerinden bahseden muhtelif eserlerde mzkürdür.

Yukarda izahını yapdığımız hadîsi şrifin şu, «Siz, kendiniz! onlardan ve onları kendinizden uzaklaştırınız. Uzaklaşana ki, sizi kötü yola sapıt­masınlar ve sizi fitnenin içine düşülmesinler.» cümlelerinde de çok dikkat edilecek hususlar vardır. Zira Yalancılardan kaçınmak kurtuluş yoludur.

İnsan, kendini ehliyetsiz ve liyakatsiz kişilerle beraber ettikçe onların hu­yuna sahib olur, onların işledikleri yalan sözlere kanar ve hatta öyle ya­lancıların müdafii kesilir. Nihayet hak müdafii yerine batıl ve haramların müdafii olur.

Hadîsi şerifde, «Sizi, kötü yola saptırmasınlar» cümlesinde şu meal-daki ayeti kerîmeye işaret vardır :

«Ey îman edenler! Nefislerinizi düzeltmek üzerinize borcdur. Siz dü-zelib doğru yolda bulduktan sonra, yolunu şaşıranlar size zarar vermez.» (Maide sûresi, 105)

Diğer âyeti kerîme mealide şöyledir:

«Bir de öyle bir musibetten ("fenalık ve belâdan) korkun ki; o, yalnız içinizde zulmedenlere isabet etmez (o bela ve felâket umûmî olur.) BiMnki AMâhın azabı çok şiddetlidir.» (Enfai sûresi, 5}

Bu her iki âyeti kerîmede de belirtildiği üzere, kötülükten ve kötüler­den kaçınmak her müslümanın dünya ve ahiret seadetini sağlar. Kaçınma-yıp fenalıklara ve fena adamlara iltifad edib yaklaşmak ise, dalâlet ve felâketin ta kendisidir. [159]


Tercümesi:


155 - (16) Yine ondan (Ebî Hureyre R.A. den) mervîdir, dediki : Ehli kitab (yahûdiler, Hıristiyanlar), Tevratı ıbrânîce okuyorlar ve müslümanla-ra araboa olarak tefsir ediyorlar idi.

— Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V) buyurdu :[160]

«Ehli kitabı tasdik ve tekzip etmeyiniz, ve (deyinizkî, AHaha ve bize in­dirdiklerine îman ettik.}» [161]


İzahat


Bu hadîsi şerifde dikkat edilmesi gereken bâzı hususlara işaret edil­miştir. Peygamber efendimizden evvel geçen peygamberlerin hak ve ken­dilerine gelen ilâhi hükümlere inanmanın da farz olması hasebiyle ehli ki-iabdan olan yahûdî ve hırıstıyanların verdikleri haberler onların getirdik­leri gerçekler olabileceği cihetle inkar edilmemesi gerektiği veya onlara isnat edilerek yalan söyleyebilecekleri cihetiede tasdik edilmesi hâlinde yalan ve uydurmaların tasdik edilebileceği cihettende tasdik ediimeyib su-sulması gerektiği beyan buyurulmaktadır.

İlâhî kitabların top yekûn hepsine inanmak ve peygamberler arasında tefrik etmeden inanmak, islamın ana esaslarından biridir. Bu sebeble Hz. peygamber efendimiz Yahûdî ve Hıristiyanların getirdikleri veya okudukları hükümlere hemen inanmayıp ve tekzibde de bulunmadan : «Allâha ve bize indirdiklerine îman ettik.» diyerek neticeye bağlamayı tavsiye buyurmuş­lardır.

Peygamber efendimiz, bu mübarek sözlerinde şu mealdâki âyeti keri­meye işaret buyurmuşlardır:

«(Ey müminler! Yahûdî ve Hıristiyanların sizi kendi dinlerine davetle­rine karşı) şöyle deyiniz : Biz Allâha ve bize indirilen Kur'ana, İbrahim-e Ismâil-e, İshak-a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere, Musa ve İsâya veri­lenlere (kitablara) ve bütün Peygamberlere Rabları tarafından verilen ki-tablara îman ettik. Onların hiç birini diğerinden ayırd etmeyiz. Biz, ancak Allâha boyun eğen müslümanlarız.» (Bakara sûresi, 136)

Hadîsi şerifdeki şu, «Sizi, fitnenin içine düşürmesinler.» cümlesinde şu mealdâki ayeti kerîmelere işaret vardır:

«Fitne, adam öldürmekten daha eşetdir.» (Bakara sûresi, 191)

Diğer ayeti kerîme meali şöyledir:

«(Cehennemdeki melekler onlara şöyle derler :) Daha evvel (dünya da) acele etmiş olduğunuz bu fitnenizi (azabınızı) tadın.» (Zâriyat sûresi, 14)

Birinci ayeti kerîmede dünyada, İnsanlar arasında fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötü olduğunu beyan buyurmaktadır. Şu halde dünyada en eşed fitnecilerden olan yalancı Deccallardan kaçınmak ve her türlü fit­ne ve fitnecilerden uzak durmak en doğru ve en iyi yoldur.

İkinci aytj kerimede de, dünyada fitneciliğin cezası, ahirette şiddetli azaba müstehak olmaya sebebdir. Öyle ise akıllı müslüman hem dünyada huzurlu olmak ve hem ahirette cehennem azabından kurtulmak için, fitne ve fitnecilerin her çeşidinden kaçınarak mutlu insanlardan olmaya çalışır.

Cenabu hak, bütün müslüman kardeşlerle bizleri, Yalancı Deccallar­dan ve yalancı Deccallara tabî olmakdan muhafaz buyursun. Amin. [162]


Tercümesi:


156 - (17) Ondan (Ebî Hureyre R.A. denjmervidir, dedi

— Resûlüllah (S.A.V) buyurdu :[163]

«Her işittiğini (araştırıp incelemeden} nakletmek, kişiye yalan (ve gü­nah) yönünden kâfidir.» [164]


İzahat


Bu hadîsi şerifde de cok nazik ve dikkat edilmesi gereken bir hususa işaret edilmiştir. İnsan, her işittiğinin arkasına düşmemeli ve her işittiği ile hüküm verecek olursa, yanıiGbileceğinden, en büyük ve en çirkin ameller­den birisini İşlemiş olur. Bu sebebie ondan bundan işitilen sözlerle hüküm vermeye kalkışılmamalı ve o duyulan sözlerin doğru veya eğrilik hususları araştırılfb incelenmeye tabî tutulmalıdır.

Bilhass günümüzde pek çok insanlar, şahsî veya fırkavî çıkarları için her çeşit yalan ve iftira yollarına baş vuranlar görülmektedir. Bunun için en doğru adam zannedilen kişilerdende işitilse, hemen işitilenle hüküm vermemeli ve işitilen kelimeleri başkalarına nakltme vebâlınada d-üşülme-melidîr. Belki yalan olabilir, o söyleyen kimse de başkasından duymuştur. Dolaysiyle aslı olmayan bir şeye doğru diyerek inanıp başkalarına da ak-îarımar suretiyle bir yalancı ve yalan aktarıcı müfteriler sırasına girilmiş

Asrı seadette Hz. Peygamber efendimize dahi zanla ve duymalarla hüküm veren bir takım kimseler, şüpheye düşürerek büyük günah işiemiş ierdir. O yalan sözleri aktaran vehim ve zancıtarm fasit haberlerine inanan kimseler, hem asrı seadet de ve hem ondan sonraki zamanlarda dâima pe-şiman olmuşlardır. Biz de hem günaha ve hem peşimanlığa uğramamak için., her söze, her söylenene ve her söyleyenin sözüne kanıverib duyduk lanmızi incelemeden hüküm verir veya başkalarına aktarırsak, hiç günahı mız olmasa, bu söz aktarma günahımız bize yeter ve artar.

Yukarda açıklamaya çalışdığımız hadîsi nebevide şu meaidaki âyeti kerimeye işaret vardır.

«Ey müminler! Eğer sîze bîr fâstk, bir haber getirirse, onu araştırınız (doğruluğunu anlayıncaya kadar tahkik ediniz). Belki bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yapdtğimza peşiman olursunuz.» (Hucurat sûresi, 6)

Evet şuurlu ve temiz müslüman, işittiği bir haberin arkasına düşüp başkasına nakletmez. Doğru veya yanlış olabileceği hususunu inceler, araştırır ondan sonra hükmünü ve başkasına nakletmeyi yapar. Çünkü inceleyib araştırmadan duyulan her sözü nakietmek yalan ve günah bakı­mından yeter ve artar.

Bu sebebie duyulan her sözü başkalarına aktarmamak ve aynı zaman­da incelemeden inanıvermek iyi değildir. Günahsız ve lekesiz olan amel

defterini kirletmekle lekelemek istemeyen müslüman, bu hususa çok ve çok dikkat eder ki-, hem dünyasını ve hem ahîretini kazanmış mutlu insanlar­dan olur. [165]


Tercümesi:


157 - (18)) İbni Mes'ud (R.A) den mervîdir, dedi; , — Resûlüllah (S.A.V) buyurdu :

«Benden evvel ümmetine Allâhın gönderdiği her Peygamber için, mut­laka o ümmetlerinden kendisinin hâvarıiyieri ve ashabı var îdiki, o havâriy-ler ve ashabı o Peygamberin sünnetini tutarlar ve emrine iktidâ ederlerdi.

— O kimselerden sonra bir takım kişiler halef olarak gelirler, işleme­diklerini söylerler ve emrolunmadıklarını işlerler.

— Binaenaleyh bir kimse, oniarta eJiyîe cihad ederse, işte o kimse mümindir

— Ve bîr kimse, onlarla diliyle cihad ederse, işte o kimsede, mümin­dir.

— Yine bir kimse, onlarla kalbi ile cihad ederse, işte o kimse, mü­mindir.[166]

— Bundan (kalb ile clhaddan) başka hardal dânesi kadar dahi îman-aan bir mertebe yoktur.» [167]


İzahat


Hadîsi şerifin baş tarafında her Peygamberin kendisine sadakatla ina­nan havarileri ve ashabı olduğunu ve o havarilerin peygamberin en samî­mi tâbîleri şeklinde bulunduklarını açık bir ifâde ile beyan buyurmaktadır.

Bu ifâdelerle Hz. Rasûl (S.A.V) efendimiz şu meaidaki ayeti kerimeye işaret buyurmuştur:

«Ey îman edenler! Aliâhın (Dîninin) yardımcıları olunuz. Meryem in oğ­lu İsâ, HavârHeri : Allâha (yönelerek) benim yardımcılarım kimdir, dediği gibi. Havârtterde (îsâya bağlı olanlarda) şöyle cevab verdiler : Aliâhın yar­dımcıları biziz,..» (Saf sûresi, 14)

Bu âyeti kertmedeki belirtilen sadık Havariler gibi ihlastı müslüman sahâbîler Peygamber sallallahü aleyhi vesellem efendimizin sadık yardım­cıları, dîni mübîni islâmın en ciddî müdafii ve en güzel yardımcısı idiler. Al-lâhü tealanın rızasını tahsil etmek ve Peygamber efendimizin koruyucu sadık sevgillileri olduklarını fiilleri ile ibraz etmek için, evini, bağını bahçe­sini, anasını babasını, karısını, çoluğunu çocuğunu ve sairesini bırakıb Hz. Rasûlü Ekrem efendimizin aşkına din için fî sebîillah Mekke-i müker-remeden Medînei münevvereye hicret ettiler. Medîneli müslümaniarda Al-lâhın sevgilisi efendimize en son ikram ve ihtiramı göstererek hem kendi­sine ve hem yanında gelen muhacir müslüman kardeşlerimize her şeyle­rini bağışlarcasina ikramı izzette bulundular. Bu sebeble Mekkei müker-remeden hicret eden yiğitlere «MUHACİR» ve Medînei münevverede İslama yardıma koşanlara da «ENSAR» denilmiştir.

Hadîsi şerifin devam eden hükümlerinde ise, o mübarek sahabeden sonra gelecek kimseler hakkında Rasûlü Ekrem şöyle buyurmuştur : «İş­lemediklerini söylerler ve errıro!unmadıklarını işlerler.»

Hadîsi şerifin bu cümlesinde de şu mealdaki âyeti kerîmeye işaret vardır :

«O işledikleri fenalıklara sevinen ve yapmadıkları şeyde (bir şeyi iş­lemedikleri halde işlemiş gibi) övülmeyi seven kimseleri de sakın azabdan kurtulmuş bir yerde sanma, onlar için çok acıklı bir azab vardır.»

(Ali İmran sûresi, 188)

Diğer ayeti kerime meali şöyledir:

«Ey îman edenier! niçin yapmayacağınız şeyi söylersiniz. Yapmaya­cağınız şeyi söylemeniz, Aliâhın katında buğz bakımından çok büyüktür.» (Mümtehine sûresi, 2-3)

Bu ayeti kerîmeierdeki hükümler, günümüzde daha ayan beyan an­laşılmaktadır. Adam yapmayacağı, tersini yapacağı şeyleri vâd ediyor, yap-mayor ve yapmadığı ve fakat kendisinin yapdığını söyleyenlerin sözleri ile övünüp iftihar ediyor. İşte bu adam, Allahın buğz ettiği ve en şiddetli azab ile azablandıracâğı adamdır.

Sülâlesiyle, dedesi, babası ve hocası ile övünüp de onların işledikleri güzel amelleri işlemiyen ve fakat haram ve günah olan pek çok kötülükleri işleyen bir takım sefih, zındık ve sapıklar, yukardaki âyeti kenmelerdekı ve peygamber efendimizin hadîsi şerîfindeki «işlemediklerini söylerler ve emrolunmadıklannı işlerler» cümlesinin hükmünü yaşayan zavallılardır.

İşte böyle fasık ve ahlaksızlarla; evvela elimizle, sonra dilimizle ve en son olarak da kalbimizle cihad etmemiz Rasûlü Ekrem efendimizin tavsi­yeleridir. Emri bilmâruf nehyi anilmünker vazifesi olan bu üç yol ile cihad etmeyi terk edip fasık ve zâlimlerin kötülüklerini ört bas etmek veya ehern-miyetsizmiş gibi ilgilenmeyip ikazda ve buğuzda bulunmamak, en çirkin hal ve en zâif îmanın neticesidir.

Hal böyle iken zâlim ve ahlaksızlarla dost olup işbirliğine iştirak ede­rek kötülüklerini hoş karşıfarcasına hareket eden ve hatta zâlim, hâin, bâği ve kâfir iddialı kimseleri iyi göstermeye çalışan bir takım beyinsiz­ler, kendilerini evliya ve mücâhid olarak göstermeye çalışıyorlar.

Aslında zalimleri ve hâinleri savunan veya onlarla çekinmeden iş­birliğinde bulunan ve kötülükleri ile mücadelede bulunmayan kimseler, Evliya değil, eşkıyadırlar. Mücâhid değil, münafıktırlar. [168]


Tercümesi:


158 - (19) Ebî Hureyre (R.A) den mervîdir, dedi :

— ResûlüHah (S.A.V) buyurdu :

«Bir kimse, hidâyete davet ederse, o davet eden kimse için, dâvetine ittibâ eden kimselerin ecirleri kadar ecir vardırkj, o tâbi olanların günahla­rından hiç bir şey noksanlaşmaz.» [169]

(Not : Bu hadîsi şerifin hükümlerini İzah eden beyanlar, yukarda bi­rinci hadîsi şerifin îzah kısmında geçmiştir.) [170]


Tercümesi:


159 - (20) Ondan (Ebî Hureyre R.A. den), mervîdir, dedi

— ResûlüHah (S.A.V) buyurdu : [171]

«İslam, garip olarak başladı ve yine başiadsğı gibi garipliğe avdet edecektir. Binâenaleyh garip müsiümanlara müjdeler olsun.» [172]


İzahat


Yani islam, ilk günlerinde inananların azjığı ve islam düşmanlarının zulümleri ile gariblik ve ızdırablı bir şekilde başlamıştır. Mesela, pek çok sahabe işgenceye uğramış, Hz. Resulü Ekrem ve sahabeleri çeşitli ve iğ­renç saldırılarla karşılaşmışlardır. İnanan müslümanlardan Hz. Bilal (R.A) boynuna ip bağlanıp sokaklarda sürüdülmüş ve sıcak taşlar arasına bastı­rılarak eziyetler edilmiştir. Yine de Bilâli habeşi (R.A), Allah bir Allah bir, diyerek îmanında sebat etmiştir.

Bâzı sahabeler islamını saklamışlardır. Bâzslarıda evlerinde gizli gizli kur'an okumak, ibâdet yapmak zorunda kalmışlardır. Çarşıda pazarda rahat gezemezlerdi. Hatta alış verişe dahi çıkamayıp günlerce yiyecek sı­kıntısı çektikleri zamanlarda olmuştur, müsiümanlara mal satmamak, on­larla alış verişde bulunmamak, pazarları onlara yasak etmek ve müsiü-manlardan kız alıp vermemek gibi BOYKOT muamelesini de uygulamışlar­dı.

işte görüldüğü üzere, BOYKOT müşriklerin müsiümanlara bir zuium ve işgence olarak icra ettikleri en zalimane bir harekettir. Hal böyle iken müslümanların birbirlerine karşı boykutta bulunmaları cidden esef verici şeydir.

İslamın başlangıcında böyle çileli hallerin görüldüğü gibi, son za­manlarında da aynı hal görülecektir. Hz. Rasûlü Ekrem efendimiz bu hâ­lin aynı şekilde cereyan edeceğini açık bir ifâde ile beyan buyurmaktadır.

Fakat islam, garib olarak başladı ve zamanla gelişti dünyaya yayıldı. Salihleri en ciddi ve en güzel şekilde islamı yaşadılar ve el'an islam şâşâsı-nı ve kuvvetini muhafaza etmektedir. Her ne kadar sâlikieri azalmış ve ciddiyetini eksiltmiş isede, yine islam gâlibdir ve yine islam galib gelecek­tir.

İslam, başladığı gibi tekrar yine garibliğe dönecektir. Hadîsi şerifin bu cümlelerini de şöyle anlamak gerekir:

a) İslam, ilk günlerindeki garibliğine yine avdet edecek, sâiikieri aza­lacak ve aynı zamanda müsiümanlar çeşitli şeküde işgence ve eziyetlere mâruz kalacaklardır.

b) İslam, daha evvel nasıl ki garib olarak başladı ve nihayet geliş­ti, yayıldı ve etrafa dağıldı. İşte son zamanda da yine aynı hal olacaktır ve islam ilk günlerindeki gariblikten sonraki gelişmesi son 2aman görülecektir. Yer yüzünde İslama girmeyen kimse kalmayacak ve İslamın girmediği ev bulunmayacaktır. Her eve ve her insana islam mutlaka gire­cektir. İslamı, ya izzet ve şeref olarak kabul edecekler veya islamın izze­tinden korkarak zelil ve hakir olarak boyun eğib İslama gireceklerdir. İslamı kabul etmeden başka çare kalmayacaktır. Zira müsiüman olmayıp kafir olanlar, öldürülecekler.

İşte bu sebeble İslam, mutlaka galib ve âlidir. Onu kıyamete kadar, koruyacak ve muhafaza edecek, halikı zülceialdır. Islâmın her eve ve ki­şiye erişeceğini beyan eden hükümlerin ana esasları, yukardaki hadîsi şeriflerde geçmiştir. Ayrıca «İSLAMA SOKULAN BÎD'AT VE HURAFELER» adlı eserimizin ikinci cildinde uzunca îzah ettiğimizi hatırlatırız. [173]


Tercümesi:


160 - (21) Ondan (Ebî Hureyre R.A. den) mervîdir, dedi:

— ResûiüÜah (S.A.V) buyurdu :

«Eibet iman yılanın deliğine akdığı gibi, m edin ey e dönüp akacaktır.» (Hadisi, Buhâri, Müslim ittifakla rivayet etmiştir.)

— Ebî Hureyrenin hadîsini, Menâ?;ik kitabında «size terk ettiğim şeyi öylece bırakınız.» «Şeklinde zikredeceğiz, muâvîye ve câbir (R.A) in : » Ümmetimden zâii olmaz. «Ve diğeri : «Ümmetimden bîr taife zail olmaz.» Hadisîmide, (Bu ümmetin sevabı babı) başlığında inşaallah zikredeceğiz. [174]


İzahat


Bu hadîsi nebevide de gelecekle ilgili kıyamet alâmetlerinden bir hük­mün beyânı arzediimektedir. Aynı zamanda îman ve îlsâmtn Medînei münev-vereye avdet edişi, yılanın deliğine dönüb akışına teşbih edilmektedir. Yı­lan çıkmış olduğu deliğine gerisin geri avdet ederken kuyruğunun üzerine tekrar aynı yoldan dönüb aktığı gibi, îman ve islamda Medînei münevvereden etrafa dağılmıştır. Tekrar etrafa yayılıp gittiği yollardan avdet edecek­tir. Her tarafa islamt yıkıcı fitne girecektir. Ancak Medînei münevvereye girmeyecektir. İslam en güzel şekilde varlığını ve kuvvetini orada göstere­cektir.

Bu mübarek sözün mana ve muhteviyatı, günümüzde dahi görülmek­tedir. İslamın pek çok hükümleri başka ülkelerde gereği şekilde icra edil­mez haldedir. Fakat orada halis ve muhlis müs.lümanlık ve müslümanlar görülmektedir. Hatta islâm in hükümlerinden Haccın ifasına giden her müs-lüman oraya mutlaka uğramaktadır ve oradaki hâlis ve muhlis hayata hay­ran olub gelmektedir.

Hadîsi şerifde beyan edilen «Medine» tabiri, Islâmın gelişme merkezini beyan etmek içindir. Esas ve gerçek anlamı hakkında başka hadîsi şerif­lerle açıklanmaktadır ki, Haremeyn denilen iki şehre şamildir. O iki şehirden birisi, İslamın doğuş ve başlangıç merkezi olan Mekkei mükerreme, diğeri de Hicret edilen Medînei münevveredir.

Netekim bu gerçek bir hadîsi nebevide şöyle beyan edilmiştir :

«Muhakkak ki islam, garib olarak başladı ve başladığı gibi (garibliğe veya garib olarak) avdet eder. Ve islam, Yılanın efeliğine sığındığı (akdığı) gibi, iki mescid (Mescidi haram ve Mescidi nebi) arasına sığınır (akar).»[175]

Hadisi nebevide beyan edildiği üzere islam garibleştiği zaman, Mes­cidi haramın bulunduğu şehir olan Mekkei mükerreme ile Rasûlüllahm Ravzasının bulunduğu şehir olan Medînei münevvereye sığınıp akacaktır.

Bu hadîsi şeriflerin hükümleri bugün bir mûcizei Rasûl olarak görül­mektedir. Ve aynı zamanda yarın gelecekte de müşahede edilecektir.

Evet asırlarca evvel söylenmiş olan bu mübarek sözün hakikat ve esâ­sını pek çok müslümanlann görüb bildiği gibi, bizde bizzat gidib gördük ki, Mekkei mükerreme ve Medinei münevvere de ve o iki şehrin civarında islam en güzel şekilde saflığını ve varlığını göstermektedir. Hemen hemen insan­lar ve bütün varlıklar huzur içinde diğer ülkelerdeki hırsızlık, hainlik, katil­lik, canilik, zânîlik ve emsali kötülükler orada pek azdır. Aynı zamanda böy­le suçları işleyenler hemen cezalandırılmaktadır. Irz, namus ve mal emni­yeti, diğer şehir ve ülkelere nazaran çok ve çok emniyettedir. Hatta islamın safiyetine bağlı saf ve temiz müslümanlarda oralarda görülmektedir.

Yirminci (20.) asırda pek çok ülkelerde teknik ve san'at zirveye ulaş­mıştır. Maddi bakımdan fevkalâde gelişmeye rağmen, insanlık huzur ve sükûn içinde değildir. Kitallar zinalar, içkiler, cinayetler ve pek çok kötü­lükler kol gezmektedir. Bu cinayetleri işleyen eanîler hapishaneleri doldur­muşlardır. Hatta sokakları doldurmuşlardır. Fakat o mübarek ülkede hapis­haneler boş, sokaklarda huzur ve emniyet gayet hoştur. Pek çok mallar

meydanlarda durmaktadır. Başka ülkelerdeki kadın fitnesi hâlini almış olan, cıblaklar, sokaklar da hiç görülmez. Kur'an tâlimi ile meşkul olan islam yavruları, insanlara hayret vermektedir.

Keza islamın sığınak merkezi olan Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere ve civarından başka ülkelerde, mürtedier, katiller, cânîler, hır­sızlar, bağîler, eşkıyalar, zânîier ve emsali kötülükleri işleyenler, islamın de­diği ceza ile cezalandırılmadıkları gibi, bunların afvı hususu yabancı kul ta­rafından yapılamıyacağı halde bağışlayıp afv edenler oluyor. Fakat o müba­rek beldelerde kulun afv etme hakkı olmayan, mürtedlik, hırsızlık, bağîlik ve zânilik gibi fenalıkların cezası hemen infaz ediliyor.

O mukaddes ülkeden başka yerlerde ise, böylelerini afv eden papaz kafalı beyinsizler görülüyor ve olmaktadır.

Katilin afvi hususu, maktulün (öldürülenin) yakınlarının bağışlamaları hâlinde olması caizdir. Bu hükmün geniş İzahı, 'Mülteko tercümesi» adlı eserimizin dördüncü cildinin son kısımlarında mezkûrdur.

Hiç hakları ve hadleri olmadıkları halde, islâma aykırı olan böyle afv ve bağışlamaları, «Afv bir atûfettir» diyen kara câhil ve makam, mansıb hırsına sahib olan zavallıları da malesef gördük ve münakaşasını yapdığımız kişi'er de olmuştur.

İsiâmı bilmeyen câhi! başlar, ağızlarına «İslâm-; kelimesini almışlar, her düşünce ve sözleri sanki islammış gibi hareket ediyorlar. Halbuki islam baş­ka, ahlak başka ve islamın ana esasları başka şeydir, onların fikirleri, savun­maları ve hükümleri yine başkadır. İslam cihanın malıdır.

Böyle olmakla beraber, son zamanlarda islamır* ismi, Kur'anın resmi kalacağını ve fitnelerin de bilgin geçinen kimselerin yakasından çıkıp ete­ğine çıkılanacağı muhtelif hadisi nebevilerde beyan edilmişti. Bu hükmü açıklayan hadîsi nebeviler, ilerdeki ciltlerde gelecektir.

Hal ve hareketleri, söz ve amelleri islâma uymayan ve fakat ahlakdan ve takvadan bahseden pek çok cahiller, kendilerine «müttekî ve mutasav­vıf» süsü vererek câhil milleti aldatıyorlar. Halleri fetvaya dahi uygun olma­yan bu zındıklar, kendilerine takva ehli dedirtiyorlar.

Böylelerine büyük âlimler şöyle demişler:

Fukahâya göre kudda-ı tarîk.

Oldu soofiyye gurûhu tahkik.[176]

NOT : Kuddar-ı tarîk; yol kesici eşkıya, demektir.

Yine âlimler şöyle demişlerdir:

«Tasavvuf, daha evvel hal idi (Yaşanma idi). Sonra kal (sözden ibaret) oldu. Sonra hâl ve kâl hâli giddi. Şimdi hayal (tasavvufun hayali) kaldı.»[177]

Bu cümleleri nakletmekle, islâmı bilmeyen ve amel etmeyen bir takım karo câhillerin aldaticı ve islâmı tersine anlatıcı durumlarını bildirmek ge­rektiğine işaret ediyoruz. Dolaysiyle islâmı ve müslümanları esas garibteş-tîren ve dejenere hâline getiren böyle sapıklar olduğunu bilmek lâzımdır.

Huiasaî kelam dünyanın son zamanlarında her tarafı kaplayan pek cok fitneler, o mübarek şehirlere giremiyecektir. İslam, kıyamete.kadar ve kâbei muazzama yer yüzünden kaldırılıncaya ve kalblerden îmanın silinip yok edilme zamanına kadar, islam o iki beldede safiyetini muhafaza edecek, müslümanlar da huzur içinde Rablerine kulluklarını ifâ edeceklerdir.

Yukarda 160 nolu hadîsi şerifdeki «MEDİNE» kelimesini, bâzı ulema-«şehir» manasını ifade etmektedir, diyerek, «İslam Medine ismini alan, yani şehir manasını ihtiva eden her şehre islâm akacaktır» şeklinde îzah etmişlerdir. Bu manayıda bir nebze görmek ortadadır. Zira bütün halkı şehre akın etmek için çabalamaktadır. İslâmınh ükümlerini iyi bilen ve iyi okuyanların hemen hemen hepsi şehir merkezlerinde toplanmakta­dırlar.

Bu görüş de kıyamet alâmetlerini beyan eden muhtelif hadîsi şeriflerde zikredilmiştir. Yâni kıyamet alâmetlerinden biriside, islam garibleştiği za­man, müslümanların ekserisi.şehir merkezlerine akın edecekler, demektir.

Bugün köyden gelib ilim tahsil eden ve islâma hizmet aşkı ile gayret edenlerin ekserisi şehir merkezlerindedirler. İyi bilen, iyi okuyan, iyi san'at-kar ve iyi iş adamlarının pek çokları şehir merkezlerine toplanmaktadırlar. Bu da gösteriyorki, köylerde karar edenlerin pek çokları son zamanlarda şe­hir merkezlerine akın edeceklerdir.

Bu görüşün yaşantıssda cok açık bir şekilde görülmektedir. Bir çok kimseler, köyündeki evini, bağını, bahçesini, tarlasını, takkasını bırakıyor şehre geliyor. Sorulduğunda köyünde huzurun kalmadığından bahsedenler çoğunluğu teşkil ediyor. Demek oluyorki, İslam garibleştiği zaman, huzur ve sükûn merkezi, şehirler oluyor. Kendine göre bir huzur sağlayacak işe veya başka şeylere sahib olma imkanı şehirlerde daha elverişli olmaktadır.

Büyüklerinde şöyle bir sözleri vardır: «El'ulemaü minelkura, lâ filkura : alimler köyden yetişir, fakat köyde kalmazlar.»

Hayatta bulunan ve daha evvel geçmiş olan âlimlere nazar edilirse, ilim sahihlerinin ekserisi köyden .a köy çocuklarından yetiştikleri görülür. Bilhassa, din iimine çalışan ve ve yetişen büyük bilginlerin hemen hemen ekserisi köyierden gelmişler ve yetişgin alimler olarak şehir merkezlerinde karar etmişlerdir. Din ve îman hizmetinde buiunan Diyanet reisi, müfti, vaiz, imam, hatib, müezzin, Kur'ani Kerim hocası ve mesâlî din hizmetinde bulu­nanların ekserisi köyden gelmiş ve Köy halkının çocuklarıdırlar.

Yukardaki hadisi şerif de bu hususlara da işaret vardır. Hayatın bu noktada görülmesi de, bir nevî roûcizei Rasûlün tezahürü olmuş oluyor. Cenabu hak nerede olursak olalım. İslama bağlılığımızı hem kendimizden ve nemde neslimizden eksik etmesin. Vs Her müslümanı ilsâmını korumak için iyi yollan, yerleri ve iyi arkadaşları arayıp oralarda ve öyle makbul ki­şilerle islâmını huzurluca yaşayan mutlu insanlardan olmayı nasîb buyur­sun. Amin. [178]


Kitap Ve Sünnete Sarılma İle İlgili İkinci Fasıl

Tercümesi:


181 - (22) RabÎGîül Cüreşi (R.A) don mervîdir, dediki : Resûlüllah (S.A.V.) e gelindi, ona denildi.

«Senin gözün uyur, kulağın işîfir ve kalbinde o halde iken anlayor.»

— Resûlüilah (S.A.V.) buyurdu :

«Elbet benim gözüm uyur. Kulaklarım İşidir ve kalbimde idrak edip on­lar.»

— Resûlüllah (SAV) dedi:

«Bana denildik!: (bu adam), ©v bina eden bir efendîdirki, o evde sofra-¥' hazss-lar ve etrafa (sofraya adam çağırmak için) dâvetci gönderir.

— binâenaleyh bir kimse, dâveteiye icabet ederse, eve girer, hazırla­nan sofradan yer ve o sofranın sahibi efendi adam memnun ve râzî olur.

Ve eğer bir kimsede dâvetciye icabet etmezse, eve giremez sofradan yemez ve o sofrayı hazırlayan efendide o kişiye gâzablanır.»

ResûlüNah (S.A.V) buyurduk!:

«İşte Allah (C.C.) efendidir, Muhammed (A.S.), dâvetcidir, ev, istamdır ve sofra cennettir.» [179]


Îzahat


Râvî Rabîatülcüreşî, (R.A), yemenlidir. Peygamberimizin sahabesinden olduğu ve kendisinden hadîsi şerif rivayet edib naklettiği beyan edilmekte­dir. Ayrıca sahabeden olmayıp tabiîn'den olduğunu da zikredenler olmuştur."

Rabîa (R.A) in memleketi olanCÜREŞÎ : Yemenin yakınında bir nahiye­nin ismidir.

Hadisi şerifin baş tarafında Resulü Ekrem efendimizin kendisine gelen kimsenin ona gözlerinin uyuduğu halde kulaklarının İşittiğini ve kalbinin de anlar olduğunu beyan etmesi, şâyani dikkattir. Zira her ferd de görülme­yen ve görülmesi nâdir olan bir hâli haber veriyor. O haberi verenin kim olduğu beyan edilmemekte ama, o gelib söyleyen kimsenin melek olduğu anlaşılmakta ve böyle beyan edildiği yazılmaktadır.

Meleğin dediğinde hemen Resulü Ekrem efendimizin, «Elbet benim gözüm uyur, kulaklarım iştir ve kalbimde İdrak edib anlar» diyerek cevabda bulunmasında şu âyeti kerîmeye işaret vardır :

'.(İbrahime (Aleyhisselâm-a) Rabbisi; Benim emrime teslim ol, buyurdu­ğu zaman, o da şöyle demişti : Kendimi âlemlerin Rabbisine teslim ettim.» (Bakara sûresi, 131)

Resulü Ekrem efendiiüiz, hadîsi şerifin devamında hâltkı zülceiâlı, bir efendiye kendisini dâvetciye ve davet edilen evi de islama ve hazırlanan sofrayı da cennete teşbih etmektedir. Bu teşbihleri islam dâvasını en güzel şekilde îzah eden peygamber efendimiz, kendisini tâkîb eden ümmetlerinin de aynı şekilde davete İcabet etmelerini ve davetin kudsî bir görev olduğu­nu bilerek zevkle devam edilmesini beyan buyurmuş oluyor.

İbni Melek dediki : «Bu beyandan anlaşılmıştaki, islam cennetten da­ha geniştir.»[180]

Aiîyyülkâri (R.A) da diyorki, Bende derim : Burada şu hadîsi şerife işa­ret vardır : «Beni arzsm ve semeni yükienememiştir. Fakat mümin kulumun kalbi beni yüklenmiştir.» [181]


Tercümesi:


162- (23) Ebî Râfî {R.A} den mervtdir, dedi:

— Resûlüllah (S.A.V) buyurduki :[182]

«Sizin her hangi bir'nizi koltuğuna dayanmış mütekebbir ve mösteğnî vaziyette bulmayayım, ona benim emrimden bir emir veya nehyetmiş oldu ğumdan bir şey gelirde oda derse; Ben b,ir şey bilmiyorum. Biz ancak Allâ-hın kitabında bulduğumuz şeye tebî ouluruz.» [183]


Îzahat


Râvî Ebi Râfî (R.A), Peygamber efendimizin âzad etmiş olduğu köleie-rindendir. İsmi Eşlemdir. Fakat künyesi galebe ettiğinden onu söylemek ve yazmak daha meşhur olmuştur. Kıbdî sülâlesine mensubdur. Râvî daha ev­vel Hz. Abbasın kölesi idi, Resûlüllah (S.A.V) efendimize hibe etmişti. Bu köle Hz. Abbas-ın îman ettiğini Hz. Peygamber efendimize müjdelemişti de Resûlüllah efendimiz de onu kölelikten âzad etmişti. Kendisinden pek çok sahabe ve tabiîn hadisi şerif rivayet etmiştir. Vefatı, Hz. Osman (R.A) in şehid edilmesinden az bir zaman evvel olmuştur. Allah ondan râzî olsun.

Hadîsi şerifde beyan edildiği üzere, günümüzde olduğu gibi bâzı kim­seler kendisini allâme yerine koyarak Kur'anda beyan edilmeyen bâzı me­seleleri Peygamber efendimiz beyan etse dahî, «Biz Kur'anda bulduğumuza tabî oluruz» diyerek peygamber efendimizin sünnetine tabî olmayı red edenler olabileceğine işaret ediyor. Gecen asırlarda böyle zındıklar olduğu gibi, günümüzde de vardır. Zira Allâhm buyruğuna itaat etmeyi vazife sa­yıp Peygambere İtaat etmeyi zait sayanlar görülmektedir.

Halbuki Peygamber efendimiz, söylediği her hükmü ve yapdıkları amel­leri mutlaka ilâhî vahye müstenid olarak beyan edib işlemektedir.

Hakikatin böyle olduğu şu meaidaki âyeti kerîmede beyan edilmiştir: «O (Peygamber) hevödan (kendi nefsinden) söylemiyor.» (Necm sûresi, 3)

Peygamber efendimizin getirib beyan ettiği hükümlere tabî olmak Kur'-ana uymak olduğu diğer bir âyeti kerimede şöyle beyan edilmiştir,

«Peygamber, size ne verdi (getirdi) ise, onu alın (tutun). Ve size neyi ycsak etti ise onuda almayın (kaçının, uzak durun).» (Haşr sûresi, 7)

İşte bu ayeti kerîmelere ve yukardaki hadîsi nebeviyeye göre, peygam­ber efendimizin buyurduğu ve işlediği her hüküm, ilâhi hükümlere bağlı olması, hasebiyle sarılınması lazım ve vacib olan hükümlerdir. Hadîsi şerif-de beyan edildiği gibi, bâzt kibirli ve gururlu kimseler, «oda bizim gibi bir insandır, ona tabî olmak olamaz., v.s.» sözlerle mütekebbirâne konuşub is­yan edebilirler. Akıllı müslüman, böyle sapık ve zındıklara kulak vermez ve böyle mel'unlardan uzak durub tehlikelerinden kaçınmayı tercih eder. Zira ataların bir sözü vardır : «Mis yanına varırsan, mis kokar. Pis yanına varır­san, pis kokar.»

Hayatta pek çok kimseler böyle kibirli ve gururlu kimselerin ağzına ba­kıp sapılmışlardır. Kendisini peygamberden üstün gören zındıklara kanmış-lardır. Hatta günümüzde dahi kendilerini Peygamberden ve onların toplu­luklarından mutlu olduklarını söyleyen zalim ve hainlerin küfür kokan la­kırdılarını kulaklarımızla duyduk.

Karşısındaki kalabalık cemaatı görünce, «Nuh Aleyhisselam 950 sene davet de bulundu. Karşısında 70 - 80 kişiyi geçmemiştir. Benim karşımda yüz lerce kişi vardır.» diyerek peygamberi küçümseyen ve kendisini peygam­berden üstün ve mutlu göstermeye çalışan sözde alim aslında ilim ve îman cellâdı hâin olanların beyanlarımda işittiğimizde hayretle içine dafmışızdır.

Kibir ve gurur; iblisin, firavn ve Ebu cehillerin sıfatıdır. Allah muhafa­za Adem oğlu bu hastalığa mübtela oldumu, artık çok kötü ve çok iğrenç hata, küfür ve felâketlere sapıtıyor. Dünyada rezil ve perişanlığa uğradığı gibi, ahtrette de şiddetli ve ebedî azaba müstehaklik mukadder olur. [184]


Tercümesi;


163 - (24) Mikdâm bin mâdî kerb (R.A) den mervidir dedi: .Resûlüllah (S.A.V) buyurduki:

«Duymuş olunuzki, şüphesiz ben Kur'Gnı ve onun gibisini beraber ge­tirdim, dikkat ediniz tok karınlı bir adam sedirine (koltuk veya döşeğine) ku­rulup oturur ve derki : Yalnız bu Kur'ana sarılmanız lâzımdır, binâenaleyh bu Kur'anda helâldan bir şey bulursanız, onu helal İtikat ediniz ve helal hük­münü veriniz, işleyiniz. Ve eğer o Kur'anda haramdan (yasak ve haram olan­dan) bir şey bulursanız, hemen o haramı; haram itikat edip kaçınınız.

Şüphesizki, Resûlüllahin haram kıldığı şey. Allanın haram kıldığı şey gibidir;

— Dikkat edıinizki, size ehlüeşmiş olan eşek helal olmaz, yırıtıcı 'hay­vanlardan her dırnaklı hayvanda helal olmaz, müslümanlarla anlaşma yapıl­mış olan kâfirin yitik (sokağa düşmüş ve gaybolmuş) malını alıp yemekde he lal olmaz. Ancak o sokağa atılmış ve yitik maldan sahibi müsteğnî olursa (ihtiyaç his etmediği ve kendisinin sokağa atıverdiği gibi ehemmiyetsiz bir mal olursa), bu takdirde helal olabilir.[185]

— Ve bir kjmse, bir cemaat ve topluluğa inip misafir olursa, o toplu­luğun o kimseye ikram etmeleri lâzımdır. Şayet o topluluk o müsâfire ikram etmezlerse, bu takdirde o misafire onların yapdıklarının aynını yapması ge­rekir.» [186]


İzahat


Rövî Mikdâm (R.A), şom ehlinden sayılan ve Ebû küreyme künyesi ile, künyelenen bir sahâbîdir. Samda çok durmasından dolayı samlılardan sa­yılmıştır. Ve kendisi doksan bir (91) yaşlarında iken Samda vefat etmiştir. Allah ondan râzî olsun. Pek çok kimse kendisinden hadîsi şerif rivayet et­miştir.

Yukardaki hadîsi şerifin baş tarafında da yine Kur'anin hükmü kadar ve belki de dahada fazla serî hüküm ile geldiğini resulü Ekrem efendimiz beyan buyurmaktadır. Ve hadîsi şerifin devamında bir kac sefer dikkat çe­kerek mühim İkaz ve tenbîhatta bulunarak kitabi ilâhînin hükümleri ile bera­ber kendisinin getirmiş olduğu sünnetlere de ehmmiyetle sarıiınmasım tav­siye buyurmaktadır. Aynı zamanda Resûiüllah sallallâhü aleyhi vesellem. efendimizin haram kıldığı şeyin, Allâhü tealânın haram kıldığı gibi haram ol­duğunu beyan buyurmaktadır.

Kur'an kerimde kesin ve açık bir şekilde beyan edilmeyen meseleden birisi olan eşeğin etinin haramlığı meselesini beyan ederek şöyle buyurul-muştur:

«Dikkat ediniz ki, size ehlîleşmiş olan eşek helâl olmaz.»

Evet bu hükmün kesin şekli Kur'anı Kerimde zikredilmemiştir. Kur'anı Kerimde bu ve emsali hayvanların bir binit hayvanı olarak zikri şöyle geç­mektedir :

«Hem kendilerine binesiniz ve hemde zinet ve süs olsun diye Allâhü teâia atları, katırları ve merkebleri (eşekleri) yarattı ve şimdi s'zin bilemedi­ğiniz daha neler yaratacak.» (Nahl sûresi, 8} Kur'anı kerimde habis cinsinden olan her hayvanın haramlığı şu âyeti kerîmede beyan edilmiştir:

«(Allâhü teâla) onların (insanların) üzerlerine murdar olan şeyleri de haram kılıyor.» (Araf sûresi, 157)

Eşeğin ve diğer habis cinsinden ve etlerinin yenmesi haram olan hay­vanların hükümleri ile ilgili geniş malûmat, islam hukukunun esasını teşkil eden fıkıh kitablarında mezkûrdur. Bu oümieden olarak «Mülteka tercüme­si» adlı eserimizin dördüncü cildinde zikredilmiştir.

Hadîsi şerifin son cümlelerindeki müsâferet meselesi ile ilgili hükümde zaruret karşısında haramların helal olması hükmüne binaendir. Yoksa ik­ramda bulunmayana karşı o şekilde muamele, normal hayatta doğru değil­dir. Kuvvet kullanarak bir şeyler almak dînimizde haramdır. Evet müsâfire ikram vacibdir. Fakat ikramı terk etmeleri hâlinde zarurî muhtaçlık ve ha­yat tehlikesini îcab ettiren bir hal olmadıkça misli ile mukabele etmek caiz olmaz. Zaruret hali her şeyi mubah ktlar, ölmeyecek kadar bir kac lokma verilmesede yenilebilir.

Kur'anı Kerimde «Nefsinizi tehlikeye atmayınız» buyuruîmuştur. Ayrıca, «Muzdar kalırsanız, haramlar mubah olur.» buyuruîmuştur.

Bu âyeti kerîme meallerinin her ikiside. Bakara sûresinde mezkûrdur. Yalnız zaruretler, ölüm tehlikesi ve bir farzın îfası şeklinde karşılaşıl­dığında işlenir. Yoksa günümüzdeki bâzı ahlaksızların işlediği gibi, bütün .mallan v© mülkleri ve hatta senelerce ihtiyaçları karşılanmış vaziyette iken «zaruret» diyerek haramları alıyorlar, işleyorlar ve yiyip içiyorlar. Bunların hayatı cehennemî bir hayattır. Allah muhafaza birde haramlara helâl diye­cek olurlarsa, dinsiz îmansız kâfir olurlar. [187]


Tercümesi:


164 - (25} Irbaz Bin Sâriye (R.A) den mervicf.ir, dedİki: Resûiüllah (S.A.V) ayağa kaikdı ve dedi:

«Sizin biriniz, tahtına (koltuğuna) kurularak dayanıpda Allâhü teâlanın Kur'andaki hükümlerden başka hiç haram kıldığı yokmu sanır?!

— Duymuş olunuzki, şüphesiz ben Allâha yemin ederim elbet ben em­rettim, vâzû nasihatda bulundum ve ben Kur'anı kerimdeki kadar veya on­dan da çok eşyalardan nehyettim (Pek çok şeylerin haramhğını beyan et­tim).[188]

— Şüphesiz AHahü teâla size ehli kitabın izni ile helal kılmıştır. Onların kadınlarını dövmeyide helal kılmamıştır ve onlara cizye olarak bağladığı mailen verdikleri vakit kalan mallarının meyvalarını! (ve emsalini) yeme nizde size helal olmaz.» [189]


Îzahat


Râvî Irböz bins âriye (R.A), ashabı suffa denilen hak aşıkları ve fukara­yı sâbirinden idi ve aşkı ilâhi neticesinde çok ağlardı. Hak teâiaya kavuşma aşkı çok olduğundan hak tealaya şu duada bulunurdu : «Ey Allâhıml yaşım büyüdü ve kemiklerim zaifledi, binaenaleyh beni kendine kavuştur.»[190]

Râvî son zamanlarda Samda sakin olmuştur..Kendisinden sahabeden Ebi Umâme (R.A) ve pek çok tabiîn hadîsi şerif rivayet etmiştir. Rivayet et­tiği hadîsi şerif adedi, otuz bir (31) hadisdir. Yetmiş beş yaşında iken Sam­da vefat etmiştir. Allah ondan râzî olsun.

Hadîsi şerifde beyan edilen ilk hükümler ile ilgili kısa îzahat, yukarıki hadîsi şeriflerde zikredilmiştir. Biz burada hadîsi şerifin son cümleleri ile ilgi­li hükümleri kısa yoldan açıklamaya çalışacağız.

Müslümanlarla kâfirlerin harbleri neticesinde, müslümanlar galib gelib kâfirlere tazminat ve temînat olarak senelik bağlanan cizyeyi ödedikleri tak­dirde onların canları, mal ve mülklerine tecavüz edilemiyeceği beyan edil­mektedir. Evleri, hanımları ve malları her türlü saldın ve tecâvüzdan berî olması gerektiğini kesinlikle beyan buyurmaktadır.

Şu halde böyle emniyet ve emanda olmaları gereken gayri müslimleriı mallarına, ev ve meskenlerine ve aile efratlarına tecavüz edib saldırmak, müslümaniara saldırmak kadar ve hatta müslümanlara zulümden de eşettir. En âdî ve iğrenç harekettir[191]


Tercümesi


165 - (26J Yine öhdan {irbaz bin srâiye R.A den) mervîdir, dedi i

«Resûlüllah (S.A.V) günlerden bir gün bizimle beraber namaz kıldı, son­ra yüzünü çevirib döndü ve bize gayet ciddi bir vâzu nasihatda bulundu ki, O nasihatten gözler ağladı ve kalbler korkup titredi.

— İşte o anda bir adam dediki : Ya Resûlüllah! sanki! bu vâzu nasiha­tiniz vedalaşma nasihati gibidir. Binaenaleyh bize vasiyet ediniz.

— Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V) buyurdu :

«Size, Allahdan korkma ile Habeşi i zenci bir kölede olsa, emrine kulak verip itaat etmenizi tavsiye ederim. Zira sizden bir kimse, benden sonra yaşarsa, pek çok ihtilafı görecektir.[192]

— İşte c ihtilafın çoğaldığı zaman, benim sünnetime ve doğru yolda olan hulefâ-i Reşâdİmin (dört halifemin) sünnetine sanlınız. O sünnetlere öyle sanlınki, sanki onlara azı dişlerinizle sim sıkı sarılınız ve yeni ihdas edilen işlerden (dine sokulan yeni uydurma ve Bid'atlardan) kaçınınız; Zira her yeni çıkan (ve dinde yeri olmayıp dine aykırı olan), Bid'atttr ve her Bid'at dalalettir (sapıklıktır).» [193]


Îzahat


Hadîs şerifde calibi dikkat olan bâzı cümleleri kısa yoldan açıklamayû çalışalım. Hadîs) şerifin bir cümlesinde, «Size, Allahdan korkmayı tavsiye ederim.» buyurulmuştur.

Bu cümle ile bütün hikmet ve faziletin başı Allahdan korkmaya bağlı olmasından dolayı, Allaha şirk etmekten, isyan ve tuğyanda bulunmakdan berî olarak emri ilâhîlere sarılıb nehyi ilâhîlerden kaçınmayı kesin olarak ilk hamlede tavsiye edib emir buyurmuştur.

Peygamber efendimizin bu tavsiyesi. Halikı zülcelâlın ilahî tavsiyesine muvafık olarak buyurulmuştur. Cenâbu hak bir âyeti kerîmesinde şöyle tavsiye buyurmuştur:

«İzzi ceâlım hakkı için, biz, senden önce kendilerine kitab verilenlere de, size de hep «ALLAH dan korkun» diye tavsiye ettik...» (Nisa sûresi, 131)

Allahdan korkan kimseler, din millet ve vatan için iyi şeyler yapar ve iyilikler düşünerek dâima hakkaniyeti izhar ederler. Allahdan korkmayanlar ise, hem kendüeî-ne zarar getirirler ve hem dine, vatan ve millete zarar lan olur. Ahirette de şiddetli azaba müstehak olurlar.

Bir ayeti kerîmsae de şöyle buyurulmuştur:

«Ey îman edenler! Allahdan gerçekten ve ciddî olarak korkun ve ancak müslüman olarak ölün.» (Ali İmran, 102)

Bu ayeti kerîmenin ve yukardakj hadîsi şerifin manalarını anlaşılır şe­kilde açıklayan büyük İmanlı şâirimiz MEHMET AKİF merhum şöyle beyan etmiştir :

Ne irfandır ahlâka yükseklik veren ne vicdandır;

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin hafvı yezdanın (Allah korkusunun).

Ne irfanın kalır tesiri kat'iyyen ne vicdanın.

C -jem'iyyet ki vicdanında hâkim havfı yezdandır (Allah korkusudur.)

Bütün dünyaya sahibtir, bütün akvama (kavimlere) sultandır.

Fakat efradı Allah korkusundan bî haber mîllet,

Çeker, milletlerin menfuru kıbdiler kadar zillet.

Meâiî (yüksek) meyli hiç kalmaz, şehâmet büsbütün kalkar;

Ne hakimlik tanır artık, ne mahkum olmakdan korkar.

(SAFAHAT, 307 — 308)

Ey mümin kardeş! AKİF merhumun feryad ederek ilâhî aşkla söylediği bu kıymetli sözlerini dikkatla tekrar tekrar oku, okuda günümüzdeki mel­anetlere iyi teşhis koy ve kendini Aflahdan korkan, hak hukuk tanıyan, bü­yüğüne hürmet, küçüğüne şefkat ederek yatan ve millete hayır getiren veya getirecek kişilerden olmaya çalış. Aynı zamanda cenabu hakka hayırlı dua et ve ellerini açda nesiininde böyle Allahdan korkan yüksek ahlaka sahib olan kişiler hâlinde devamını dile.

Yukardaki satırları okuyan her müslüman, iyi düşünmeli ve hayattaki eşkiyayı ve birbirlerine zulmetmeyi ve hatta fitnenin esas tahrikçisi hâlinde görülen ve dâima hayasız ve edebsizlere yardım eden hatta afv edib sırtla­rını okşayan zalimleri iyi anlamak gerekir. Her çeşit zümrevî ve fırkavî hastalıklardan uzak olan hakikî müminler, en doğruyu ve en iyisini göre­bilirler. Fakat kendilerini ve beyinlerini bir tarafa yanı bir fırkaya veya bir şahsa şartlamış iseler, bu zavallılar kolay kolay doğruyu ve Allahdan kork­mayan hâinleri göremez, anlayamaz ve hatta savunmalarını yaparlar.

Böyleler hakkında Resulü Ekrem efendimiz mübarek sözünde şöyle buyurmuştur:

«Senin bir şeyi sevmen, seni kör ve sağır eder.»[194]

Netekim atalar sözlerinde, «Kork Aflahdan korkmayandan» demiş­lerdir.

Hadisi şerifde ikinei tavsiye ise şöyledir:

«Size habeşli zenci bir köle de olsa, âmirinize kulak verib itaat etmenizi îavsiye ederim.»

Gayet inee ve açık ifâde İle beyan edilen bu hükme de, çok dikkat etmek ve gereğini icra etmek çok mühim ve elzem bir mes'eledir. Zira «müs-

lümanım» diyen ve fakat âmirlerine itaat etmeyen pek çok kimseler geç-mişde görülmüştür ve hâlada görülmektedirler.

Kendilerinin etrafı olursa veya maddi bakımdan bir az varlık sahibi iseler, bakarsınız başlarına gelen as[en köylü veya fakir kimselerden ise, o âmiri küçümseyip beğenmeyen ve hatta takma atlar falan uydura­rak hakaret etmeye kalkışanlar, zamanı sabıklarda olduğu gibi, günümüz­de de aynı haller görülmektedir.

Böyle zavallı kimselerin Allanın kulu Peygamberin ümmeti olmaları gülünçtür. Zira gerçekten Allanın kulu ve peygamberin ümmeti olmuş ol­salardı, Habeşli zenci bir köle de olsa meşru ve doğru olan her emrine itaat edildiği gibi, saygı ile hürmetine devam ederlerdi.

Hicretin sekizinci senesinde kuzâa taifesinden Bella ve azre kabileleri Medînei münevvere hayvanlarını toplayıp götürmek için Vâdiyil kura denilen mahalle toplandıkları işitiliyor, bunun üzerine Amr bin As (R.A), baş buğ tâyin ediliyor ve otuz kişi ile onları tedib edib dağıtmak üzere gönderiliyor. Fakat oraya yaklaşınca düşmanın adedi çok olduğunu öğrenen başbuğ Amr bin As (R.A) hemen Resûlüllaha elçi gönderiyor ve takviye isteyor.

Bunun üzerine Resulü Ekrem efendimiz ikiyüz kişiyi Ebû ubeyde Bin cerrah (R.A) kumandasında takviye olarak gönderiyor ve «ihtilaf edib fitne çıkarmayınız. İttifak üzere olunuz» buyuruyor.

Bu ikiyüz (200) kişilik takviye ordusunun içinde Ashabın en efdalı Ebû Bekir ve Ömer (R.A) de varlardı. Ebû Ubeyde (R.A) Amr bin As (R.A) in yanına varınca askerlere İmam olmak istedi. Amr bin As (R.A) ise, «Sen bana imdad geldin. Asıl askerlerin emîri benim» dedi. Ebû Ubeyde mülayim bir zat idi ve «Resulü Ekrem, ihtilaf etmeyiniz, diyerek emir buyurdu, sen bana uymaz isen ben sana uyarım.» diyerek Amr bin As (R.A) in imam ol­masına muvafakat edib eemaatı müslimin ile beraber namazı kıldı. (Kısası Enbiya, 8. hicret bahsi)

Görüldüğü üzere Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer hem takviye için gelirler­ken Ebû Ubeyde (R.A) in riyaseti altında bulunuyorlar ve hemde bizzat or­dunun başbuğu olan Amr bin As (R.A) in riyaseti altında inkıyad ederek itaat ediyorlar. Halbuki bu iki zat, bu ümmetin en efdal kişileridir.

Bu icraatı işlemekle Hz. Resûlallah sallellâhü aleyhi vesellem ümmet­lerine örnek hayatı tatbik ettirmiş oluyor ve işte sizde böyle olunuz, diyerek talim ve terbiyeyi bilfiil gösteriyor. Alıbda amel eden müsiümanlara ne mut­lu, şayet bu hüküm ve yaşantılara inandım, deyibde amel edemiyen ve her âmirine isyan etmek için çeşitli yalan ve iftiralar uyduranlara yazıklar olsun. Böyle adamlar, gerçekten Allanın kulu ve Peygamberin ümmeti olamazlar. Nefislerinin ve menfeatlarının kulu olabilirler.

Ülülemre itaat etmenin bir ilâhî emir olduğu şu âyeti Kerîme ile beyan edilmiştir :

«Ey müminler! Allâha itaat ediniz. Peygambere ve sizden olan ülülem­re de itaat edimiz..» (Nisa sûresi, 59)

Ayeti kerîmede belirtildiği üzere «bizden, yani biz müslümanlardan» olan ülülemre itaat etmek kaydı vardır. İslamı kabul etmeyen ve islâmın hü­kümlerini tahkir eden ülüiemre itaat meselesi bu kaydın dışında kalır. Na­mazını kılan, orucunu tutan, kurbanı kesen ve cenaze namazını eda eden her kişi bizdendir, müslümondır. Böyle olan amirlerin meşru ve doğru olan emirlerine itaat etmek, hem Allanın emrine ve hemde peygamberimizin buy­ruğuna itâaat etmektir.

Şayet Müslümanlardan olduğu halde kötülükleri emreden bir ümerâ olursa, böyle kötü ve haram olan emirlerine iâat etmek haram ve günah­tır. Caiz değildir. Zira böyle kişiler kendilerini hâşâ Allâhın üstünde gören mel'un kimselerdir, itaat etmek doğru olamaz. Farz olan amelleride terk et­tirmeye kalkana da itaat edilmez. Zira âmirlerin âmiri ve hakimlerin hâkimi mutlakı olan Allâha îtâaî etmek her şeyin üstünde bir farzdır.

Bu gerçek bir hadîsi şerifde şöyle buyurulmuştur:

«Allâha isyan oîan şeyde, hiç bir ferde itaat etmek olamaz. Ancak ita­at, mâruf (iyi ve helal) olan şeydedir.»[195]

Bu son hadîsi şerifi dikkatla okuyahmda nefsânî arzularımıza uygun olarak emir ve tavsiyelerde bulunan zâlim emirlere itaat etmenin caiz olma­yacağını iyi bilelim.

Hakikat böyle iken, günümüzde pek çok kişiler, başa geçen zâlimlerin islâmın ruhuna ayktrî çıkardıkları kanunlara, emir ve sözlerine «uiülemre itaat» diyerek bağlanıb onlarla iş yapıyorlar ve o hükümlere tabî olmayı suç saymayorlar.

Ey zavallılar : Allahm kelâmı olan kitabımız Kur'anı Kerimde beyan edi­len kesin ve açık hükümlere muhalif hükümler veren veya haram olanları iş­lemek için emir verenler, ilâhî hükmü değiştirmeye haklan ve hadleri yok­tur, onlar şeytanın dostları, cehennem odunlarıdırlar. Yanlarına arkadaş çoğaldıp beraber cehenneme yoldaş arayan zâlimlerdir.

Evet böyle zâlimlere ve zulüm emri verenlere itaat edilmez. Fakat isyan ederek fitne de çıkarılması doğru değildir : Ancak onların kötü olan emir­leri yerine getirilmez mümkin olur ve menfeat umulursa, ikaz edilir.

Hadîsi şerifde İzahını yapdığımız cümleler içinde, «Habeşli zenci bir köle de olsa» hükmü ile başa getirilen ve getirilmesi gereken emîrin, mutlaka erkek olması beyan buyurulmuşîur. Zira emirlik hakkı ve iyi neticeli umerâlık vazifesi, erkeklere verilmekle hem dünyevî ve hem dînî ve uhrevî selâmet

ve seadete nail olunur. Hem akıl bakımından ve hemde din bakımından eı keklerden noksan olan kadınlara emirlik vermek ise, o memleket ve milletin her bakımdan felâket ve belâsına sebeb olur.

Netekim Peygamber sallallâhü aleyhi vesellem efendimiz şöyle buyur­muştur :

«İşlerinin başına kadın geçiren (kadını emir yapan) bir millet, asla fe­lah bulamaz.»[196]

Diğer bir hadîsi şerifde mealen şöyle buyurulmuştur:

«Ey ümmeti Muhammedi eğer sizin âmirleriniz hayırlılarınızdan, zengin­leriniz sehâvetli kimseleriniz hâlinde olurlarsa ve işlerinizi aranızda müşa­vere edenlef 'îâlinde olursanız, işte bu takdirde yerin üstü (yaşamanız), siz.in için yerin altından (ölmenizden) daha hayırlıdır.

— Ve eğer sizin âmirleriniz, şerlilerinizden, zenginleriniz pahillerlnîz hâlinde olanlardan olurlarsa ve işlerinizi kadınlarınıza havale ederseniz (Kadınları başınıza âmir yapar veya bütün söz ve yetgiyi kadınlarınıza ve­rirseniz), işte bu takcfıirde sizin için yerin altı üstünden (ölmeniz yaşamanız­dan) daha hayırlıdır.»[197]

Yukardaki hadîsi şerifleri okuyan her müslüman iyi dikkat etmeli ve iyi düşünmelidir. İyi düşünüp inanmalıki, günümüzde kızlarını milletin içine çı-rıl çıplak salıp ondan sonrada medeniyet, hürriyet ve ilericilik gibi kelimeler le islâmın ana esaslarını inkar veya tahkir edercesine hareket edib bir nevî kafir olanları veya bu işin yönlerini bilemeyip câhillerin işledikleri hallere bakmalıki, ne kadar islâma aykırî ve ne kadar felâkettir. Bu hâli işleyenle­rin zararı sırf kendilerine münhasır değil, bütün millet ve memleket belâlara ve felâketlere sürüklenmiş oluyor.

Hal böyle iken yabancı erkeklerin içinde oturmasına, kalkmasına, gidib gelmesine veya beraber yeyip İçmesine ve çeşitli hizmet ve vazife görmele­rine kızlarını ve hanımlarını müsâade edenlerin ne kadar kötülük ettikleri, millet ve memleketin baş belâsı oldukları ortaya çıkmış oluyor.

Bu durumların dışında haram oîan halvetler işleniyor, göz zinaları, dil zinaları, el ve ayak zinaları ve hatta sokaklarda âdeta alenî zinanın her çeşit başlangıcını çekinmeden yapmalarına gözlerini yuman veya görmez­likten ve bilmezlikten gelen baba ve analar, diğer hadîsi şeriflerde beyan edildiği üzere «DEYYUS ve DEYYÜSE» kimselerdir. Aynı zamanda ataların bir sözü vardır: «Dişisini kıskanmıyan, domuzdur.» Bu sözü anlayıb öğren­mek isteyen hayvanat bahçelerine giderlerse, erkek domuzların dişilerini kıskanmadığını görürler.

Bu meselelerin daha geniş îzahı, «İSLAMDA TESETTÜR VE HAYA» ad­lı eserimizde geçtiğini müsiüman kardeşlerimize ehemmiyetine binaen bildi-riniz. Oradan mutlaka okumalarını tavsiye ederiz. [198]


Tercümesi:


166 -[27) Abdullah bin Mes'ud (R.A) den mervîdir, dedi :

Resûlüllah (S.A.V) bize bir çizgi çizdi, sonra dediki :

«İşte bu dosdoğru çizgi, Allanın yoludur.»

Sonra Resûlüllah (S.A.V) o doğru çizginin sağına ve soluna çizgiler çiz­di ve dediki :

«İşte bu çizgiler, yollardır. Bu yolların her birinin üzerinde bir şeytan vardırki, o bâtıl yofa (insanları) davet eder.»[199]

Resûlüllah (S.A.V) Şu meal d a ki âyeti kerîmeyi okudu :

«Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur: Dâima ona uyun. Baş­ka (bâtıl) yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki, sizi onun yolundan saptırıp parçalamasınlar..» (En'am sûresi, 153) [200]


İzahat


Hadîsi şerifde belirtildiği üzere, Resûlüllah sallallâhü aleyhi vesellem efendimiz evvelâ bir tek yol çiziyor ve diyor ki : «İşte bu dosdoğru çizgi, Al-lâhın yoludur.»

Resûlüllah bu ifâdesi ile şu hususlara işaret buyuruyor :

a) Doğru yolu Allâhü teala beyan etmiştir. Ve her yönüyle apaçık be­lirtilmiştir.

b) Bu doğru yol, aynı zamanda hakkın tek olduğunu beyandır. Allâhü tealânın beyan ettiği hak birdir. Binâenaleyh bir meselde ihtilaf edilirse,, mutlaka biri haklı diğeri haksızdır. Her ikisi haklı olamaz. Çünkü hak birdir.

Şu halde ihtilaf sahihlerinin her birine haklılık verilecek olursa, hak ile bâtıl karıştırıldığından fesat bir hüküm verilmiş olur. Bu mes'elenin daha geniş İzahı usul ilimleri İle akâid kitablarında zikredilmiştir.

c) Peygamber efendimizin yukardaki ifâdesi ile şu gerçekler de anla­şılmaktadır :

Çeşitli alim ve müctehidlerin beyanları, eğer kitâbullâha ve sünneti nebeviyyeye uygun oiursa, onlarda dosdoğru yoldur. Binaenaleyh o yola tabî olanlarda Allanın hak olan yoluna tabî olmuş olurlar.

Hadîsi şerifin devam eden hükümlerinde beyan edilen sağlı sollu çizilen yollar İse, bâtıl yollardırki, o yolların üzerinde şeytanlar bulunmaktadır. Binâ­enaleyh o batı! yollara tabî olanları cehenneme götürmek üzere yerleşmiş­lerdir. Akıllı müslüman dosdoğru yol olan tek ve hak yola tabî olur. Şeytan­ların üzerlerine durubda sâliklerini cehenneme götürecekleri bâtıl yollara gir mez.

Bâtıl yollara duran şeytanların gaye ve emellerini cenâbu hak muhtelif âyetlerinde belirtmiştir. Cümleden bir kaç tanesi şöyledir :

«Ey müminler! Hepiniz iç ve dışınızla sabit bir şekilde islâma ç'riniz. Şey tanın adımlarına (izlerine, tuzaklarına ve yollarına) uymayınız. Çünkü o (Şeytan), sizin apaçık bir düşmanınızdır.» (Bakara sûresi, 208)

Diğer ayeti kerime meali :

« (Habîbiml) Sana indir Men Kur'ana ve senden evvel indirilen kitabîara îman ettik, diyerek samimiyetsiz iddiada bulunanlara bakmazmısın?! (On­lar) o azgın şeytana muhakeme olmak isteyorlar. Halbuki onu (Şeytanı), tanımamakla emrolunmuşlardı, Şeytan ise, onları çok uzak bir sapıklığa dü­şürmek ister.» (Nisa sûresi, 60)

Bu âyeti kerîme bir münafık ile bir yahûdî arasında geçen bir dâvayı, hakeme havale etmek istediklerinde, münafık-ın Hz. Peygamberi bırakıb Yahûdîlerin reîsi olan Kâb bin eşrefe gitmek istemesi üzerine nail olmuştu. Bu hâdisenin şekil ve îzahı bu âyeti kerîmenin tefsirlerinde mezkûrdur.

Diğer bir âyeti kerîme meali şöyledir:

«Muhakkak Şeytan, size ezetî bir düşmandır. Binaenaleyh sizde onu düşman tanıyınız. Çünkü o, etrafına toplanan avenesini ancak cehennem­lik olsunlar diye çağırır.» (Fatır sûresi, 6) [201]


Tercümesi:


167 - (28) Abdullah bin Amr (R.A) den mervidir, dedi:

Resûtüllah (S.A.V.) buyurdu :

«Sizin birimiz (Hakîkî ve kamîl) mümin olamaz, tâki benim getirdiğime (kitap ve sünnete) hevâsı (arzu ve ameli) tâbi ola.»

{Hadisi, İmamı Beğavî «Şerhissünne» adlı eserinde rivayet etmiştir. İmamı Nevevi «Hadisi Erbein»lnde, bu hadis sahihdir, demiştir. Bizde «Kita-bul hucce» de Sahih isnadla rivayet ettik.) [202]


İzahat


Yâni her hangi bir müslümanın kâmil ve olgun îmâna sâhib.olması, Re-sûlülah (S.A.V) efendimizin getirmiş olduğu hükümlerine ve sünneti nebe-viyyelerine, içten ve gönülden bağlı olarak tabî oimasına bağlıdır. Hakîki ve gerçek mümin, meylü mehabbetini en güzel bir şekilde Rasûlülâha bağlar ve her hâlü kârında ona uymayı şiar edinir.

İtikat ve îmanda, ibâdet ve ahlakda, ticâret ve alış verişde, nikahlanma ve boşanmada, insan ve hayvan haklarında, mahlûkata şefkat ve merha­mette, bâtıl ve küfürle mücâdelede, haramlardan kaçınıb helaliarı işlemekde ve bunların gibi islâmın hükümlerini icra ve tenfiz etmede, adım adım ve nokta nokta Resûlüllâha tâbi olur, her türlü muhalefetten kaçınır.

Peygambere tâbi olanla olmayanların kısımlarını şöyle sıralayabiliriz :

a) Bir kimsenin din ve îmana sevgi ve mehabbeti, şer'i şerifin esâsına bağlı olarak tezahür ediyor ise, İşte o şer'in emirlerine son derece bağlılığı­nı gösteren kimse, vahdaniyeti ilâhiyyeye gerçekten inanmış mümini kamil­dir ve Peygambere en kemailı bir şekilde tâbi olan kişidir.

b) Bir kimsede hevâyı hevesine tabî olarak şer'in emirlerine muha­lefet eder ve hevâyı hevesinin arzu ve isteklerine tabî olursa, işte bu kim­sede nefsânî arzularını ifah edinen kimse olması hasebi ile dünya ve ahi-rette zarar ve ziyana uğrayan kâfirdir.

Bu İzahımız, islamın her hükmünü tahkir edib veya inkar edercesine davranıb kendi arzu ve emellerine tâbi olan münkirleri zikretmiş oluyo­ruz.

Böylelerini Cenâbu hak Kur'anı keriminde şöy beyan buyuruyor: «—(Ey habîbim!) şimdi o kimseyi gördün ya: (Hak ve hakikati bırakıb keyfine taparcasına) nefsânî arzusunu kendine ilah edinmiştir.» (Casiye sûresi, 23)

c) Bir kimse de şeriatın îman ve îtikad esaslarına inananarak tabî olur ve fakat furûu amel denilen abdest, namaz, zekat, oruç, hac, nikah ve helal olan muameleter gibi şer'î amelleri işlemezse, işte bu kimse fâsıktır.

d) Ve bir kimse de, îman ve îtikad esaslarına içten inanmayıp sâdece dış görünüşden islâmın amelî hükümlerini işlerse, işte o kimse münafık ame. linl işlemekle münafıktır.

Yukardaki taksimatı öğrendikten sonra, hak ve hakîkatı arayan ve Hz. Peygambere adım adım, nokta nokta tabî olmak gayesine tâbi olan kışı, kendisini araştırmalıdır. Aceba bu sınıfların hangisindendir. Kendi itikat ve amellerini kontrol eden her müslüman yolunun doğru veya eğri olduğunu mutlaka görecektir. Yeterki dikkatla ve halisane bir şekilde araştırılsın.

Şayet bir kişi, islâmın esaslarına hakkı ile vakıf değilse, bu takdirde is-lamı iyibilen ve bildiklerine ihlasla îmân edib amel eden âlim ve kâmil kişi­lere müracaat ederek îtikat ve ameelerinin eksik yönlerini öğrenib düzelt­meleri zarurî bir vecibedir. [203]


Tercümesi :


168 - (29) Bilâl bin elhars elmüzenî (R.A) den mervidir, dedi : Resûlüilah (S.A.V) buyurdu :

«Bir kimse, benden sonra benim öldürülmüş sünnetimden bîr sünetimi ihya ederse, muhakkakki o sünneti ihva eden kimse için, o sünnette amel edenlerin ecirlerinden hiç bir şey noksanlaşmaksızın o sünneti işleyenlerin ecri kadar ecrü mükcfat vardır.

— Bir kimsede Allah (C.C) ve Resulünün râzt olmadığı kötü Bid'atı ih­das ederse, o Bid'atla amel edenlerin vizir ve günâhları noksanlaşmadan onların günâh ve vebali kadar günâh, o Bid'atı ihdas edenede vardır.»[204]

169 - (30) Yukardaki hadîsi şerifi, ibni mâce, kesir bin Abdillah bin Amrden, oda babasından, oda dedesinden rivayet etmiştir. [205]


İzahat


Râvî Bilâl bin elhars veya elhâris elmüzenî (R.A}, Medînei münevvere-li sahâbîlerdendir. Hicretin beşinci senesinde müslüman olmuştur. Medînei münevverenin biraz uzağında olan «İstîrâ» denilen mahelde sakin olurdu. Fakat zaman zaman medînei münevvereye gelirdi.

Hz. Bilâl bin elhars (R.A), Hz. Muaviye (R.A) in zamanında hicretin alt­mış (60) ında vefat etmiştir. Kendisi vefatı ânında, seksen yaşında idi. Ken-

dişinden oğlu Abdurrahman ile Alkarna bin elvakkas (R.A) hadis rivayet et­mişlerdir. Allah ondan râzî olsun.

Hadîsi şerifde geçen hükümler, calibi dikkat meseleleri ihtiva etmekte­dir. Zira Resûlüllâhın ölmüş sünnetini ihya etmek, çok güç bir meseledir. Bu güç olan meseleyi yaşamak ve yaşatmak efbette fevkalâde bir ameldir.

Günümüzde Resûlüllâhın ölmüş sünnetleri pek çoktur. Hatta farzlar dahî işlenmeyen bir memlekette elbet ölmüş sünnet çok olur. Öyle ise farz­ları işlerken terk edilen sünnetleri ihya edenler, alış verişde işlenmeyen sünnetleri ihya edenler, nikah ve mchir meselelerinde ölrnüş sünnetleri ih­ya edenler, geyinme, yeme ve içme ânında öimüş sünnetleri ihya edenler, konuşma ve davranışlarda ölmüş sünnetleri ihya edenler, Cami eemaat meselelerinde ölmüş sünnetleri ihya edenler, komşu haklarına riayet hu­susunda ölmüş olan sünnetleri ihya edenler. Karı koca ve ana baba hak-iarında ölmüş sünnetleri ihya edenler, evlad terbiyesi hususunda ölmüş sünnetleri ihya edenler, Setrül'avrete riayet etmiyerek öldürülmüş sünnet­leri ihya edenler, Hak ve hukuk meselelerind adaletle hüküm verme husu­sunda öldürülmüş sünnetleri ihya edenler ve bunlara benzer hayatta yapı­lan ve yapılması îcab eden ve fakat yapılmayıp terk edilen sünnetleri ihya edenler, en büyük, tükenmeyen ve daimî bir ecir yolunu ihdas ve ihya eden kimselerdirler..

Yukardaki saymış olduğumuz hayatî meselelerden bir kaç meseleden misal vererek açıklamaya çalışalım..

Kur'ânı kerimde ve Peygamberimizin sünnetinde her bakımdan duru mu müsâid olan bir erkek için birden fazla hanım alma hakkı vardır. En az bir ve en çok dört hanım almak mubah ve sünnet iken, bu sünneti işleyen­ler pek azınlıktadır ve hatta bu sünneti işleyenlere, «Metres taşıyor, gay­ri meşru hayat yaşıyor» diyenleri mealesef duyduk ve vardırlar.

İşte her türlü tehlike ve tahkirlere rağmen bu sünneti adalet üzere iş­leyen müslümanlar, ölmüş sünneti ihya ettiklerinden en güzel ve en karlı bir sünnet işlemişlerdir.

Keza sakal sünnetini, veraset haklarını islamî hüküm üzere icra eden­ler de aynı ecre nail olan kimselerdir.

Ölmüş sünnetleri ihya edib yaşamalarına sebeb olan müslümanlar, kendilerinin işledikleri amellerin ecrine nail oldukları gibi, ondan sonra onların işleyip ve ihya ettikleri sünnetleri işleyenlerin eçirlerindende aynısını onlarda alacaktır. Yani sünneti ihya eden müslümanlar, kendileri ölseler da­hî ihya ettikleri sünnetleri işleyenler devam ettikçe, o adamların amel defter­leri kapanmaz, dâima yazılır.

Öldükten sonra amel defteri kapanmayan müminlerden bâzılarını Re­sulü Ekrem sallallâhü aleyhi vesellem efendimiz şu mübarek sözlerinde açıklamışlardır :

«İnsan (Mümin) öldüğü zaman, ameli kesilir (amel defteri kapanır). An­cak üç kişinin ki kapanmaz. (Onlarda şunlardır:)

g) Devam edib çalışan sadakadır (yani; Cami, çeşme, seccade sermek, ağaç dikmek, hastane ve yo! yapmak, yapdırmak gibi yaşayan sadakalar­dır.)

b) Kendisinden faydalanılan Mimdir (yani, ilim sahibi oiur ve o ilmin-dende başkalarını okutmak, eser yazmak, nasîhatta bulunmak ve bilme­yenlerin yollarını öğretip doğrultmak gibi faydalar temin edilen ilim sahibi­nin de amel defteri ^kapanmaz}.

c) Kendisine hayırlı dua eden evladı bırakan iyi evlad sahibidir. (Yâni, bir müslüman ölünce arkasında hayrüihalef olarak kendisini rahmetle ana­cak ve başkalarına zulümde bulunmayacak iyi ve sâlih bir evlad bırakan kimsenin de amel defteri kapanmaz}. [206]

Bu hadîsi nebevinin hükümlerini okuyan her müslüman, iyi bellemeli ve kendisine bakmalıdır. Acebâ ölmezlik ve amel defterini devamlı hayırla dolduran bu üç amel ve halden hangisi kendisinde vardır. Şayet her üçüne de malik îse, çok ve çok mutlu insandır. Zira her ne kadar kendisi bedenen dünyadan ayrılmış olsa da manen ve rûhan yaşayor gibi dünya ile irtibatı devam etmektedir.

Şayet bu üç amelden hiç birisine sâhib olamamış kimseler hâlinde ise, o adamcağızda üzülmelidir. İyi insanlara gıbda etmelidirki, o iyilik sahibini sevmekle bari bir fazilet ve ecre nail olabilsin. Ameller niyyetîere göre ol­ması hasebiyle iyi niyyetler çok güzel iyilikler ve iyi neticeler meydana ge­tirir.

Cenâbu hak, bizleri ve müslüman kardeşlerimizi bu kıymetli amel ve faziletlerden nasibini alanlardan eylesin. Amin.

İyi niyyet, iyi kazanç ve iyi niyyetle işlenen hayırlı amellerin mükâfatı ife ilgili geniş İzahat, yukarda birinci hadîsi şerifin İzahatında geçmiştir.

İşte bu mutlu insanlar, her ne kadar bedenen dünyadan göç edib ahi-rete gitselerde ölmemiş'yaşayan insanlar menz'ilindedirler. Mutlu insanlar, böyle öldükleri halde ölmemiş insanlar sınıfından amel defterleri iyiliklerle dolan ve çalışan adamlardır.

Bu iyilikleri ihya edenlerin zıddına bâzı kimselerde şer ve haramları ih­das ederler, kumar bilmeyenlere kumar öğretenler, çalgı öğretenler, hırsız­lık ve uğursuzluk öğretenler, çalgılı şarkılar ihdas edenler, dans ve balu ya­panlar ve öğretenler, içki içib başkalarına da içtirib alıştıranlar, namazı terk ettirenler, bir yerde kumar hâne açıb orada kumar oynatanlar, keza fuhuş hâne açıb1 fuhuş yapdıranlar, alış verişlerde ihtikarda bulunanlar, yalan söy­leyerek alış verişde bulunanlar, karaborsa mal satanlar, faizciliği mubah-mış gibi işleyib başkalarına da teşvik edenler, yeni yetişen genç dimağlara kötülükleri telkin ederek; Allah; Peygamber, din îman, vatan, millet, düş­manlığı yapanlar, ana baba ve büyük tanımayan aynı zamanda her türlü haksızlıkları mubahmış gibi telkin edib işletenler ve daha saymakla bitme­yecek kadar pek çok kötülükleri işleyenler, işleten ve teşvik edenler de o işledikleri kötülüklerin vizrini çekecekleri gibi, o işledikleri veya tâlim edib işlettikleri kimselerin ilâ nihâye günâhları devam ettikçe o ilk ihdas edib çı­karan veya yapanların vizirleri de devam eder, onların vizri kadar vizir ve cezaya çarbacaktirlar.

İşte böyle kötülükte örnek olan kimselerde, çok kötü ve çok zararda olan bir ahmak ve mücrimdirler. Bu adamlar âhirette başkalarının işlediği günahların yüzünden şiddetli ve kat kat azaba müstehak olacaktırlar. Böyle felâket olan kötülüklerden Allâha sığınmak en çıkar yoldur. Cenâbu hak bü­tün ümmeti muhammedle bizleri ve neslimizi bu gibi iflas ettirici ve çok çok kötü amellerden muhafaza buyursun. Amin.

Yukardaki hadîsi şerifde beyan edilen ve ikinci hükmü hâmil olan bü­yük veba! ve vizir sahibleride böylece anlaşılmış oluyor. Bu kısa izahattan sonra tekrar yukardaki hadîsi şerifi okuyalım ve üzerinde iyi düşünelim. İyi düşünelimde kendimizi tehlike ve veballardan korumuş olanlardan olalım. [207]


Tercümesi:


170 - (31) Amr bin Avf (R.A) den mervîdir, dedi:

Resûlüllah (S.A.V) buyurdu :

«Muhakkak din, hicaza sığınır, yılanın deliğine akıp sığındığı gibi ve elbette din, hicazda muhafaza edilip korunacaktır, dağın tepesindeki sığınıp korunma merkezinde geçinin sığındığı gibi.[208]

— Şüphesiz din, garib olarak başladı ve gelecekde başladığı gibi ga­ripliğe avdet eder. Binâenaleyh gariplere müjdeler olsun ve o garipler, ben­den sonra benim sünnetimden ifsad edilenleri ıslah eden kimselerdir.» [209]


İzahat


Râvî Amr bin Avf (R.A), hicretin beşinci senesinde müslüman olan ve medînei münevvere yakınında «Müzenî» isimli bir mahalde karar ederdi, ken dişinin medînei münevverede de bir evi var idi, zaman zaman burada da sa­kin durdu. İlk iştirak ettiği muharebe, Handek muharebesidir.

Kendisinin îman etmesi üzerine hal ve hareketini ve kendisi gibilerin durumlarını yüce Allah överek hakklarında şu âyeti kerîme nazil olmuştur :

«Peygambere indirilen (Kur'an-ı kerîmi) dinledikleri vakit, hakkı tanıdık­larından dolayı gözlerinin yaşla dolub taşdığını görürsün onların. (Onlar şöyle) derler : Ey Rabbimiz! îman ettik, artık bizi (hakka) şahid olanlarla beraber yaz.» (Mâide sûresi, 83)

Bu âyeti kerîmede beyan edilen Allah aşkı ve Allah korkusundan doiayı gözleri yaşla dolub ağlayan ve halleri Hâliki zülcelâl tarafından övülen zat­lardan biriside, yukardaki zâtı muhterem olduğu beyan edilmiştir.

Tebük seferinde Allah aşkı ve ümmet derdi ile ağlayanlardan birisidir.

Medînei münevverede sakin olurken Hz. Muaviyenin hilâfeti zamanın­da vefat etmiştir. Allah ondan râzi olsun.

Hadîsi şerifîn baş tarafında beyan edilen cümlelerde, ahir zamanda fit­ne ve fesatların zuhur edib etrafa dağıldığında din, evvelce olduğu gibi tekrar Hicaz bölgesine sığınacağı ve bu sığınıb akma bir nevî deliğine akan yılana teşbih edilmiştir.

Yukarda 160 nolu hadîsi şerifde bu mânayı ifade eden cümlede «îman» tâbiri ile zikredilmişti. Din ile îman kelimesinin mânası aynı hükmü ifade et­mektedir. Onun için burada açıklamak îcab eden hususlar bir nebze orada zikredilmiştir. Muhterem okuyucularımıza 160 nolu hadîsi şerifi ve "aah bö­lümünü okumalarını tavsiye ederiz. [210]


Tercümesi:


171 - (32) Abdullah bin Amr (R A) den mervidir, dedi:

Resûlüllah (S.A.V) buyurdu :

«And olsunki, benî İsrail üzerine gelen şey gibi tıpa tıp, adım adım be­lim ümmetim üzerinede gelecektir. Eğer onlardan bir kimse, annesine aleni olarak gelmişse (açıkça tecâvüz edip zina etmişse), elbette o işlenenin ay­nısını benim ümmetimdende işleyen olacaktır.

— Şüphesiz beni israil yetmiş iki millete ayrılmıştır. Benim ümmetimde yetmiş üç millete ayrılacaktır. O yetmiş üç milletten bir tanesi hariç diğer-erinin hepsi {yetmiş ikisi) cehennemdedirler.

— Ashabı kiram decMler : O cennete girecek bîr millet kimdir ya Resû-üllah![211]

— Resûlüllah (S.A.V) buyurdu : «Benim ve ashabımın yolu üzere olandır.» [212]


İzahat


Hadîsi şerifde geçmişve gelecekle ilgili pek mühim ve acâîb hükümler Deyan buyurulmştur. Benî İsrail ismini alan Yahûdî ve Hıristiyan milletinin işlediklerini bu ümmetinde, aynısını tıpatıp, adım adım tâkib edib işleyeceğini hatta onlardan annesine alenî tecâvüz edib zinada bulunan olmuş ise, ümmettende işleyenlerin olacağı beyan buyurulmuştur.

Resûlüllah (S.A.V) efendimizin bu mübarek sözleri istikbaldaki hallerin zuhuru ile ilgili olması ve o hallerinde aynısının görülmesi bir mûcizei Re­suldür. Zira bugün sokaklarda geçmiş milletlerdeki vahşeti işleyenlerin zina ve fuhuşun çeşitleri işlenir durumdadır. El zinası, di! zinası, ayak zi­nası, göz zinası ve nihayet cinsi münasebet zinasını dahî çekinmeden ya­sanlar görülür hale gelmiştir.

Annesini, kardeşini, halasını, teyzesini, gelinini ve hatta kızını dahî dans ve balo salonlarında kucağına alıb hayasızca dans edenler, alenî zi­nayı yapanların ta kendisidirler. Kendi karısını çeşitli toplantılara götürüp rast geleninin kucağına verircesine el sıktıranlar, öpüştürenler, dans ve ba­lo yapmalarına rıza gösterenler, karşı karşıya oturtup sulu sulu şakalarda bulunduranlar ve daha akla hayale gelmedik deyyüslükleri işleyenler, Asır­larca evvel Hz. Peygamber efendimizin beyan buyurdukları hayasızlık ve namusunu yıkma hastalıklarının tezahürüdür.

Yâni, bu halleri görmekle Peygamber efendimizin mucizeleri görülmüş oluyor ve dolaysiyle sözündeki sadakat ve doğruluğunu asırlarca sonra yi­ne isbat etmiş oluyor.

Resûlüllah sallallâhü aleyhi veseîlem efendimizin bu açıklamalarındaki hikmet şudur: Benî İsrail ismini alan o yahûdîler ve Hıristiyanlar, analarına tecavüz ederek o kötülüğü işleyib helak olmuşlarsa, bu ümmet de de aynısı nı işleyenler helakü perişan olurlar. İlâhî adet böyle cereyan etmiştir. Aynı şe kilde devam edecektir. Bu helak oluş, şiddetli rüzgarın acâib şekilde altı üste karıştırmasına teşbih edilmiştir.

Kur'anı kerimde şöyle buyurulmuştur :

«Öybe helak ecfıici bir rüzgâr ki, uğradığı bir şeyi bırakmıyor, mutlaka onu kül gibi savuruyor.» (Zâriyat sûresi, 42)

Bu hadîsi şerifdeki «Ümmet» kelimesinin anlamı, «Ümmeti davet» ola­rak vasıflandırılan, inanan kimselerdir. Zira Peygamber efendimiz bu ümme­tin vasfını beyan ederken, kendine izafe ederek beyan etmiştir. Binaenaleyh kendine izafe ve nisbet etmekle de hak ve hakîkata inanmış kimseler ol­muş oluyor. Bâzı âlimler, «Ümmeti davet» e şamil olduğunu zikretmişler­dir.

Hadîsi şerifde ikinci bir hOKüm ise, şu cümlelerle İzah buyurulmuştur: «Şüphesiz ki, Benî İsrail (Hıristiyan ve diğer ehli kitablar), yetmiş iki millete ayrılmıştır. Benim ümmetimde yetmiş üç millete ayrılacaktır.»

Bu cümlelerdeki, «Benî İsrail» cümlesinin Ehli kitablardan hınstıyan-lar olduklarını bilmek gerekir. Zira Peygamber efendimiz diğer bâzı hadîsi şeriflerinde, Yahudilerin, yetmiş bir fırkaya, Hıristiyanların, yetmiş iki fırka­ya ve kendi ümmetininde yetmiş üç fırkaya ayrılacağını beyan buyurmuşlar­dır.

Cümleden bir hadîsi nebevîsinde şöyle buyurmuştur: «Şüphesiz ki, Mûsâ (A.S) m kavmi (Yahûdîler), kendisinden sonra yet­miş bir fırkaya ayrılmışlardı. Yetmiş fırkası helak olmuştu, bir fırkası halas buiub kurtulmuştu.

— Isa (A.S) in kcvmi de kendisinden sonra yetmiş iki fırkaya ayrılmış­lardı. Bu fırkalardan yetmiş biri helak olmuştu ve bir fırkası da helak olma-yıb kurtulmuştu.

— Muhakkak ki, benim ümmetimde yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. İşte o yetmiş üç fırkadan yetmiş ikisi helak olacaktır, bir tek fırkası helak oimayıb kurtulacaktır.

— Ashabı kıiram tarafından sorularak denildi ki, Ya Resûlellâh! O kur­tulan fırka kimdir?

— Resûlüllah (S.A.V) buyurdu :

«O helakdan kurtulanlar, Sünnete ve cemaata sarılan kimselerdir.»[213]

Hadîsi şerifde geçtiği üzere, bu ümmet yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Ve de, şimdiye kadar yetmiş üç fırkası da ortaya çıkmıştır. Yetmiş ikisi da­lâlet ve sapıklıkda olacaklar, bir fırkası ki, necat fırkası helak olmayacaklar­dır.

Dalâlet yoluna sapmış olan yetmiş iki fırka, ilmi kelam ve akâid kitab-larında uzun uzun yazılmıştır. Biz de burada ana kollan ile o kollara bağlı olan şubelerin isimlerini ve sapıtmalarına sebeb olan kötü akidelerinden birer örnekle iktifa edeceğiz.

Şârih Aliyyülkârî merhum şu cümleleri naklederek hulâsalaşmıştır :

«Sen bi! ki, Bid'atcıların (sapık fırkaların) aslı, Mevâkıf da nakledildiği gibi sekiz kısma ayrılır (ve şunlardır) :

1) MUTEZİLE dir. Bunlar, kullar kendi amellerinin yaratıcısıdır, der­ler. Cenâbu hakkın görülme imkânını inkar ederler ve sevab ile cezanın ve­rilmesi gerekenlere sevab ve cezayı vermesi Allâha vâcibdir, derler, {işte bu görüşler, ehl isünnet görüşüne zıddır.) Bu MUTEZİLELER, yirmi (20) fır­kaya ayrılmışlardır.

2) ŞÎALARDIR. Bu Şîalar da, Hz. Ali kerremeilâhünün mehabbet ve sevgisinde çok aşirî giden kimselerdir. Bunlarda yirmi iki (22) şubeye ayrıl­mışlardır.

3) HAVARİC'lerdir. Bunlarda, Hz. Aliyi ve büyük günah işleyenleri tekfir eden sapıklardır (ve aynı zamanda Hz. Aliyi Küfe de mescidde zehirli kılıçla şehid eden hâinlerde bunlardır). Bunlar, yirmi (20) şubeye ayrılmış­lardır.

4) MÜRCİE'lerdir. Onlarda, Mümine îmanlı iken mâsiyet zarar ver­mez, kafire ibâdet ve tâatın menfeatı olmadığı gibi, diyerek ehli sünnete aykı rî görüşleri iddia etmişlerdir. Bunlar, beş (5) şubeye ayrılmışlardır.

5) Neccâriyyelerdir. Bunlar da, Kulların fiillerinin yaratılışında ehli sünnete muvafakat ederken, ilâhî sıfatları inkar edib nefyetmede ve kelâmı

ilâhînin hadis olduğu İddiasında Mutezilelere muvafakat eden sapıklardır. Ve bunlar, üç {3) şubeye ayrılmışlardır.

6) CEBRİYE'lerdir. Bunlarda, kulların ihtiyarı olan irâdeî cüziyyele-rini inkar ederek ehli sünnet îtikadına muhalefet etmişlerdir. Ve bunlar, bir tek şubedirler.

7) MÜŞEBBİHE'dirler. Bunlarda, hak tealayı mahlûkata ve cisimlere benzeten sapıklardır. Bunlarda, bir fırkadır.

8') HULÛLİYE'dirler (Bunlarda, mes'eleleri halletmek ve emsali hü­kümleri öğrenmek için kitab ve sünnete müracaat etmeyib direk Allâha hu­lul edib işlerini hallettiklerini ve buna benzer pek çok sakat ve kötü olan iddialarda bulunan kimselerdir.) Ve bunlar, bir şubedirler.

Buraya kadar saymış olduğumuz firakı dâlienin adedi, yetmiş iki olmuş­tur. İşte bu yetmiş iki fırkanın hebsi cehennemliktirler.»[214]

Yukardaki firakı dâllelerden bâzılarının fasid akîde ve görüşlerini bir nebze îzah ederek günümüzde bu sapıkları kimlerin kimleri taklid ettikleri­ni, «İSLAMA SOKULAN BİD'AT VE HURAFELER» adlı eserimizde yazdığı­mızı hatırlatırız.

Hadîsi şerifin son kısmında necat fırkasını da Resûlüllah sallallâhü aleyhi vesellem efendimiz şöyle beyan buyurmuşlar :

«Benim ve ashabımın yolu üzere olandır.»

Evet bir ferd veya bir zümre, doğru yolda olduklarını iddia ederlerse o kimselerin îtikad, amel ve ahvâllarına bakılır. Kitab ve sünnete uyar ve aynı zamanda ashabı kiramın takîb ettikleri yol ki «icmâı ümmet» denilen hükme uyarsa, doğrudur.

Şayet bu ana esaslara uymaz ve aynı zamanda yasak ve haram olan hükümleri ihtive eder eskilde olursa, işte bu sapıklıktır ve işleyenler de zın­dık, sapık ve Bid'atci kimselerdendirler.

Her zaman olduğu gibi günümüzde de pek çok fırkalar ve fikir ihtilaf­ları görülmektedir. İhtilaf ve münakaşalar, islam esaslarını izhar için veya her hangi bir islâmi hükmün icra ve tenfizi jçin olursa, yerinde ve güzel bir citiaddır. Fakat öyle olmazda çeşitli nedenlerle dünya menfeptını elde et­mek, makam, mansib ve bir mala vâsıl olmak gayesine matuf olarak ihti­laf edilirse ki, günümüzdeki ihtilaf ve münakaşaların pek çoğu bu gayeler doğrultusunda dır.

İslamda, ihtilâf caizdir ve fakat iftirak, caiz değildir, haramdır. Böyle olmasına rağmen günümüzde ihtilaf ile iftirakı bilmeyen pek çok kimseler, iftirâkı (fırkacılığı) bir meslek ve san'at hâlinde İşlemektedirler.

İftilöf; Hakkın ibrazı ve izharı için veya kadre uğrayan bir hakkın dikil­mesi, bir farzın îfası veya bir hayrın icrası gibi pek çpk yönleri olan dînî hükümlerin tesbit ve tâyîni için yapılan ictihad ve gayretin tâ kendisidir.

Resûlüllah (S.A.V) efendimiz, «Ümmetimin ihtilafı, geniş rahmettir.» buyurarak bu hususun cevaz ve iyiliğini beyan etmişlerdir. Ve aynı zaman­da ictihad neticesinde ihtilâf edilen bir mesele de, hakkı bulub isabet edene iki ecir ve isabet edemeyib hata edene de bir ecir olduğu muhtelif hadisi şeriflerde ve usul kitablarında yazılmıştır.

Fakat islâmın yasak ve haram ettiği iftirak (fırkacılık) ise, birbirlerini tekfir eden ve en ağır kötülemelerle savunma yapan ve her vasîlelerle ken­dilerini en iyi ve en doğru yolda olduklarını savunarak kendilerine iltihak etmeyenleri veya kendilerinin hata ve eksiklerini söyleyenleri, hemen ka­ralayıp küfre itenlerin, hal ve hareketleri ki, yukarda sekiz sınıfda hulasa edilen ve «firakı dâlle» denilen zındıkların yollarını tökib edenlerin meslek ve meşrebleri olması hasebiyle haram ve günahtır.

Fırkacılığın islamda haramlığı pek çok şer'î delillerde açıklanmıştır. Cümleden bir âyeti kerîmede şöyle buyurulmuşîur:

«Hepiniz, tcpdan sımsıkı AlEâhın ipine (Kur'ânı Kerîme, islâm dinine) senlin. Parçalanıp ayrılarak fırkacılık yapmayın.» (Ali İmran sûresi, 103)

Diğer ayeti kerîme meali de şöyledir :

«Dinlerini parça parça edenler (dinde fırkalara ayrılanlar), ayrı ayrı fırkalar olanlar (yok mu?) sen hiç bir vech i!e onlardan değilsin.» (Enam sûresi, 159)

Bu son ayeti kerîme de «Siye an» kelimesi buyurulmakla, bu şu de­mek oluyor: bir reis ve lidere tabî olup ve ona yardımcı insanlardan mürek-keb cemaat, demektir. İşte bu şîacılık - fırkacılık; Allah ve peygamber yolu değildir. Haram ve sapıkların yoludur.

Hal böyle iken ey zavallı müslümanlar! Şu günümüzdeki çıkarcı ma­kam ve mansib hırsına bürünmüş gözleri dönmüş muhteris, kin ve buğz saçan ve kardeşi kardeşe hasım yapan ve yapdıran kimselerin hal ve ha­reketleri, acaba bu fırkacılık değildir de nedir? Elbette katıksız ve açıkça fırkacılıktır. Haramdır. Binaenaleyh bu haram ameli, sanat ve meslek edin­mekte haramdır. Haram olan bu hâli «haram» diyerek işleyenler, fasık mü­minlerdirler ve fakat haram olan bu fırkacılığı «helâl» diyen ve hiç günah kabul etmeyenler, Allah muhafaza din ve İmandan olurlar, dinsiz ve îman-sız kâfirdirler.

Öyle ise, müslüman kardeşlerimiz, çok uyanık olmalıdırlar ve çok dik­kat etmelidirler. Zira islâmın yasak ve haram kıldığı şeyleri bilmeyerek helâl ve iyi gibi işliyorlar, sâdeee işlemekte de kalmayıp haramları, en iyi ve en güzel meslek, iş ve meziyet gibi göstermeye ve savunmaya kalkabi­liyorlar.

Cnabu hak bütün müslüman kardeşlerimizle bizleri ve neslimizi, eehâ-lete kurban olubda haramları, helâl ve küfürleri îmandan sayacak ve savu­nacak derecede abdallaşan ve sapıtanlardan olmamayı nasîb buyursun. Amin.

Ehli sünnetin îman esaslarını, yukarda ikinci hadîsi şerifin îzah bölü­mün de kısmende olsa yazıldığını ve tefrikanın tehlike ve dayanağını açık­layıcı hükümelerini de, «İslamda Evliya meselesi ve Hârikalar» adh eseri­mizin «Giriş» kısmında yazdığımızı hatırlatırız.

İhtilaf ve iftirak meselelerini kısa yoldan açıkladıkdan sonra, şimdi günümüzde birde «Teltik veya Telfiki mezâhib» meselesinin tartışması yapıl­mamaktadır. Aslında bu mesele uzun zamandan beri münakaşa edile gel­miştir.

Elimizde bulunan islam hukukunun ehli sünnet hükümlerini beyan eden ana kaynaklardan naklederek bir kaç satırla anlatmaya çalışacağız.

TELFİK : Luğatta, bir yere cem edip toplamak ve birj birine zammedip bitiştirmek manasınadır.

İstilahda Telfik : Bir mes'ele ve hadisede mezhepleri içtima edip bir merkezde toplama usûludurki, bu şekildeki hareket, ashabın ve müetehid-lerin rahmet olan ihtilafını red etmek olduğundan bâtıldır.

Dürrün muhtar şerhi Reddül muhtarda şöyle denilmiştir:

«Muhakkakki, bir hüküm telfiki, (ulemâ ve fukahönın) icma-ı ile bâtıl­dır.» [215]

Yani bir hükmü, müctehidlerin görüşlerini birleştirerek işlemek, bütün ulemanın icma-ı ile batıldır.

Telfik-in batıllığına misal olarakda İbni Abictfn şu misali zikretmiştir:

«Abdestli bir kimsenin bedeninden kan aksa ve kadına dokunsa, sonra­da namaz kılsa, işte bu namazın sıhhati meselesi, Şafi-Î ve Hanefî mezhe­bine binâen telfiklidir. Telfik ise, bâtıldır. Binaenaleyh namazda sahih ve caiz değildir.»[216]

Yani telfik yaparak mezheblerin görüşlerini bir noktada cem etmek isteyen bir kimse, Abdest alsa ve Abdesti aldıktan sonra bedeninden her hangi bir sebeble kan çıksa ve kadına elini dokunmuş olsa, İmamı-Şâfi-Î hazretlerine göre, bu adamın abdesti, kon çıkınca bozulmaz, fakat kadına dokunmakla abdesti bozulur.

İmamı Azama göre ise, abdestli kimsenin bedeninden çıkan kan abdes­ti bozar, kadına dokunmakla abdesti bozulmaz.

İşte mezheblerin bir noktada cem edilmesi iddiasında bulunan müfsid-lerin yapacakları ve iddia ettikleri böyle fasidlikleri müslümanların başına

getirmek istemektedirler, bunlar, müslümanları şaşırtıp hak yoldan batıl yo­la sapıtmak suretiyle şeytanın yolunu takip eden sapıklardır.

Binaenaleyh telfiki mezâhib iddiasında bulunanlara tabî olanlar, «Üm­metimin ihtilâfı rahmettir.» Buyuran Peygamber efendimizin mübarek sözü­nü bırakıp veya kötüleyip şeytanın telkin ve iğfalina uyan kimselerdir.

Teltik yolunu bırakıpda ayrı ayrı meselelerle veya iki meseleden birinde bir imamı ve diğer birindede diğer bir imamı {Müctehidi) taklid etmek caiz­dir.

İbni Abidinin torunu Allâme Alâeddin merhum Hediyetül alâiyyesinde şu hükümleri zikretmiştir:

«İnsan için, amel ettiği mezhebinin muhalifi olan başka bir mezhep ima­mının görüşünü takiid ederek amel etmesi, o mezhebin şartlarına haiz ol­mak kaydı ile caizdir, velevki meselenin vukuundan sonra olsun (yine caiz­dir),

— Ve bu amelin cevaz şekli, bir birine zıd iki hâdisenin işlenmesinde-dirki, birisi diğeri ile hiç alâka ve münasebeti olmaması lazımdır.

— Fakat bir hadisede cem etmeye kalkışmak caiz değildir. Zira telfik-tir. Bir hükümde ki, bir birine zıd olan hükümleri cem edip toplamak şek­lindeki telfik, batıldır.» [217]

Yukardaki hükmün baş tarafında beyan edildiği üzere, bir insan bir mezhebi taklid ederken o mezhebin muhalifini beyan eden diğer mezheb sahibinin görüşünü tek başına taklid edip onunla amel etmekde caizdir. Tâ-bîîki hadiseler ayrı ayrı olmak ve iki mezhebin görüşünü cem etmek gâye-side olmamak şartı ile caiz ve sahihtir, velevki bu îaklid, amelden sonra ol­sun, yine caizdir.

Bu hususu açıklayan bir hâdise şöyle cereyan etmiştir : «İmamı Ebî Yusufdan rivayet olunduğuna göre, İmamı Ebû Yusuf bir gün cuma namazını bir hamamda gusul edip kılmişdı. Sonra kendisine o ha­mamın kuyusunda (havzında) ölü farenin olduğu haber verildi.

— Bunun üzerine İmamı Ebû Yusuf dediki:

«Bizde Medine Ehlinden olan kardeşlerimizin (İmamı Mâlikin) kavli "İle amel etmiş oluruz, (onlara göre) Su, iki kuleye {yüz elli rıtıl alan büyüklük-de iki testinin dolusuna» ulaştığı zaman necaset yüklenmez (necislik kabul etmez).»

— işte bu, meselenin vukuundan sonra yapılan bir takliddir.»

(Hediyetülalâiyye, 305) (Keza bak, İbni Abidin, C. 1, 70) Şu halde bir insan, belli bir mezheble amel ederken bir meselede veya muzdar kalınan bir kaç meselede telfik yapmadan sâdece muhalif mezhep sahibinin görüşü ile amel edebilir. Bu meselenin en bariz açıklayıcı misâli yukardaki İmamı Ebû Yusufuun amel şeklidir. Kendisi mezhebde Müctehid olarak İmamı Azam hazretlerinin kanunlarını tatbik ederken, bir ameli işledikten sonra kendisine o amelîn durumu hakkında tehlikeden bahsedilin­ce, hemen İmamı Mâlikin görüş ve içtihadı ile amel ediyor.

Evet zaruretler karşısında kalan kimselerde, ister mesele işlenmeden evvel olsun, ister meselenin vukuundan sonra olsun, .taküd ettikleri bir mez hep İmamının muhalifini beyan eden diğer bir müctehidi taklid edip bir me­selede veya muzdar kılınırsa hayatta muhtelif zamanlarda bir kaç meselede Müctehidi taklid etmek caizdir.

Daha geniş malumat, fıkıh kitaplarında mezkûrdur.

Telfiki mezâhibin bâtfllığı yanında, İntikali mezhebin - Mezhep değiş­tirmenin dünyevî bir garaz olmadan sırf dîni bir kanaat ve anlayışdan dola­yı caiz ve mubah olduğunuda bilmek ve bildirmek lâzımdır.

Nitekim Hediyetülalâiyye de şöyle denilmiştir :

«Câhil ve avamdan olan bir kimse, kendi, mezhebinden diğer bir baş­ka mezhebe intikal edip geçmek istediğinde, eğer bir dünyevî maksad için olursd, mekruhdur. Zira böyle adamın belli başlı bir mezheb ve yolu yok­tur. Bu takdirde yeni bir mezhebe intikal edip başlamasıda iyi bir şey olmaz.

— Şayet mezhebinden diğer bir mezhebe intikal eden kimse, kendi mezhebi ile iştigal eden bir âlim bulamaz ve mes'elesini öğrenemez ve fa­kat diğer mezhebde kolaylık ve öğreten kimseyi bulursa, İşte bu dîni garaz­dan dolayı mezhep değiştirip diğer mezhebe intikal etmesi, vacib olur. Çe­kinip geri durmasıda haram olur. Zira bir mezhebe cahil bir şekilde bağlanıp hiç bir şeyi belleyemeyip durmakdan, diğer mezheplerden bir mezhebin şe­riat ilmini öğreten bir kişinin bunlunması halinde ona intikal etmek daha hayırlı ve yidir. Çünkü şer'i hükümleri bilmemek büyük bir vebal ve günah­tır. Aynı zamanda ibâdetin sahih ve makbul olmasıda çok az olur.

—Ve eğer mezhep değiştirib bir mezhepden diğer bir mezhebe İntikal eden kimse, ne dini bir garaz ve nede bir dünyevî garaz olmayıp ancak mezhep değiştirme kasdınt kullanarak intikâl ederse, bu takdirde beis yok­tur. (Fakat lâbese bihi — beis yoktum, terk etmek evlâdır.)»[218]

Mezhebinde fakih olanlarında dinde bir kolaylık ve şâire gayesi ile mez­hebinden intikal etmesi, vacib veya caizdir. Dünyevi maksadla olursa, kera­hettir, böyle olunca, ise, Şer'î hükümlerle oynamak ve alaya almak olacağın-dan haramdır.

Mezheb sâhiblerinin taktid ettikleri mezhebleri ile diğer mezhebler hak­kında amelî ietihad hükümlerinde savab ve doğru olan şöyle denmelidir.

«Mezhebimiz savabdır, fakat hata olmak ihtimali vardır ve bizim mu* hatiflerimizin mezhebi hatadır, fakat savab olmak ihtimali vardır.»[219]

İetihad ve müetehidler hakkında geniş malûmat, bu eserin İkinci cil­dinde gelecektir. [220]


Tercümesi:


172 - {33} Ahmet bin Hanbel ve Ebû Davûdun Muâviye (R.A) den rivayetinde şöyledir:

«Yetmiş ikisi Cehennemdedir. Bir tâneside Cennettedir. O Cennette olan bir millet de cemaattır.

— Şüphesiz benim ümmetim içinde öyleler çıkarki, onlara hevâfarı (Nefsâni arzuları olan Bid'atlar) her taraflarına sirayet edib yerleşir. Sanki Kuduz Köpeğin sahibini ısırınca damar ve mafsallardan hiç bir yer kalma­dan her tarafına sirayet edip girdiği gibi»[221]


İzahat


Bu hadîsi şerifin baş tarafında yetmiş üç fırkadan yetmiş ikisinin cehen. nemlik olup, bir tanesi cennetlik olacağını beyan ederken, o cennetlik olan fırkanın «cemaat» olduğunu beyan buyurmuştur. Yani cennetlik olan fırka, ilim ve islam esaslarını teşkil eden ve Peygamber efendimizin izine tabî olan fıkıh (Din ve şeriat) ilmine bağlı olan cemaat topluluğudur.

Bu cemaatı temsil edenler, bu vasıflara schib olan kimselerdir, velevki bu esaslara bağlı ehli sünnet yoluna tabî olan dağ başında tek bir kişi ol­sun, yine o tek kişi ehli sünneti temsil eden kimsedir.

Bu hususu Büyüklerden Süfyânı sevrî (R.A) şu cümleleri ile beyan et­miştir :

«Eğer din ve şeriat ilmine vakıf olan bir fakıh, tek başına dağın tepe­sinde olsa, İşte o k,imse cemaattır.»[222]

Yani dağın başındaki tek başına duran gerçek ve hakîki alim (İlmi ile amel eden kemal sahibi âlim), ehli sünnet makamına kâim oiması hasebiy­le ehli sünnet velcemaat topluluğunun temsilcisi ve gerçek cemaat toplulu­ğu o kimsedir.

Şu haide hak ve hakîkata; îman, ilim ve amelleri uymayan ve fakat dil­lerinde öyle olduklarını söyfeyen bir yığın insan topluluğu, cemaat topluluğu

değildirler. Onlar olsa olsa sapık yolda olan firakı dâlleden olurlar. Zira ehli sünnet velcemaata bağlı ve o cemaatı temsil edebilmek için, îtikadları, amel ve ahlakları ve her hareketleri Peygamberimize ve onun yolunu tâkîb eden ashabının yoluna tabî olması şarttır. İlim ve irfandan yoksun aynı zamanda esâsa dayanmayan bir çok laf ebeleri ve batıl yığınakları, hiç bir zaman eh­li sünnet temsilcisi olamazlar.

Hatta bâzı kurubların kuruluşları ve tâkib ettikleri yol ve metodları, ta­mamen ilâhî hükümler dışında ve beşerî pirensiblere göre oluyor, bununla beraber kendilerini ehli sünnet velcemaat yolunda olduklarını savunmakta­dırlar. Bunların iddia ve düşüncelerinin hakîkatla hiç alakası olmadığını iyi anlaya bilmek için hemen yukarda 171 nolu hadîsi şerifin izahını okumak kifayet eder. Orayı mutlaka tekrar tekrar okuyalım.

Hadîsi şerifin ikinoi paragrafında ise peygamber efendimiz, nefsanî ar­zularına tabî olan Bid'ad sâhiblerinin tehlike ve fenalıklarını îzah ederken, kuduz bir köpeğin ısırmasına teşbih buyurmuşlardır. Kuduz köpek kimi ısırır-sa, ısırdığı saatte hemen o adamı helak edici bir zehir kaplar, eğer hemen kuduz aşısını yapıp önlenmezse, o adamda kudurur derhal helak olup gider.

Kendi arzu ve isteklerine şeriatı uydurmaya çalışan Bid'adcılarda bir adama musallat olurlarsa, o adamın din ve îmanını zehirleyib harab ederler. Doğru yoldan kaydırırlarsa, o adamacağız kolay kolay onların zehirinden kur tulamaz. Çünkü nefsin ve şeytanın isteği olan. böyle kötülüklerdir. O da ha­sıl olunca kurtulmak çok güçdür.

Peygamberimiz diğer bir hadîsi şeriflerinde Bid'atcıları şöyle vasıflan-dırmışlardır:[223]

«Bid'at ve uydurmacı kimseler, cehennem köpekleridirler.» [224]


Tercümesi:


173 - (34) İbni Ömer (R.A) den mervîdir, dedi:

Resûlüllch (S.A.V) buyurdu :[225]

«Şüphesiz Allahü teâla benim ümmetimi -veya Resûlüllah dedi: Ümmeti muhammedi- dalâlet (sapıklık) üzerine içtimâ etmez. Allanın yardım ve kud­reti, cemaat üzerinedir, Bıîr kimse cemaatdan ayrılırsa, kendisini cehenneme atar.» [226]



İzahat


Bu hadîsi şerifin ihtiva ettiği hükümlerde, edillei şer'iyyeden icmâı üm­met üzerine delil vardır. İcmâı ümmetin hakîkat üzerine ittifak etmesi ise, ashabın ittifakı veya ashabın yolunu tâkîb eden ehli sünnet İtikadına sahib olan ümmeti icabet kimseler, dalalet ve sapıklık üzerine ittifak etmezler.

Aslında «ÜMMET» kelimesinin mâna ve mahiyetini gerçekten ihtiva eden ümmeti muhammed, hiç bir zaman dalâlet ve küfür üzerine ittifak et­mezler. İslam esaslarına âlim ve vâkıf olan ve şer'î hükümler ile amel eden hak aşıkları olan bir topluluk hiç bir zaman bâtıl üzere ittifak etmemişlerdir, ve kıyamete kadarda ittifak etmeyeceklerini mübarek Peygamber sallallâhü-aleyhi vesellem efendimiz yukardaki sözlerinde buyurmuşlardır.

İslam esaslarına âlim ve vâkıf olan ümmetin dalâlet ve küfür üzerine ittifak etmeyeceklerini beyan edib îzah etmekle, bir takım cahil kimselerin veya ilim zırhına bürünmüş ve fakat islâmın esaslarından hiç haberi olma­yan sâdece bir az bir şeyler okuyub konuşuvermekle kendilerinde ulemâ süsü görenlerin veya başkalarının böyle câhilleri başlarına gelmekle âlim diye kıymet vermeleri ile kendilerine ulema süsü verenler, hiç bir zaman ümmetin ittifak ve icmâi kabul edilemez.

Hele islamın haram kıldığı fırkacılık pirensiblerine bağlı olarak kurulan güruhların ve toplulukların ittifakları hiç bir zaman icmâı ümmet olamaz. Zira onların kuruluş pirensibleri, bir topluluk hasıl olurda yetkili icraata sa­hib olurlarsa, islâmın esasları ile değil beşerî kanunlarla veya kendilerinin çıkaracakları beşerî pirensib ve kanunlarla hüküm vermekteler veya vere­ceklerdir. O toplulukların kuruluş ve neticede icrâât esasları bu şekilde cereyan etmektedir.

Hal böyle iken haramlarla ve hatta belkide küfürlerle' iştigâl eden ve hiç bir zaman islam esaslarını delil olarak ele alıpda o esaslara göre icrâât yapma yetgisine ve hatta o ana esasları savunmak dahî suçk abul edilen bir topluluğun ittifak ve içtimâ etmeleri hiç bir zaman ehli sünnet velcema-at topluluğu olmaz ve hiç bir zaman bu topluluğa icmâı ümmet denilemez. Denilse denilse, böyle topluluklara «icmâı dalâlet ve icmâı cinayet» denile­bilir.

Hak ve hakîkat üzerine ittifak eden topluluk üzerine Allâhü teâlanın yar dimi olacağını beyan sadedinde Resûlüllah (S.A.V) şöyle buyurmuştur :

«Allâhın yardım ve kudreti, cemâat üzerinedir.»

Evet hak teâîanın yardımı islamın esaslarına inanan müminlere ve on­larla beraber hak yolcularına dır.

Allâhü teâlada bir âyeti kerîmesinde şöyle buyurmuştur : «Muhakkak ki biz azîmüşşan, Peygamberlerimize ve îman eden mü­minlere hem dünya hayatında ve hem Meleklerin şâhid olacakları günde (kıyamet de) yardım edeceğiz.» (Mümin sûresi, 51)

Ataların da bir sözü vardır, «Doğrunun yardımcısı, Allahdır.» Hadîsi şerifde, «Bir kimse, cemaattan ayrılırsa, kendisini cehenneme atar.» cümlesi üzerinde de bir nebze durmak gerekir.

Allâhın yardım ve nusreti hak ve hakîkatta içtimâ eden cemaat üzerin­de olması hasebiyle, böyle bir cemaattan ayrılanların varacağı cehennem ateşidir. Zira ilâhî nusredden mahrum olanların akibetleri hep öyle olmuştur ve öyle olması da mukadderdir.

Halikı zülcelâl bir âyetinde şöyle buyurmuştur:

«Şüphesiz ki Allah, bir topluluğa verdiği nimeti, onlar, kendilerindeki (birlik ve yardımlaşma gibi) iyi holi fenalığa çev.irmedikçe bozmaz. Bir toplu­luğa da Ailah bir kötülük diledimi, artık onun geri çevrilmesine hiç bir çâre yoktur. O topluluk için (kendilerine yardım edecek) Allahdan başka fyir yar­dımcı da yoktur.» (Ra'd sûresi, II)

Diğer âyeti kerîme meali şöyledir:

.«(Ey müminler!), gevşemeyin (dağılıp parçalanmayın), mahzun olma­yın, siz eğer (gerçekten) mümin iseniz (düşmanlarınıza galib ve onlardan) çok üstünsünüzdür.» (Ali İmran, 139)

Evet hak ve hakîkatta ittifak edib birleşen cemaata hak teâlanın yar­dımı mutlaka ulaşır ve ilâhî vadi de öyledir.

Netekim bir ayeti kerîmede şöyle buyurmuştur;

«Ey müminler! eğer siz Allâha (Allâhın dînine) yardım ederseniz, o da size yardım eder ve (hazarda, seferde) sizin ayaklarınızı kaydırmaz.» (Muhammed sûresi, 7)

Yukardaki âyeti kerîmelerde belirtildiği üzere, hak yolda birleşilir ve yar-dımlaşılırsa, Allâhın yardımı da o cemaat üzerinde tecelil eder. Dolaysiyle en iyi yol elde edilmiş olur. Şayet cemaat topluluk hâlinden aynlırsa veya bir kimse hak yolda toplanan cemaattan ayrılırsa, işte bu kifeilerin akıbeti hem dünyada ve hem âhirette. perişanlıktır. Dünyada çeşitli belâ ve musibetlere mübtelâ olurlar, âhirette de cehennem azabına müstehak olurlar.

Resulü Ekrem efendimiz de bu hususa işaret ederek cemaattan ayrılan kimsenin, kendisini cehenneme attığını ifâde buyurmuştur.

Din yolunda içtimâ etmiş cemattan ayrılanların bir gün mutlaka helak olup azab olunacaklarını beyan eden ilâhî âyet meali şöyledir :

«Kendilerine (hak dînin) ilmi geldikten sonra, ayrılığa düşmeleri ise, sırf aralarında hased ve azgınlıklarından dolayıdır. Eğer Rabbinden tâyin

edilmiş bir vakte (kıyamete veya ömürlerinin sonuna) kadar azabın gecik­mesine dâir bir söz (vadi ilâhî) geçmiş olmasaydı, aralarında (kâfir olanla­rın veya tefrikaya dalanların) helak işleri mutfak surette bitîniverir di.»

(Şûra sûresi, 14)

Ataların da bir sözü vardır: «Sürüden ayrılanı, ktırd yer.» Yine atalar bir sözlerinde de birlikten ayrılmamayı tavsiye ederek de­mişler :

«Bir elin nesi ver, iki elin sesıi var. Birlikten kuvvet doğar.» Saymış olduğumuz bu gerçekleri okuyan her müslüman .kendisini kont­rol etmelidir. Acebâ benim gittiğim yol ve birleştiğim kişiler, islam cemaatı-mıçJır, yoksa fırka cemaatı jnıdır. İslam esaslarına mihenkleyib ondan sonra kararını vermelidir. Şayet islam esaslarını bilemiyor veya mihenkleyecek kudrete sahib değil ise, hemen islam esaslarına vâkıf aynı zamanda günün fırkalarına ve fırkacılarına kendisini kabdırmamış kemal -sahibi bir âlime muracat etmesi lazımdır. Zira her kişi ve her âlim hak ve hakikati gösterme ye muktedir olamaz. Bilhassa günün salgın hastalığı hâline gelmiş olan fır­kacılığa saplanmış olan bilginler, çok ve çok yanılabilirler. Bu sebebdende doğruyu göstermeyebiiirier. Binâenaleyh her şeyin ehli arandığı gibi, bu mes'eleninde ehli aranmalıdır. [227]


Tercümesi:


174 - (35) Yine ondan (İbni Ömer R.A. den) mervîdir, dedi: Resûlüliah (S.A.V) buyurdu :[228]

«Doğruluk üzerine toplanmış büyük cemaata tâbi olunuz. Zira cemaat-don ayrılan kimse, kendisini Cehenneme atan kimsedir.» [229]


İzahat


Bu hadîsi şerifin ihtiva ettiği hüküm hakkında hemen yukardaki hadisi şerifin îzah bölümünde bir nebze beyanda bulunduğumuzu hatırlatırız. Biz burada hadîsi şerifin hükmünde işaret edilen bir kaç âyeti kerîme mealini nakledeceğiz.

İslam cemâati hâlinde toplanmayı halikı zülcelal şöyle emir buyurmuş­tur:

«Dini, elbirliği İle tatbik ediniz ve ayrılığa düşmeyiniz.!» (Şûra sûresi, 13)

Yukardaki hadîsi şerifde beyanediien, «Sevâdülâzam : Doğruluk üzeri ne toplanmış büyük cemaat» hükmünü ashabı kiram hakkı ile yaşamışlardır. Zira akâid kitablarmda beyan edildiği üzere, ashabı kiram efendilerimiz, fitneden evvel ve fitneden sonra da adaletli idiler. Adaletli kimseler ise. el-Def doğruluk üzerine içtimâ ederler. Her ne kadar bâzı kişilerinde büyük günahlar' görülse de, yine ashabı kiram adi! idiler ve doğruluk üzere İçtimâ etmişlerdir.

Hulâsai kelam doğruluk üzerine içtimâ eden büyük cemâat, ashabın yo­lunu tâkib eden ve ilmi şeriatı hakkı iie bilip tatbik eden âlim ve kâmil kişi­lerin meydana getirdiği büyük cemaattır. Böyle büyük cemaata uymak ve o oemattan ayrılmamak, şayanı tavsiye olan cemaatın

Kendilerinden başkalarına müslüman gözüyle bakmayan, kendilerinin ibâdetleri makbul, başkalarının ibâdetleri sanki makbul değilmiş gibi görüş sâhiblerinin ittifak ve içtimaları hiç birsûrette ve hiç bir zaman büyük ce­maat olamaz. Velevkİ etrafları çok olsun ve hatta içlerinde görünüşde is­lam kıyafetine bürünenler olsun, yinede hak yolda toplanmış cemaat değil­dirler.

Hak yolda içtimâ eden cemaatm akidelerinden bâzılarını, Cibril hadîsi diye vasıflandırılan ikinci hadîsi şerifin îzah bölümünde zikrettiğimizi hatır­latırız.

Şu halde en iyi ve en doğru yolu ve cemaatı tâkib edib birleşebilmek için, islam esaslarına îtikadları, amelleri ve sözleri uyduğu takdirde o kim­seler büyük cemaat olmaları hasebiyle uyulmasında sakınca olmayan iyi "e büyük cemaattırlar. [230]


Tercümesi


175 - (36} Enes (R.A) dert mervîdir, dedi: Resûlüliah (S.A.V) bana buyurdu :

«Ey Oğulcuğum! Eğer sen hiç bir kimseye kalbinde buğu* ve öfken ol' madan sabahlama ve akşamlamaya kadir olursan İşle.» — Bundan sonra ResûKillah (S.A.V) buyurduk!:[231]

«Ey oğlum! İşte bu benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi sever-se, beni sevmiştir. Beni seven kimsede, benimle beraber Cennettedir.» [232]


İzahat


Resulü Ekrem efendimizle bizzat yaşayıp ve kendisinin on sene hizme-' tinde bulunan ve manen oğlu olan Hz. Enes (R.A) ö tavsiye buyurdukları sünnet de, şu âyeti kerîme de beyan edilen hükümlere işaret vardır :

«Onlardan (Muhacirlerle ensardan) sonra gelenler, şöyle derler : Ey Rabbimiz! bizi ve bizden evvel îmanla âhirete göçmüş olan kardeşlerimizi bağışla ve (Dünyada) îman etmiş (Hayatta) olanlar için kalblerimiz de bir kin bırakma..» (Haşr sûresi, 10)

İnsanların iç ve ruh hastalıklarından en ızdırablısı, kalblerde kin ve buğz beslemek ve taşımaktır. İnsanı evinde, işinde, yatağında ve her yerde kendisini rahatsız eden ve huzurunu kaçıran en büyük ve tehlikeli hastalık­lardan birisi olan buğz, insanın din ve îmanını yıkıp yok edecek derecede tehlikeli zaman ve saatiarı olabilir.

İşte bu gibi tehlike ve felâketlerden dolayı Resulü Ekrem efendimiz. Hz. Enese, yapabilirsen akşama kadar ve sabaha kadar hiç bir ferde buğ-zun olmadığı halde hayatına devam et, şeklinde nasîhatta bulunmuş olması hemmiyetine binaen buyurulmuştur.

«Geçen ümmetlerden size sirayet edib geçen hasütlük ve buğz var­dır. O (buğz ve hased), kazıyıcıdır. Duymuş olunuzki, ben kılı kazır demiyo­rum. Ve fakat a (hastalık) dîni kazır.» (Tirmizi)

İşte müminin îmanını yıkan veya yıkabilecek olan buğz ve hased, kalb hastalıklarının en eşeddi ve en kötüsüdür. Bu hastalıklar, gözle görülmez, kalbden dışa yaşama zamanında sızıntı ortaya çıkar. İblisin huzuru ilâhiden kovuluşu, Fir'avnin Musa (A.S.) a hasımlığı, Adem aleyhisselâmm oğullan arasında cereyan eden fena halin oluşu ve Ebû Cehilin hasımlıkda zirveye ulaşması ve günümüzde cereyan eden ve bir türlü önlenemiyen ve gideril­mesi sağlanamıyan fırka ve hısımların hasımlıklarının devamı, hep hased ve ğzun neticesidir. Yoksa böyle bir hastalığa mübtelâ olunmasa, her ferd ve cemaat biliyor ve iddia ediyorlarki, «birleşelim, birleşilsin, sevişelim v.s.», fakat bir türîü söz yerine gelmiyor.

İmamı gazali merhum bir sözünde şöyle buyurmuşlar : «Bütün kin ve düşmanlıkların giderilmesi umulur. Ancak hasüdlükden lolayı olan düşmanlık'ın tedavisi umulamaz.»

Hısımların, hasımlıklarının önlenememesi, aynı cins ve meslekden olan-arm hasımlıklarının bir türlü giderilememesi, komşuların aralarındaki husû-

metin yok edilememesi, Birbirlerine karşı hased besleyenlerin sevişememe-leri ve bunlara benzer pek çok yönler ve sebeblerle buğz ve kinin giderile-memesinin bir tek sebebi vardır. İşte oda yukarda İmamı gazali merhumun buyurdu gibi, «hased : çekememe» hastalığının bulunmasmdandır.

Hadîsi şerifin son cümlesinde de, kim, benim sünnetimi severse, beni sevmiş olur, buyurmakla kendisine ittibâ eden kişinin mutlu ve mübarek kişi olduğunu beyan buyurmuştur. [233]


Tercümesi;


176 - (37) Ebi Hureyre (R.A) den mervîdir, dedi: Resülüllah (S.A.VJ buyurdu :[234]

«Bir kimse, ümmetimin fesad olduğu zaman, benim sünnetime sarıhrsa, işte o kimse için, yüz şehıid ecri vardır.» [235]


Îzahat


Bu mübarek hadîsi nebevide de sünnetin öldürülüb Btd'atın-diriltildiği ve fesatlıkların kol gezdiği bir zamanda. Peygamber efendimizin sünnetlerini harfi harfine yapmaya çalışır ve hatta kınanıp ayıplansa dahî sünneti rahat­lıkla ve gönül hoşluğu ile işleyen kimsenin çok büyük ecre nail olacağı be­yan buyurulmuştur.

Harb meydanlarında din için, vatan ve millet için savaşırken Allah yo­lunda şehit olan'şehidlerden yüz adedinin ecrini, evinde, dükkanında, tarla­sında ve her nere de olursa, sünnetleri işleyip ihya eden kimse alacaktır. Zira cehaletin kol gezdiği ve haramların çekinmeden işlendiği, farzların ise ayıplandığı veya yapdırmanın yasaklandığı yerlerde hiç aldırmadan dîni mü-bînin hükümlerini işler ve yapmak için en ciddi gayreti sarfederse, işte bu kişi, nefsine hâkimiyyetinî sağlamış büyük cihâdın yiğit kahramanıdır.

Elbette böyle adam, Cebhedeki savaşda şehid olan şehidin yüz adedi­nin ecrini alır. Şu halde bir dâire amiri, maiyyetindeküere; «namazı kılma­yın, vazife mukoddesdir. Sizin günahınızı ben yüklenirim. Siz şu işi görürse­niz, bu namazdan efdaldır, gibi..» ifâdelerle Aiiâhın emri olan beş vakit na­mazı kıldırmayacak olursa, işte burada en iyi ve ciddi hareket, «senin kendi günahın sana yeter artar, hiç bir kimse diğerinin günahını çekmeye mecbur değildir ve aynı zamanda her koyun kendi bacağından asılır. Evet sen ken-

di günahınla beraber bize engel olma ve kötülüğe teşvik etme cezasını da ayrıca çekeceksin. Ülüİemre itaat, doğru ve iyi olan emirlerdedir. Haram ve günah olan emirlerde itaat edilmez. Çünkü sende Allâhın yarattığı bir var­lıksın. Allâhın emirleri senin emrin üzerine takdim.edilir. Zira Allâhü teala âmirlerin âmiri ve hâkimlerin hakimi mutlakıdır.

Öyle oluncada senin emrin onun emrine muhalefet ederse, senin emrin terk edilir. Hakimlerin hâkimi ve âmirlerin âmiri olan Allâhın emrine itaat edilir. Sen bugün var yarın yoksun. Fânisin ve fakat Allâhü teâla dâim ve-bakidir.» gibi cümlelerle cevab vermek gerekir.

İşte bizim bu kısa misalleme ve açıklama yapmaya çalıştığımız hayat meselelerinden bir tanesidir. Müslüman kardeşlerimiz bu gibi misâlları ço­ğaltıp aynı şekilde ınîamaya ve anlatmaya çalışırlar. Sonra da çalışdıklan-nın ecrini kat kat a:,rlcr.

Bu cümleleri CKudukdan sonra yukardaki hadîsi şerifi tekrar bir daha okumalarını her okuyucu kardeşimize tavsiye ederiz.

Fesatlık yaparak her hangi bir âmirin memuruna, ağanın işçisine, baba­nın oğluna, komutanın askerine ve emsali idarecilerin maiyyetlerindeki kim­selere; «Cuma namazını kılma, ne günahı varsa ben çekeyim, demeleleri, ke­za beş vakit namaz, zekat, oruç, hac ve diğer iyi amelleride yapma onla­rın vebâllarını ben yüklenirim, sen şu vazifeleri yap onların hesabını ve so­rulduğunda cevabını ben veririm, gibi..» cümleleri müslüman söylemez, böy­le sözleri va deli olanlar söyler veya gayri müslimier söyler.

Hatta bâzı beyinsiz fasıklar, «gel canım bir âlem yapalım, içelim, ka­dın oynatalım, zina yapalım, kumar oynayalım, çaialım çağıralım, dövelim öldürelim ve saire...» haramları teklif ve tahrik eder, arkasındanda, «canım bunlardan çekinme onların günahını bana yüklet ben çekerim. Korkma ben onların hepsine cevab vermeyi üzerime alıyorum, böyle şeylerle zevklenme­yen kimseyide adamdanmı sayıyorsun, gel sen yaşamaya bak... gibi.» ha­ramları işletmeye teşvik eden veya işletmeye çalışan ve işleden kimselerin söyledikleri lakırdılar ve bu sözlere benzeyen sözleri ancak Allâha ve âhrret gününe inanmamış kâfir ve zâlimler söyleyebilirler.

Netekim bir âyeti kerîmede halikı zülcelal şöyle buyurmuştur : ,

«Kâfirler, îman eden müminlere şöyte dediler (keza hâla da derler} : Bizim yolumuza (Putlarımıza, isyan ve kötülüklerimize) uyun da sizin günah­larınızı biz yüklenelim. Halbuki oniar (kâfirier), bunların (müminlerin) günah larından hiç bir şey yüklenici değillerdir. Şüphesiz ki onlar (kâfirler), sözle­rinde yalancı kimselerdir,

— Muhakkak ki onlar (kâfirler), kendi günahlarını ve o günahlarla bera­ber daha bir cok (sapdırdıkları kimselerin) günahlarını onların günahları ek-

silmeden aynısını yüklenecekler ve muhakkak ki, (Allâha) iftara ettikleri şeylerden kıyamet günü sorumlu tutulacaklardır.» (Ankebût sûresi, 12-13)

İşte bu gerçekleri okuyan her akıllı müslüman, Kendilerini en ağır yük ve çirk altında bulunduran ve kendi günahını çekmekden aciz kalan veya aciz kalacak olan bir kâfire veya kâfirleri takiid eden bir zalim, hâin ve fâsık kim­senin sözüne aldanmaz ve o kötü sözü söyleyen zavallıya, «sen kendin! kurtarmakdan aciz bir fasık ve zalimsin. Eğer iyi bir adam olsaydın bu yap-dıklanndan çekinir uzak olur hem dünyada paranı ve malını böyie haram olan şeylere sarf etmez, çoluğuna ve çocuğuna sarf eder onları güldürür ve yaratan halika karşı vazifeni yapar isyan etmezdin. Sen cehennem odunusun kendine oraya beraber gitmek için yoldaş arayan bir beyinsiz gi­bi...» cümlelerle cevablandırır ve onu ıslah etmek için gayret sarfeder.

Cenabu hak, ümmetin böyle fesat olduğu zaman da ve bilhassa günü­müzdeki fasitlerin içinde, kendisini koruyan kimselerden olmamızı hem bize ve hem neslimize nasib etsin. Amin. [236]


Tercümesi :


177- (38) Câbir (R.A) den mervîdir, Resûiülfah Sailallâhü Aleyhi ve-sellemden rivayet edildiğine göre, Ömer (R.A) ResûlüHah (S.A.V) e geldi de-diki : Biz, yahûdîlerden bizi teaccübe düşüren sözler işitiyoruz, bu sözlerin bâzılarını yazmamızı uygun görürmüsün?

— Bunun üzerine ResûlüHah (S.A.V) buyurdu : Yahudi ve Hıristiyanların hayretleri gibi

Siz (dininizde) hayretmi edicilersiniz?! Elbet ben size açık bir şekilde nur gibi bembeyaz hükümlerle geldim[237]. Eğer Mûsâ (AS) diri olmuş olsaydı, onunda benden başkasına tabî olması olmaz, ancak bana tabî olurdu.» [238]


İzahat


Hadîsi şerifin baş tarafında geçtiği üzere, Hz. Ömer (R.A), bâzı Yahu­dilerin «Benî israil hikâyeleri» diye vasıflandırılan hikâyelerini duyunca doğ.

ru veya eğriliği hususunda şüpheye dalıyor ve böyle şüphe ve teaccubun-dan dolayı da Resülüllah sallallâhü aleyhi vesellem efendimizden soruyor. Fakat Resulü Ekrem efendimiz çok kesin ve açık bir ifâde ile yasaklayıp ayıplayarak buyuruyor: «Yahudi ve Hıristiyanların hayretleri! (tefrikaya ve ba tılİara dalmaları) gibi siz de (dîniniz de) hayretmi edicilersiniz.»

Resulü Ekrem efendimizin bu cümlelerinde kitablarını bıraktpda Ruhban ve^apazlarının fikirlerine uyan yahûdî ve Hırıstıyanlara uyulmaması ve on­ların hareketlerinden son dereoe kaçınılmasını tavsiye buyurmaktadır.

Bu mübarek cümlelerde şu mealdâki âyeti kerîmelere işaret vardır :

«Onlar (Yahûdî ve Hıristiyanlar), âlimlerini ve Rahiblerini Ailahdan baş­ka Rablar edindiler..» (Tevbe sûresi, 31)

Diğer âyeti kerimede de şöyle buyurulmuştur.

«(Eymüminler!) Kendilerine apaçık deliller ve âyetler geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşen Yahûdî ve Hıristiyanlar gibi olmayınız. İşte onlar için çok büyük bir azab vardır.» (Ali İmrân sûresi, 105}

İşte bu âyeti kerîmelerde de belirtildiği üzere Yahûdî ve Hıristiyanların sapıtmalarına başlıca sebebler, kendi nefislerine ve şeytanın arzusuna uy­gun olarak bir takım uydurma ve yalan hikâyeler ve hükümler çıkararak hak ve hakikati beyan eden kitablarını ve peygamberlerinin buyruklarını bırak­maları i!e ayrı ayrı fırkalara bölünmüşlerdir ve her fırkada kendilerinin doğru yolda olduklarını savunurlardı. Aynı zamanda o fırkacıların fırkalarında de­vam etmelerine de onlarca âlim tanınan kişilerde bu işlerin yöneticileri olu­yorlardı.

Şu halde daha evvel geçen hadîsi şeriflerde açıklamış olduğumuz fırâ-kı dâlleden olan yetmiş iki (72) fırkanın da yine bir yöneticileri ve savunu­cuları vardır. Bunların bu şekilde oluşları geçmişdeki hak yolu bırakıp ba­tıl yollan ihdas eden Yahudi ve Hırıstıyanları taklid etmekden başka bir şey değildir. Bu sebeble de Rasûlüllah sailailâhü aleyhi ve sellem efendimiz, Hz. Ömeri uyarıb dikkat çekiyor ve onların yoluna düşebileceği hususu be­lirtiyor.

Gerçekler böyle beyan edilmesine rağmen, günümüzde şiddetle ve çok hızlı bir şekilde fırkacılığa dalanlar vardır ve sanki helal ve iyi bir iş yapılı­yormuş gibi, savunuluyor. Ağızlarda «islam» kelimesi vardır. Hareket, icraat ve bir çok sözler hiç de islâmî değil, tamamen fırkacıların tâkîb edib işledik­leri yollardır, Aynı zamanda tuttukları bu fırkacılığı tasvib etmeyen veya :enkid edib îkazda bulunmak isteyenleri, en ağır kelimelerle itham edip suçlayanlar. Daha ileri gidip küfürle mukabelede bulunanlarda oluyor.

Zavallılar, din ve îmanın esâsını bilemeyince önlerine düşen muhteris nsanların kurbanları oluyorlar ve böylece dinlerini tahrif tebdil ve tağyir ederek batılları savunan Yahûdî ve Hıristiyanlar! taklid ettiklerinin farkında değildir.

Günümüz de dahi. Dinlerinin haram kıldığ; bir çok hükümleri yeni yeni fetvalarla değiştiren papazlar görülmüştür. Meselâ, Homoseksüel denilene, «LİVATA» yi ingiltere de bâzı papazlar fetva vererek helal diyebilmiştir. Bun­lar kâfirlerin tuttukları yoldur. Müslüman böyle haram ve hatta küfür yolla­ra sapmaması lazımdır. Aksi takdirde Allah muhafaza kâfir olur.

Resülüllah sallallâhü aleyhi vesellem efendimiz mübarek sözünün de­vamında şu :

«Eğer Musa (A.S.), diri clmuş olsaydı, onunda benden başkasına tâbi olması olmaz, ancak bana tabî olurdu.» cümlesinde de şu âyeti kerimelere işaret vardır:

«Muhammed (Aleyhisselâm, Zeyd gibi) erkeklerinizden hiç birimin ba­bası değildir, fakat o (Muhammed aleyhisselam), Allanın Resulü ve Peyğam herlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir.» (Ahzab sûresi, 40)

Evet âyeti kerîmede de belirtildiği üzere Resulü Ekrem efendimiz. Pey­gamberlerin en son gelenidir. Ve bir daha peygamber gelmeyecektir. On­dan sonra gelenler kim olursa olsun, ona ve onun şeriatına tâbi olacaktır. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi, Musa aleyhisselamda gelse, oda Peygamber efendimize tabî olacaktır. Nitekim Son zamanda Hz. İsa aley­hisselam yer yüzüne indiğinde oda Peygamber efendimizin getirmiş olduğu şeriat hükümleri ile hükmedecektir. Daha yukardaki hadîsi şeriflerin îzah kısmında naklettiğimiz gibi, Ancak cizyeyi kaldıracaktır. İslamdan başka hiç bir şeyi kabul etmeyecektir.

Peygamberler ahidlerine vefalı kimselerdir. Daha evvel verilen sözleri harfiyyen yerine getirirler. Netekim bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur :

«Allah, vaktiyle Peygamberlerin mîsâkını (bağlılık sözünü) şöyle almış­tı : Celâlim hakkı için, size kitab ve hikmetten verdim. Sonra sıîze, beraberi-nizdekini tasdik eden bir Peygamber geldiğinde mutlaka ona îman edecek­siniz ve muhakkak ona yardımda bulunacaksınız. Bunu ikrar ettinizmi ve bu ağır ahdimi üzerinize alıp kabul ettiniz mi?, buyurdu. Onlar da (Peygam­berler de) : ikrar ettik, dediler. Allah da şöyle buyurdu : Öyle ise, birbiri­nize karşı şahid olunuz ve bende sizinle beraber şâhidlerdenim.» (Ali İmran sûresi, G!J

Yukardaki hadîsi şerifi açıklamaya çalıştığımız üzere, şu anda en doğ­ru ve en iyi gidilip tâbi olunacak tek yol Kur'an ve sünnet yoludur. İcma', ümmetle kıyası fukaha da, esas İtibariyle kitab ve sünneti açıklayıcı bireı delil ve yollardır. Binaenaleyh bütün yollar ve ameller, islâma dayanmalıdır ki, mükemmel olan doğruluğa kavuşmuş olsun.

Tâkib edilen yollar islamdan ve Peygamber yolundan başka yol olursa, o yol çıkmaz sokak menzilindedir. Sonu perişanlıktır, arzu edilen hedefe va­rılamaz ve hatta eğri olması hasebiyle pek çok tehlikeli uçurumlara da gö­türebilir.

Bu sebeble dinden ve din yolundan ayrılan bütün milletler ve devletler, payidar olmamıştır. Dinsiz millet yaşayamamıştır. Cok geçmeden yıkılmış­lardır. Hatta islam esaslarına bağlı olduklarını beyan eden ve fakat tatbik ve İcraatları İslama ters düşen pek çok sahte görünüşlü millet ve devletlerde, yıkılıp perişan olmuşlardır.

Bütün beşeriyyetin kurtuluşu. Tek yol islam'a ve tek lider Hz. Peygam­ber efendimize tabî olmaktadır. Huzur, sükûn, ağız tadı ve her çeşit hayati kalkınmaların refahı, beşeriyyetin tek önder ve lideri olan Hz. Peygamberin izindedir. [239]


Tercümesi:


178 - (39) Ebî Saîd Elhudri (R.A} den mervîdir, dedi: Resûlüfiah (SAV) buyurdu :

«Bir kimse, tîybı yer, sünnetle amel eder ve insanlar onun mihnet ve meşakkatinden emin olursa, Cennete girer.»

— Bunun üzerine bir adam dedi : Ya Resûlüllah! Şüphesiz bu şekil (tîyb yeme, sünnetle amel etme ve insanların o kimsenin fitnesinden eminli-ği) bugün insanlar içinde pek çoktur?[240]

— Resûlüllah (SAV) buyurdu :

«Benden sonra gelen senelerde olur.» [241]

İzahat


Hadîsi şerifde beyan edilen tîyb lokma yemek, sünnetle amel etmek ve insanların fitne ve belaya uğratılmaması hükümlerini kısa tarif ederek açık­lamaya çalışalım.

a) Tiyb, halaldan daha üstün nimettir ki, kazanç esnasında mâsiyet ve günahla ilgili hiç bir kabahat işlenmeden ve ibâdetler de en güzel kemali

bulundurarak îfa eden kişinin kazandığı şeydir. İşte bundan yemek çok güzel ve iyi bir nimettir.

Semtine haram ve şüpheli olma kokusu dahi uğramayan ve verâ sahi­binin kazandığı böyle nimetler, hemen hemen çok güç ve yok denecek kadar zordur. Zira günümüzde Tîyb değil helal kazanmak dahi meseledir. Adam namaz kılmaz, yahud kendisi kılar oğlu kızı veya ailesi namaz kılmaz. Yalan söyleyen, hiyle yapan, faiz ile muamelede yüzen, cemaatla namaza bi hak­kın riayet etmeyen ve daha saymakla bitmeyecek derece de harama yak' laşan işlerle meşkul olan bir cemaat ve cemiyetin kazancı, elbette tîyb ola­maz. Çünkü helal olmayan bir nimet asla tîyb olamaz.

Hadîsi şerifde Tîyb yemeyi, ameli sâlihden evvel zikretmekte ki hikmet ise, Tîyb lokmayı yemeden ameli sâlih olamıyacağı içindir ve bu hükmün böyle olduğunu beyan eden şu âyeti kerîmeye işaret vardır :

«Ey Resuller! Tiyb şeylerden yiyiniz ve sâiih amel işleyiniz.» (Müminun sûresi, 51)

b) Ameli sâlih, yani işlenen her amel ve söylenen her söz, şer'i şerifin hükümlerine muvafık olan şeydir. Ameli sâlihin görülebilmesi, temiz ve he­lal lokmayı yemeye ve yapılacak amelden evvel bedenî, ruhîye cismî kabil­den olan her türlü temizliğe riayet edilmesi ve yapılan amelin şartlürına hakkı ile bağlı kalınması da şarttır.

c) Keza bir kimsedende insanlar salim ve emin olarak yaşamalı, o kim­senin hiç bir kimseye zulmü, iftirası, eziyet ve fitnesi dokunmaması lazım­dır.

İşte bu üç hal bir kimsede bulunursa, varacağı yer doğrudan doğruya cennettir. Şayet Tîyb yemez, ameli salihde bulunmaz ve insanlarda o kim­senin zulüm ve fitnesinden kurtulmazsa, işte bu adamcağız cennetten uzak, cehenneme müstehak olur.

Hadîsi şerifin son kısmında yukardaki üç hâlin bulunmadığını beyan eden ashabı kirâme Hz. Resul şöyle buyuruyor: «Benden sonra gelen sene­lerde olur.»

Resulü Ekrem efendimizin bu mübarek sözü de çok evvel görülmüş ve günümüzde artık son hızına ulaşmıştır. Zira pek çok kimseler, yedikle­rine heialdan haramdan hiç dikkat etmemekteler, kazançlarını daha cok ha­ramdan kazanmaktalar, namaz ve abdeste riayet etmeden kazananlar ise, pek çoktur. İşte böyle kazançlar, değil Tiyb, helâl bile olmaz.

Keza ameli sâlih ve insanlara eziyet ve zararları tokunmadan hayat geçirenler de azınlığı teşkil etmektedir. İşte bu hallerin böyle olacağını söy­leyen peygamber efendimizin mucizesini görüyoruz. [242]



Tercümesi:


179 - (40) EbîHureyre (R.A) den mervîdir, dedi:

Resûlüllah (S.A.V) buyurdu :

«Ey ashabım! Muhakkakı* siz, şerefli ve dinin ari2 olduğu bir zaman­dasınız. Sizden bir kimse, emroiunduğu şeyin onda bîrini terk ederse, helak olur.[243]

— Sizden sonra bîr zaman geiirki, o zamandaki insanlardan (müminler­den) bir kimse, emrolunduğunun onda birini işlerse, necat bulur.» [244]


Îzahat


Hadîsi şerifde belirtildiği üzere, islâmın şaşaa ve debdebe ile yaşandığı ashab devrinde ilâhî emirlerden- onda birini bir sahâbî terk edcek olursa veya ilâhî nehiylerden onda birini işleyecek olursa, o kimsenin helak olaca­ğını Allanın resulü buyuruyor.

«Üzüm üzüme baka baka kararır» kabîlinden bütün ferd islârru tatbikle meşkul iken onların içinden bir kişinin çıkıpda tersini işlemesi, elbette çok ve çok ayıb ve günah olur. Günah oluncada cehennemi boylamak mukad­der olur.

Keza islamıi"; sahabe devrinden sonraki zamanlarda ki, bizim zaman­larımızda, bir müslüman ilâhî emirlerden on emirden bir emri Üâhiyİ işlerse ve on nehyi ilâhîden bir nehyi ilâhîden kaçınırsa, işte o kimsedt. felah ve necatdadtr. Allâhm resûîü bu mübarek cümlelerinde müjdeleyici bir hüküm beyan buyurmuştur. Zira insan hayatını kontrol eder bakarsa, bu hâli bul­mak güç olmaz inşallah, Şayet bir kişi bu ruhsat ve müjdeden de ileri gi­derek bütün emri ilâhîleri yapmaya çalışır ve yasaklcrdan kaçınırsa, işte o kimse nurun alâ r\ür kabîlinden çok ve çok mutlu kimsedir. Allahdan umud kesilmez. Böyle kolay ve hoş müjdeler müminler için büyük bir nimettir.

Ey mümin kardeşim! Kendini ve yakınlarını bu hükümlere göre iyi kont­rol et, şayet islâmın on emrinden bir eminni ve on nehyinden bir nohyini nazara alıpdo emirleri yapıyor vq nehiylerdende kaçınıyorsa, bu hale çok çok şükür et, Şükür ette 2za şükredince çok nîmete kavuş.

Cenabu hak bir ayeti kerîme de şöyle buyurmuştur : «Andolsun, eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi artırırım ve eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun, gerçekten azabım çok şiddetlidir.» (İbrahim sûresi, 7)

Ayeti kerîmede de belirtildiği gibi, aza şükredersek çoğuna kavuşuruz. Şayet aza şükretmez, kendimizdeki az çok bir islam yaşantısına ve Allah korkusuna şükretmez isek, yerli perişan oluruz. Hem kendimiz yoldan çı­karız ve hemde evladlarımız yoldan çıkar ve nankörlük efcniş olduğumuz­dan o devlet elimizden gider. Ayrıca ahirette şiddetli azaba müstehak olu­ruz.

Bu kısa açıklamadan sonra yukardaki hadîsi şerifin cümlelerini tekrar tekrar okuyalım ve üzerinde ciddi bir şekilde düşünelim. Düşünelim ki, ya­nıldığımız tarafları anlamaya çalışalım. Cenabu hak dâima doğruyu ve hak­kı görenlerden kılsın. Amîn. [245]


Tercümesi:


180- (41) Ebı Umâme (R.A) den mervîdir, dedi:

Resûlüllah (S.A.V) buyurduki : .

«Bir kavm (bir oemaat) hidâyete eriştikden sonra sapıtmaz ancak cedel (kavga - çekişme) yaparlarsa, sapıtıp dalâlet* giderler.»

— Sonra Resûlüllah sallallahü aleyhi vesellem şu meâldaki âyeti oku du:[246]

«(Hobibim!) bunu sana sâdece bir mücâdele olarak misal veriyorlar. Aslında onlar çok çekişken bir kavm {millet) dir.» (Zuhruf sûresi, 58) [247]


İzahat


Râvî Ümâme (R.A), hakkında gerekii malumat, yukarda geçmiştir.

Hadîsi şerifde bir millet ve cemaatın helak olmasına sebeb olan cidal ye kavganın fenalığı heyan buyurulmuştur ve aynı zcmanda ilâhî hükmün kesin beyânını da okuyan Resulü Ekrem efendimiz, cidal \e kavgadan kaçınmayı tavsiye buyurmuştur.

Cidal yapan kavmin helak olduğunu veya helak olacağını beyan eden âyeti kerîmenin geliş sebebi şöyledir:

Resûlüllah salallâhü aleyhi vesellem efendimiz. Melekleri ilah tanıyıp tapınan müşrikelere tapdıklan putları ve kendileri cehennemde olduklarını beyan buyurunca, müşrikler, kendilerinden evvei geçen Hıristiyanların Isr ,A.S) ı ilah tanımalarını deli! getirerek /öyle demiş olduklarını cenâbu hak naklediyor: «Bizim ilahlarımız (Melekler) mi daha hayırlı, yoksa o (Mer-yemin oğlu İsâ) mı?» (Zuhruf sûresi, 58)

İlâhî hükümler karşısına dikilip putlarını savunan müşrikler, görüldüğü üzere hasımca davranarak hakkın karşısında dikilip cidal ediyorlar. Binaen­aleyh her hangi bir kimse veya cemaat da Kur'anı kerimde açık ve kesin olcrk beyan edilen hükümler veya bir tek hüküm karşısında, «Ben bunu kabul etmem. Çünkü benim mantığıma uygun değildir. Eğer faizle iş yap-masak batarız. Memleket faizle kalkmıyor, bu zamanda örtünmek ve öcü gibi elbiselere bürünmek olamaz. Çünkü hürriyysti kısmak ve yok etmek vardır. Namaz sipordan ibarettir ben o siporu zaman zaman yaparım. Binaenaleyh" namaza lüzum yoktur, Zina anlaşma, ile olduğundan neden haram olsun ve şarabın üzümünü, pekmezini yeyipde ondan hasıl olan şarabın hararnlığı mantık dışı bir şeydir gibi» kesin âyetler karşısında fel şefe yapıp cidal yapanlar, müşrikleri taklid eden dinsiz, İmansız kâfiri bil-lah olan kimselerdir.

Evet Kur'anda '.iaramlığı kesin ve kat'î olan hükümlere ve yapılması mutlak farz olarak beyan edilen emirlere karşı dikelip kendi nefsinin ve şeytanın iğvasi ile bir takım felsefe ve akıllılık taslayanlar, müşriklerin yol­larını tökib eden cehennem odunu ve iblisin insan neslinden, insanlar ve bil-Massa müminier için en zararlı mahluklardır. Böyle adamlarla münakaşa ve münazara yapmak, hiç doğru değildir. İnsanı günaha sokmaktan başka bir şeye yarumaz ve belkide Ooğru yofdcn eğri ve küfür yoluna sapıtmak için en tehlikeli hal olabilir. Bu sebebrten bu adamlardan kaçınmak, en salim ve en doğru yoldur.

Günümüzde de pek çok sivri akıliı ve isfam düşmanlığı her cihetten açık olan zâlim ve hâinler, ortaca kol gezmektedir. Öylelerle karşılaşınca Kur'ana inanıb inanmadıkları sorulmalı ve Peygamber efendimize bağlı olup olmadıkları da sorulduktan sonra, kitab ve sünnete bağlı ve imanlı oldukla­rını söyledikleri takdirde, böylelere cevabı bilenler, en iyi ve güzel şekilde ikna edib yolunu düzeltmelidirler. Eğer zavallı halde konuşan kimseleri ikna edecek biigiye sahib olamıyanlar karşılaşırlarda, onların susmaları ve o adamları hemen İyi bilen ehil ve ilmi ile âmil olan bir âlime götürüb aydın­latmak en iyi yoldur.

Esasen hak ve hakîkata inanan müslüman, her hangi bir islâmî hüküm, de şüpheye düşer veya iyi anlayamaz ise, hemen ehli olan bir âlime müra­caat etmesi lâzımdır. Anlayamadığı hükümler karşısında indî fikirlerde iti­raz etmesi veya tevile yeltenerek nefsânî arzularına göre îzaha kalkışması büyük hata vç vebal olur. [248]


Tercümesi:


181 - (42) Enes bin Mâlik (R.A) den mervîdir, elbet Rasûlüliah sal-

lallâhü aleyhi vesellem diyorduk,! :

«(Dininizde) nefsiniz üzerine (bir amel ve işi ağır teklif edip yükleyerek) şiddetlendirmeyiniz. Bu takdirde Allahda şiddetlendirir. Çünkü gecmişde bir kavm (cemaat ve millet) kendilerine şiddetlendirdiler, Allah (C.C) da on­lara şiddetlendirdi. İşte Hıristiyanların kiliseden, yan udilerinde hauradan başka yerlerde ibâdet yapılamaması, o şiddetin bakiyestdir. (Nete ki m ce­nabı hak âyetinde şöyle buyurmuştur:)[249]

«Birde Rehbâniyyetki, bunu onlar (Hıristiyanlar) îcad ettJler, biz onu, üzerlerine farz kitmamıştık.») (Hadid sûresi, 27) [250]


İzahat


Hadisi şerifin İlk cümlelerinde dinimizin esasları olan ibâdetlerimizde, nefsimizin tehâmmül ve îfası çok güç olan veya bir zaman yapılıp diğer za­manlarda yapılamıyacak veya nefsin isyan ve inkarı ile yapılmayacak hale gelebilecek olan mecburî ve farz olmayan nafile ibâdetler yüklenmekten kaçınmamızı tavsiye buyuruyor.

Meselâ : Meşakkatli ve güç olan amellerden «savmı dehr - senenin bütün gününü oruç tutmakla» ve gecenin tamamını ihya etmekle yüküm­lenip kendisine hayatı boyunca vazife edinmek, insanın hakkı ile devamlı olarak yapması çok zor ve güç olan bir ameldir.

Müminin tahammül edip îfa edebileceği beş vakit namazın emir bu-yuruluşu ve senenin bir ayında Ramazan orucunu tutmakla mükellef olun-

makda hikmet gayet açıkdir. Hatta ayakda namaz kılamıyacak kimselerin cîurdukları ve hatta yattıkları halde namazlarını kılabilecekleri, aynı zaman­da sefere çıkan kimselerden namazlarını kısaltma hususiyeti ile oruçlarını yeyip evlerine veya ikâmet ettikleri mekânlarına gefince kaza edebilecek-Irİni ve hatta hasta olan kimselerinde namaz ve oruç meselelerindeki ko­laylıklarda açık bir şekilde beyan edilmiştir. Keza unutup orucunu yiyen kimsenin ihtiyar olması halinde karnını doyuruncaya -kadar ikaz etmeyip durmayı tavsiye eden şeriat, olduğu gibi kolaylıklar beyan eder.

Cenâbu hak bu hükümlerin kolaylığını şu âyeti kerimede beyan buyur­muştur :

«Yer ytüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin size bir fenalık yap­masından korkarsanız (farz namazlarının) dört rekûtlı namazdan kısaltma­nızda üzerinize bir günah yoktur.» (Nisa sûresi, 101.) Oruçla ilgili hükümde şu âyeti kerimede buyurulmuştur: «Kim hasta olur veya seferde bulunursa, oruç tutmadığı günler sayı­sınca sıhhat ve ikâmet halinde iken orucunu kaza etsin. Allah (Bu hükmün böyle yapılmasını beyan buyurmakla) size kcîaylık diler, Size güçlük dile­mez.» (Bakara sûresi, 185)

ResûlüIIah Sallallâhü aleyhi vesellem efendimiz, «Nefsiniz üzerine (Farz olmayan ve tahammülü güç olan bir amel ve işi) yükleyerek şiddetlen­dirmeyiniz.» Cümleleri ile yukardaki âyeti kerimelerdeki hükümlere ve bu âyetlere mümasil hakikatlara işaret buyurmaktadır.

Esasen amellerin en afdal ve hayırlısı, devamlı olanıdır. Bir amelki, iş­lenmesi devamlı yapılamaz veya yapılması bir çok sıkıntı ve hatta sonun­da şikâyet veya terk etmek zarureti olur ve o amelide devamlı yapmak üze­re başlanırsa, işte bu amel, makbul bir amel olamaz. Çünkü ileriki gün ve zamanlarda terk etmek hâli olabilecektir.

Nitekim bir âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur:

«Ey Müminler! Allâha itaat ediniz ve Resule de itaat ediniz ve (Küfür, nifak ve amellerde riya gibi şeylerle) Amellerinizi iptal etmeyiniz.» (Muhammed Sûresi, 33)

Evet amelin en iyisi, dünyadan veda edinceye kadar devamlı işleneni­dir. Onun için müminin farz olan ibâdetlerin dışında tahammül edip devam edebileceği ameller, fıkıh kitaplarımız da beyan buyurulmuştur.

Hal böyle iken bir kimse, senede bir defa dahj Kur'anı kerimi hatmet­mez ise, işte bu adamcağız gönlü kararmış, basireti kapanmış ve ruhu ma­nen ölmüş demektir. En Efdal zikir ve en güzel kelâm, Allah kelâmını oku-makdır. Bu değer ve faziletten uzak olan adam, AMahdan uzak olan adam­dır.

Yine br kimsede gençliğine, dinçliğine güvenerek Kur'am Kerimi haf­tada veya üç gün de ve hatta bir günde hatim etmek azmi ve kararı ile amele başlarsa, ilerde çeşidli nedenlerle bu ameli terk etmek veya bu amel­den şikâyet etmek durumuna düşebileceğinden böyle sıkıntılı yükden kaçı­narak hayat boyunca tahammül edebilecek normal şekil ile amel etmek ve öylece devam etmek en iyisi ve en doğrusudur.

Keza bâzı kimselerin kadınlardan uzak olup evlenmemeyi, devamlı et yememeyi, devamlı konuşmamayı ve emsali amelleri nezredip yemin ederek yapmak azminde bulunmalanda ilâhi emirlere ve mubah olup sün­net olan amellere karşı işlenen ve insanların nefislerine şiddet yükleyerek zorla kendilerini sıkıntı ve felâketin altına atan zavallılardır.

Dinimiz kolaylık ve huzur dinidir. Hiç bir nefse tahammül edemiyeceği şeyi yüklemez. Fakire zekât ve hac farz değifdir. Suyu bulamıyan veya kuijanmıya kudreti olmayan kimseye teyemmümle temizlenerek abdest ve gusul yapabileceği beyan buyurulmuştur. Ayaklara giyilen mestler, özürlü kimselerin kendilerine verilen ruhsatlar ve daha pek çok hükümlerin en gü­zel ve kolay şekilleri hem Kur'anı kerimde hem hadisi şeriflerde ve hem is­lam hukukunun hükümlerini en geniş şeküde îzah eden «Fıkıh» kitapların­da zikredilmiştir.

" Hiç bir nefse ve şahsa tahammül edemiyeceğini halikı zülcelal yükle­mediğini ve yüklemiyeceğini şu âyetinde beyan buyurmuştur.

«Allah, bir nefse (bir şahsa), ancak gücü yettiği kadar teklif eder.»(Bakara sûresi, 286)

Diğer âyeti kerimede şöyle buyurulmuştur:

«Allah, (din ve şeriat hükümlerinde) sizden ağır teklifleri hafifletmek is­ter ve insan (her yönden) zaif yaratılmıştır.» (Nisa sûresi, 28)

Diğer âyeti kerime meali:

«Allah, (dininde) size hiç bir güçlük dilemez.» {Mâide sûresi, 6}

Başka âyeti kerimedede şöyle buyurulmuştur:

«Allah yolunda (Emri ilâhiyi tebliğ ve îfa hususunda ve nehyi ilahiyden kaçınmak ve men etmek uğrunda) gerektiği şekilde hakkı ile cihad ediniz. Allah dinini galip ve üstün kılmak için (Ey ümmeti Muhammed) sizi seçti ve dinîn hükümlerinde üzerinize bir güçlük yüklemedi.» (Hac sûresi, 78)

Evet geçen ümmetteki güçlüklerden bir çok sıkıntılı ve ağır hükümler, bu ümmete yükletilmemiştir.

Meselâ : Musa Aleyhisselamın kavmindeki; tevbenin kabulü İçin gü­nah işleyenin kendi nefsini öldürmesi, bilerek ve hata yoluyla adam öldür­menin kısasla öldürülüp kan bedeli olan diyetin haram kılınması, hata iş­leyen azaların kesilmesi, elbise ve emsalinin necis olan yerinin makasla ke­silmesi, bir yere necis düşerse oranın kazılıp oyulması, cumartesi günleri amelin terk edilmesi, kesilen hayvanların damarlarında kalan kanın ha-ramlığı, ganimetlerin yakılması, namazın elli vakit farz olunması, havra ve kiliselerden başka yerlerde ibâdetin caiz olmaması, malın dörtde birinin ze-kâtınnın verilmesi ve bunlara benzer pek çok şiddet ve güç olan amelleri Cenâbu hak bu ümmeti Muhammedden kaldırmış, en kolay ve rahat olan hükümleri buyurmuştur. [251]

Bu hükümler Kur'anı kerimin muhtelif sûre ve âyetlerinde uzun uzun beyan edilmiştir. Ayrıca kütübü fıkhiyyede bilhassa «Mülteka Tercümesi» adlı eserimizin ciltlerinde zikredilmiştir.

En son din olan bizim dinimizin hemen bütün hükümleri kolaylık ve hafiflik esaslarına dayanır. İslam Hukukunun hükümlerini hâvî olan fıkıh ki­taplarında en uzun ve ayrıntılı şekilde delil ve kaynaklarla izah edilmiştir. BJz burada bazılarını maddeler ve kelimeler hâlinde sıralayarak bir hatırlat­ma yapalım.

«Eşbch vennezâir» adlı eserde kısa yoldan şöyle zikredilmiştir :

1 ) Üç. gün ve üç gece (18 saatlik) mesafeye sefere çıkan kişiden, orucu tutmayıp sonra kaza etmesi, namazı kısaltması, mestler üzerine üç gün üç geçe meshetmesi, kurbanın sükûtu, cuma ve bayram namazlarının terki. Nafile namazların hayvan üzerinde kılınması, teyemmümün cevazı, bir kaç ailesi olan kişinin hanımları arasında Kur'a çekerek birisi ile sefere gitmesinin mubahlığı, namazı kısaltma gibi ve bunlara mümasil seferdeki kolaylıklar vardır.

2 ) Hasta olan kişidende orucu yeme mubahlığı, nefsine bir teh likeden korkulduğunda suyu kullanmayıp teyemmümün mubahlığı, suyu kullanmakla hastalığı veya yarası artacak olursa, yine teyemmümün mu­bahlığı hasta kişi ayakda dikelmeye kudreti olmazsa, farz namazları otur­duğu veya yattığı yerden kılacağı, oturduğu yerden rükû ve secde ile kıl­maya takati olmaz ise, kafası ile İma ederek namazını kılacağı, cemaata çıkma niyyetinde olan hasta kişinin cemaata çıkamadığı zaman aynı ce­maat fazilr.-Mne" nail olacağı, şeyhi fânî olan ihtiyar için ramazan orucunu yiyebilect-g* vo bu şeyhi fânî maddi imkâna sâhib olursa, tutamadığı rama­zan oruçtan için fidye verebileceği, Hacca başkasının bedeli olarak diğer birisinin gitmesinin cevaz ve mubahlığı, şeytan taşlamadada aslın atma imkanı olmayıp taş atmakdan aciz olunca başka birisinin bede! olarak ata­bileceği, necis olan şeylerle ve şarapla iki kavilden birine göre tedavilen-menin câizliği, boğaza dikiz ve ve ham bir şeyin tıkanması halinde şarapla eritip yutmanın çaizliği, doktorların tedavi için avret yerlere bakmalarının cevazlığı ve hatta kırık, çıkık ve ebelik gibi meselelerde bütün imkanların kullanma cevazı gibi haller dinin kolaylık olarak beyan ettiği meselelerdir

3 ) İkrah yoluyla işlenen hükümlerde geçersizdir. Bir kimse ölüm ve emsali tehditlerle karşılaşır ve o anda küfür yapması ile oebrolunur, o adam­da mecburiyet karşısında gönülden istemediği halde dili ile küfür ederse, bu kimse mümindir. Fakat nikah ve talak mevzuunda ikrah karşısında söy­leyen kimselerin sözleri, İmamı Azama göre geçerlidir. İmamı Şâfi-Î geçer­siz ve mazurdur, diyor.

4 ) Unutarak işlenen günahlarda mafuvdur, cezası yoktur. Cenabu hak bu şekilde günah İşleyenlere büyük vebal yüklememektedir. İşte buda en bariz kolaylık hükümlerindendir. Nitekim unutanların ilki, Adem (A.S) dir.

5) Cehaletten dolayıda bâzı hükümlerin afvini halikı zülcelal beyan etmiştir. Mazur olamıyacağıda açıklanmıştır.

6) Çeşidli zorluklar ve «Umûmî belvâ» denilen umûmi bela ve ız-dırapîar karşısında da bir çok hükümlerde klaylık beyan edilmiştir.

Meselâ; Fazla kabul edilmeyip muaf kabul edilen az bir necasetle na­maz kılmak gibi ki, necaseti hafifeden elbisenin dörtde birinin azı necis olursa ve necaseti galîzeden dirhem miktarından az olan necisler, namaza manî değildir. Özür sahibi bir kişi elbisesini her çıkarışında her ne kadar yıkasada çıkarmadığı zaman elbise ve bedenine isabet eden necisin 'bir manî teşkil etmediği, pirelerin, sivri sinek, kara sinek ve emsali hayvan­ların kanlarının her ne kadar çokda olsa, necis olmadığı, idrar sıçrantısıki, iğne yurdu ve başı gibi gayet küçük damlacıkların sıçramaları bir mâni teşkil etmez (ancak idrar sıçrantısından kaçınmak iyi ve elzemdir), yollarda birik­miş suların her hangi bir sebeble sıçraması umûmi bir belâ olmas hasebiyle bir mani teşkil etmemektedir. Aneak o suyun içine neeisin aktığını bizzat gören olursa, bu takdirde neçis olabilir. Böyle bir durum olmadığı takdirde zanla hüküm verilemez. Binâenaleyh insan üzerine yoldaki su birikintileri sıçrarsa, neeis olmaz.

Uyuyan kişinin talak vermesi, müftabih olan geçersizdir. Çünkü uyuyan kimse, kendinden haberi olmayan bir mazurdur. Keza sar'a hastalığına mübtelâ olan bir kimsede, Sar'alı iken hanımını boşasa, talak vâki olmaz[252].

Serçe ve emsalinin ve güvercinin tersi tâhirdir. Zira kaçınmak gücdür. Bu sebeble halikı zülcelal onların terslerini necis olarak beyan buyurma-mıştır:

Arı, kurbağa, böcek ve keler gibi akıcı kanı olmayan hayvanların kân­ları necis değildir. Buda dinde kolaylıkdan içindir.

İnsanın arkasından ve önünden çıkan yel (Rüzgâr) necis değildir. Hatta geyilmiş ıslak gömlek ve donada dokunsa, fetva olan onuda necis yapmaz. Buda dîni bir kolaylık neticesidir.

İnsan ve hayvan tersleri, yanmakla kül haline geldiğinde o kül necis değil, dinde kolaylıkdan için tâhirdir. Zira o kül necis olmuş olsa, şehir ve

köylerde yapılan ekmeklerin bir çokları necis olması gerekir. Binâenaleyh o kül tahirdir, içine düşen ekmekde tâhirdir.

Ahır, tuvalet ve emsali yerlerin tavanındaki rutubetten hasıl olan dam­lalarda tâhirdir. Binaenaleyh bu damlalar insan üzerine damlarsa, necis yapmaz. Ancak tavanda necis olan bir şey olurda ondan damla düşerse, bu takdirde necis olabilir. Fakat mâni olan necaset miktarı mevzuunuda unut­mamak gerekir.

İmamı âzam ibâdetlerin tamamında en kolay yolu tarif ve izah etmiş­tir. Meselâ abdestli bir kişi, kadına veya zekerine dokunmakla abdestine bir şey lazım gelmez, demiştir.

Kur'an tâlimi için küçük çocuklara abdestsiz Kur'anı kerime mest edip eline alması dini bir kolaylık olarak caizdir.

Namazda farz olan kıraat için, okumaya en kolay olanı okumanın ceva-zıda dîni bir kolaylıktır.

Zira belli bir âyet veya sûreyi okumak lazım olsaydı, güçlük olabilir.

İmama uyan cemaatdan kıraatin men edilmesi, imama şefkat ve bağ-lılıkdan ve birde imamın kıraatini karıştırarak yanıltmak ve yanılma güçlüğü nü gidermek içindir.

Zekatın masrıfı olan sekiz sınıfdan her birine mutlaka verilmesi lüzu­munu beyan etmeyip, o sekiz sınıfdan bâzılarına ve hatta birisine dahi ze­kâtın verile bileceğini beyan etmek, bir dîni kolaylıktır.

Hac için ruknun ikiye inhisar ederek, arafatda vakfa ile tavafı ziyaret olduğunu beyan etmek, dîni kolaylığın neticesidir ve aynı zamanda tavafın yedi şavtının vacib olmayıp ekserisinin (dört şavtımn) vacib olmasıda, yine kolaylıkdandır. Ömre haccınında hayatda bir defa yapmanın vacib olmayıp sünnet oluşuda, müminlere kolaylıkdandır. Ömre senenin bayram günlerinin dışında caiz olan sünnetlerden oluşuda bir kolaylıktır.

Yaz gününün sıcak günlerinde öğle namazını biraz tehir ederek serîn za manda (günün eğilmesinde) kılmak müstehabdır. Buda bir kolaylık netice­sidir.

Mâruf olan özürki, yağmur ve emsali durumlarda cemaata ve cumaya gitmeyip terk etmenin cevazı, dîni bir kolaylık neticesidir. Keza İmamı Azama göre, iki gözü kör olan kişiden, kendisini götürecek destekciside olsa, cuma namazı ve hac farizası sakıttır, farz değildir.

Aybaşı gören haizli kadına, haizli iken geçirdiği namazların kazasının gerekmeyip orucun kazasının gerektiğide, bir dini kolaylıktır. Zira her ay tekerrür eden özürün zuhuru, kadının hiç bir Sun'u olmadan görülmekte ve geçen namazların adedide çoktur. Oruç ise, senede bir defa veya iki de­fa rast gelebilir. Bu sebeble orucun kazası kolay olduğundan lazım ve farz­dır. Fakat namazın kazası, farz değildir.

Gemide farz namazını kılan kimse, ayakda kılmaya kudreti var iken oturduğu yerden kılmasının cevazı, ayakda baş dönmesi olup bir güc duru­mun ortaya cıkabileceğindendir. Buda dini bir kolaylıktır.

Orucun : Senede bir defa farz olup, Haccın : Hayatta bir defa farz oluşu ve zekâtın : Malın kırkda birinin verilmesinin farzlığı, dînî bir kolay­lıktır. Hatta mal helak olup yok olunca zekat sakıt oluyor, buda ayrı bir ko­laylıktır.

Muzdar kalınıp ölüm tehlikesi gibi hallerle karşılaşan kişiye, murdar hayvanın ve başka kimsenin malından ölmeyecek kadar zaruret miktarı yemesinin cevazıda, dini bir kolaylıktır. Ancak yabancı bir kimsenin malı­nın bedeli sonra ödenmesi gerekir.

Yetimlerin velîsi ve vasisi olan koruyucularına, o yetimleri ve mallarını korudukları nisbette emsali misilli bir mikdar onların mallarından ücret al­malarının cevazıda dîni kolaylığın neticesidir. (Bak, Nisa Sûresi, Ayet, 6)

Alış verişde şart muhayyerliği ve görme muhayyerliğinin meşruluğu, sonunda nedameti gidermek içindir. İşte bu cevaz ve meşruluk keyfiyeti, dînî bir kolaylıktır.

Keza gabni fahişle yapılan alış verişde gerisin geri reddetme muhay-yerliğinide, müteâhhirin uleması eevaz görüp fetva vermiştir. Buda dînî kolaylıktandır.

Alınan bir malda her hangi bir ayıp çıkarsa, o mahn gerisin geri red­dedilme meşrûiyyetide, bir dînî kolaylıkdır.

Alış verişde, ikâle, havale, Rehn, Tazminat, ibra, karzı hasen, ortaklı­ğın cevazı, sulh, Bazı kişilere ticarî yasaktık denilen hicr, vekâlet, îcarlar, zirâi ortaklık cevazı, şirketi mudârebe, Ariyet, emânet, vakfın cevazı, vasiy-yet ve mîras hükümlerinin meşruluğu gibi' şer'i hükümlerin en rahat ve açık bir şekilde beyanları, dînî kolaylıkların neticesidir.

Asrı seâdetin Medine devrine kadar «Zıhar» in talak olarak icra edil­mesi geçen şeriatların bir hükmü iken, Resulü Ekrem efendimize sürei müca dilenn birinci sahifesindeki âyetler gelerek «Zıharın» talak olmayıp keffâ-ret yolu ile tekrar aile hayatının devamı beyan buyurulmuştur. İşte buda dînî bir kolaylıkdır.

Zıhar : Kocanın, karısının bütün vücudunu veya bütün vücudundan sayılan azalarından boynunu, sırtını ve ferci gibi bir azasını kendisine ni­kahlaması haram olan yakınlarından (anası, kız kardeşi, halası ve teyzesi gibilerden) birisinin veya bir kaçının bedenine veya azasına teşbih etme­sidir.

Zıhar hakkında daha geniş malumat, fıkıh kitaplarının nikah ve talak bahislerinin devamında özel babında zikredilmiştir. Keza «Mültekâ tercü­mesi» adlı eserimizin ikinci ciidinin«Zıhar Babı» bölümünde uzun bir şekilde açıklanmıştır.

Keffâreti zıhar, keffâreti savm, keffareti yemin, keffâreti kati ve keffâ­reti iftar gibi, keffâretlerin meşruluğuda dîni bir kolaylık neticesidir.

Bir erkeğin dört kadını nikahlayıp alabileceği hususunun mubah ve meşruluğu hem erkek ve hem kadınlar için çeşidli kolaylık sebeblerinden-dir. Dört kadından fazlasının caiz oimayışındaki hikmeti ise, erkek için hakkı ile adalet yapamayıp pek çok meşakkatların olabileceğinden olduğu beyan edilmiştir.

Talâkın meşruluğu ve üç adet oluşu, ayrıoa talâkın ric'î olarak verilip üç iddeti beklemeden kalan talakların hakkı olarak aile hayatına devam etme imkanının meşruluğuda dînî kolaylıkdandır.

Bütün bu kısa ifadelerden anlaşıldığı üzere, dînimiz kolaylık dinîdir. Kur'anı kerim ve Peygamber efendimizin sünnetleri en güzel ve en kolay hükümleri beyan buyurmuştur. Biz burada bazı Şer'i hükümlerin k\$a yoldan açık'lama ve hatırlatmasını yapmış olduk.

Peygamber efendimizin mübarek cümlesi ile neticeyi bağlayalım :

«Muhakkak ki, bu din, olduğu gibi kolaylıkdır.»[253]

Yukarda bir nebze açıklamaya çalışdığımız 181 riolu hadîsi şerifin de­vam eden diğer cümleleri üzerinde de bir nebze duralım.

Resûlüllah sallallâhü aleyhi vesellem efendimiz devamla şöyle : «Bu takdirde (nefsinize güçlükleri yüklediğiniz takdirde) AHahda şiddetlendirir. Çünkü geçmişde birkavm (bir cemaat ve millet) kendilerine şiddetlendirdi­ler, Allah da onlara şiddetlendirdi.»

Bu cümlelerin açıklamaları ile ilgili bir nebze İzahat, yukardaki hadîsi şeriflerde geçmiştir. Ancak Musa aleyhisselâmın kavminin öküz kıssasını sûrei Bakara dan tekrar okumayı ve Peygamber efendimizin ashabı ara­sında cereyan eden hâdiseleri biraz yukarda nakletmiştik, onuda okumayı tavsiye ederiz.

Resulü Ekrem efendimiz başka sözlerinde bu cümleleri tefsir ve îzah ederk şöyle buyurmuştur:

«Şüphesiz ki işte bu Din, (aynı ile) kolaylıkdır. Hiç bir kimse yokturki dînin İfası babında (eksiksiz amel edeyim diyerek) kendini (çeşitli küçükle­re) zorlasında dıin ona galib gelmesin (mutlaka din o adama galib gelir). Şu halde ortalama ve adaletli olarak amel ediniz. (Allâha ve doğruya) yaklaşı­nız, birbirinizi müjdeleyiniz (kolaylıklarla teşbir ediniz). Yola çıkarken (veya yolda) Sabah -akşam ve birazda gece yürüyüşünden yardım alınız (Yardım­lasınız, yolda istirahatle gidiniz ve kendinizi yormayınız).»[254]

Bu hadîsi şerifde de belirtildiği üzere, mümin ilâhî emirleri îfa edib ne-hiylerinden kaçınarak en güzel ve en kolay şekilde amel edebilmek için, ilâhî ruhsat ve kolaylıklarla amel etmesi gerekir. Aynı zamanda altından kai-

kamıyacağı veya sonra güçlüğünden dolayı terk edeceği amelleri yüklen­memesi lazımdır. Zira amellerin en sevimli olanı, devamlı olanıdır.

Hz. Aişe (R.A) in rivayeti ile sabit olan bir hadîsi şerifde Resulü Ekrem efendimiz şöyle buyurmuştur:[255]

«Amellerin Ailâha en sevimlisi, azda olsa devamlı olanıdır.» [256]


Tercümesi:


182 - (43) Ebî Hureyre (R.A) den mervîdir, dedi:

Resûlüllah (S.A.V) buyurdu :

«Kur'an beş vecih üzere indi (o beş vecihde şunlardır :), Halal, Haram, Muhkem, Mütesâbih ve misallar (kıssalar) dır,

— Binâenaleyh helaüarı helâl îtikad edip amel ediniz. Haramları ha­ram itikad edip kaçınınız. Muhkem ile amel ediniz ve misallardan (kıssalar­dan) ibret alınız.» Bu hadis, mesâbihin lafzîdır.

Beyhaki, «Şuabil imanın» da şu lafızla rivayet etmiştir :

«Helâli, işleyiniz, haramdan kaçınınız ve muhkeme tabî olunuz.» [257]


İzahat


1 ) Hadîsi şerifde zikredilen beş hükümden birisi olan «Helâl» keli­mesinin bir nebze üzerinde duralım.

Helal : Allâhü tealânın yenmesini, içilmesini, yapılmasını ve söylenme­sini mubah ve temiz olarak beyan etmiş olduğu hükümlerdir. İşlemek iyi ve doğru olan amellerdirki sonu cennet ve nimetle rtfükafatlandırılır.

Hadîsi şerifde ki, «HELAL» kelimesinin söylenmesinde şu âyeti kerî­melerin hükümlerine işaret vardır:

«Ey müminler! size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâlından yeyiniz ve eğer ona (Allâha) tapıyorsanız, Aüâha şükrediniz.» (Bakara sûresi, 172)

Diğer âyeti kerîme meali şöyledir;

«Ey müminler! kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız mah­sullerin en temiz ve helâlından Allah yolunda harcayınız (zekat ve sadaka veriniz.)» (Bakara sûresi, 267)

Diğer bir ayeti kerîme de şöyle buyurulmuştur:

« (Ey habîbim!) Onlar kendilerine hanki şeylerin helal kılındığını sana soruyorlar, deki : Bütün Tîyb ve pak olan nimetler, size helaf kılınmıştır. Bir de alıştırarak ve A Nah in size öğrettiği av terbiyelerinden öğreterek yetişdir-tiiğiniz avcı hayvanların size tutuverdiklerinden de yeyiniz ve o hayvanın üzerine Allanın adını anınız (Bismillah, deyiniz). Allahdan korkun, Çünkü Allah'ın hesaba çekişi gayet çabuktur.

— Bugün temiz ve pak olan nimetler, size helal kılındı. Ve kendilerine kitab verilenlerin (Hıristiyan ve yahûdîlerin) yiyeceği, size helal olduğu gibi, sizin yiyeceğinizde onlara helaldir. Ve namuslu, zina yapmamış ve gizli dost­lar edinmemiş olduğunuz halde, müminlerden hür ve iffetli kadınlarla kendi­lerine sizden evvel kitab verilenlerden (Hıristiyan ve yahûdîlerden) yine hür ve iffetli kadınlar da, siz onların mehirlerini verib nikahlayınca, onlar size helaldir...» (Mâide sûresi, 4-5)

Bu ayeti kerimelerde helal nîmetin tarifi ile hükümleri mahdudda olsa, bir nebze beyan edilmiştir. Cenabu hakkın helal kıldığı nîmetler saymakla bit mez. Biz ancak bir kaç misal ile iktifa ediyoruz.

İlâhî nîmetin sayılma ile bitirilemiyeceğî şu âyeti kerîmede belirtilmiş­tir.

«Eğer Allanın nimetini teker teker saymaya kalkışsanız, hulâsa olarak bile sayıp bitiremezsiniz. Şüphesiz ki Allah, gafurdur, Rahimdir.» (Nahİ sûresi, 18)

İnsan oğlu, zaman zaman kendisinde varlıklar görür ve kabına sığa-maz. Halbuki kendisi ve bütün varlığı, olduğu gibi ilâhî nimettir ve Allanın malik ve sâhib olduğu kudret ve nimetlere zerre kadar sahib değildir ve aynı zamanda başkalarını değil sâdece kendi üzerinde yaratılan ve verilen ni­metlerin sayımından acizdir, yinede bir şeyleri olduğunu sanır. Akıllı insan, vücudundaki âza ve kılların adedini ve faydalarını gereği gibi bilemediğini düşünür.

Helal ve mubah olan hükümlerin bir kısmını beyan eden ilâhî âyetlerden bâzılarını zikretmiş olduk, zikrettiklerimizden bilhassa ehli kitab olan yahû-dî ve Hıristiyanların yemeklerinin ve yenecek eşyalarının müslümanlara he­lâl olduğunu gayet.açık bir ifade ile beyan buyurması, çok dikkat edilmesi gereken bir husustur. Zira günümüzde bâzı kimseler, kâfir memleketlerinde çalışan ve onların kazanç ve mallarından getirenlerin veya orada çalışanla­rın kazançları yenmeyeceği keyfiyetini savunmaktadırlar.

Yukardaki Mâide sûresinin Beşinci (5.) âyeti kerîmesinde helal ve mu-bahliğı kesin bir ifâde İle beyan edilirken, elbet bu adamların iddia ve savun­maları çok ve çok yersizdir. Hatta kafirlerden gelen elbise ve yiyecekler hakkında necis olduğunu savunanlarda yanılmaktadırlar. Eşyada asıl olan tâhirliktir. Ancak necis olduğu kesin olarak bilinirse, bu takdirde necis ola­bilir. Yoksa zanla hüküm verilemez.

Bu hususta daha geniş açıklama ve misallar bu eserin ikinci cildinde gelecektir. Ancak şu kadarını belirtelimki, Peygamber efendimize Yahudi ve Hırıstjyanlardan ve Hatta îran mecûsîlerinden yağ, peynir, geyecek mest ve şâire gelmiştir, onları yemiş, içmiş ve kullanmıştır. Hiç de bunlar kâfir­lerden gelmiştir, diyerek yemekten ve kullanmaktan çekinmemiştir.[258]

İlgili Fetva

Müslüman olan marangoz Zeydin, bir kilisede ücretle marangozluk yap­ması caiz olurmu?

ELCEVAP...OIur.

Bu surette zeyde, kiliseden amelinin karşılığında aldığı ücret helal olur­mu?

ELCEVAP... Olur. (İbni Nüceym, 331 - Mülteka Tercümesi, C. 4. 141) âyeti kerîme ve fetvalarda hükümler gayet açık iken, kendi aralarında kendilerini allâme veya müttekî göstererek isiâmın hela! dediğine, haram, demek elbette küstahlık ve en ağırından Allanın helal kıldığına rıza göster-meyib isyan etmek olur ki, Allah muhafaza sonu tehlikeli bir iddiadır. Cahil olunur hüküm bilinmediğinden iddia edilirse, bir dereceye kadar mazur ola­bilirler. Her ne ise, İsiâmın helal ve mubah dediğine hiç bir fert haram diye­mez ve dememesi lâzımdır. İsiâmın mubah ve helal dediğine, «Haram» diyen­ler kâfir olurlar. İki üç aileyi şer'î nikâhla alanlara gayrı meşru yaşayor, di­yenler bu kabiledendirler.

2 ) Hadîsi şerifde ikinci hüküm olarak geçen meselede «HARAM» dır. Bu haramın ne demek olduğu ve hükmü ile ilgili hükümlerini de kısa yol­dan açıklamaya çalışalım.

HARAM : Aîlâhü tealanın kesin olarak yasaklayıp men ettikleri ve işlen­mesi hâlinde cezaî müeyyidelerle cezalandırılması veya âhireîte şiddetli aza­ba müstehak kılacağı beyan buyurulan ve memnu olan hükümlerdir.

Haramın da pek çok çeşitleri ve kötü olanları vardır. Biz onian ve cezaî müeyyidelerini teker teker bahsedecek değiliz. Ancak haramla ilgili bâzı hüküm ihtiva eden âyet ve hadîsi şerifleri naklederek neticelemeye çalışa­cağız.

Kur'anı kerimde haramhkları kesin olarak beyan edilenlerden bâzıları şunlardır:

«Allah size, (eti yenen hayvanlardan) boğazlanmadan murdar ötmüş olan hayvanı, akan kanı, Domuz etini ve Allahdan başkası için (Putlar, şahıs­lar ve emsali adına) kesilenleri kesin olarak haram kıldı.»(Bakara sûresi, 173)

Diğer âyeti kerîme meaii şöyledir:

« (Ey müminler!) Size, şunlar haram kılındı : (Eti yenen hayvanlardan boğazlanmadan) murdar ölen hayvan, akmış kan. Domuz eti, Allahdan baş­kası adına (Putlar, ölüler, diriler ve emsali fânîler adına) boğazlanan hay­van, bir de henüz canı üzerinde iken yetişip kesmediğiniz boğulmuş, vurul­muş, yuvarlanmış başka bir hayvan tarafından süsülerek öldürülmüş, cana­var tarafından parçalanmış hayvanlar, dikili taşlar üzerinde (Chiliyyet dev­rinde olduğu gibi taşlara ve putlara ve heykellere) kesilenler, fal okları ile kısmet aramanızdır. İşte bunlar haramları irtikap ederek yoldan çıkıştır.» (Mâide sûresi, 3)

Bu saydıklarımızdan başka pek çok haramlar vardır. Şarap içmek, ku­mar oynamak, zina etmek, yalan sölemek, iftira etmek, hırsızlık yapmak, adam öldürmek, rüşvet yemek, rüşvet alıp vermek, anaya babaya isyan etmek, dans yapmak, baloya gitmek ve karısını yabancı erkekden kıskan­mamak, kin, buğuz ve hasedlik gibi kalb hastalıklarına mübtela olub yaşa­mak, kibir, ucub, riya ve emsali büyük günahları işlemek, faiz yemek, domuz eti yemek, komşuya ve insanlara zulumda bulunmak, beş vakit namazı vak tinde kılmamak, zekatı vermemek ve hac gibi dîni farizaları yapma kudretine mâlik iken işlememek de büyük günah olması hasebiyle kimisini işlemek ve kimisini de işlememekle haram irtikab edilmiş oluyor.

işte bu saydıklarımızı ve bunlardan başka haramları işleyen kimseler, haram ve günah olduğunu bilib bu inançla işlerlerse, âsî, günahkar ve zâlim müminlerdendirler. Fakat bu haram ve kesin günahtan işleyenler, helal der­ler veya haram ve günah olarak kabul etmezlerse, Kur'anı kerimde haram ve kötülükleri kesin olarak beyan edilen hükümlere helal veya günah değil­dir diyerek hüküm vermekle kur'anı inkar ve Alâha küfüretmiş olduklarından kâfir olurlar. Kafirlerin ise, varacakları yer, cehennemdir.

Yukardaki saymış olduğumuz bâzı haramlara ilâve ederek ehemmiye­tine binâen şu hükümleri de zikredelim :

«Kumar oynayarak elde edilen ve satılan yumurtanın yenmesi ve alın­ması caiz değildir. Tenbel kimselerin bekledikleri piyango ve emsali şeyler­de aynı şekildedirki, yenmesi ve oradan ahnan şeylerin caiz ve helal olma­dığıdır. Velevki gayri müslimden alınsın, bizim memleketimiz olan islam diya­rında sigortadan alınan (Yanî hayat sigortası ve vasıtaların bir kıymeti biçi­lip sigortalamak olan kasko sigortası gibi sigortalardan alınan) para ve malda aynıdırki, o para ve malın yenmesi ve alınması caiz ve helâl değildir.

Fakat Dâri harb dediğimiz küffar diyarında sigortadan almak ve yemek ca­izdir.

— Müslüman bir kimse, dâri harbe bir emni eman i!e girse, onların rıza ve muvafakatlan dâhilinde onlardan sigorta parasını hanki sebeb ve cihetle olursa olsun almasında bir beis yoktur. Zira bir kaddarhk şekli olma­dığı takdirde onlardan almak mubahtır. Öyle olunca da alıb yemek temiz ve helal olur. Ve dâri harbdeki kimselerin, esir ve emanlı kimselerden olmala­rında fark yoktur, hepsi müsâvîdir. Hatta dâri harbde bir dirhemi iki dirhe­me (yani, bir lirayı iki liraya) satmak dahi caizdir veya murdar ölmüş hayva­nı dirhemlere (paralara) karşılık olarak onlara stmak veya onlardan kumar yolu ile mal almak, işte bu ve emsali amellerin hepsi onların diyarında (on­ların memleketlerinde) müslümanîar için helal ve tîybdir. (Çünkü düşmanı çeşitli yollardan zaifletmek vardır)»[259]

Bu son satırlar içerisinde geçen «dâri harb ve dâri islam» hakkında ge­niş malûmat «MÜLTEKA TERCÜMESİ» adlı eserimizin üçüncü cildinin «FA­İZ BÂB1» başlığının son kısmında zikredilmiştir. Orayı mutlaka okumak ge­rekir.

Dürrü muhtarda dâri islamla İlgili şu cümleyi de burada ilâve edelim : «Deri harb, ehli islam olan müslümanların o memlekette cuma ve bay­ram namazı kılmak gibi hükümlerin icra edilmesi ile dâri islam olur.»

[260]İslam hukukunun esaslarını ihtiva ve izah eden dna kaynaklarımızdan Dürrü muhtar yukardaki hükümleri beyan ederken, bir memlekette cuma ve bayram namazından başka daha pek çok islâmî hükümler yaşanır ve tâlim edilirse, elbette orası daha âlâ «dâri islam» olur. Cuma ve Bayram namazı kılınan ve aynı zamanda beş vakit namaz ve teravih namazı edâ edilen, Hac farizası rahatlıkla yapılabilen, Şer'î fetvalardan bir çokları veri­len, camilerde devamlı nasihat yapılan, Kur'an kurslarında Kur'anı kerim ve diğer dîni hükümter öğrenilib öğretilen, İmam Hatib okullarında, İslam enstitülerinde ve Mâhiyet fakültelerinde islâm: ilim tahsîli yapılan ve daha islâmın şiarından olan bir çok islam esasları öğrenilib İcra edilen bir mem­lekete ki, Türkiyeye Dâri islam demek elbet en doğru ve en isabetli bir hüküm olur.

Hakikat böyle iken kendini ve neticenin nereye varacağını .bilemiyen ve hana islam esaslarını beyan eden kaynaklardan gereği şekilde jlgi ve bilgisi olmayan, bâzı zavallılar, Türkiye dâri harbdir, diyerek fesatlık yapmak-dadırlar. Bu zavallılar aynı zamanda cumayı kılarlar, faize haram derler, ku-mar oynamak haram derler, nikah ve talak mesfelerini isiam esaslarına göre icra ederler, belkide bir tarafdan halka nasîhatta da bulunurlar. İşte islam ölçüsünü ve islam hukukunun esaslarını hakkı ile bilemiyen câhil kimseler, böyle tezatlara düşüyorlar. Dâri harbde bir çok hükümler, dâri islamdaki gibi olmadığını öğrenmiştik. Şu halde bu adamların hüküm ve hareketleri çok ve çok yanlış ve tezathk içindedirler.

Evet Türkiye «dârj islamdır» ve yapmış olduğumuz dînî ibâdet ve icra­atlarımız hak indinde makbuldür. Elimizdeki islam esaslarına uyduğumuz müddetçe, Allanın indinde makbul olur ve âhirette ecrü mükâfatını görü­rüz. Tek kelime ile, Türkiye bir islam diyarıdır. Binaenaleyh İslâmın hela! ve haram olarak beyan ettiği hükümler, hiç bir değişiklik olmadan riayet edilmesi şart olan ve hakka yapılan ibâdetlerin ecrü mükâfatı mutlaka verilecek ve görülecek bir memlekettir. Allâhü teala hak olan doğru yoida bütün müslümanları yürütüp kendini bilmeyen sapıklardan koruyarak ahi-rette seadet merkezi olan cennet ve nimetine nail etsin. Amin.

İlgili fetva ;

Kâfirlerin vilâyetinde (memleketinde) olan islam beldesinde (şehrinde) vâii olmayıp vali ve hâkimlerinin hepsi kâfirlerden olunca, zikrolunan (islam) beldelerindeki müslümanlar. Cuma namazını ve Bayram namazını ikâmet edip içlerinden şeriatı mutahharenin hükümlerine âlim bir müslümanı rızâla-rıyla kadı (Diyanet reisi veya müfti) yapıp ona muraeaat etmeleri şer'an caiz olurmu?

ELCEVAP... Olur.

Bu surette Hutbe kimin nâmına okunur ve bir padişah nâmı anılma-yınça hutbe sahih oiurmu?

ELCEVAP... Olur. [261]

Yukardaki fıkhî hükümler ve fetvalar gereğince kâfir beldeleri içinde yaşayan ve orada bir müslüman beldesi ve cemaatı hâlinde olanların Cuma ve Bayram namazlarının caiz ve sahih olduğu beyan edilirken, islam diyarı olan Türkiye de Cuma ve Bayram namazlarının caiz ve sahih olmadığını söyleyenlerin iddiaları, indi ve fikrî bir hükümden ve aynı zamanda bâtıl ve geçersiz iddiadan başka bir şey değildir.

3 ) Hadîsi şerifde geçen beş hükümden birisi de Kur'anı kerimde olan bir hükümde «Muhkem» âyetler vardır.

MUHKEM : Lafzın açıklığı İtibârı ile kuvvetli, nesih ihtimali olmayan, îtikad ve amel edilmesi vâcib olan hükümleri ihtiva eden âyeti kerimeler­dir. İnkâri küfrü de îcab ettirir ki, hükümde kesinlik ve kad'iyyet ifâde eder.

Bu muhkem ya doğrudan doğruya bi aynihi muhkem olur ki, nesih ih­timali kad'iyyen ve ebediyyen olmayan âyet ve kesin hükümlerdir.

Meselâ, Peygamber sallallâhü aleyhi veseilem efendimizin hanımlarını kendinden sonra ebediyyen başkalarının nikahlama imkanını yasaklayan kesin hükmü beyan eden âyeti kerimedir.

Bu hususu beyan eden âyeti kerîme meali şöyledir :

«Ve Resulünün arkasından (ahirete irtihatinden sonra) onun zevceleri ni nikahlamanız, hiç bir zaman caiz olmaz.» (Ahzab sûresi, 53)

Diğer bir misalda Allâhü tealanın sıfatlarının hiç bir zaman tebdil ve tağyir edilemiyeceğinj beyan eden ilâhî hükümlerdir. Cümleden bir ayeti ke­rime meali :

«Muhakkak ki Alloh, her şeyi biliyor.» (Ahzab sûresi, 54)

Evet cenabu hak zât ve sıfatında ezetî ve ebedî-dir. Hiç bir zaman teb­dil tağyir ve fenaya mâruz kalmamıştır ve ebediyyen her türlü noksanlık­lardan beri ve münezzehtir.

Diğer bir misalda şu mealdaki hadîsi şerifdir:

«Cihad, kıyamete kadar devamı kesinleşen bir ameldir.»[262]

Muhkem olan âyet ve hükümlerin bir kısmı da zamanı seâdetten son­ra hiç bir zaman neshedilib tebdil ve tağyir imkanı olmayanlardır. Bunlara da muhkem liğayrihi denilmiştir. Zahir, nas ve müfesser hükümleri hâmil olan bütün âyetler, muhkem demektir. Zira resulü Ekrem efendimizden sonra bu hükümlerin neshi ve tebdili mevzu bahis değildir.

Muhkem olan âyetler kesinlik ve kat'iyyet ifâde eder. Onun için hükmü kad'iyyet ifâde eden âyetleri ve ihtiva ettikleri hükümleri inkar, küfürdür.

Umûmî olarak muhkem hüküm ifâde eden âyeti kerîmelerden bir kaçı şöyledir:

«(Habîbim!) Deki, Geliniz size Rabbinİz neleri haram etmiştir, okuya­yım : Ona hiç bir şeyi ortak koşmayınız, anaya babaya iyilik ediniz, fakirlik yüzünden çocuklarınızı öldürmeyiniz; sizinde onlarında rızıklarını biz veririz. Zina gibi kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayınız. Alâhin kıymet­li kıldığı nefsi (bir şahsı ve canı) haksız yere öldürmeyiniz. İşte bu yasakla­ra riayet etmeyi Allah size tavsiye ettiki, belki düşünür ve aklınızı erdirirsi­niz.» (En'am sûresi, 151)

Emri ilâhî olarak sabit olan muhkem âyete misaldan bir tanesi:

«Ey îman edenler! Allah ve insanlar arasında yapmış olduğunuz sözleş­me ve bağlantıları, yerine getiriniz.» (Maide sûresi, 1)

Nehyi ilâhî ile ilgili bir ayeti kerime meali:

«Yer yüzü (îman ve adaletle) düzeldikten-sonra, orada (fitne ve fesatlık yaparak) ifsad etmeyiniz...» (Araf sûresi, 56)

Diğer bir âyet meali :

«Allâha ve onun Resulüne itat ediniz ve birbirinizle niza edib çekişme­yiniz.Çünkü liçinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider.»

(Enfal sûresi, 46)

Muhkem hükümleri beyan eden emir, nehiy ve nasîhatla ilgili pek çok âyeti kerîme ve hadîsi şerifler vardır. Fakat biz burada sâdece bir kaçı ile iktifa ediyoruz.

4 ) Yukarda 182 nolu hadîsi şerifde beyan edilen beş hükümden dördüncüsü de «Müteşâbih» hükümlerle ilgili cümledir. Fakat kur'anı ke­rimde geçen Müteşabihler hakkında kısa yoldan açıklamalı îzahat yukarda geçmiştir. Müteşâbih hükümler olan, «Rabbin geldi, Allanın eli onların elle­rinin fevkında, sûrelerin evvellerindeki harf ve kelimeler hâlindeki müteşa­bihler ve daha diğer müteşabihler gibilerin» tevil ve inanç yollarını huîasa olarak öğrenmek için yukarda geçen 151. hadîsi şerifin kendisini ve îzahını okumak kifayet edebilir.

5 ) Hadîsi şerifde geçen beş hükümden beşincisi de, «emsailar -Kıssalar» dır. Yânj Kur'anı kerimde geçen ve sabit olan hükümlerden biri olan beşinci ve sonuncu hükümde, ibret almak ve nasîhatlanmak için kur'­anı kerimde geçen Peygamberler, kavimler, şahıslar, hayvanlar, böcekler ve sârir varlıklarla ilgili geçmiş ve el'an devam eden kıssaları okumak el­bette en iyi ve en doğru yoldur.

Hayatta görürüz, bâzı câhiller \/e bâzı ilim ve islam âlimleri sınıfına dâhil olan kimseler, halk toplantılarında veya vâzu nasîhat kürsüleri ve hut­belerinde halka neler anlatalım diye sorarlar veya Kur'an kıssalarını bıra­kırlar asıllı asılsız pek-çok uydurma ve belkide dînî mahzuru ihtiva eden hâdise ve meseleleri anlatarak zamanını meşgul edib boşa geçirenler, dün olduğu gibi, bugünde oluyor.

Hatta bizzat gelib soranlar olmuştur ki, vâzu nasîhatta ne gibi kıssalar tavsiye edersiniz, bizde Kur'an kıssalarından bâzılarını tarif edrek «kur'an kıssalarını tavsiye ederiz» dediğimiz olmuştur.

Kur'anı Kerimde kıssa ve misallarla ilgili pek çok âyeti kerimeler var­dır. Biz böcek ve hayvanların durumlarını misallayıp bir hüküm beyan eden bir ayeti kerime mealini şöyle nakledelim :

«Allahdan başka dostlar edinenlerin (putlara ve heykellere tapanların) misali, kendine bir ev yapan örümcek böceğinin misâli gibidirki, muhak­kak ki evlerin en zaifi, örümcek yuvasıdır, Eğer bilmiş olsalardı.» (Ankebût sûresi, 41)

Böyle misal ve kıssaların niçin zikredildiğini halikı zülcelâl şöyle beyân ediyor:

«İşte bu misaller varya, biz onları insanlar için beyan ediyoruz, Bunla­rı (Bu misalların neticesini ve faydaların!) ancak âlimler anlar.» (Ankebût sûresi, 43)

Diğer âyeti kerime de şöyle buyurulmuştur:

«Elbette peygamberlerin kıssalarında, akıl sahibleri için büyük bir ib­ret vardır.» (Yûsuf sûresi, 111) [263]

dua
Rüya

Anonim" seçeneğiyle isim vermeden yorum yazılabilir.
"Adı/URL" seçeneğiyle sadece isim verilerek de yorum eklenebilir.

Yorum Gönder (0)
Daha yeni Daha eski