51. Alışveriş Yapanların Muhayyerliği
3454... Abdullah
b. Ömer (r.anhüma)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Alışveriş yapanlardan her biri, birbirlerinden ayrılmadıkları
müddetçe, arkadaşına karşı muhayyerdir. Ama muhayyerlikle satış
müstesna."[398]
Açıklama
Bu hadis, alıcı ve satıcının birbirlerinden
ayrılmadıkları müddetçe, yaptıkları akdi feshedebileceklerine delâlet
etmektedir.
Bu muhayyerliğe bazı âlimler; meclis
muhayyerliği, bazıları da kabul muhayyerliği demektedir. Bu ayrı isimlendirmeye
sebep; konunun hükmündeki farklı görüşlerdir. Şimdi bu görüşlere göz
atalım:
a) Alıcı ve
satıcı akdi yaptıkları meclisten bedenen ayrılmadıkça taraflardan birisi akdi
bozmak yetkisine sahiptir. Buna göre; taraflar arasında icab (alım veya satım
teklifi) ve kabul (yapılan teklifi kabul) tamamlanmış, yani alışveriş
yapılmışsa, taraflar o mecliste bulundukları müddetçe birisi; "Ben akdi
bozuyorum, almaktan -ya da satmaktan- vazgeçtim" diyebilir.-Buna meclis
muhayyerliği denilir. Taraflar, alışverişi yaptıktan sonra bir muhayyerlik şartı
koşmadan kalkar giderlerse, yani meclis dağılırsa artık akid kesinleşmiştir. Bu
babın hadislerinin zahirleri bu görüşü desteklemektedir. Nevevî, âlimlerin büyük
çoğunluğunun bu görüşte olduklarını söyler. Şafiî ve Hanbelî mezheplerinin
görüşleri de bu istikamettedir.
b) Alıcı ve
satıcı fiatta anlaşıp "aldım ve sattım" diyerek akdi kesinleştirdikten sonra
artık tarafların hiçbirisinin akdi bozma yetkisi yoktur. Bu konudaki hadislerde
sözkonusu edilen muhayyerlikten maksat; kabul muhayyerliğidir. Meclisten maksat
da söz meclisidir.
Bu görüşe göre; alışverişte bulunacak olan
taraflardan birisi icabda bulunsa alışverişle ilgili söz devam ettiği müddetçe
bu icabı kabul edip etmemekte serbesttir. Yani isterse kabul eder ve akit
kesinleşir, isterse kabul etmez. İcabda bulunan kişi de, karşı taraf kabul
etmediği müddetçe teklifinden vazgeçebilir. Fakat karşı taraf kabul etmişse akit
kesinleşmiş olur. İcab-dan sonra karşı taraf daha akdi kabul etmeden önce, söz
mevzuu değişirse artık icab hükümsüz kalır ve bundan sonraki kabulün faydası
olamaz.
Bu görüşte olanlar; yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, "Taraflar birbirlerinden ayrılmadıkça muhayyerdirler"
manasındaki hadislerdeki muhayyerliği kabul muhayyerliğine hamletmişler,
alışverişle ilgili konuşma devam ettiği müddetçe kendisine icabda bulunan
kişinin bu icabı kabul edip etmeme konusunda muhayyer olacağını söylemişlerdir.
Bu görüş sahipleri; karşı görüşün iddiasının, yapılan akdi bozmak istemeyen
tarafın hakkını ibtali gerektireceğini ve bunun da caiz olmadığını söylerler.
Yine bunlar hadislerdeki "alışveriş yapanlar" ifadesini kendi görüşleri için
delil alırlar. ÇÜnkü, "alışveriş yapanlar" tabiri akdi yapmakta olanlar için
kullanılır. "Aldım, sattım" tabirlerini kullanıp alışverişi bitirdikten sonra,
taraflar "alışveriş yapan" olmaktan çıkarlar, birbirlerine yabancı
olurlar.
Bu görüş Hanefî veMâlikîlere aittir. Rabîa,
Nehaî ve bir rivayete göre Sevrî de aynı görüştedirler.
Hattâbî; Nehaî ve Hanefîlerle Mâlikîlerin
bu görüşlerine temas ettikten sonra, hadislerin karşı görüşü desteklediklerini,
hadisin ravisi İbn Ömer'in de bu şekilde tefsir ettiğini söyler.
Hattâbî; Nehaî ve onun görüşünde olanların
görüşlerini tenkid sadedinde şöyle der:
"Eğer hadisin manası, Nehaî'nin anladığı
gibi olsaydı, onun hiçbir faydasının olmaması gerekirdi. Çünkü çok açıktır ki,
alıcı akdi kabul etmeden önce kabul edip etmeme konusunda serbesttir. -Yani bu
konunun hadisle ısbat edilmesine ihtiyaç yoktur.- Aynı şekilde satıcı da satış
akdini gerçekleştirmeden önce malının tek mâlikidir. İstediği gibi tasarrufta
bulunabilirler. Kimse onları, mallarını ellerinden çıkarmaya zorlayamaz. Ancak
kendileri isterlerse satarlar. Bu herkesçe bilinen genel bir hükümdür. Özel bir
haber ise ancak özel bir hüküm için rivayet edilir. Sabittir ki; alışveriş
yapanlar (mütebâyi'an) sözcüğü, akid yapanlar için kullanılır. Bey' (alışveriş)
kelimesi alışverişi yapanların yaptıkları işten türemiştir. Bu da ancak o iş
bittikten (alışveriş akdi tamamlandıktan) sonra aercekleşir. Meselâ, zinakâr
diye zina yapmış olana, hırsız diye hırsızlık yapmış öiana denilir. Durum böyle
olunca alışveriş yapanların, akdi yapanlar olduğu kesin olur. O halde, akid
bittikten sonraki ayrılma (sözle değil) ancak bedenle olur."
Hattâbî, her iki tarafın daha başka bazı
delillerine de temas ederek, daha geniş bilgi vermektedir. Ama biz, yukarıya
aktardığımız özet bilgi ile meseleye ışık tuttuğumuz, okuyucuya genel bir
malumat verdiğimiz kanaatıyla daha geniş tafsilata girmiyoruz.
Hadisin sonunda Hz. Peygamber (s.a),
tarafların birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe muhayyer olduklarını
belirttikten sonra, "muhayyerlikle satışı" o hükümden istisna etmiştir; şimdi de
kısaca bu tabiri açıklayalım:
"Muhayyerlikle satış" tabirinin ifade
ettiği ilk mana, alıcı ve satıcıdan birisine bilâhare akdi bozabilme yetkisi
tanıyan bir şartla yapılan satıştır. Tabii, meselenin birtakım teknik
incelikleri vardır. Biz bu konuya 3500 numaralı hadisi izah ederken temas
edeceğiz. Akla gelen bu ilk manaya göre hadisin manası; "Alışverişte
bulunanlardan her biri, ayrılmadıkları müddetçe akdi fesh veya kabul konusunda
muhayyerdir. Ayrılınca akit kesinleşir, taraflar dönmez. Ama eğer birisi için
muhayyerlik şart koşulmuşsa (üç gün içerisinde veya tayin edilen başka bir
müdde. zarfında akdi bozabilme yetkisi şart koşulmuşsa) onun akdi bozma yetkisi
meclisle kayıtlı kalmaz. Şart koşulan müddetin bitimine kadar devam eder."
şeklinde anlaşılacaktır..
Nevevî, bu istisnanın manası konusunda üç
görüş olduğuna işaret eder. Bu görüşler şunlardır:
1- Akid
bittikten sonra, meclis dağılmadan önce taraflardan birisini muhayyer
bırakmak.
2- Bizim
yukarıda işaret ettiğimiz; üç gün veya daha az bir müddet için şart koşulmuş
şart muhayyerliği (hıyâr-ı şart). Buna göre, meclis dağılsa bile muhayyerlik
devam eder.
3- Meclis içerisinde her iki taraf için
de muhayyerliğin bulunmaması şartıyla yapılan akiddir. Bu durumda taraflar akde
başlarken, mec lis muhayyerliğinin bulunmamasını şart koşmuşlarsa, "aldım,
sattım" sözleri ile akid kesinleşmiş olur. Ancak bu yolla yapılan bir alışveriş,
-içerisinde şart bulunduğu için- âlimlerin çoğuna göre caiz değildir.[399]
Bazı Hükümler
1. Alışveriş
yaparken, alıcı ve satıcı birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe akdi
feshedebilirler.
2. Taraflar ayrıldıklarında akit
kesinleşir, ancak birisi için muhayyerlik şart koşulmuşsa, öngörülen süre
içerisinde muhayyer olan kişi akdi feshedebilir.[400]
3455... Bize
Musa b. İsmail haber verdi, bize Hammâd Eyyûb'dan, o Nâfi'den; Nâfi, İbn
Ömer'den, İbn Ömer de Hz. Peygamber (s.a)'den önceki hadisi mana olarak rivayet
etti. (Bu rivayetinde):
Açıklama
Bu rivayet önceki hadisin başka bir
naklidir. Önceki hadisten farklı olarak bunda yukarıdaki cümleyer almıştır. Buna
göre bu rivayetin tamamı şu şekilde olacaktır:
"Alışveriş yapanlardan her biri,
birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe arkadaşına karşı muhayyerdir. Ama birisi
ötekine, seç (muhayyersin) derse müstesna."
Demek ki, önceki rivayetteki; "Ama satışta
muhayyerlik bulunursa müstesna" cümlesi bu rivayette, "Ama birisi, ötekine seç
derse müstesna" şeklindedir. Rivayetler arasında mana yönünden pek fark yoktur.
Hattâbî, bu istisnanın; hadiste sözkonusu edilen muhayyerliğin, meclis
muhayyerliği; ayrılmadan maksadın da bedenle ayrılma olduğuna delâlet ettiğini
söyler.
Aynî ise şöyle der:
"Hattâbî; bu, meclis muhayyerliğinin sübutu
konusunda en açık şeydir. Bu söz, hadisin zahirine zıt düşen tüm te'villeri
ortadan kaldırır, demiştir. Buna karşı ben de derim ki: Hattâbî'nin meclis
muhayyerliğinin sübu-tundaki en açık şeydir, sözü, âkitlerden birisi icabda
bulunduğu zaman öteki muhayyerdir; isterse kabul eder, isterse reddeder şeklinde
anlaşılmalıdır. Ama, taraflar icab ve kabulde bulundukları zaman akid
tamamlanmıştır. Muhayyerlik şart koşulmamişsa veya mal ayıplı değilse
muhayyerlik sözkonusu değildir. Nesâî'nin, Semüre'den tahric ettiği şu hadis
bunun delilidir:
Hz. Peygamber (s.a) üç defa: "Alışveriş
yapanlar, birbirlerinden ayrılıncaya veya her biri akitten arzu ettiğini
alıncaya kadar muhayyerdirler" buyurdu. Tahavî, "Rasûlullah'm bu hadisteki; her
biri arzu ettiğini alıncaya kadar sözü, taraflar için caiz olan muhayyerliğin
akdin tamamlanmasından önceki muhayyerlik olduğuna delâlet eder. Bu durumda,
taraflar arasında, hadiste söz konusu edilen ayrılmanın, satıştan sonra bedenle
ayrılma olduğunda ihtilâf yoktur. Ve yine müşterinin maldan istediğini alıp,
istemediğini bırakmasının caiz olmayışında da ihtilâf yoktur" der.
Ben de diyorum ki; hadisteki ayrılmaktan
maksat söz ile ayrılmaktır, bedenen değil. -Yani taraflar, alım satımla ilgili
konuşmayı terkedinceye kadar muhayyerdirler.
Hattâbî'nin; bu mana tüm te'villeri ortadan
kaldırır, sözü kabul edilemez. Çünkü iki te'vil çelişirse hadis bırakılır,
kıyasla amel edilir. Bu konudaki kıyas; alışveriş akdinin kira ve nikâh akidleri
ile kıyaslanmasıdır. Muhayyerlik, bu akidlerde akid bittikten sonra bedenen
ayrılıncaya kadar devam etmediği gibi, alım satım akdinde de devam etmez. Bu
akidler arasındaki ortak nokta, hepsinin icab ve kabulle
tamamlanmalarıdır..."
3456... Abdullah
b. Amr b. el-Âs, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
"Alışveriş yapanlar, birbirlerinden ayrılmadıkça (akdi kabul edip
etmemekte) muhayyerdirler; ama akitte muhayyerlik şartı bulunursa müstesna, (o
zaman birbirlerinden aynlsalar bile, lehine şart koşulanın muhayyerliği devam
eder). Akit yapanlardan birisinin karşı taraf ikâle ister korkusuyla (oradan
hemen) ayrılması helâl olmaz.”[403]
Açıklama
Tirmizî, hadisin hasen; İbn Huzeyme de
sahih olduğunu söylemiştir.
Hadisin zahiri, alışverişte bulunan
tarafların meclis içinde oldukları müddetçe akdi kesinleştirmek veya feshetmek
serbestisinde uluduklarına delâlet etmektedir. Bu muhayyerliğin meclis
muhayyerliği mi yoksa kabul muhayyerliği mi olduğu konusunda 52. bâbda geçen
hadislerde verdiğimiz görüşler burada aynen caridir. Hadisin bir bölümünde; akit
yapılırken taraflardan birisi lehine muhayyerlik şartı koşulması halinde hüküm
önceki hükümden istisna edilmektedir. Bu durumda taraflar birbirlerinden
ayrılmış olsalar dahi, lehinde muhayyerlik şart koşulmuş olanın seçme hakkı,
kararlaştırılan müddetin -Ebû Hanîfe'ye göre bu müddet üç güriü geçemez- sonuna
kadar devam eder.
Hadisin son bölümünde de Hz. Peygamber
(s.a) Efendimiz; alım satım akdini yapanlardan birisinin, karşı taraf ikâle
yapmayı ister endişesiyle meclisten ayrılmasının caiz olmadığına işaret
buyurmuştur.
İkâle: Alım satım akdi kesinleştikten
sonra, tarafların kendi rızaları ile akdi feshetmeleridir. Bu konu ile ilgili
yeterli bilgi 3460 nolu hadisin izahı esnasında verilecektir.
Bilindiği gibi; alım satım a/di yapanların
muhayyerliği konusunda âlimlerin iki farklı görüşü vardı. İçlerinde Hanefîlerin
de bulunduğu bir gruba göre; bu muhayyerlikten maksat kabul muhayyerliği,
meclisten maksat da söz meclisi idi. Şâfiîler ve Hanbelîlere göre ise; bu
muhayyerlik meclis muhayyerliği, ayrılması da bedenen ayrılmak idi. İşte hadisin
ikâle ile ilgili olan son bölümünü her grub kendi anlayışına göre izah etmiş ve
kendi görüşüne delil kabul etmiştir.
Bezlü'l-Mechûd'da, Hanefîlerin görüşünü
teyid eder bir tarzda şöyle denilmektedir:
"Bu söz; alım satım akdinin icab ve kabul
ile tamamlanıp bundan sonra muhayyerliğin kalmadığını teyid etmektedir. İkâle
isteme meselesi buna delâlet eder. Çünkü eğer taraflar meclisin sonuna kadar
fesh serbestisine sahip olsalardı, hiçbirisinin ikâle (akdi fesh) istemeye
ihtiyaçları olmazdı. Çünkü muhayyerliğin bulunması halinde, her bir taraf ikâle
isteme ihtiyacı duymadan akdi tek başına feshedebilirdi."
Avnü'l-Md'bûd'da da, meclis muhayyerliğini
kabul etmeyenler (Hane-fîler)*in bu hadisi delil edindiklerine işaretle,
onların; "Çünkü bu hadiste; karşı tarafın, ikâle dışında bir yolla akdi fesh
edemeyeceği bildirilmektedir." dedikleri kaydedilmektedir.
Yine Avnü'l-Ma'bûd'da, meclis
muhayyerliğini kabul edenlerin (Şafiî ve Hanbelîler) yukarıdaki görüşe
verdikleri cevap şu sözlerle beyan edilmektedir:
"Hadis bu ilâveyle onların lehine değil,
aleyhine delildir. Çünkü hadisin manası; taraflardan birisi, karşı taraf akdi
fesheder endişesiyle meclisten ayrılmasın demektir. İkâle istemekten murad;
taraflardan pişmanlık duyanın akdi feshetmesidir. Tirmizî ve başka âlimler bu
şekilde anlamışlar ve şöyle demişlerdir: Eğer ayrılmak ^sözle olsaydı o zaman
kişinin akidden sonra muhayyerliği olmazdı. İkâleden murat da gerçek manası
olsaydı, meclisten ayrılmanın bir manisi olmazdı. Çünkü ikâle, meclise mahsus
değildir. Hadisin baş tarafında meclis muhayyerliğinin caizliği belirtilmiş ve
bunun meclisin sonuna kadar devam ettiği ifade edilmiştir. Malumdur ki
muhayyerlik hakkı olan kişinin ikâle istemeye ihtiyacı yoktur. O halde buradaki
ikâle istemekten maksat akdi feshetmektir.
Kişinin meclisten ayrılmasının helâl
olmayışından maksat da ayrılmanın haramhğı değil, mekruh oluşudur."
Her iki
tarafın hadise bakış açılarını kaynaklardan naklen verdik. Ayrı bir yoruma
girmek istemiyoruz.[404]
3457...
Ebu'l-Vadiy' (Abbâd b. Nüseyb)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir savaş için sefere çıkmıştık. Bir yerde
konakladık. Arkadaşlarımızdan biri, bir köle karşılığında bir at sattı. Sonra
günlerinin kalanını (bu şekilde) geçirdiler. Ertesi gün sabah olunca asker
hazırlandı. Atı alan atını eğerlemek üzere kalktı. (Ama) satan pişman olup
alıcıya geldi ve alışveriş (i feshetmek) istedi. Müşteri ise atı vermek
istemedi. Bunun üzerine satan;
Hz. Peygamber (s.a)'in arkadaşı Ebû Berze
aramızda hakem olsun, dedi.
Beraberce, ordunun bir bölümünde bulunan
Ebû Berze'ye geldiler ve ona hâdiseyi anlattılar.
Ebû Berze:
Aranızda Hz. Peygamber (s.a)'in hükmü ile
hükmetmeme razı mısınız? Rasûlullah (s.a); "Alışveriş yapanlar birbirlerinden
ayrılmadıkça (akdi kesinleştirmek veya feshetmekte) serbesttirler"
buyurdu
dedi.
Hişâm b.
Hassan dedi ki: "Cemil (İbn Mürre), Ebû Berze'nin: Sizi ayrılmış olarak
görmedim, dediğini haber verdi. "[405]
Açıklama
İbn Mâce'nin rivayetinde at alım satımından
bahseden hâdise hiç anılmamakta, sadece Ebû Berze'nin Rasûlullah (s.a)'den
naklettiği cümle yer almaktadır.
Tirmizî'deki rivayette ise; at alım satımı
ile ilgili olan hâdisenin bir gemide cereyan ettiği görülmektedir,
Hişâm b. Hassan'ın Cemil b. Mürre'den
yaptığı rivayete göre; Ebû Berze, at alıp satan kişileri -akdin üzerinden bir
gece ve gündüzün bir kısmı geçmiş olmasına rağmen- birbirlerinden ayrılmış
telakki etmemiştir. Halbuki bu iki şahsın tüm bu zaman zarfında aynı mecliste
olmaları düşünülemez. Şüphesiz her biri yemek, içmek, zaruri ihtiyaçlarını
gidermek, namaz kılmak gibi vesilelerle birbirlerinden ayrılmışlardır. Demek
oluyor ki Ebû Berze'nin mec-liten maksadı, alım satımın yapıldı?' mevki,
bölgedir. Taraflar aynı ordunun içinde bulundukları için, ordugâhın tamamını tek
meclis kabul etmiş ve taraflar burasını terketmediklerine göre, birbirlerinden
ayrılmamışlardır. O halde Rasûlullah'ın hadis-i şerifleri gereğince, taraflardan
isteyen akdi feshedebilir hükmüne varmıştır.
Şafiî ve Mâlikîler, Ebû Berze'nin bu
sözlerine bakarak onun da, muhayyerliği kaldıran ayrılmanın bedenen ayrılma
olduğu görüşünü benimsediğini söylerler. Ancak, Ebû Berze meclisin sınırlarını
geniş tutmuş, ayrılmış saymak için tarafların sadece bedenen ayrılmalarını
yeterli görmeyip, akdin yapıldığı yeri terketmelerini de gerekli
görmüştür.
Hanefîler; Ebû Berze'nin sözlerinin kendi anlayışının eseri
olduğunu, onun için hadisin aleyhlerine delil kabul edilemeyeceğini
söylerler.[406]
Bazı Hükümler
1. Bedellerden
birisi para olmasa bile iki malı birbirlerı ile alıp satmak caizdir.
2. İnsanlar
aralarındaki anlaşmazlıkları, bir hakem tayin ederek çözebilirler.
3. Tayin edilen
hakemin bilgili olmasr gerekir.
4. Hakem hüküm
vereceği zaman âyet ve hadislerin ışığında hüküm vermelidir.
5.
Alışveriş kesinleşmeden (taraflar akit meclisini
terketmeden) isteyen akdi feshedebilir. Bu mesele ulema arasında
ihtilaflıdır.[407]
3458... Yahya b.
Eyyûb şöyle demiştir:
Ebû
Zür'a,[408]
birisine bir şey sattığı zaman onu muhayyer bırakır, sonra da; "Sen de beni
muhayyer bırak. Ben, Ebû Hureyre (r.a)'yi, Rasûlullah (s.a); (alışveriş yapan)
iki kişi ancak birbirlerinden razı olarak ayrılsınlar, buyurdu derken işittim."
derdi.[409]
Açıklama
Tirmizî'nin rivayetinde Ebû Zür'a'nm
kıssası mevcut değildir. Tirmizî hadis için; "bu garib hadistir"
demektedir.
Hadisten, ilk bakışta anladığımıza göre Ebû
Zür'a bir alışveriş yaptığında, "arzu etmiyorsan akdi feshet, pişmanlık duyarsan
vazgeçebilirsin" gibi sözlerle karşı tarafı muhayyer bırakır, aynı muhayyerliğin
kendisi için de tanınmasını isterdi. Bu hareketine delil olarak da Ebû
Hureyre'den işittiği Rasûlullah'ın şu sözlerini naklederdi: "Alışverişte bulunan
iki kişi (ayrıldıklarında) birbirlerinden razı olarak ayrılsınlar."
Alım satım akdinde meclis muhayyerliğini
kabul edenler, bu hadisi de kendileri için delil sayarlar. Ancak hadis böyle bir
anlayışa pek müsait değildir. Çünkü; hadisin Hz. Peygamber (s.a)'den nakledilen
bölümünün muhayyerlikle bir ilgisi yoktur. Ebû Zür'a'nın; karşı tarafı muhayyer
bırakıp, kendisi için de muhayyerlik istemesi aslında meclis muhayyerliğine
değil şart muhayyerliğine delâlet eder. Zira eğer bu meclis muhayyerliği olsa
idi, Ebû Zür'a'nın onu vermesine ve kendisi için istemesine gerek kalmazdı.
Zaten mevcut olan bir şeyin verilmesi veya istenilmesi düşünülemez.
Aliyyü'1-Kârî bu hadisi izah ederken şöyle
der:
"Allah bilir, hadisten kastedilen;
tarafların parayı vermek ve malı teslim konularında birbirlerinden razı olarak
ayrılmalarıdır. Aksi halde, zarara uğramak ve zarar vermek sözkonusu olur ki bu
da dinen yasaktır. O halde maksat, birisinin ayrılacağı zaman öbüründen izin
istemesi, yapılan alışverişten pişmanlık duymuşsa ikâle yapabileceklerini
söylemesidir. Böyle yapmadan ayrılmak konusundaki nehiy tenzihidir. Yani
yukarıdaki söylenilenleri yapmadan meclisi terketmesi haram değildir, belki
tenzîhen mekruhtur. Burfun caiz oluşunda icma vardır."
Aliyyü'l-Kârî'nin ifadesine göre; el-Eşref ise, meclis
muhayyerliğinin ortadan kalkmasını gerektireceği için, taraflardan birinin
ötekinin izni ve haberi olmadan ayrılmasının caiz olmadığını söyler. Ancak,
yukarıda işaret edildiği üzere tarafların birbirinin izni olmadan
ayrılmalarınının caiz olduğu icma ile sabittir.[410]
Bazı Hükümler
1. Alışveriş
yapanlar, yaptıkları akde razı olmalıdırlar.
2.
Ahşverişte taraflardan birisine veya her ikisine -bir
süre tayin ederek, o süre içerisinde- akdi feshetme muhayyerliği verilebilir. Bu
muhayyerliğe şart muhayyerliği denilir. Akdin gereğinden değildir. Şart koşmaya
bağlıdır.[411]
3459... Hakîm b.
Hizâm'dan, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Alım satım akdi yapanlar birbirlerinden
ayrılmadıkça muhayyerdirler. Eğer (malın özellik ve kıymeti konusunda) doğru
konuşurlar ve (aybını) açıkça söylerlerse akidleri onlar için bereketlendirilir.
Ama (aybı) gizlerler ve yalan söylerlerse, yaptıkları alım satımın bereketi
giderilir."
Ebü Dâvûd dedi ki: '
Saîd b.
EbîA rûbe ve Hammâd da aynen böyle rivayet ettiler. Hemmâm ise üç kerre:
"Birbirlerinden ayrılıncaya veya (akdi kesinleştirme ya da feshetmeyi) seçinceye
kadar..." dedi.[412]
Açıklama
Hadis-i şerifin ilk bölümünde, alım satım
akdi yapanların birbirlerinden ayrılmadıkları müddetçe akdi feshetme
serbestisine sahip oldukları bildirilmektedir. Bu konu, üzerinde durduğumuz
babın tüm hadislerinin esas mevzuu olduğu için, şimdiye kadar gereken bilgi
verilmiştir.
İkinci bölümde ise, alışveriş yapan
müslümanlar dürüstlüğe teşvik edilmekte; dürüstlüğün, akde bereket, hile ve
yalancılığın ise zarar vereceği belirtilmektedir. Bu arada; malın varsa aybının
açıkça söylenmesinin berekete, gizlenmesinin ise zarara sebep olduğu ifade
edilmektedir.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Peki,
bu satışın hukukî sonucu nedir? Herkes başına gelene razı mı olacaktır, yoksa
malı verip parasını geri almak hakkına sahip midir?
Kısaca bu konuya temas
edelim:
Önce ayıp (kusur) ne demektir? Bunun
tarifini verelim. Hanefî âlimlerine göre; tacirler arasında fiata menfi yönden
tesir eden yani fiatı düşüren her kusur ayıptır. Aybı tayinde başvurulacak merci
bu işin ehli olan tacirlerdir.
Ayıplı olan bir mal satın alan kişi, eğer
malı alırken maldaki kusuru görür ve buna razı'olursa artık itiraz hakkı kalmaz.
Ama alıcf, malı aldığı zaman maldaki aybı farketmez de daha sonra anlarsa
isterse fiatta değişiklik yapmadan malı kabul eder, isterse satıcıya geri verip
parasını alır. İşte müşterideki bu muhayyerliğe; ayıp muhayyerliği manasına
"hıyâru'1-ayb" denilir. Müşterinin, malı geri vermeyip de, fiatını düşürtmeye
hakkı yoktur. Ancak müşteri, satın aldığı mal üzerinde onun özelliğini
değiştirecek biçimde bir tasarrufda bulunur, veya mal müşterinin elinde de
ayıplanır ve daha sonra eski aybını farkederse; eski aybm malda meydana
getireceği değer farkını geri alır. Fakat sonraki durumda satıcı malını yeni
aybı ile birlikte geri almaya razı olursa alır. Bu durumda müşteri, malı
vermeyip ayıpdan dolayı paranın bir kısmını geri isteme hakkına sahip değildir.
Ya eski ayba razı olup, malı elinde tutacak veya geri verip parasını
alacaktır.
Maldaki
ayıptan dolayı müşterinin muhayyerliği olan "hıyâru'1-ayb"; fıkıh kitaplarının
bey' (alım satım akdi) bahsinde müstakil bir başlık altında incelenmiştir. Geniş
malumat oralarda vardır.[413]
Bazı Hükümler
1. Alışveriş
yapanlar birbirlerinden ayrılmadıkça, akdi feshedebilirle yetkisine
sahiptirler.
2. Alışveriş yapanlar dürüst oldukları
takdirde kazançlarının bereketi artar. Dürüstlüğü terkederlerse zarar
ederler.[414]
52. İkâlenin Fazileti
3460... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
Açıklama
"İkâle;" sözlükte düşeni kaldırmak,
vazgeçmek, affetmek, alışverişi bozmak manasınadır. Terim olarak da; alışveriş
ya pan tarafların -birisinin istemesi üzerine- müşterek nzalarıyla akdi
feshetmeleridir. Akdin bozulmasını istemeye de "istikâle" denilir. Bu kelime
hadiste iki defa geçmektedir. Birincisindeki kastedilen mana, terim
karşılığıdır. Bu yüzden kelimeyi terceme etmeden "ikâle yapan" diye aktardık ve
izahını açıklama bölümüne bıraktık. İkincisinde ise "affeder" karşılığı ile
terceme ettik.
İkâleyi daha iyi anlaşılması için bir
tasavurla anlatalım: İki kişi alışverişte bulunurlar. Akit kesinleştikten sonra,
taraflardan birisi (alıcı veya satıcı) pişmanlık duyar ve karşı tarafa gidip
alışverişi bozmayı (dönmeyi) teklif eder. O da bu teklifi kabul edip akdi
fesheder. İşte yaptık-4arı bu muamele ikâledir. îkâlede taraflardan her biri
aldığı bedeli (müşteri malı, satıcı parayı) iade eder.
Hadis-i şerifte Hz. Peygameber (s.a);
müslümanları, kendileri ile alışverişte bulundukları bir müslüman pişmanlık
duyarak gelip akdi feshetmek istediğinde onların arzusuna uymaya teşvik etmekte,
bu isteğe uymanın mükâfatının da günahlarının bağışlanması olduğunu
bildirmektedir. Kendisine müracaatta bulunulan kişinin, bu isteğe, uyması (ikâle
yapması) farz ya da vacip değil, müstehaptır.
İkâlenin caiz olması için birtakım
şartların bulunması gerekir. Hanefî mezhebine göre bu şartlar
şunlardır:
I- Mebî'in
(satılan malın) mevcut olması. Alıcı malı istihlâk etmişse veya elinden
çıkarmışsa ikâle mümkün olmaz. Ama malın bir kısmı telef olmuş da bir kısmı
kalmışsa kalan kısımda ikâle caizdir.
II- İkâle
meclisinin tek olması, (ikâlede icab ve kabulün aynı mecliste
olması).
III- Mebî
(mal)'in değişmemiş olması; eski halini koruması.
IV- Bedelde
(fiatta) bir artma veya eksilmenin olmaması. Eğer ikâle esnasında, önceki fiatın
yükseltilmesi şart koşulmuşsa şart bâtıl, akid sahihtir. Satıcı önceden aldığı
parayı iade eder.
İkâle; alıcı ve satıcıya nisbetle önceki
akdi fesh, üçüncü bir şahsa nis-betle ise yeni bir alışveriştir. Bunu bir
misalle izah edelim:
Bir kimse
tarlasını satsa, sonra da müşteri ile anlaşıp ikâle yapsalar, bu kendilerine
göre eski akdi fesihtir. Ama komşu tarla sahibine nisbetle yeni bir alım satım
aktidir. Dolayısıyla önceki satışta şüf'a hakkından vazgeçmiş bile olsa ikâle
ile yeniden şüf'a hakkı doğar. Çünkü onun açısından komşu tarla tekrar
satılmıştır. Satıştan da şüf'a hakkı doğar.[416]
53. Bir Satış İçerisinde İki Satış Yapmak
3461... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
Açıklama
Bu hadisi Ebû Dâvûd'dan başka rivayel eden
yoktur. Hadisin zahirine göre; bir kimse aynı akıt içerisinde ıkı ayrı fıat
söylese ve bu şekilde satışı gerçekleştirse daha düşük olan bedeli alacaktır,
aksi halde faiz almış olur. Ancak âlimler hadisten kastedilenin bu olmadığını
söylemektedirler.
Hattâbî şöyle der:
"Ben, âlimlerden; bu hadisin zahirini
anlayan ve daha düşük olan fiatla akit sahihtir diyen birini bilmiyorum.
Evzaî'den nakledilen küçük bir istisna varsa da bu yanlış bir görüştür. Çünkü bu
yolla yapılan bir satışta hem fiat bilinmemekte, hem de bir kanma ve kandırma
sözkonusu olmaktadır.
Bu
hadisin; Muhammed b. Amr, Ebû Seleme ve Ebû Hureyre tarikiyle gelen meşhur
rivayeti şu şekildedir: "Rasûlullah (s.a) bir satış içinde iki satışı nchyetfi."
Bu hadisin daha sonraki isnadında şu isimler yer almaktadır: el-Esam, Rabî,
Şafiî ve Derâverdî. Hadis ayrıca Muhammed b. İdris el-Hanzalî el-Ensârî
tarikiyle de Muhammed b. Amr'dan rivayet edilmiştir. Ebû Dâ-vûd'un zikrettiği
şekilde Yahya b. Zekeriyya'nın Muhammed b. Amr'dan yaptığı rivayet ise; muayyen
bir şey hakkında özel bir hüküm olmalıdır. O hüküm de şudur: Sanki kişi, bir
dinar karşılığı iki ölçek buğdaya, bir aylığına selem akdi yapmış[418] ve vakti dolunca
buğdayı istemiştir. Buğdayı vermesi gereken kişi öbürüne; "Benden alacağın bir
ölçeği bir ay vade ile iki Ölçeğe sat" der. İşte bu önceki satışa giren ikinci
bir satıştır. Bu hal, bir satış içinde iki satış olmuş olur. Bu satış ucuz olan
fiata döndürülür. Bu asıldır. Ama birinci akdi bozmadan ikinci mebîi esas alarak
alışveriş yapsalar bu ribâ olur.
Bir satış içinde iki satış iki şekilde
tefsir edilir:
1- "Bu kumaşı
saıîa peşin olursa on, veresiye olursa on beş dirheme sattım" demesidir. Bu
şekildeki bir satış caiz değildir. Çünkü malın bedelinin hangisi olduğu belli
değildir. Fiat belli olmadan yapılan alışverişler ise bâtıldır.
Tâvûs'un, bunda bir mahzur görmediği
rivayet edilir. Hammâd, Hakem ve Evzaî; taraflar ayrılmadan fiatlardan birinde
karar kılarlarsa caiz olduğunu söylerler."
Hattabî'nin sözlerine biraz ara verip,
günümüzde yaygın olan vadeli alışverişlerin bu hadisin şumülü ile ilgisine göz
atmak istiyoruz.
Hadis-i şerif, bir izah tarzına göre; bu
günkü tabiriyle alışverişlerde vade farkını konu edinmektedir. Konuyu canlı hale
getirmek için bir misalle izaha çalışalım:
Müşteri mağazaya gidip bir buzdolabı almak
istiyor ve fiatını soruyor. Saticr, "Peşin olursa 100 bin, üç ay vade 120 bin,
altı ay vade 140 bin" diyor.Bu durumda müşteri;
a) Fiatlardan
birisi üzerinde karar kılıp anlaşmadan, "tamam aldım" diyebilir. Bu durumda
yapılan akit fasiddir. Çünkü iki taraf belli bir mikdar üzerinde anlaşıp akdi
onun üzerine bina etmemişlerdir.
b) Müşteri
firatları duyduktan sonra bunlardan birini seçer ve satıcıya; "Tamam, ben bunu
şu kadar (mesela altı ay) vade ile 140 bin liraya aldım" satıcı da, "Oldu, ben
de sattım" diyebilir. Bu şekildeki satış caizdir. Bedeldeki meçhul olma durumu
ortadan kaldırılmış ve alım satım akdinin fesadına sebep olan şey izale
edilmiştir.
Peşin olduğu takdirde 100 bin liraya
alınacak bir mal vadeli olduğu için 140 bin liraya alınınca ilk bakışta faiz
zannedilebilir. Ama bu faiz sayılmaz. Çünkü bir muamelenin faiz sayılması için
(Hanefîlere göre) iki özelliğin bulunması gerekir: Bunlar, cins (her iki bedelin
aynı cinsten olması) ve kadr (malların keylî veya veznî olmaları) dır. Bu
özelliklerin her ikisinin ya da birisinin bulunması durumunda ribe'1-fadl veya
ribe'n-nesîe tahakkuk eder. Bu konu, ribâ ile ilgili hadislerin izahında
anlatılmıştır. O bakımdan tafsilata girmiyoruz. Üzerinde durduğumuz konuda ise;
mallar arasında ne cins, ne de kadr özellikleri mevcut değildir. Çünkü birisi
para, öbürü dolaptır.
Bu yolla yapılan bir satışın caiz olduğu
fıkıh kitaplarımızın bir çoğunda açıkça belirtilmektedir. Biz bir örnek olmak
üzere Hanefî mezhebinin en meşhur eseri olan Serahsî'nin Mebsût'undaki ifadeyi
aktarıyoruz. Serahsî şöyle diyor:
"Akdi; şu
vadeye kadar şu fiata, peşin olursa şu fiata veya bir ay vade ile şu fiata iki
ay vade ile şu fiata diyerek yaparsa bu alım satım fasiddir. Çünkü belli bir
bedel karşılığı vermemiştir. Hz. Peygamber de bir satışta iki şartın bulunmasını
yasak etmiştir. Bu hüküm, taraflar bu şekilde ayrıldıkları takdirdedir. Fakat
aralarında anlaşmış olsalar ve belli bir fiatı kesinleştir-dikten sonra
ayrılsalar akit caiz olur. Çünkü taraflar akdin sahih olması için gerekli olan
şart (fiatın belli olması) tamamlandıktan sonra ayrılmışlardır."[419]
Şimdi Hattabî'nin hadisin şerhi ile ilgili
olarak söylediklerine dönüyoruz: Hattâbî, bir satış içerisinde iki satıştan
anlaşılabilecek ihtimalleri sıralamıştı ve yukarıda birinci te'vili beyan
etmişti; şimdi ikinci te'vile geçiyoruz:
II-
Rasûlullah'ın bir satış içerisinde iki satıştan nehyinin tefsirindeki ikinci yön
de şudur:
Bir
kimsenin, karşısındakine, "Ben şu atımı sana 50 bin liraya sattım. Fakat senin
kısrağını bana 30 bin liraya satman şart." demesidir. Bu satış ta fasittir.
Çünkü kişi atın fiatını 50 bin lira olarak tayin etmiş, karşısındakinin de
kısrağını 30 bin liraya kendisine satmasını şart koşmuştur. Bu ise bağlayıcı
değildir. Öyle olsaydı fiatın bir kısmının düşmesi gerekirdi. O zaman da fiatın
kalan kısmı meçhul olurdu.[420]
III- Bu konuda
şöyle demek de mümkündür: Bir satışta iki satış; bir kimsenin (meselâ)
elbisesini iki dinara satıp müşterinin bu dinarlara karşılık yirmi veya otuz
dirhem vermesini şart koşmasıdır. İki ayrı malı bir tek fiat karşılığında satmak
ise caizdir...
Bir satış içerisinde iki satış konusunda
yazdıklarımızda, Hattâbî'nin verdiği bilgiyi esas aldık, ama başka kaynaklardan
da yararlandık.. Hattâbî'-den naklettiğimiz bilgileri de aynen terceme şeklinde
değil, mefhum olarak
aktardık.
. .
Son olarak konuyu bir iki cümle ile
toparlayalım:
En çok
kabul gören tefsire göre bir satış içerisinde iki satış; satılacak mal
karşılığında birden fazla fiat söyleyip bunlardan birisini kesinleştirmeden
satışı tamamlamaktır. Bu ise caiz değildir. Ama aktı tamamlamadan önce
fiatlardan birisi kesinleştirilir, sonra satış gerçekleştirilirse (fiatlar peşin
ve vade durumlarına göre farklı olsa bile) caizdir.[421]
54. Iyne Yoluyla Yapılan Alışveriş Yasaktır
3462... Abdullah
b. Ömer (r.anhüma), Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinlediğini haber
vermiştir:
“Iyne yoluyla alışveriş yaptığınız,
öküzlerin kuyruğuna yapıştığınız, tarımı seçtiğiniz ve cihadı terkettiğiniz
zaman Allah size öyle bir zillet musallat eder ki dininize dönünceye kadar onu
üzerinizden atamazsınız.”
Ebû Dâvûd dedi ki:
Açıklama
Rasûlullah (s.a); ıyne yoluyla alışveriş
yapmayı, öküzlerin kuyruğuna yapışmayı, tarımı seçmeyi ve cihadı terketmeyı
zillete sebep göstermiş; müslümanların dinlerinin icabını yaşamaya dönmedikçe bu
zilletten kurtulamayacaklarını bildirmiştir.
Esas mevzumuz ıyne yoluyla yapılan
alışverişlerdir. Bu yüzden bu konuyu daha detaylı inceleyeceğiz. Onun için ıyne
konusunu sona bırakıp önce hadisin diğer bölümlerine göz atalım:
Müslümanların; özüzlerin kuyruğuna yapışıp
ziraatı seçmelerinden maksat; cihad edilmesi gereken bir zamanda cihadı terkedip
işleri ve güçleriyle meşgul olmalarıdır. Öküzün kuyruğuna yapışmak; tarlayı
sürmek, ekin ekip biçmektir. Şüphesiz tarım insanların beslenmeleri, hayatlarını
sürdürmeleri için ihmal edilmemesi gereken bir meşguliyettir. Dolayısıyla Hz.
Peygamber (s.a)'in böyle bir meşguliyeti tenkid etmesi, uğraşılmasını zillet
sayması beklenemez. O halde maksat, dediğimiz gibi Allah yolunda cihadı terkedip
dünyalık için çalışmaktır. Çünkü bu; müslümanların başka güçlerin emrine
girmesine, sömürülmesine sebep olur. Bir insan için bundan daha büyük bir zillet
ve meskenet olmaz.
Öküzlerin kuyruğuna yapışmaktan maksadın,
"şerefle ata binenler olduktan sonra, zilletle öküzlerin peşinde yürüyenler
olduğunuz zaman" manasında olması da muhtemeldir.
Rasûlullah (s.a)'ın bildirdiğine göre;
düşülen bu zilletten kurtulmanın çaresi, tekrar dine dönmektir. Bundan maksat;
dinin istediği yaşama şekline dönmek, Allah'ın emrettiği cihad ve çalışmaya
sarılmaktır. Yoksa bir müs-lüman hadiste sayılan şeyleri yaptığı için dinden
çıkmaz. Müslümanın dinden çıkmasını gerektirecek söz ve davranışları bellidir.
Bunlar içerisinde ne ıyne muamelesi, ne de cihadı ihmal edip ziraatla iştigal
vardır.
Şimdi de esas mevzumuz olan ıyne konusuna
dönelim:
"Iyne": Kelime olarak; veresiye satmak
demektir.
Iyne yoluyla yapılan alışveriş Hz.
Peygamber tarafından yasaklandığı halde, ne O'ndan ne de sahâbîlerden, bu satış
şeklinin tarif ve şekline dair bir haber gelmemiştir. Onun için âlimlerimizin,
bu satış şeklini izah ve tasavvurda değişik görüşlerde olduklarını görmekteyiz.
Hatta aynı mezhebe mensup fakihler bile tek bir tasavvur üzerinde birleşebilmiş
değillerdir. Sadece Hanefîlerde lyne ile ilgili dört ayrı tarif göre
çarpmaktadır. Tabii ıyne-nin hükmü de verilen tarife göre farklılık
arzetmektedir. Şimdi bu tasavvurları görelim:
1- Hanefî
âlimlerinden Nesefî'nin Tilbetu't-Tâlibe adlı kitabında verdiği tarife göre
"lyne; bir kimsenin, bir malı değerinden daha fazla bir fiata vadeli olarak alıp
bir başkasına peşin parayla satmasıdır."
Bu tarife göre, müşteri aldığı malı, bizzat
satana değil, bir başkasına satmaktadır. Bu yola gidilmesine sebep; borç verecek
kişinin faize düşmeden verdiği borçtan fayda sağlamasıdır. Bu muameleyi şöyle
bir örnekle canlandıralım:
İhtiyaç sahibi birisi bir esnafa gidip borç
para istiyor. Esnaf, karşılık olmadan, borç vermeyi istemiyor ama faiz almaktan
da çekiniyor. Onun için borç isteyene para vermiyor da bir malı değer fiatından
daha fazla bir karşılıkla ve vadeli olarak satıyor. Borç isteyen ihtiyaç sahibi
bu malı alıyor ve bir başkasına aldığından daha ucuz bir fiata fakat peşin
parayla satıyor. Böylece o, ihtiyacını temin etmiş, kendisinden borç istenen de
verdiği .maldan vade karşılığı kâr sağlamış oluyor.
İbnü'l-Hümâm, ıynenin böyle anlaşılmasını
uygun bulmamaktadır. Bu şekildeki bir uygulama caizdir, yasak yönü
yoktur.
2- Hanefî
kaynaklarda görülen diğer bir tasavvur da şu şekildedir: İhtiyaç sahibi gidip,
bir esnaftan değer fiatından daha fazla bir bedelle
ve vade ile bir mal satın alıyor. Sonra da
götürüp bu malı, başka birisine aldığından daha ucuza ve peşin para ile satıyor.
Bu şahıs da malı götürüp ilk sahibine aldığı fiata ve peşin olarak satıp
parasını alıyor. Böylece mal kendisine geri dönmüş, elinden çıkan paraya
karşılık olarak da bir mikdar kazanç sağlamış oluyor.
Bu yolla yapılan muamele de caizdir. Çünkü
araya üçüncü bir şahıs girmiştir.
3- Kendisinden
borç istenen kişi, borç isteyene istediğini verir, fakat sonra ona bir malını
değerinden daha fazlaya satıp, verdiği parayı geri alır.
Bu muamele de haram değildir.
4- Bir kimsenin,
başka birisinden alacağı vardır. Borcun vadesi dolunca, vadeyi uzatıp alacağını
artırmayı ister. Bunu meşru hale getirmek için de borçlunun bir malını borcu
kadar bir bedelle satın alır. Sonra da aynı malı, aldığı fiata eski alacağını da
ekleyerek öngörülen vade ile satar. Böylece zahirde faize düşmeden hem vadeyi
uzatmış, hem de alacağını artırmış olur.
Haniye sahibi; Belh âlimlerinin;
zamanlarında çarşılarda cereyan eden ahşverişlerdeki fesadları gözönüne alarak;
"lyne yoluyla yapılan alışveriş, zamanımızda çarşılarda cereyan eden
alışverişlerden daha hayırlıdır. Ama bundan da kaçınmak evlâdır" dediklerini
söyler.
Ebû Yusuf, bu dört çeşit akdi kerahatsiz
caiz görür. İmam Muhammed ise, "Bu satış türü, benim gönlümde dağlar kadar
çirkin bir şeydir. Hz.-Peygamber bunu kötülediği halde faiz yiyiciler
uydurmuşlardır" der.
5- lyne; bir
kimsenin malını peşin satmayıp, pahalı olsun diye sadece vade ile satmasıdır. Bu
tarif, Ahmed b. Hanbel'den nakledilir ve mekruh olarak nitelenir. Sebep, faize
benzemesidir.
6- lyne, bir
kimsenin sattığı bir malı, daha parası ödenmeden aynı şahıstan ve daha ucuz bir
fiatla tekrar alıp parasını ödemesidir.
Kamus, Mısbâhu'l-Münîr gibi lügat
kitaplarının verdiği bu tarif, Şafiî fıkıh kitaplarında da hemen hemen aynı
şekilde göre çarpar. Hanefî fıkıh kitaplarında bu tarife rastlayamadık. Ancak,
Mecme'ul-Enhur (Dâmad diye meşhur) adındaki kitapta; ulemanın lyne için başka
bir tasavvurda bulundukları ve bunun mezmûn olduğu söylenir. Kanaatimizce bu
tarife işaret edilmek istenmiştir.
Hattâbî de üzerinde durduğumuz hadisin
şerhinde bu tarifi vermiştir. İbn İshak es-SübeyTnin, hanımı vasıtasıyla Hz.
Âişe'den rivayet ettiği bir haber de yasak olan ıynenin bu olduğu intibaını
vermektedir. Bu rivayete geçmeden önce; bu maddedeki tarifi canlı bir misalle
anlatalım:
İhtiyaç sahibi, borç istemek üzere bir
esnafa gider. Esnaf para vermez fakat malını değerinden daha fazla bir fiatla
borç isteyene vadeli olarak satar. Arkasından da peşin fiatla tekrar satın alıp,
parayı öder. Böylece sattığı malı, parası ödenmeden daha ucuza geri almış
olur.
Bu şekildeki bir muamele Şâfiîlere göre
caiz, fakat âdet haline getirilirse mekruhtur. Diğer mezheplere ait fıkıh
kitplarında bu muameleye lyne de-nilmemekle birlikte, caiz olmadığı beyan
edilmiştir. Hanefî kitaplarından Hidâye'de şöyle denilir:
"Bir kimse, peşin veya vadeli olarak bin
dirheme bir cariye satın alıp teslim alsa, sonra da parayı ödemeden satıcıya 500
dirheme geri satsa bu ikinci satış caiz değildir."
Görüldüğü gibi bu tasavvur, bu maddede
verilen ıyne tarifinin aynıdır, fakat adına ıyne denilmemiştir.
İbn Kudâme; Ebû Zinâd, Rabîa, Abdul-Aziz b.
Ebî Seleme, Sevrî, Ev-zaî, Mâlik ve İshak'm da aynı görüşte olduklarını söyler.
Dârekutnî'nin rivayet ettiği şu haber de bu muamelenin caiz olmadığına
delildir:
İbn İshak es-SübeyTnin hanımı, Zeyd b.
Erkam'ın ümmü veledi (kendisinden çocuk dünyaya getiren cariye ile birlikte Hz.
Âişe'nin yanma girmiş. Zeyd'in ümmü veledi Hz. Âİşe'ye:
Ey mü'minlerin annesi! Ben Zeyd b. Erkam'a
800 dirheme vade ile bir köle sallım. Sonra da aynı köleyi ondan peşin olarak
600 dirheme satın aldım, dedi.
Hz. Aişe:
Ne köıu biı alım satım. Şüphesiz Zeyd'in
Rasûlullah'la birlikteki cihadı boşa gidiliştir. Ama levbe ederse müstesna,
karşılığını verdi.
Bu haberin bazı rivayetlerinde, satılan
şeyin cariye olduğu;'bazılarında da, H/. Âişe'nin kadına: "Zeyd b. Erkam'a haber
ver, o Rasüiullah ile birlikte ettiği cihadı boşa çıkarmıştır." dediği
kaydedilir.
Aişe'nin bit alışverişi Hz. Peygamber ile
birlikte yapılan bir cihadın sevabını boşa çıkaracak bir şekilde nitelemesi, bu
alışverişin caiz olmayışını Rasûlullah'tan duyduğunu gösterir. Çünkü bu gibi
şeylerin akılla bilinmesi mümkün değlidir.
İbnü'l-Kayyim el-Cevziyye; Hz.
Peygamber'in, "Bir gün gelecek, insanlar alını satım adı altında faize helâl
diyecekler" hadisi ile lynenin haram olduhiıkı hükmeder.
Bu maddedeki alışveriş şeklinin haram oluşu
ile ilgili hükümler; satıcının malı, sattığından daha ucuza aldığı hallerdedir.
Fakat;
a) Satıcı,
sattığı malı sattığı fiattan daha pahalıya veya sattığı fiata geri
alırsa.
b) Malda,
müşterinin elinde iken bir kusur meydana gelir, ve bu kusur sebebiyle i!k
satıcıya daha ucuza iade edilirse,
c) Müşteri,
satın alırken veya satıcıya geri satarken para yerine başka bir mal üzerine
pazarlık yaparsa (trampa yoluyla alım satım yaparlarsa),
d) İlk satıcı malı sattığı zaman
parasını alır, fakat sonra daha ucuza malını tekrar satın alırsa akid caiz
olur.[423]
Bazı Hükümler
1. Iyne yoluyla
alışveriş yapmak caiz değildir.
55. Selef (Selem)
3463... İbn
Abbas (r.anhüma) şöyle demiştir:
Rasûlullah (s.a) Medine'ye geldiğinde
Medineliler hurmada bir, iki ve üç seneliğine selem yapıyorlardı.
Rasûlullah (s.a):
"Hurmada
selem yapan kişi; belli ölçüde belli ağırlıkta ve belli zamana kadar selem
yapsın" buyurdu.[425]
Açıklama
Buharı ve Müslim'in rivayetlerinde; "H/.
Peygamber (s.a), Medine'ye geldiğinde onlar meyvede selem yapıyorlardı"
denilmektedir. Yani hurma yerine meyve kelimesi kullanılmıştır. Yine Müslim'in
bir rivayetinde, "belli bir zamana kadar" kısmı yer almamıştır. Buharî'nin bir
rivayetinde ise, "Bir şeyde selem yapan..." şeklindedir.
"Selem", sözlükte; takdim ve teslim
manasınadır.
"Selef "de; geçmiş zamanda gelip geçmek
demektir.
Selem ve selef kelimelerinin ifade ettiği
terim mana aynıdır. Yani ıstılah olarak bu iki kelime aynı manada kullanılır.
Âlimlerimizin bu ıstılahı ifadede kullandıkları tabirler farklıdır. Ama hepsi
aynı manaya gelir.
Selem veya selef; alım satım akillerinden
bir çeşittir. Macelle'nin 122. maddesinde: "Müecceli muaccele mukabil satmaktır,
yani peşin para ile veresiye mal satmaktır" şeklinde tarif edilir.
Bu tarifi biraz açıklayalım:
Selem; parayı peşin verip malı daha sonra
leslim almak üzere yapılan bir akiddir. Alıcı (müslim) satıcıya (müslemün ileyh)
gider ve selem için gerekli olan şartlara rivayet ederek ondan mal satın alır ve
parayı teslim eder. Satıcı (müslemün ileyh) de anlaştıkları vade dolunca taahhüd
ettiği malı teslim eder. İşte bu muameleye selem denir. Yalnız şunu hatırlatalım
ki; selem akdinde malın vadeli olması şartı Hanefîlerin görüşüdür. Şâfiîler,
malın (müslemün fîh) peşin de olabileceği görüşündedirler.
Selem
oldukça geniş bir konudur. Ulemanın selemle ilgili görüşleri arasında da oldukça
ayrılıklar vardır. Bizim tüm görüşleri bütün ayrıntıları ile buraya aktarmamız
mümkün değildir. Onun İçin Hanefî mezhebini esas alarak ana hatları ile bu akdi
tanıtmaya çalışacağız. Çok önemli konularda Şâfiîleıin laikli görüşüne de temas
edeceğiz.[426]
Selem Akdinin Hükmü:
Selem akdinin-kıyasa göre caiz olmaması
gerekir. Çünkü akid yapıldığı zaman mal (müslemün fih) elde m'evcut değildir.
Olmayan bir şeyin satılması ise caiz değildir. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'indeki
bir hadiste.Hz. Peygamber (s.a): "Kişinin, sahip olmadığı kadını boşaması, malik
olmadığı köleyi azad ermesi ve malik olmadığı malı satması caiz değildir."
buyurmuştur. Bu esas Mecelle'de; "Ma'dıımüri (olmayan bir şeyin).bey'i (satışı)
bâtıldır." şeklinde maddeleştirilmiştir. Ama selem, kıyasa aykırı olmasına
rağmen kitap, sünnet ve icma ile caiz görülmüştür.
Bu akdin caiz oluşunun Kur'an'daki delili,
müdâyene âyeti diye bilinen, Bakara sûresinin 282. âyetidir. Abdullah İbn Abbas
(r.anhüma), bu âyetten muradın selem olduğunu söylemiştir.
Selemin caiz oluşunun sünnet delili,
üzerinde durduğumuz hadis ve bu babda gelecek olan diğer hadislerdir. Bu hadiste
belirtildiği üzere; Hz. Peygamber (s.a)'in Medine'ye geldiği zaman onların selem
muamelesi yaptıklarını gördüğü halde, onları bu muameleden menetmemesi, bu
muamelenin caiz olduğunun delilidir.
Selemin Sahih Olması İçin Gerekli Olan Şartlar:
1- Tüm akitlerde
olduğu gibi bu akidde de akdi yapan taraflar akıllı, mümeyyiz ve hür
olmalıdırlar.
Biraz önce işaret etmiştik; selem akdinde
satıcı durumunda olan tarafa; "müslemün ileyh", alıcıya "müslim" veya
"rabbü's-selem", akde konu olan mala "müslemün fîh", para alarak verilen bedele
de "re'sül-mâl" denilir.
2- Akit
yapılırken kullanılan tabirlerin (icab-kabul) geçmiş zaman siga-sı ile olmaları
gerekir.
3- İcab ve kabul
aynı mecliste.olmalıdır.
4- Akid kesin
olmalıdır. Taraflardan birisi veya her ikisi için muhayyerlik şartı koşulamaz.
Mâlikîler, mutlak alım satım akdinde olduğu gibi selemde de üç güne kadar
muhayyerlik, şartının koşulabileceğini söylerler.
5- Re'sül-mâ]
(para olarak verilen bedel)'in cinsi, nevi ve" vasfının belli olması gerekir. Bu
şart; birden fazla para biriminin revaçta bulunduğu yerler veya para yerine
başka mallar verildiği hallerde söz konusudur.
6- Re'sül-mâlin
mikdan belli edilmelidir. İmam Mâlik, Ahmed b. Hanbel, İmam Şafiî, Ebû Yusuf ve
İmam Muhammed'c göre; rc'sül-mâl, işaret edilerek tayin edilmişse ayrıca
miktarını belli etmek şart değildir.
7- Re'sül-mâlin
akit meclisinde müslemün ileyhe teslim edilmesi gerekir. Mâlİkîlere göre bu şart
değildir.
8- Müslemün fîh
(akde konu olan mal)'in; özellikleri tayin edilebilen ve mikdarının bilinmesi
mümkün olan mallardan olması gerekir. Bu şart Ha-nefîlere aittir. Şarta göre;
ölçekle ölçülen, tartı ile alınıp satılan, uzunluk ölçüleri ile miktarı tayin
edilen ve her bir tanesi birbirine çok yakın olan (adedi mütekarib) mallarda
selem caizdir. Bu bütün mezheplerde aynıdır.
Taneleri birbirinden çok farklı olan
(kavun, karpuz gibi) mallarda selem; Hanefîlere göre caiz değildir. Şâfiîlere
göre; (tane ile değil) tartı ile caizdir.
Sayı itibariyle tayin edilebildiği halde,
özellik yönünden tam olarak zap-tedilemiyen mallarda (hayvanda olduğu gibi)
selem, Hanelilere göre caiz değil, Mâliki ve Şâfiîlere göre caizdir.
Ev, arsa, dükkan gibi borç olarak zimmete
geçmeyen mallarda selem, ittifakla caiz değildir.
9- Müslemün
fîhin; cinsi (buğday, arpa gibi), nevi (kıraç buğdayı, sulak buğdayı gibi),
kalitesi ve miktarının akit esnasında belirtilmesi gerekir.
10- Müslemün
fîhin cinsinin piyasada bulunmasrlâzımdir. Ancak malın; akid yapıldığı zaman mı,
mal teslim edileceği zaman mı, yoksa akit anında teslim zamanına kadarki
müddetin tümünde mi şart olduğu mezhepler arasında ihtilaflıdır. Uzun süreceği
için bu ihtilâfa girmek istemiyoruz.
11- Müslemün
fîhin teslimi için bir vade şart koşulmah ve vadenin müddeti belli edilmelidir.
Buna göre; müslemün fih peşin olamaz.
İmam Şafiî'ye göre, selemde müslemün fîhin
tesliminin vadeli olması şart değildir. Peşin de olabilir.
12- Müslemün
fîh; taşınması külfet ve meşakkati gerektiren cinsten bir mal ise, malın teslim
edileceği yer belirtilmelidir. Bu şart; İmam A'zam'a göredir. Ebû Yusuf ve
Muhammed bu şartı koşmazlar.
13- Müslemün
fîhin; (falan tarlanın buğdayı, şu elbise gibi) muayyen bir mal olmaması
lâzımdır. Çünkü o muayyen malın telef olması ve müslemün ileyhin taahhüdünü
yerine getirememesi muhtemeldir.
Selemin sıhhati için gerekli olan şartlar,
ana hatları ile bunlardır. Bu kitap bir fıkıh kitabı olmadığı için, selemle
ilgili tüm meseleleri ele alıp incelememiz mümkün değildir. Onun için; vadesi
dolduğu halde, malın teslim edilememesi durumunda yapılabilecek işleme de tem-as
edip konuyu kapatmak istiyoruz:
Mal, normal olarak tayin edilen vadede
piyasada bulunan cinsten olduğu halde, herhangi bir sebepten dolayı vadesinde
teslimi mümkün olmazsa;
a) Müslim
(rabbü's-selem) akdi feshedip, verdiği parayı geri alabilir,
b) Vadeyi, malın
piyasaya gelmesi muhtemel bir zamana kadar uzatabilir.
Müslemün fîhin başka bir malla
değiştirilmesi caiz değildir. Meselâ, pirinç için selem yapılmışsa teslime kadir
olunamadığı için yerine mercimek alınamaz.
Selem
akdi; a) Müslemün fîhin
teslimi, b) Müslemün
ileyhin teslimden aciz duruma düşmesi, c) Hâkimin akdi feshetmesi, d) Müslemün ileyhin ölümü
'rabbü's-selem ölürse vârisleri onun yerine geçerek akdi devam ettirirler),
e) İkâle (tarafların kendi
rızaları ile-akde son vermeleri) yollarından biri ile sona erer.[428]
Bazı Hükümler
1. Selem
muamelesi caizdir.
2. Seleme, selef
de denilir.
3. İslama aykırı
olmaması kaydıyle, gayr-i müslim âdetlerin devam ettirilmesi caizdir.
4. Hurmada veya başka bir üründe selem
yapılacaksa, selem yapılan malın mikdarı ve teslim edileceği vade tayin
edilmelidir.[429]
Abdullah b. Şeddâd ve Ebû Bürde, selef
(selem) konusunda ihtilâf ettiler. Beni, İbn Ebî Evfâ'ya gönderdiler. Kendisine
selemi sordum. Şu karşılığı verdi:
Biz Rasûlullah (s.a), Ebû Bekir ve Ömer
(r.anhüma) zamanlarında buğday, arpa, kuru hurma ve kuru üzümde -İbn Kesîr,
"Yanlarında bunlar bulunmayan bir kavme" sözünü ilave etti- selem
yapardık.
Sonra
(Ebû Davud'un üstadlan Hafs b. Ömer ve İbn Kesîr) ravinin şu sözünde ittifak
ettiler: "İbn Ebzâ'ya sordum. O da (Ebû Bürde'nin söylediğinin) benzerini
söyledi."[431]
Açıklama
Buharı ve Ebû Davud'un rivayetlerinde selem
konusunda ihtilâfa düşen zatların; Abdullah b. Şeddâd ve Ebû Bürde olduğu
görülmektedir. İbn Mâce'nin rivayetinde ise; Ebû Bürde'nin yerine Ebû Berze yer
alır. Bunun bir yazım hatası olup, doğrusunun Ebû Bürde olması
muhtemeldir.Hadisten anladığımıza göre; Abdullah b. Şeddâd ve Ebû Bürde, selem
konusunda ihtilâfa düşmüşler. Sarihlerin belirttiğine göre; ihtilâf konusu,
müslemün ileyhin (satıcı) elinde bulunmayan malda selemin caiz olup olmadığı
imiş. Yani selemin caiz olması için akit yapıldığı zaman malın müslemün ileyhin
elinde bulunmasının şart olup olmadığında ihtilâf etmişler ve meselenin hükmünü
sorması için İbn Mücâlid'i, sahâbî Ebû Evfâ'ya göndermişler. Ravilerden İbn
Kesîr'in bildirdiğine göre, Ebû Evfâ; kendilerinin Hz. Peygamber (s.a) ve
sonraki iki halifesi devirlerinde, buğday, arpa, kuru hurma ve kuru üzümde, bu
mallar ellerinde olmayan insanlarla selem muamelesi yaptıklarını haber
vermiştir. Hafs b. Ömer'in rivayetinde ise; kendileri ile selem muamelesi
yapılan insanların seleme konu olan mallara sahip olmadıklarına dair bir kayıt
yoktur. Bu kayıt, Buharî'de de mevcut değildir. İbn Mâce'nin rivayeti ise, İbn
Kesîr'in rivayeti gibidir.
Hem İbn Kesîr hem de Hafs b. Ömer'in
bildirdiklerine göre İbn Mücâlid aynı soruyu Abdurrahman b. Ebzâ'ya sormuş,
ondan da aynı cevabı almıştır.
Hadisin,,İbn Kesîr kanalı ile gelen
rivayetine göre; selemin sahih olması için, akit yapıldığı zaman müslemün fîh'in
(akde konu olan mal), müslemün ileyh (satıcı)'in elinde bulunması şart değildir.
Yani bir kimse, şartlarına riayet ederek, karşılığını şimdiden alıp, belli olan
ileriki bir tarihte teslim etmek üzere elinde olmayan bir malı
satabilir.
Âlimlerin cumhuru, vadesi dolduğu zaman
teslimi mümkün olması şartıyla mevcut olmayan bir malda selemin caiz olduğu
görüşündedir. Delilleri bu hadistir.
Hanefîlere göre; selem akdine konu olan
malın, akit yapıldığı andan teslim vaktine kadar piyasada mevcut olması şarttır.
Bu görüşün delili; "Salahı görününceye kadar, meyvede selem akdi yapmayınız."
manasındaki hadistir. Rasûlullah, burada, olmayan bir şeyde selemin caiz
olmayışına işaret etmiştir. Çünkü salahı görünmeyen (âfetten emin hale gelmeyen
, kızarıp sulanmayan) meyve henüz meyve sayılmadığı için yok
hükmündedir.
3465... Bize Muhammed b. Beşşâr haber
verdi, bize Yahya ve İbn Mehdî, Şu'be kanalıyla Abdullah b. Ebî Mücâlid'den,
-Abdurrahman; (İbn)[433] Ebî Mücâlid dedi.- bu (önceki) hadisi naklettiler. (Bu rivayette)
İbn Ebî Evfâ: "Bu mallar kendilerinde olmayan bir kavme..." dedi.
Açıklama
Bu hadis önceki hadisin farklı bir isnadla
gelen başka bir rivayetidir. Görüldüğü gibi metni, önceki hadisin ibn Kesir
vasıtasıyla olan nakline uygundur. Yani selem yapılacak malın, müslemün ileyhin
elinde olmadığı ifade edilmektedir.
Bu
rivayette dikkat çekilen diğer bir husus da, hadisi Şu'be'ye nakleden zatın adı
ve künyesi Abdullah b. Mücâlid değil, Abdullah b. Ebî Mücâlid olduğudur. Bu
durumda Abdullah, Mücâlid'in oğlu değil, kardeşi olmaktadır. Ebû Dâvûd,
doğrusunun bu olduğuna işaret edip Şu'be'nin hata ettiğine dikkat çeker. Önceki
hadisin dipnotunda belirttiğimiz gibi, Buharî'deki rivayet de bu
şekildedir.[435]
3466... Eslemli
Abdullah b. Ebû Evfâ'mn şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a) ile birlikte Şam'a sefere gittik. Şam'daki
Nebatlar bize gelirler, biz de onlarla belli fiatla ve belli vade ile buğday ve
zeytinyağında[436] selem yapardık.
İbn Ebî Evfâ'ya:
Bu mallar elinde olan kimse ile mi?
denildi.
Açıklama
Nebat; aslı arap olup, İran'a yerleşen bir
millettir. Dillen ve nesilleri karışmıştır. Bunlara nebat denilmesine sebep;
kaynaklardan su çıkarmasını iyi bilmeleridir.
Bir başka görüşe göre bunlar Şam'da yaşayan
hristiyan Araplardir. Rum diyarına girmişler ve Şam vadisine yerleşmişlerdir.
Neylü'l-Evtâr'da, hadisin bu görüşe delâlet ettiği belirtilir.
Hadisin Buharî'deki rivayeti şu manadadır:
"Abdurrahman b. Ebzâ ve Abdullah b. Ebî Evfâ; Biz Rasûlullah'la birlikte ganimet
elde ederdik. Şam Nebatlarından bazıları bize gelirler, biz de onlarla tayin
edilen bir vadeye kadar buğday, arpa ve kuru üzümde selem yapardık,
dediler.
Muhammed b. Ebî Mücâlid der ki: Onların
ekinleri var mıydı yok muydu? diye sordum: Bunu onlara sormazdık,
dediler."
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde de buna
benzer bir rivayet vardır.
Hadis-i şerif, selemin sahih olması için,
akid anında müslemün fihin, müslemün ileyhin elinde bulunmasının şart olmadığına
delildir. İbn Reslân; "Müslemün ileyhin elinde olmayan mal, başkalarının elinde
varsa bunda selemin caiz oluşunda ihtilâf yoktur." der.
Yukarıda'işaret ettiğimiz gibi; Hanefîlerin görüşü, bu haberin
ifade ettiği hükme uygun değildir. Çünkü Hanefîlere göre; malın piyasada
bulunması gerekir.[438]
56. Muayyen Bir Meyvede Selem
3467... İbn Ömer
(r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre: Bir adam, birisi ile (muayyen) bir hurma
bahçesinin meyvesinde selem akdi yaptı. Fakat bu ağaçlar o sene bir şey vermedi.
Bunun üzerine meseleyi Hz. Peygamber (s.a)'e götürdüler. Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurdu:
"Onun
malını ne karşılığında helâl ediniyorsun?! Malını (parasını) geri ver. Salâhı
görününceye kadar hurmada selem yapmayınız."[439]
Açıklama
Münzİrî; "Hadisin isnadında meçhul bir adam
var" der.
Hanefîler bu hadisin, "Selem yapıldığı
zaman malın mevcud olması şarttır" tarzındaki görüşlerine delil olduğunu
söylerler.
Şevkânî şöyle der: “Bu hadis sahihse, buna
göre amel etmek gerekir. Çünkü bunun delâleti, bundan önceki Abdullah b. Ebî
Evfâ'nın hadisinin delâletinden daha açıktır. Burada Hz. Peygamber açıkça
nehyetmiştir. Öbüründe ise yapılan bir muameleyi ikrarı söz konusudur. Ama îbn
Ömer hadisinin isnadında meçhul birisi var. Bu gibi hadisler delil olmaya
elverişli değildir. Selem akdi yapılırken malın bulunmasını şart koşmayanlar;
hadisin sahih olması halinde, belirli malı satmak veya mal hemen teslim edilmek
üzere yapılan selem muamelesine hamledileceğim' söylerler. (Bilindiği gibi
Şâfiîlere göre müslemün ileyhin tesliminin vadeli olması şart değildir; peşin de
olabilir.) Bunlar; daha önce geçen bir hadisteki; "Onlar, iki üç seneliğine
meyvede selem yapıyorlardı" şeklindeki ifadenin de kendileri için delil olduğunu
söylerler. Çünkü bilinmektedir ki bir taze meyvenin iki üç sene kesintisiz
piyasada bulunması mümkün değildir."
Bu hadisten anladığımıza göre; muayyen bir
bahçenin meyvesinde selem olmadığı gibi, muayyen bir tarlanın hatta muayyen bir
köyün mahsulünde de selem caiz değildir. Çünkü buralardaki mahsulün tümünün bir
âfete uğraması ve ele hiçbir şeyin geçmemesi mümkündür. Bu hükümde Mâlikîlerin
dışındaki mezhepler hemfikirdirler. İbnü'l-Münzir; "Muayyen bir bahçenin
meyvesinde âlimlerin çoğuna göre selem akdi yapılamaz" der.
Malı tahsis bakımından değil de malın
vasfını tayin için bir yer belirtmekte (Amasya elması gibi) mahzur yoktur. Çünkü
bu malın nevini tayine yarar.
Buna
kıyasla; (selemin caiz olduğu mallardan olması şartıyla) belli bir fabrikanın
malı veya belli bir maden ocağının madeninde de selem yapılamaz, denilebilir.
Çünkü bir âfet sebebiyle, söz konusu edilen fabrikadan hiç ürün alınamaması
muhtemeldir.[440]
Bazı Hükümler
57. Selem Değiştirilemez
3468... Ebû Saîd
el-Hudrî (r.a)'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur:
Açıklama
Hadis-i şerifin İbn Mâce'nin rivayetindeki
hitap; "Sen selem yaptığın zaman..." şeklinde, doğrudan doğruya
muhatabadır.
Hadisin ifade ettiği mana, âlimler
tarafından değişik biçimlerde anlaşılmıştır. Bizim tercememiz Sindî'nin izahına
göre yapılmıştır. Avnü'l-Ma'bûd'da, hadisin ifade ettiği manalar ve hadisten
elde edilen hükümler konusunda yeterince bilgi vardır.
Buna göre hadisin, tercemede verdiğimizin
yanı sıra şu manaya ihtimali de vardır:
"Selem yoluyla bir şey satın alan kimse,
malı teslim almadan önce satmak, hibe etmek gibi bir yolla başkasına
aktarmasın."
Terceme olarak verdiğimiz manaya göre Hz.
Peygamber Efendimizin murad ettiği mana şu oluyor:
"Sizden birisi selem yoluyla bir şey satın
alırsa, onun yerine başka bir mal almasın. Eğer müslemün ileyh, müslemün fîhi
teslim edemezse, başka bir mal almasın, parasını alsın."
İkinci anlayışa göre ise Efendimizin
maksadı şudur: "Birisi selem yoluyla bir şey satın alırsa, malı teslim almadan
satış ve hibe yoluyla bir başkasına vermesin."
İlk manadan elde edilen hüküm, Ebû
Hanîfe'nin görüşü olmuştur. İmam Azam'a göre müslemün ileyh, selemin vadesi
dolduğu zaman malı teslimden aciz kalırsa, onun yerine başka bir mal veremez.
Rabbü's-selem ancak verdiği parayı geri alabilir. Para yerine başka bir şey
vermişse, mal müslemün ileyhin elinde duruyorsa onu alır. Değilse mal
misliyâttan ise mislini, kıyemiyâttan ise kıymetini alır.
İmam Şafiî'ye göre; taraflar akdi
feshettikleri zaman, önce verilen para (re'sü'1-mal) karşılığında başka bir mal
almak caizdir. Fakat, birbirlerinden ayrılmadan malı kabzetmeleri gerekir. Aksi
halde, borcu borca satmak olur ki bu caiz değildir. Akdi feshetmeden, müslemün
fîhin yerine başka bir şey almak ise caiz değildir.
Alkamî şöyle der:
"Hadis zayıftır. Hadisle müslemün fîhin
kendi cins ve nevinden başka bir şeyle değiştirilmesinin sahih olmadığına
istidlal edilmiştir. Çünkü bu satın alınan malı ele geçirmeden satmak demektir
ki bu caiz değildir. Dârekut-nî, Rasûlullah'ın şu hadisini rivayet etmiştir:
"Bir şeyde selem yapan kişi müslemün fîh veya resü'l- maldan başkasını almasın."
Bu hadis dezayıftır.
Müslemün fîhin değiştirilmesinin caiz
olmayışından anlaşıldığına göre; ele gerçirmeden, malı satmak da caiz değildir.
Aynı şekilde müslemün fîhde tevliye, şirket, sulh vs. de caiz
değildir..."
Bazı Hükümler
Müslemün
ileyh rabbü's seleme, üzerinde anlaştıklan malı vermek zorundadır. O malın
yerine başka bir mal veremez.[444]
58. Âfetin (Verdiği Zararın) İndirilmesi
3469... Ebû Saîd
el-Hudrî (r.a)'den, şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a) zamanında bir adamın satın
aldığı meyveler telef oldu, borcu çoğaldı. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a):
"Ona yardım ediniz (bağış yapınız)"
buyurdu. Halk da yardım etti, fakat bu, borcunu ödemeye yetmedi. O zaman
Rasûlullah (s.a) (alacaklılara);
Açıklama
"Câiha"mn manası 3471 nolu hadiste
açıklanmaktadır. Oradaki izaha göre caıha; meyvelere zarar veren (yağmur, dolu,
soğuk, çekirge, kasırga, yangın gibi) her türlü tabiî âfettir. Câihaya ait özel
hükümler bulunduğu İçin hangi âfetlerin câihanın şümulüne girdiği, hangilerinin
girmediği tartışma konusu olmuştur. Neylü'l-Evtâr'da; semavî ve tabiî âfetlerin
câiha olduğunda âlimlerin görüş birliği içerisinde oldukları; hırsızlık gibi,
insanların yaptıklarında ise ihtilâf olduğu kaydedilmektedir.
Bu hadis-i şerifte isim olarak câiha
kelimesi zikredilmiş olmamakla beraber, meyve satın alan zatın meyvelerine bir
âfetin musallat olduğu görülmektedir. Meyvelerdeki bu telefe "câiha" denilmesini
Hattâbî şu ihtimallere bağlamaktadır:
"Bu meyvelerin toplanıp sergi yerine
getirildikten sonra bir âfete uğramış olmaları muhtemeldir. Ayrıca oradan bir
hırsızın çalmış olması, selin alıp götürmesi, sahibinin başkasına satıp da
alacaklının hakkının zayi olması mümkündür. Bütün bu ihtimallerde, âfetin satın
alınan meyveye izafesi caizdir. Durum böyle olunca, rabbü'1-mal (mal sahibi,
alacakh)'nın hakkının gittiğine hükmetmek vacip değildir.
Hadis-i şerifte; zarara uğrayan mal ister
üçte bir olsun ister az, ister daha çok; mal sahiplerinin alacaklarından bir şey
indirmeleri emredilmemek-tedir. Ancak, borçlunun eli bollaşmcaya kadar onu
sıkıştırmayıp, haklarını alacakları bir zaman belirlemeleri istenmektedir. Bu
hüküm, borcu mal varlığından fazla olan tüm müflisler için
geçerlidir."
Görüldüğü gibi, Hattâbî bu hadiste anılan
hâdiseyi câiha olarak değerlendirmemekte ve hükmün tüm müflisler için
uygulanacak hüküm olduğuna dikkat çekmektedir.
Dalında iken satılıp da bir âfete maruz
kalan meyvelerin durumu farklıdır ve câiha meselesi odur. Bu durumdaki zararın
satıcıya mı, alıcıya mı ait olduğu konusundaki görüşler 3374 nolu hadisin izahı
yapılırken verilmiştir. Burada tekrarına lüzum görmüyoruz.
İmam Nevevî, bu hadisten şu hükümlerin de
çıkartılabileceğini bildirmektedir:
1- Muhtaç ve
borçlulara yardım etmek, bu durumda olanlara sadaka vermek
müstehaptır.
2- Borcunu Ödeyemez duruma düşen
birinin peşine takılmak, onu hapsettirmek caiz değildir. Bu hüküm, Mâlik ve
Şafiî'nin de içlerinde bulduğu cumhurun görüşüdür. Ebu Hanîfe'ye göre borçlunun
peşine düşüp alacağı tahsile "alışmak caizdir.[446]
3- İflas edenin
elindeki malların tamamı alacaklılara dağıtılır. Müflise sadece giyeceği
elbisesi ve zaruri ihtiyaçları bırakılır.
Bu son maddede belirtilen hüküm, ulemanın
ittifakı ile sabit değildir. Bu konu oldukça ihtilaflıdır. Şimdi müflisin hacz
konulamayacak olan mallarını görelim:
1- Ev: Hanefî ve
Hanbelîlere göre, müflisin sadece oturacağı evi varsa bu ev elinden alınamaz.
Ama birden fazla evi varsa fazla olan ev alınabilir. Şayet evi lüks ise bu ev
satılıp daha mütevazı bir ev satın alınır.
Şüreyh, Mâlikî ve Şâfiîlere göre ev
haczedilebilir. Ev satılıp parası alacaltlılara dağıtılır. Borçlu kiraya
çıkar.
2- Elbise:
Borçlunun ihtiyacı olan elbiseye hacz konulamaz. Bunda ittifak vardır. Borçlunun
ihtiyacı olan elbisenin mikdarını örf tayin eder.
3- Sanat
âletleri: Sanat âletlerinin haczedilip edilemeyeceği Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî
âlimler arasında ihtilaflıdır. Hanefîlerin bu konudaki görüşlerini
bilemiyoruz.
4- Tüccarın
sermayesi: Şafiî ve Hanbelîlere göre tüccarın, iaşesini temin edebilmesi için,
elinde bir mikdar sermaye bırakabilir.
5- Kitaplar:
Mâlikîlere göre dinî kitaplara, Şâfiîlere göre bütün kitaplara haciz
konamaz.
6- Ev eşyası:
Zaruri olan ve kıymetli olmayan ev eşyasına haciz konulmaz. Kıymetli olanlara
ise haciz konulabilir.
7- Bazı âlimlere
göre borçlunun bineceği vasıtaya haciz konulamaz.
3470... Câbir b.
Abdullah (r.a)'dan, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Eğer
kardeşine (dalında iken) hurma satsan ve ona bir âfet gelse, müşteriden bir şey
alman helâl olmaz. (Alırsan) kardeşinin malını haksız yere ne karşılığı almış
olacaksın ki?!"[448]
Açıklama
Bu hadiste câiha (âfet) kelimesi açıkça
zikredilmiştir. Bu bakımdan bab ile münasebeti daha açıktır.
Hadisin zahirinin ifade ettiği manaya göre;
bir kimse meyvesini daha ağacında iken satsa ve meyve tabiî bir âfetle telef
olsa, satıcının müşteriden herhangi bir bedel alması caiz olmaz. Alırsa, haksız
yere almış olur.
AIiyyü'1-Kârî, hadisin zahirinin, İmam
Mâlik'in görüşüne delâlet ettiğini söyler. Bilindiği gibi İmâm Mâlik'e göre bu
durumda zarar malın üçte birinden fazla ise satıcıya ait olur. Aliyyü'1-Kârî;
"Hadiste kastedilenin, henüz âfetten emin olmayan meyvenin satılması olması
mümkündür. Bu takdirde hüküm tüm âlimlerce aynı olur" demektedir. Enes b.
Mâlik'den rivayet edilen şu hadis de Aliyyü'l-Kârî'nin izahını teyid etmektedir:
"Rasülul-lah (s.a) Efendimiz, kızanncaya kadar, meyvenin satılmasını
nehyetti."
İslâm âlimlerinin çoğu bu hadisteki nehyin
haramlığa delâlet etmediğini ama satıcının âfete uğrayan mal karşılığında para
istememesinin müste-hap olduğunu söylerler.
Hattâbî şöyle der:
"Bu hadisle murad edilen mana, müşteriden
para almamanın farz veya vacip oluşu değil, ondan yükü hafifletmek, ona kolaylık
sağlamaktır. Müşterinin, bir meyve satın aldığı zaman ona sahip olduğu, istediği
zaman satabileceği konusunda ihtilâf yoktur. Rasûlullah (s.a), âfetten emin hale
gelmeden (olgunlaşmadan) meyve satımını yasaklamıştır. Eğer meyve, salahı
göründükten sonra satıldığında, satıcının damanı altında olsaydı, bu yasağın ne
kıymeti kalırdı. Bu hadiste kastedilen şeyin; olgunlaşıp âfetten emin olmadan
satılan ve bir âfete uğrayan meyve olması muhtemeldir."
Sindî'nin belirttiğine göre bazı âlimler bu
hadisi; satıcının meyveyi müşteriye teslim etmesinden önce meydana gelen âfete
hamletmişlerdir. Satılan meyvelerin bulunduğu bahçe alıcıya teslim edildikten
sonra mal, satıcının damâmndan çıkmış ve müşterinin damâmna girmiştir.
Dolayısıyla bundan sonraki zararlar müşteriye ait olur. Satıcı parasının
alamadığı kısmını isteyebilir.
Yazılanlardan elde ettiğimiz sonuca
göre;
1- Ağacındakı
meyve âfetten korunabilir ve olgunlaşmaya yüz tutmuş bir halde satılırsa ve
satıcı usulüne göre alıcıya teslim etmişse artık mal müşterinindir. Bundan sonra
malın uğrayacağı zarar da müşteriye aittir. Ancak meyveler, tabiî bir âfete
maruz kalırlarsa, satıcının alıcıya bazı kolaylıklar sağlaması, fiatta indirim
yapması müstehaptır.
2- Meyve satıldığı zaman daha
olgunlaşmaya yüz tutmamış, âfetten korunabilecek duruma gelmemişse veya satıcı
malı müşteriye teslim etmemişse meyvenin uğrayacağı zarar satıcıya
aittir.[449]
59. Câihanın Tefsiri
3471... İbn Cüreyc, Atâ'nın şöyle
dediğini rivayet etmiştir: Cevâih; yağmur, soğuk, çekirge, rüzgâr veya yangın
gibi, zarar veren, telef eden herşeydir.[450]
3472... Yahya b.
Saîd şöyle demiştir:
Re'sü'1-mal (sermaye)'in üçte birinden daha azma arız olan âfette
câiha yoktur. Bu, müslümanların âdetinde böyledir.[451]
Açıklama
Önceki haberde adı geçen Atâ, Atâ b. Ebî
Rebâh'tır.Cevaın, cama kelimesinin çoğuludur.
Bu iki haberde iki âlimin câiha kelimesinin
ifade ettiği mana ile ilgili görüşleri yer almaktadır. Birinci haberde Atâ b.
Ebî Rebâh; soğuk, yağmur, çekirge baskını, yangın ve rüzgâr gibi her türlü tabiî
âfetlerin meydana getirdiği zararların câiha olduğunu söylemektedir.
İkinci haberde ise Yahya b. Saîd;
müslümanların âdetine göre; sermayenin üçte birinden daha az olan telefn câiha
sayılmadığını söyler.
Neylü'l-Evtâr'da şöyle denilmektedir:
"Soğuk, kuraklık ve kıtlığın câiha olduğunda ihtilâf yoktur. Aynı şekilde tüm
semavi âfetler câihadır. İnsanların yaptıkları zararların câiha sayılıp
sayılamayacağı ise ihtilaflıdır. Hırsızlık buna örnektir..."
60. Suyu Başkasına Vermemek
3473... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Sonucu
(etrafındaki) otu vermemeye varacağı için, suyun fazlası (ihtiyaç sahibinden)
sakınılmaz."[453]
Açıklama
Hadisin Buharî'deki rivayeti ve Müslim'in
üç rivayetinden birisi aynen buradaki gibidir. Müslim'in bir rivayetinde
muhataba hitaben "sakınılmaz", diğerinde de "...satılmaz"
denilmiştir.
Sarihlerin ifadesine göre; suyun ihtiyaç
sahiplerinden esirgenmesinin yasaklanışına sebep; bunun, dolayısıyla otu
esirgemeye vesile olacağından dolayıdır.
Hattâbî'nin hadisle ilgili verdiği bilgiler
özetle şöyledir: Hadis-i şerif; işlenmemiş sahipsiz bir arazide kuyu kazıp da
oraya sahip olan kişi hakkındadır. Bu kuyunun etrafında veya yakınında otlaklar
varsa insanların oralarda hayvanlarını otlatmaları ancak kuyu sahibinin su
vermesiyle mümkündür. Hz. Peygamber (s.a) kuyu sahiplerine, ihtiyaçlarından
fazla olan suyu hayvan sahiplerinden esirgememelerini emretmiştir. Çünkü onlara
su vermezse, otu da vermemiş sayılır. Zira su olmadan hayvanların orada
barınmaları ve otlamaları mümkün değildir. İmam Şafiî, İmam Mâlik, Evzaî veLeys
b. Sa'd hadisi bu manada anlamışlardır. Bu âlimlere göre hadisteki nehy harama
hamledilir. Yani kişinin, ihtiyacından fazla suyu vermemesi haramdır.
Diğer âlimler ise, hadisteki nehyin
haramlık için olmadığı görüşündedirler. Ancak, ihtiyaç sahibine suyu vermek bir
fazilettir. Ama bir kimse vermek istemezse suyu elinden zorla alınamaz. Bu
konuda, suyun diğe mallardan farkı yoktur. Ancak gönül rızasıyla
alınabilir.
Bir başka grup da, su sahibinin suyu
esirgemesinin caiz olmadığı, ancak hayvan sahiplerinin suyun kıymetini vermek
zorunda oldukları görüşündedir. Bunlar suyu, başkasına ait yemeği yemek zorunda
kalan kişiye benzetmişlerdir. Bu durumda olan kişi o yemeği yiyip, kıymetini
verir. Eğer su sahibine karşılıksız olarak suyunu vermesi gerekli olsaydı,
arazisindeki otu. da karşılıksız olarak vermesi gerekirdi. Aynı şekilde,
yakınındaki bir ekin o su olmadan yaşayamayacaksa, o araziyi sulamak üzere de
suyu vermek zorunda olması lâzımdır.
Hadisi, vücub değil de müstahaphk manâsına
alanların, zahirî manayı terki gerektirecek bir delil getirmeleri gerekir. Nehy
esas itibariyle haramlık ifade eder. Suyun fazlasını ihtiyaç sahibine vermemek
hadisin zahirine göre mahzurdur. Suya karşılık kıymeti kadar parayı gerekli
görenler, hadisin hilâfına hükmetmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a) suyun fazlasını
satmayı yasaklamıştır..
Suyun yemeğe benzetilmesi de mümkün
değildir. Çünkü su aslında herkesin faydalanabileceği mubah bir şeydir. Menbamda
olduğu müddetçe arkası gelir. Yemek ise böyle değildir. Kıymeti olan bir maldır
ve tükenir, yerine gelmez. Âdeten, diğer mallar gibi yemek cinsi de mal olarak
saklanır. Su ise genelde mal olarak saklanmaz.
Suyu, sahibi bir kapta, sarnıçta veya
havuzda biriktirip saklarsa, başkasına vermeyebilir. Çünkü onu sadece kendisi
için ayırmıştır, başkası ortak olamaz. Bu, kuyu suyuna benzemez. Çünkü kuyunun
suyu çıkarıldıkça yerine yenisi gelir. Kaptaki su ise böyle değildir. Ayrıca
kaplara alınan su genelde ihtiyaçtan fazla olmaz. Hadis-i şerif, ihtiyaç fazlası
olan su hakkında varid olmuştur.
Hattâbî'nin hadis hakkındaki söyledikleri
özet olarak bunlardır. Hattâbî'nin söylerinden; İmam Şafiî ve İmam Mâlik'in
görüşünün; ihtiyaç fazlası suyu vermemenin haram olduğunu anlamıştık.
Bazı âlimlere göre ise, ihtiyaç sahiplerine
su vermenin vacip olmayıp, müstehap olduğu da Hattâbî'nin sözleri arasında yer
almıştı.
Hanefîlere göre; kuyu ve nehir sahibi, suyu
insan ve hayvanların içmesine mani olamaz; ama başkasının arazisine girmesine
izin vermeyebilir. Bu durumda eğer yakında başka su yoksa ve tarlasına girmeye
izin vermezse, kendisinin suyu çıkarıp vermesi gerekir. Bu, kuyunun veya kanalın
bir kimsenin şahsî arazisinde olması halindedir. Ama sahipsiz, ölü bir arazide
kuyu açan kişi, ihtiyaç sahibinin gelip su almasına veya hayvanını sulamasına
mani olamaz. Eğer mani olmak isterse ve ihtiyaç sahibi kendisinin veya
hayvanının susuzluktan telef olmasından korkarsa, silah gücüyle su
alabilir.
Su sahibi, arazisini sulamak isteyen kişiye
su vermeme hakkına sahiptir.
Bahsimizi Nevevî'nin şu sözleriyle
bitirelim: "Kuyu sahibi, ihtiyaç fazlası suyunu arazisini sulamak isteyene
vermeyebilir. Hayvan sulamak için isteyene ise vermek zorundadır. Ancak bu, bazı
şartlara bağlıdır:
1- Hayvan
sahibinin başka mubah bir su bulamaması,
2- Suyun sadece
hayvanın ihtiyacı için verilmesi,
Bazı Hükümler
1. Kişinin
ihtiyacından fazla olan suyu başkasından kıskanması caiz değildir.
2. Haram olan bir şeye vesile olan şeyi
yapmak da caiz değildir. Bu konu mezhepler arasında ihtilaflıdır.[455]
3474... Ebû
Hureyre (r.a)'den Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Üç sınıf
var ki, Allah (c.c) kıyamet gününde onlarla (razı olarak) konuşmaz. Bunlar:
Yanındaki suyun fazlasını yolcuya vermeyen kişi, ikindiden sonra malını satmak
için -yalan yere- yemin eden kişi ve halifeye bîat edip, halife kendisine
verirse sözünde duran, vermezse sözünde durmayan kişidir.”[456]
Açıklama
Hadis-i şerifte Allah (c.c)'ın kıyamet
gününde üç grupla konuşmayacağı bildiriliyor. Aliyyü'l-Kârî'nin belirttiğine
göre bu Allah'ın hiç konuşmayacağı manasına değil; ondan razı olarak, isteyerek
konuşmayacağı manasınadır.
Şimdi bu üç grup insanı ayrı ayrı ele alıp
inceleyelim:
I- Yanında
ihtiyaçtan fazla suyu olduğu halde bunu ihtiyaç sahibi yolculardan kıskanan
onlara yermeyen kişi. Hadisin konu ile ilgili bölümü burasıdır. Bu bölüm
Buharî'nin bir rivayetinde, "Yolda fazla suyu bulunup da onu vermeyen kişi"
şeklindedir. Bu rivayete göre; Allah'ın kendisi ile konuşmayacağı kişilerden
birisi, yol arkadaşından suyunu kıskanan yolcudur.
İster yolda olsun, ister olmasın bir
kimsenin fazla suyu olduğu takdirde bunu ihtiyaç sahibi yolcudan kıskanması caiz
değildir. Eğer su, önceki hadiste olduğu gibi mubah su ise (kuyuda, ırmakta vs.)
karşılıksız; kabında ise değer kıymetiyle vermek mecburiyetindedir.
II- Malını
satabilmek için ikindiden sora yere yemin eden kişi.
Bu yeminin ikindiden sonra ile kayıtlanması
değişik biçimlerde yorumlanmaktadır:
a) En ağır
yeminler bu saatlerde yapılır.
b) Bu vakit eve
dönüş vaktidir. O zamana kadar malını satamayıp kâr edemeyen kişi eve eli boş
dönmemek için ne pahasına olursa olsun malını satmak ister. Bu iş için yalan
yere yemin bile edebilir. İşte hadisteki yemin bunun için o vakitle
kayıtlanmıştır.
c) İkindi
vaktinin şerefinden dolayı böyle denilmiştir. Bu vakitteki yeminler daha ağır ve
daha şiddetlidir. Bu yüzden Hz. Peygamber Efendimiz davalara bakmak için
ikindiden sonrasını seçerdi.
Bu tefsirler Aliyyü'l-Kârî'ye aittir.
Kastalanî'nin izahları ise şu şekildedir:
1- İkindiden
sonra kaydı özel bir maksada bağlı değildir. Çoğunlukla mal satmak için edilen
yeminler bu vakte rastladığı içindir.
2- Hadiste
özellikle bu vaktin anılması amellerin o esnada Allah'a arze-dilmelerinden
dolayı olabilir.
Bilindiği gibi, bir kimsenin yalan yere
yemin etmesi haramdır. Bu-yemin ister mal satmak için olsun, ister başka bir
maksat için olsun aynıdır. Ancak mal satmak için olursa daha da ağır bir günah
olur. Hadisteki yalan yere sözü ravilerden birinin tefsiridir. Mal satmak için
edilen yemin yalan yere olmasa bile doğru değildir.
III- Halifeye
bîat eden ama ondan iyilik gördüğü müddetçe bîatına sadakat gösterip sözünde
duran, iyilik görmeyince de Matından dönüp karşı çıkan kişi. Yani Buharî'nin
rivayetinde olduğu gibi; dünyalık elde etmek için halifeye bîat eden
kişi.
Bu son
cümlede müslümanların siyasî hayat ve düşüncelerinde ders almaları gereken çok
önemli bir incelik vardır: Müslüman, kendisini idare edecek kişi veya kişileri
seçerken dünya menfaatini veya şahsî çıkarlarını önde tutmamalıdır. Öncelikle
dinini kayıran, âhiret hayatını düşünen bir tercih içerisinde olmalıdır.
Şüphesiz idarecinin, idare kabiliyeti, siyasî dehası, ekonomik' bilgi ve görüşü
önemlidir. Ama bunlar müslüman için öncelikle tercih sebebi sayılmamalıdır.
"Benim kesemi kasamı doldursun da gerisi önemli değil" şeklinde bir zihniyet,
müslümana yakışan bir düşünce değildir.. Müslüman, manevî çıkarlarını, maddî
çıkarlarından daha üstün tutmalıdır. Madde açısından ne kadar üstün olursa,
manevî hayata, dinî düşünceye değer vermeyen düzen ve gruplar müslümanın gözünde
bir hiç olmalıdır.[457]
Bazı Hükümler
1. Allah (c.c)
kıyamet gününde; suyunun fazlasını suyu olmayan yolcuya vermeyen, malını satmak
için yalan yere yemin eden ve dünyalık, menfaat elde edemediği için halifeye
karşı çıkan kişilerle konuşmaz.
3475... Bize Osman b. Ebî Şeybe haber
verdi, bize Cerîr; A'meş'ten önceki hadisi aynı isnad ve aynı mana ile haber
verdi. Cerîr rivayetinde, (Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, sözünden sonra:)
"Onları temize çıkarmaz ve onlar için çok elem verici bir azab vardır." dedi.
Yine Cerîr, mal ile ilgili olarak; "(Satıcı), vallahi bu mala şu kadar verildi
der, öbürü de onu tasdik eder ve alır" dedi.[459]
Açıklama
Görüldüğü
gibi bu rivayet, önceki hadisin başka bir rivayetidir. Ondan farklı olarak bu
rivayette Hz.. Peygamber (s.a)'in; Allah onlarla konuşmaz, sözünden sonra
"Onları temize çıkarmaz ve onlar için çok acı verici bir azab vardır" buyurduğu
belirtilmektedir. Ayrıca malını satamk için yemin eden kişi hakkında da:
"Salıcı; vallahi bu mala şu kadar verildi der, diğeri de buna inanıp malı satın
alır" ilâvesi yer almıştır. Bu rivayette malını satacak olan kişinin yemin etme
biçimi açıklanmaktadır.[460]
demiştir:
Babam, Rasûlullah (s.a)'dan izin isteyip
onun gömleği ile bedeni arasına girdi. Onu öpmeye ve -sarılmaya başladı.
Sonra;
Ey Allah'ın nebisi! Verilmemesi
(esirgenmesi) helâl olmayan şey nedir? dedi.
Rasûlullah (s.a): "Su", buyurdu. Babam
(tekrar):
Ey Allah'ın nebisi! Verilmemesi helâl
olmayan şey nedir? dedi. Rasûlullah (s.a):
Tuz," buyurdu. " (Babam)
yine:
Ey Allah'ın nebisi! Menedilmesi helâl
olmayan şey nedir? diye sordu.
Rasûlullah (s.a):
Açıklama
İbnü'1-Esîr, Üsdü'l-Gâbe adındaki eserinde,
Buhayse'nin babasının adının Umeyr olduğunu söylerler.
Buhayse (r.anha)'mn babası, Hz. Peygamber
(s.a)'e olan sevgi ve aşkından dolayı, izin alarak Hz. Peygamber'in gömleğinin
altına girmiş, onu öpmüş ve sarılmıştır. Sonra da Efendimizden, "istenildiği
zaman reddedilmesi, verilmemesi caiz olmayan şeyin" ne olduğunu sormuş;
RasûluIIah da "su" karşılığını vermiştir. Anılan zat, Efendimize tekrar aynı
soruyu yöneltmiş, bu sefer de "tuz" karşılığını almıştır. Hattâbî;
istenildiğinde verilmemesi caiz olmayan tuzun, dağdaki veya arazideki madeninden
çıkartılmamış olan tuz olduğunu söyler. Kişinin evindeki tuz ise kendisine
aittir. Dolayısıyla bunu, isteyene vermeyebilir, satabilir, istediği gibi
tasarrufta bulunabilir.
Buhayse'nin babası aynı sorusunu üçüncü kez tekrarlayınca,
Efendimiz bu sorulara bir son vermek için; "Bir hayır işlemen senin için
hayırdır" karşılığını vermiştir. Yani sen Allah için ne yaparsan, ne verirsen
bunların hepsi senin hayrınadır, karşılığını vermiştir.[463]
Bazı Hükümler
1. Bir erkeğin
belinden yukarısına sarılıp, teberrüken öpmek caizdir.
2. Allah'ın
sevgili kullarına sarılmak meşrudur.
3. Suyu ve
tuzladaki tuzu başkalarından kıskanmak caiz değildir.
3477... Ebû
Hıdâş, Rasûlullah'ın ashabından olan muhacirlerden birisinin şöyle dediğini
rivayet etmiştir:
Rasûlulİah (s.a) ile birlikte üç defa savaşa katıldım. Onun;
"Müslümanlar şu üç şeyde ortaktırlar: Ot, su ve ateş" buyurduğunu bizzat
kendisinden işitiyordum.[465]
Açıklama
İbn Ebî Adiy, el-KâmiI'de; Ahmed b. Hanbel
ve Yahya b. Maîn'in; (ravilerden birisi) için sika dediklerini ve sahâbînin
bilinmemesinin hadise zarar vermeyeceğini söylediklerini rivayet
eder.
Hadisten; ot, su ve ateşte bütün mü s lü
man lar in ortak oldukları, bunlara sahip olunamayacağı, satılamayacağı,
herkesin rahatça faydalanabileceği anlaşılmaktadır. Ama bu mutlak değildir. Yani
herkes her suda, her ateşte ve her otta ortak değildirler. Ortaklık bazı
kayıtlarla sınırlıdır.
İbnü'l-Hümâm, Hidâye şerhi Şerhu
Fethi'l-Kadîr'inde şöyle demektedir:
"Ateşteki ortaklıktan maksat onunla ısınmak
ve elbise kurutmaktır. Yani bir adam ateş yakarsa herkesin onunla ısınmaya hakkı
vardır. Ama ondan bir parça almak isterse sahibinin izni olmadan bunu yapamaz.
Kudûrî böyle söylemiştir.
Suda ortaklıktan maksat da; içmek, hayvan
sulamak, kuyu, havuz ve sahipli nehirlerden su almaktır.
Ota gelince; her müslümanın bir kimsenin
arazisinde bile olsa otu toplamaya hakkı vardır. Ancak tarla sahibi tarlasına
girilmesine engel olabilir. Bu durumda da ot isteyen; benim senin tarlanda ot
toplama hakkım var.. Ya izin ver gireyim ya da sen otu toplayıp ya da suyu
doldurup bana" ver, diyebilir. Bu bir adamın elbisesinin başka birinin avlusuna
düşmesine benzer. Avlu sahibi ya elbise sahibinin girip elbisesini almasına izin
vermeli, ya -
da kendisi elbiseyi alıp sahibine
vermelidir. Fakat şahıs suyu.kaba doldurmuş veya otu yolup toplamışsa pnâ sahip
olur. Dolayısıyla satabilir.
Bu hüküm,
ot kendi kendine bittiği takdirdedir. Ama kişi otu sularsa ve onu yetiştirmek
için yer hazırlar da ot biterse o zaman; Zahire, Muhîtve NevâziFde
belirtildiğine göre; o otu satmak.caizdir, (başkasının hakkı yoktur). Çünkü kişi
ona sahip olmuştur. Sadru'ş-Şehid'in tercihi de bu istikamettedir. "Ebu Hanîfe
ve Züfer Arasındaki İhtilâflar" adındaki kitapta da şöyle denilmiştir: Eğer ot,
tarla sahibinin emeği ile bitmişse satışı caizdir. Aynı şekilde eğer bir kimse
tarlasının etrafını çevirir ve ot yetiştirmesi için hazırlar ve orada kamış
biterse bu kamış onun mülkü olur. Tarla sahibi toplamadan önce tarlasında çıkan
mantarı satamaz..."[466]
İbnü'l-Hümâm; Kudûri'nin, "Bir kimse
tarlasında biten otu, -tarlasını sulamış bile olsa- satamaz. Çünkü tarlaya su
salmak, otu ele geçirmek değildir" dediğini, fakat âlimlerin çoğunun önceki
görüşü (sulamakla ota sahip olunacağı görüşünü) benimsediklerini
söyler.
İbnü'l-hümâm'dan nakletiklerimiz
Hanefîlerin görüşüdür.
Hattâbî, ortak olan otun kırlarda, sahipsiz
arazilerde biten ot olup sahipli arazilerde bitenin ise arazi sahibinin malı
olduğunu, dolayısıyla sahibinin izni olmadan hiç kimsenin bu ottan
yararlanamayacağını söyler.
Hattâbî'nin ateşle ilgili sözleri de şu
şekildedir:
"Bazı âlimlerin tefsirine göre; Hz.
Peygamber bununla ateş gizleyen, ateş yakmaya yarayan taşf kasdetmiştir. Buna
göre Efendimiz; hiç kimse o' taşlardan ateş tutuşturacak şeyi reddedemez,
demiştir. İnsanın yaktığı ateşi ise başkasına vermemesi caizdir.
Bazıları ise, insanın ateşinden bir kor
almak isteyeni bundan men edemeyeceğini söyler. Yine insanın ateşinden
aydınlanmak isteyen veya çırasını tutuşturmak için yaklaşanı engelleme yetkisi
yoktur. Çünkü bu o ateşten bir, şey eksiltmez."
.
Âlimlerin
anlayış ve izahlarının hepsi genelde akla uygun düşmektedir. En doğrusunu sadece
Allah bilir.[467]
Bazı Hükümler
Su, ateş
ve ot bütün müslümanlar arasında ortaktır.Bunların başkalarından esirgenmesi
caiz değildir.[468]
61. Suyun Fazlasını Satmak
Açıklama
Tirmizî, hadis-i şerif için; "hasen sahih"
der.
Hadis-i şerif, insanın kendi ailesi,
hayvanları ve arazisi için gerekli olandan fazla suyu satamayacağına delâlet
etmektedir. Yine hadisin zahirinden, fazla suyu satmanın haram olduğu
anlaşılmaktadır. Neyl'deki ifadeye göre; görünüşte sahipsiz arazideki bir su ile
sahipli arazideki arasında fark yoktur. Aynı şekilde suyun; içmek, hayvan
sulamak veya ekin sulamak için ihtiyaç duyulması da birdir. Kurtubî ise,
hadisteki nehyin içme suyunun fazlası ile ilgili olduğunu söyler.
Bundan önce geçen hadislerde hangi suya
sahip olunup, hangisine olunamayacağı görülmüştü. Buna göre; satılıp satılmaması
yönünden bütün sular eşit değildir. Âlimler; kaplarda, özel sarnıç ve havuzlarda
tutulan suların satılabileceği görüşündedirler. Aynı şekilde kişi kendi
arazisindeki suyu, tarla sulamak maksadıyla isteyene vermeyebilir..Fakat kuyu ve
nehirlerdeki suyu, içmek ya da hayvanını sulamak için isteyene vermemezlik
edemeyeceği gibi, karşılığında para da isteyemez. Para isteyebileceğini
söyleyenler varsa da bunlar azınlıktadır.
Bir kimsenin kendi kabında ihtiyacından
fazla su olsa ve birisi ona içmek için muhtaç olup, ihtiyacını karşılamaya başka
su bulamazsa su sahibi suyunu o şahsa satmak zorundadır.
İhtiyaçtan fazla olun suyun satılmasının nehyindeki sebep, suyun
mubah mallardan olmasıdır, denilebilir. Bu durumda dağdaki toplanmamış odunun ve
otun da aynı hükümde olması gerekir.[471]
62. Kedi (Satışı Karşılığında Alınan) Para (Nın Hükmü)
3479... Câbir b. AbdiIIah (r.a)'dan
rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (s.a), köpek ve kedinin parasından
(satılıp karşılığında para almaktan) nehyetti.[472]
Açıklama
Tirmizî, hadisin isnadında ızdırab olduğunu
söyler. Beyhakî de; hadisin, Müslim'in şartlarına uygun olup Buharî'nin
şartlarına ise uymadığını belirtir.
Beyhakî'nin ifadesine göre hadisin
Buharî'nin şartlarına uymayan yönü isnaddaki Ebû Süfyân'dır. Çünkü Buharı onun
hadisine itimad etmez. Müslim'in hadisi Sahih'ine almamasına sebep de Nekî b.
Cerrâh'ın A'meş'-ten rivayet etmiş olmasıdır.
Hadiste, köpek ve kedinin satışları söz
konusu edilmektedir. Köpek satışı ile ilgili bir miktar malumat, 3421 ve 3428
nolu hadislerde verilmişti. Burada kısaca kedi satışı ve bunun karşılığında
alınan para üzerinde durmak istiyoruz.
Hattâbî'nin ifadesine göre; kedi satışının
nehyedilmesi iki sebepten olabilir:
1- Kedinin
zaptedilmesi, dolayısıyla alıcıya teslimi mümkün değildir. Çünkü kedi evlerde
dolaşır, görünür, sonra kaybolur. Ne ahırlara bağlanan hayvanlara ne de
kafeslerdeki kuşa benzer. Bazan, insanlara alışmışken tekrar vahşileşir. Bir
daha insanların arasına dönmez ve yakalanamaz. Müşteriye teslim edilse bile,
onun kediyi bağlayıp o şekilde faydalanması mümkün değildir. İşte bunlardan
dolayı kedinin satışı nehyedilmiştir.
2- Kediler
değişik evlere girip çıkarlar. Böylece birçok kişi bunlardan faydalanabilir.
Eğer satışı caiz olursa bu istifade ortadan kalkar. Mülkiyet iddiasıyla insanlar
arasına anlaşmazlıklar girer.
Bazı görüşlere göre ise satışı nehyedilen
kedi vahşi kedidir. Evcil olanların satılması ise caizdir.
Bir kısım âlimler ise, hadisin isnadını
tenkid etmişler, Rasûlullah'tan bunun sabit olmadığını zannetmişlerdir. Kedi
satışının hukukî sonucu konusunda âlimler hemfikir değildirler.
İbn Abbas, Hasenü'l-Basrî, İbn Şîrîn,
Hakem, Hammâd, Mâlik b. Enes, Süfyân es-Sevrî, ashâb-i re'y (Hanefîler), Şafiî,
Ahmed ve İshak'a göre kedi satışı caizdir. Ebû Hureyre, Câbir, Tâvûs ve
Mücâhid'e göre ise mekruhtur.
Şevkânî; kedi satışının cumhura göre caiz,
ashab-ı hadise göre haram olduğunu nakleder. İbn Rüşd de, "Kedi satışı hakkında
nehy sabittir, fakat cumhur caiz oluşuna hükmetmiştir" demektedir.
Hadislerde kedi satışı yasaklandığına göre, âlimler ya hadisin
isnadındaki izdırap yönünden onu delil saymamışlardır; ya da hadisteki nehyi
tenzihe hamletmişlerdir. Bir şeyin tenzîhen mekruh olması, onun caiz olmamasını
gerektirmez. Âlimlerin, sahih ve sabit bir hadisin hilâfına bir görüşe varmaları
söz konusu olmaz.[473]
3480... Câbir (r.a)'den; Rasûlullah
(s.a)'ın, kedinin (satışı karşılığı alınan) parasından nehyettiği rivayet
edilmiştir.[474]
Açıklama
Bu hadis için Tirmizî " garib", Nesâî de
"münker" demektedir.
Hadisirt.hu şekilde ta'n edilmesi,
ravilerden Ömer b. Zeyd es-San'anî'den ötürüdür.
İbn Hibbân; "Meşhurlardan münkerleri
rivayette tek kalır. Onun için kendisi ile ihticac edilemez."
demektedir.
Ebu Ömer b. Abdilberr de, "Kedi satışı ile
ilgili hadisin Hz. Peygam-ber'e kadar varışı sabit değildir" der.
Hadisin
ihtiva ettiği hüküm ve diğer yönleri ile ilgili söylenecekler yukarıdaki hadiste
söylenmiştir.[475]
63. Köpeklerin (Satışı Karşılığında Alınan) Para (Nın Hükmü)
3481... Ebû
Mes'ud (r.a)'un Rasûlullah (s.a)'dan rivayetine göre;
O (Hz.
Peygamber); köpeğin parasından, fahişenin mehrinden (zina karşılığı aldığı
ücret) ve kâhinin ücretinden nehyetti.[476]
Açıklama
Tafiricde görüldüğü gibi, bu hadis, hadis
kitaplarının deği-şik bölümlerinde yer almıştır. Buna sebep; hadisin üç ayrı
konuyu ilgilendiren meselelere şamil oluşudur. Bu kadar çok rivayeti bulunan bir
hadisin rivayetleri arasında bazı küçük farklar olması tabiîdir. Ayrıca aynı
manaya gelen değişik lafızlarla ifade edilmiş başka hadisler de vardır. Meselâ
Müslim'in Râfi' b. Hadîc'den rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz; "Kazancın en
kötüsü fahişenin mehri, köpeğin parası ve kan alıcı (haccâm) in ücretidir”
buyurmuştur.
Bu hadiste üç türlü kazanç
yasaklanmıştır:
a) Köpek satıp
karşılığında para almak.
b) Fahişenin
kendisini vermesi karşılığında aldığı ücret.
c) Kâhinin
kehaneti karşılığında aldığı ücret.
Bunlardan ilk ikisi 3421 nolu hadiste,
üçüncüsü de 3428 nolu hadiste geçmiş ve orada bilgi verilmiştir. Burada sadece
Hattâbî'nin şu sözlerini aktarmak istiyoruz:
"Köpeğin parasının yasak oluşu, onun
satışının fasid oluşuna da delildir. Çünkü akit sahih olsaydı, bedelin verilmesi
gerekli olurdu. Yasaklanmaz, emredilirdi. Satışın nehyedilmesi, parayı verme
zorunluluğunun olmayışına delildir. Bedel bâtıl olunca, alım atım akdi de bâtıl
olur. Çünkü Efendimiz (s.a): "Allah yahudilere lanet etsin. Allah onlara iç
yağını yasak etti. Onlar ise onu eritip sattılar ve parasını yediler" buyurdu.
Burada para ile
3482...
Abdullah b. Abbas (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah
(s.a) köpeğin parasından nehyetti ve: "Eğer satıcı köpeğin parasını istemeye
gelirse avucuna toprak doldur" buyurdu.[478]
Açıklama
Bu hadiste İbn Abbas (r.anhüma), Hz.
Peygamber'in köpek satıp karşılığında para almayı nehyettiğini haber vermiş,
sonra da; "Satıcı para istemeye gelince avucuna toprak doldur" demiştir.
İbarenin gelişinden bu söz İbn Abbas'a ait gibi zannediliyor. Fakat Hz.
Peygamber (s.a)'in sözü olması daha uygundur. Tabiî o zaman cümlede bir hazfın
olduğunu düşünmek gerekir. Nitekim Hattâbî'nin izahı bu anlayışa uygun
düşmektedir.
Avucuna toprak doldurmaktan maksat,
Hattâbî'nin ifadesine göre; eli boş göndermek, hiç bir şey vermemektir. Hattâbî,
"Buradaki toprak mahrumiyet demektir. Bu, elinde topraktan başka bir şey yoktur
demeye benzer. ..' 'der. Hattâbî'nin belirttiğine göre selef ulemasından
bazıları hadisi zahirî manasında anlamışlar ve köpek satıp para istemeye gelenin
avucuna toprak doldurulacağını söylemişlerdir. Bunlar, Mikdâd'ın şu hâdisesine
dayanırlar: Mikdâd (r.a), bir adamı öven birisini görmüş, hemen kalkıp yüzüne
toprak serpmiş ve Hz. Peygamber'in; "Meddahları gördüğünüz zaman yüzlerine
toprak serpiniz." hadisini kastederek; "Biz böyle emrolunduk"
demiştir.
"Satan para istemeye gelince avucuna toprak
doldur." sözü; köpeğin kıymetinin olmadığına delildir. Dolayısıyla, öldürülmesi
halinde hiçbir karşılık gerekmez. Mâlik b. Enes; öldürülürse fiat değil kıymetin
gerekli olduğunu söylemiştir.
Hattâbî, Mâlik'in bu görüşüne açıklık
getirmek üzere; "İki türlü semen (alışverişlerde mal karşılığında ödenmesi
kararlaştırılan bedel) vardır. Bunlar; alışverişlerde kabul edilen semen ve
itlaf halinde ödenmek üzere tayin olunan semendir. Hz. Peygamber (s.a), avucuna
toprak doldur, buyurmakla bu iki semeni de iptal etmiştir. Böylece hiçbir
şekilde (ister satış ister öldürme) köpeğin bedelinin olmadığı sabit olmuş
olur." der.
Hattâbî'nin; malların itlafı halinde verilmesi gereken semen
dediği bedele fıkıhta daha çok "kıymet" denilir.[479]
3483... Ebû
Cuhayfe (r.a)'nin;
Açıklama
Hadisin Buharî'deki rivayeti daha uzundur.
Bundan, Ebû Dâvûd'un hadisin sadece konu ile ilgili bölümünü aldığı
anlaşılmaktadır.
Buharî'nin rivayeti şu
şekildedir:
Ebû Cuhayfe'nin oğlu der ki: "Babamı bir
haccâm satın alırken görüp onun hükmünü sordum. Şöyle dedi: Rasûlullah (s.a);
kanın ve köpeğin parasından, cariyenin (meşru olmayan) kazancından nehyetti.
Dövme yapana ve yaptırana, faiz yiyene ve yedirene (alana ve verene), resim
yapana lanet etti."
3484... Ebû
Hureyre (r.a), Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğunu söylemiştir:
"Köpeğin
parası; kâhinin kehanet ücreti ve fahişenin mehri (fuhuş karşılığı aldığı para)
helâl değildir."[482]
Açıklama
Bu hadft de öncekiler gibi; köpek satışı
karşılığı alınan paranın, kâhinin aldığı ücretin ve fahişenin fuhuş bedeli
aldığı ücretin helâl olmadığını bildirmektedir* Tabiî bu aynı zamanda o
fiillerin de caiz olmadığını gösterir. Yani köpek satışı karşılığında alınan
para helâl olmayınca, köpeğin satışı da caiz olmaz: Aynı şekilde kâhinlik
yapmak, fuhuş yapmak da haramdır.
Kehanet
ve kâhinin aldığı ücret konusu 3428, fahişenin mehri meselesi de 3421 nolu
hadislerde işlenmiştir.[483]
64. Şarap Ve Ölü Hayvanın (Satışından Alınan) Para
3485... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Şüphesiz
Allah (c.c), şarabı ve karşılığında alınan parayı, ölü hayvanı ve karşılığında
alınan parayı, domuzu ve karşılığında alınan parayı haram kılmıştır."[484]
Açıklama
Hadis-i şerif, anılan üç şeyin hem
kendilerinin hem de satılmalan karşılığında alınan paranın haram olduğunu çok
açık bir şekilde bildirmektedir." Bunların haram oluşu Kur'an-ı Kerim'de de
sabittir. Bakara sûresinin 173. âyetinde domuz ve ölü hayvan eti yasaklanmıştır.
Bu âyetin meali şu şekildedir: "Şüphesiz (Allah) size ölü hayvan etini, kanı,
domuz etini, Allah'tan başkası için kesilen hayvanı haram kılmıştır; fakat,
darda kalana,.başkasının payına el uzatmamak ve zaruret mikdarını aşmamak üzere
günah sayılmaz. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir."
Mâide sûresinin 90. âyetinde de içki,
şeytan işi sayılarak şöyle denilmiş-tir:"Ey inananlar! İçki, kumar, putlar ve
fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir, bunlardan kaçının ki saadete
eresiniz."
Hanefî mezhebinde caiz olmayan
alışverişler; fasid ve bâtıl olmak üzere ikiye ayrılır:
Bâtıl alışveriş: Hem asıl hem de vasıf
yönünden sahih olmayan alışveriştir. Başka bir deyişle, in'ikad şartlarının
tamamı veya bir kısmı bulunmadığı için sahih olmayan alışveriştir. Bâtıl
alışveriş hiçbir şekilde mülkiyet ifade etmez. Dolayısıyla bâtıl bir alışverişle
müşteri eline geçen mal onda emanettir; müşterinin elinde onun kusuru olmadan
telef olsa satıcı durumunda olan şahıstan gider. Semavi hiçbir din tarafından
mal kabul edilmeyen bir şeyin satışı da bâtıldır. Kanın satışı
.gibi.
Fasid alışveriş: Esasen sahih olup, vasıf
yönünden sahih olmayan alışveriştir. Fasid alışveriş aslında tam bir akiddir,
fakat haricî vasıflar bakımından meşru değildir. Semavi din mensuplarından
bazılarına göre mal sa-yılmadığı halde bazılarına göre mal sayılan bir şeyin
başka bir mal karşılığında satılması fasiddir. Fasid bir alışverişle satılan bir
malı, müşteri kabzederse bu mülkiyet ifade eder. Dolayısıyla müşterinin elinde
telef olsa müşteriden gider.
Bâtıl olan alışverişlerin sahih olması
mümkün değildir. Fasid olan alışverişlerde ise fesada sebep olan şey
kaldırıldığı zaman, akid sahih hale gelebilir.
Bâtıl ve fasid alışverişlerin tümü
bunlardan ibaret değildir. Biz sadece konumuzu ilgilendiren yönünü
aldık.
Hadis-i şerifte anılan, ölü hayvan eti
(leş)nin satışı bâtıldır. Çünkü leş hiçbir semavi dinde mal olarak kabul
edilmemektedir. Domuz ve şarabın, para karşılığı değil de başka bir mal
karşılığında satışı fasiddir. Çünkü bunlar hristiyanlara göre maldır. Para
karşılığı satılması halinde ise satış bâtıldır. Bu ayırıma sebebin ne olduğu
fıkıh kitaplarında vardır. Fakat biz buraya aktarmayı fazla ayrıntı görüyoruz.
Ancak şunu belirtelim ki, şarap veya domuz herhangi bir meta (meselâ kumaş vs.)
karşılığında satıldığında, metâa karşılık olarak konuşulan şarap veya domuz
verilemez. O metam kıymeti para olarak verilir.
Hattâbî; hadisin delaletiyle bir
hıristiyanın şarabını döken veya domuzunu öldüren kişiye daman (ödeme)
gerekmediğini söyler. Bu; İmam Şafiî'nin görüşüdür.
Hanefîlere göre İse, bir müslüman bir
zimmînin şarabını veya domuzunu telef etse bunların kıymetini öder. Çünkü bunlar
her ne kadar bizim için mal değilse de zimmîlere göre maldır. Dolayısıyla bu
itlaf, kıymeti olan bir malı itlaf olur. Biz müslümanlar zimmîleri kendi
inançları ile başbaşa bırakmakla emrolunduk.
Domuzun kendisini olduğu gibi, kılını
satmak da caiz değildir. Kılının kullanılıp kullanılamayacağı âlimler arasında
ihtilaflıdır. İbn Şîrîn, el-Hakem, Hammâd, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve îshak domuz
kılını kullanmayı mekruh saymışlardır. Hanefîler, zarurete binaen bazı iş
dallarında onun kullanılabileceğini söylemişlerdir. Hasenü'l-Basrî, Evzaî ve
İmam Mâlik de Hanefîlerle aynı görüştedirler. Son görüşü biraz açalım: Bu gruba
göre her-hangibir işin domuz kılından başka bir madde ile yapılması mümkün olmaz
ise domuz kılını kullanmak cazdir, aksi halde caiz değildir.
Hattâbî,
hadisin hayvan gübresi ve aynı necis olanların tümünün satışının caiz olmayışına
da delil olduğunu söyler. Hanefîlere göre ise; hayvan gübresinin satışı caizdir.
Çünkü bu madde tarladan daha fazla ürün alınması için kullanılır. Dolayısıyla
maldır ve mal olan bir şeyin satılması caizdir. İnsan pisliğinin satılması ise
hem Hanefî hem de Şâfiîlere göre caiz değildir. Ancak insan pisliği başka bir
şeyle karışık olursa satılabilir. Çünkü bu durumda yararlanılır. Şâfiîlere göre
hayvan tersinin satışı da caiz değildir.[485]
Bazı Hükümler
1. Ölü eti,
domuz ve şarap haramdır.
3486... Câbir b.
Abdillah (r.a), Rasûlullah (s.a)'ı fetih yılında Mekke'de şöyle derken
işitmiştir:
"Şüphesiz Allah (c.c) şarap (içki), leş,
domuz ve putların satışını haram kıldı." Kendisine:
Ya Rasûlallah, leş yağları konusunda ne
dersin? Onlarla gemiler boyanıyor, deriler yağlanıyor, insanlar aydınlanıyor,
dediler.
“Hayır, haramdır." buyurdu.
Daha sonra Rasûlullah (s.a) şöyle devam
etti:
"Allah
yahudileri kahretsin! -Veya Allah yahudilerin belâsını verin-. Şüphesiz Allah
(c.c) onlara leşlerin iç yağlarını yasakladığı zaman, onu erittiler sonra satıp
parasını yediler."[487]
Açıklama
Hadisin Buharı ve Müslim'deki rivayetleri
de buradakinin aşağı yukarı aynıdır. Burada "Allah haram kıldı" denildiği halde
Sahîhayn'da, "Allah ve Rasûlü haram kıldı" denilmiştir.
Metinde görüldüğü üzere Efendimizin bu
hadisi irad buyurmaları Mekke'nin fethedildiği senede olmuştur. Âlimlerin bir
kısmı, hadiste adı geçen şeylerin aslında daha evvel haram kılınıp Rasûlullah'ın
o esnada hükmü duymayanlara duyurmak için tekrarlamış olmasının muhtemel
olduğunu söylerler.
Hadiste beş şeyin satışının haram olduğu
bildirilmiştir. Bunlar: İçki, leş, domuz, putlar ve leşlerin iç yağlarıdır.
Bunlardan ilk üçü önceki hadisin şerhinde izah edilmiştir. Burada put ve leşin
iç yağı üzerinde duracağız.
Bilindiği-gibi put; taş, ağaç, tunç, alçı,
bakır, demir gibi maddelerden çeşitli şekillerde yapılıp tapınılan, saygı
beslenilen heykelciklerdir. İslâmiyetin en büyük hedefi, putçuluğu ortadan
kaldırıp tek Allah inancını yerleştirmektir. Dolayısıyla putu, değeri olan bir
mal sayması düşünülemez. Onun için put satışı ve bunun karşılığında alman para
haramdır. Bunda âlimler arasında herhangi bir görüş ayrılığı mevcut değildir.
Ancak bazı Hanefîlerle Şâfiîlere göre, put parçalanır ve parçaları başka bir
sahada kullanılabilirse bu parçaları satmak caizdir. Çünkü bunlar put olmaktan
çıkmışlardır.
Leş yağını iki açıdan ele almak
gerekir:
a)
Satışı,
b)
Kullanılması.
Hadiste, Hz. Peygamber (s.a); kendisine
leşlerin iç yağı sorulduğunda, “O haramdır" karşılığım vermiştir. Bazı âlimler
buradaki "o" zamirini; yağın satışına, bazıları ise kullanılmasına
bağlamışlardır. Birinci görüşe göre; "onların satışı haramdır", ikinci görüşe
göre ise "onların kullanılması haramdır" manası çıkar. İmam Şafiî, birinci
görüşü benimsemiştir. Ona göre ölü hayvanların yağlarıyla gemi boyamak, deri
yağlamak, kandillerde yakmak; onları satıp parasını almak gibi değildir.
Sahâbîlerden Hz. Ali, İbn Abbas ve İbn Ömer'in leş yağını kullanmanın caiz
olduğu görüşünde oldukları nakledilir.
İmam Nevevî şöyle der:
"Yememek ve vücuda sürmemek şartıyla bu
yağlan kendilde yakmak, pis zeytinyağından sabun yapmak, pis balı anlara
yedirmek, leşi köpeklere yedirmek gibi konularda âlimler ihtilâf etmişlerdir.
Bize göre bunların hepsi caizdir. Kadı lyaz bu görüşü İmam Mâlik, İmam Şafiî,
Süfyân-ı Sevrî, İmam Ebû Hanîfe ve arkadaşlarından da nakletmiştir."
Hattâbî de; hadisin, pis zeytinyağını
kandillerde yakmanın caiz, satışınım ise haram oluşuna delil olduğunu söyler.
Yine Hattâbî'nin ifadesine göre put satışı ve bunun karşılığı para almanın haram
oluşu; çamur, ahşap, demir, altın, gümüş ve buna benzer bütün maddelerden
yapılan timsallerin satışının haram olduğuna da delildir.
Avnü'I-Ma'bûd'un bildirdiğine göre;
âlimlerin çoğunluğu ölü hayvanların iç yağlarını hem satmanın hem de kullanmanın
haram oluşu görüşündedir. Bu âlimlere göre ölü hayvanların sadece tabaklanmış
derisinden yararlanılabilir. Çünkü bu konuda özel nass vardır.
Hz. Peygamber (s.a) sahâbîlerin kendisine,
ölü yağlarından bazı istifade şekillerini söyleyerek hükmünü sormaları üzerine,
onun haram olduğunu söylemiş ve bunu yahudilerin yaptıklarına benzetmiştir.
Rasûlullah (s.a)'ın bildirdiği üzere; yahudiler, Allah kendilerine ölü
hayvanların yağlarını haram edince bir hileye başvurmuşlar, yağları eritip isim
ve şekillerini değiştirerek parasını yemişlerdi. Hz. Peygamber (s.a) bu
muamelenin yağı haram olmaktan çıkarmayacağını vurgulamış, yahudiler için beddua
etmiştir. "Allah yahudileri kahretsin" diye terceme ettiğimiz o cümlenin dua
manasına olmayıp, haber manasına olması da mümkündür. O zaman cümlenin
tercemesi, "Allah yahudileri kahretti" şeklinde olur.
Hattâbî;
Rasûlullah'm bu ifadesinden, yasak olan bazı şeyleri caiz hale getirmek için baş
vurulan hilenin caiz olmadığı hükmüne varmıştır. Hattâbî şöyle der: "Bunda
haramı helâl yapmak için uygulanan bütün hilelerin bâtıl olduğunun beyanı
vardır. Yine bu, bir şeyin şekli ve isminin değişmesi ile hükmünün
değişmeyeceğine delildir." Ancak Hattâbî'nin bu sözleri tüm sahalarda geçerli
değildir. İsmi ve şekli değişince hükmünün de değiştiği bir çok mesele vardır.
Meselâ: Şıra helâldir, fakat şıra şarap haline gelirse haram olur. Tuzlaya düşüp
ölen bir hayvanın eti haramdır, ama bu hayvan tuz haline gelirse helâl
olur.[488]
Bazı Hükümler
1. Şarap, leş,
put, domuz ve leşteki yağın satılması caiz değildir.
2. İbret
alınması ve mukayesede bulunulması için başka din mensuplarının başlarından
geçen veya yaptıkları şeyleri misâl getirmek caizdir.
3. Hakkında nass
bulunmayan meselelerin hükmünü, hakkında nass bulunan benzeri meselelerin
hükmüne kıyaslayarak bulmak caizdir.
4.
Haddizatında haram olan şeyleri kullanabilmek, onları
caiz hale sokabilmek için hileye başvurmak caiz değildir.[489]
3487... Abdü'l-Hamid b. Ca'fer, Ebû Asım ve Muhammed b. Beşşâr tarîki ile
gelen rivayette, Yezîd b. Ebî Habîb:
"Atâ,
Câbir'den naklen bana onun (önceki hadis) benzerini yazdı; o haramdır demedi
(Rasûlullah'm "o haramdır" sözünü nakletmedi)" dedi.[490]
3488... İbn
Abbas (r.anhüma)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a)'ı; rüknün yanında
otururken gördüm. Gözünü havaya doğru kaldırıp güldü ve üç defa:
"Allah yahudilere lanet etsin!" dedi, ve
devamla;
"Şüphesiz Allah (c.c) onlara iç yağım haram
etti ama onlar yağları satıp, parasını yediler. Allah bir topluma bir şeyi
yemeyi haram ettiğinde onlara parasını da haram eder" buyurdu.
Müsedded:
Haiid b. Abdullah (et-Tahhân), hadisinde (İbn Abbas'in) "gördüm" (dediğini)
söylemedi. Ayrıca (Allah yahudilere lanet etsin sözü yerine), "Allah yahudüeri
kahretsin" dedi.[491]
Açıklama
Müsedded; hadisi, Bişr b. el-Müfaddal ve
Halid b. AbdulIah'dan rivayet etmiştir. Metin Bişr'in rivayetidir. Halid'in
rivayetinde İbn Abbas'ın "gördüm" ifadesi yer almamış, ayrıca Efendimizin
yahudilere laneti, "Allah yahudüeri kahretsin, helak etsin" şeklinde
aktarılmıştır. Bu farka metnin sonunda işaret edilmiştir.
Hadis-i
şerif ifade ettiği hüküm itibariyle 3486 nolu hadisten farklı değildir. Orada
yeterince bilgi verilmiştir.[492]
3489... Mugîre
b.Şu'be (r.a)'den, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Açıklama
"Boğazlasın" diye terceme ettiğimiz kelime;
bıçakla kessin, kestikten sonra yemek üzere parçalasan, manalarına
gelir.
Efendimizin sözünün ifade ettiği mana
şudur: İçki satmayı helâl sayan kişi, domuz eti yemeyi de helâl saysın. Nasıl ki
domuz eti helâl değilse içki satmak da helâl değildir. Haramlık yönünden ikisi
arasında fark yoktur.
Hz. Peygamber'in içki satışının haramlığını
bir benzetme ile ifade buyurması; manaya kuvvet kazandırmak, içki satışının
haramlığının ne derece şiddetli olduğuna dikkat çekmek içindir.
3490... Âişe (r.anha)'nin şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Bakara sûresinin son âyetleri inince Rasûlullah (s.a) çıkıp
onları bize okudu ve: “İçki ticareti haram edildi" buyurdu.[495]
Açıklama
Hadisin Buharı'deki rivayeti ile Müslim'in
bir rivayeti aynen buradaki gibidir. Müslim'in bir rivayetinde ise Hz. Âişe: "Ra
sûlullah (s.a) mescide çıktı ve içki ticaretini yasakladı”
demektedir.
Sarihlerin belirttiğine göre; Âişe'nin
kasdettiği âyetler Bakara sûresinin 275 ile 281. âyetleridir. Ancak, o âyetler
içki ile değil, faizle ilgilidir. İçkinin haramhğına delâlet eden âyet Mâide
sûresinin 90. âyetidir. Faizin haramlığını bildiren âyet, içkinin haramlığını
bildirenden hayli sonra gelmiştir. Hatta faiz âyetinin en son inen âyetlerden
olduğu söylenmektedir.
İçki satışının haram oluşu, ya içkinin
içilişinin haram oluş ile bir olmuştur; -bu ihtimali te*kid eden hadis ve
prensipler vardır. 3488 nolu hadisteki, "Allah bir topluma bir şeyi yemeyi haram
kıldığı zaman parasını da haram etmiştir" ifadesi bunlardandır. Bu durumda faiz
âyeti ile içki ticaretinin yasaklığı te-yid edilmiştir- ya da içki ticaretinin
yasak edilişi, içilişinin haram edilişinden sonra olmuştur.
îmam Nevevî konu ile ilgili olarak şöyle
demektedir: "Kâdî ve başkaları derler ki: İçkinin haram edilişi
Mâide.sûresindedir. Bu âyet faiz âyetinden çok önce inmiştir. Çünkü faiz âyeti
ya en son inen âyettir, ya da en son inenlerdendir. İçki ticaretinin
yasaklanışının, içkinin haram edilişinden sonra olması muhtemeldir. Hz.
Peygamber (s.a)'in, içki haram edildiği zaman onun ticaretinin de haram olduğunu
bildirip sonra faiz âyeti inince hem yasağı tekid hem de haberi yaymak için
tekrar haber vermesi de muhtemeldir. Mümkündür ki sonraki mecliste önceden içki
ticaretinin yasak olduğunu bilmeyenler de bulunacaktır."
Sahih-i
Müslim'deki Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber
(s.a): "Kendisine bu âyet (Mâide, 90) ulaşan kimse, yanında içkiden bir şey
varsa onu içmesin ve satmasın..." buyurmuştur. Yine Müslim'in İbn Abbas'tan
rivayet ettiği başka bir hadise göre; içkinin yasaklandığını öğrendikten sonra,
elindeki içkiyi satmak isteyen birisine: "Onu içmeyi haram kılan, satmayı da
haram kıldı" buyurmuştur. Bu rivayetler, içkinin içilmesi ile satılmasının
yasaklanışının aynı ana rastladığı intibaını vermektedir. Ama Nevevî, "Görünüşe
bakılırsa, içki satışı, içki haram edildikten az bir zaman sonra, daha içkinin
haramhğı yayılmadan olmuştur" der.[496]
3491... Osman b. Ebî Şeybe ve Ebû
Muâviye, A'meş'ten önceki hadisi aynı isnad ve aynı mana ile rivayet
etmişlerdir. A'meş; "Son âyetler faiz hakkındadır" demiştir.[497]
Açıklama
A'meş, bu
rivayette; önceki rivayette olması muhtemel bir zühule işaret etmektedir.Bakara
suresinin son ayetleri faiz hakkındadır" demekten maksadı, içki satışı ile
Bakara sûresinin son âyetleri arasında bir irtibatın olmadığına, dikkat
çekmektedir.[498]
65. Satın Alınan Yiyecek Maddesini Teslim Almadan Satmak
3492... İbn Ömer
(r.anhüma)'den rivayet edildiğine göre, H. Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"Bir
yiyecek maddesi satın alan kişi, onu tam olarak teslim alıncaya kadar
(başkasına) satmasın."[499]
Açıklama
"Taam": Misbâhu'l Münîr'de ifade edildiğine
göre; yenilen her şeydir. Hicazlılar ise onu, mutlak olarak buğday manasına
kullanırlar.
Kelimenin kullamlışındaki bu
farklılıklardan dolayı, hadisteki taam kelimesi değişik biçimlerde
anlaşılmaktadır. Kimi âlimler bu kelimeyi sadece buğday olarak anlarken,
kimileri tüm gıda maddelerine teşmil etmişlerdir. Az sonra temas edileceği
üzere; satın alınıp da teslim alınmadan satışı caiz olmayan malların neler
olduğu âlimler arasında ihtilaflıdır. Mâlikîler, bu ve buna benzer hadislerde
teslim almamadan satışı caiz görülmeyen malların sadece "taam" oluşuna bakarak,
yiyecek maddeleri dışındaki malların teslim alınmadan satılmasını caiz
görmüşlerdir. Yani hadislerdeki "taam" kelimesini sadece buğdaya tahsis
etmemişler, başka gıda maddelerini de aynı hükmün içine koymuşlardır-
Bidâyetü'l-Müctehid'de; "Maliki mezhebinde, ribevî olan taamın
teslim alınmadan satılamayacağı konusunda ihtilâfın olmadığı söylenilmekte-dir.
Ribevî olmayan taamın dışındakilerin teslim alınmadan satımı konusunda ise iki
görüş vardır; meşhur olana göre caiz değildir." denilir.[500]
Bidâyetü'l-Müctehid'in İfadesinden
anlaşılıyor ki, "taam" sözü sadece buğday karşılığında anlaşılmamıştır. Çünkü
ribevî olan taam sadece buğday değildir. Mâlikîlere göre yiyecek maddelerindeki
ribâ illeti; ribe'l-fazlda, o yiyecek maddesinin tek başına insanı yaşatabilme
özelliği ve bekletilebilme-sidir. Ribâ-i nesîede ise, sadece gıdalanmak
maksadıyla yenilir olmasıdır. Bu illetler sadece buğdayda değildir. İnsan
buğdayla yaşayabileceği kadar arpa, çavdar, hurma vs. ile de
yaşayabilir.
TehanevFnin İ'Iâu's-Siinen'de naklettiğine göre,[501] İmam Nevevî de
Şerhu'l-Muhezzeb'inde İmam Mâlik'in görüşünü verirken şöyle demektedir: "Mâlik
ve Ebû Sevr'e göre yenilen ve içilen şeylerin dışındaki tüm malların teslim
alınmadan önce satılmaları caizdir. İbnü'l-Münzir; teslim alınmadan önce, taamın
satışını nehyeden hadisten dolayı en sahih mezhep budur, demiştir."
Görüldüğü gibi Nevevî bu cümlede taamı
yiyecek ve içecek maddelerinin tümüne teşmil etmiştir.
Türkçeye
terceme edilen hadis kitaplarından Tecrid-i Sarîh'de "taam" kelimesi aynı
konudaki bir hadisin tercemesinde "erzak"[502] bir başka hadisin tercemesinde de
"yiyecek maddesi"[503] olarak aktarılmıştır. Sofuoğlu da Sahih-i Müslim Tercemesi'nde
"taam" karşılığı olarak; "yiyecek maddesi, gıda maddesi" tabirlerini
kullanmıştır.[504] İbn Mâce Tercemesi'nde ise "zahire" denilmiştir.[505]
Kelime üzerinde bu kadar duruşumuzun sebebi
bu konudaki hükmün şumülü üzerindeki tereddütlerdir. Yani Mâlikîlere göre;
kabzedilmeden önce satışı caiz olmayan maddenin sadece buğday mı olduğu; diğer
gıda maddelerinin bu hükmün kapsamına girip girmediği konusundaki farklı
anlayışlardır. Kanaatimizce yukarıya aktardığımız nakiller meseleye az çok ışık
tutmuştur.
Üzerinde durduğumuz hadis-i şerif, yiyecek
maddesi satın alan bir kimsenin o malı kabzetmeden bir başkasına satamayacağına
delildir.
Bu hüküm sadece yiyecek maddelerine mi
mahsustur, yoksa başka maddelere de şamil midir? Bu konuda dört görüş
vardır:
1- Cinsi ne
olursa olsun her çeşit malın teilm alınmadan bir başkasına satılması caiz
değildir. Bu görüş Şâfiîler ile Hanelilerden İmam Muhammed'e aittir. Delilleri;
Hakîm b. Hizâm'ın rivayet ettiği, "Teslim alıp eline geçirmediğin şeyi satma"
hadisi ile Zeyd b. Sâbit'in rivayet ettiği, "RasûJullah (s.a) tacirler
dükkanlarına koyuncaya kadar, malları satıldıkları yerde satın alınmasını
yasakladı" manasındaki hadistir. İmam Şafiî teslim alınmamış malın, satın alanın
damânına girmediği için satışını caiz görmemiştir. Çünkü daman (sorumluluk)
altına girmeyen maldan kâr sağlamasını Hz. Peygamber caiz görmemiştir. İbn
Abbas'm: "Zannederim herşey taam gibidir" ifadesi bu görüşü
destekler.
Bu ikinci hadis, isnadında Muhammed b.
İshak bulunduğu için zayıf görülmüştür. Çünkü Muhammed b. İshak,
müdellistir.
2- Ölçü ve tartı
ile alınıp satılan malların teslim alınmadan satılmaları caiz değil,
diğerlerinin satılmaları caizdir. Bu görüşün sahipleri Osman b. Affân, Saîd b.
Müseyyeb, Hasanü'-Basrî, Hakem, Hammâd, Evzaî, Ahmed b. Hanbel ve
İshak'tır.
3- Akar
(taşınmaz mallar)m, teslim alınmadan başka birine satışı caiz, diğer malların
satışı caiz değildir. Bu görüş de Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a aittir. Delilleri;
Hz. Osman'la Hz. Talha arasında Kûfe'deki bir arazinin satışı konusundaki
konuşmadır. Hz. Osman kendisi Medine'de iken Kûfe'deki bir arazisini Hz.
Talha'ya satmış ve; "Benim için görme muhayyerliği var. Çünkü ben görmediğim bir
araziyi sattım" demişti. Talha buna itiraz etti ve görme muhayyerliğinin alıcıya
ait olduğunu söyledi. Bunun üzerine Cü-beyr b. Mut'im'i hakem tayin ederek
aralarında hükmetmesini istediler. Cübeyr de Talha'yı haklı buldu.
Hâdisenin konumuzla ilgili yönü, Hz.
Osman'ın satmak istediği araziyi görmemiş olmasıdır. Hanefîler o araziyi
görmemeyi kabzetmeme (teslim almamak) olarak değerlendirirler. Çünkü bir malın
görülmeden teslim alınması mümkün değildir. Hz. Osman'ın araziyi bir vekil
kanalıyla teslim almış olabileceği tarzındaki bir ihtimal de geçersizdir. Çünkü
vekilin görmesi, müvekkilin görmesi sayılır. Hz. Osman'ın görmediği için
kendisine görme muhayyerliği talep etmesi, vekili kanalıyla teslim almadığına da
delildir.
Ayrıca Hanefîlere göre; satın alınan bir
malın teslim alınmadan satılmasının caiz olmayışındaki hikmetlerden birisi;
başkasının elinde olan malın telef olup, müşteriye teslim edilememe endişesidir.
Taşınmaz mallarda ise bu düşünülemez. Binanın yıkılması söz konusu olabilir. Ama
bina satıldığı zaman arsası ile birlikte satılır. Arsa ise telef
olmaz.
4- Yenilen ve
içilen maddelerin teslim alınmadan satılmaları caiz değil, bunların
dışındakilerin satışı ise caizdir. Bu görüş de İmam Mâlik ve Ebû Sevr'e aittir.
İbnü'l-Münzir, bu konuda en sahih görüşün bu olduğunu söyler. Delilleri;
üzerinde durduğumuz hadis, bundan sonra gelecek olan aynı manadaki hadisler ve
bunların muhalif mefhumlarıdır. Çünkü bu hadislerde Rasûlullah (s.a), taamın
kabzedilmeden satışını men etmiştir. Bunun mefhumu muhalifi, taam olmayanlarda
satışın caiz olmasıdır.
Ancak şunu belirtmek gerekir ki; mefhumu
muhalif, Hanefîlere göre delil sayılmaz.
Yukarıda da işaret edildiği gibi,
Mâlikîlere göre; kendilerinde ribâ (faiz) illeti bulunan yiyecek maddeleri
konusunda ihtilâf yoktur. Kendilerinde ribâ cari olmayan mallar konusunda İmam
Mâlik'ten iki görüş vardır. Birisine göre; bunların da kabzedilmeden satışı caiz
değildir. Meşhur olan budur. Diğerine göre ise caizdir.
Satın alınan bir malın kabzedilmeden
satışının caiz olmayışındaki hikmet, bu usûlün ihtikâra (spekülasyona), Hatların
artmasına sebep olmasıdır. Depolarda tutulan malların el değmeden sözle satışı
sebepsiz yere fiatların kabarmasına, parası çok olanların daha çok kazanıp
yoksulların ezilmesine sebep olur.
İbn Abbas bunu bir nevi faize benzetir.
Tâvûs b. Keysân, kendisine;
Bu yolla satışın yasak oluşunun sebebi
nedir? diye sormuş, o da:
Müşterinin, satın aldığı bir gıda maddesini
teslim almadan başkasına satması, parayı para karşılığında satması demektir.
Önceden satın alınmış olan malın edası ise tehir edilmiştir, karşılığını
vermiştir.
Konuyu toparlarsak diyebiliriz
ki:
Gıda maddelerinin teslim alınmadan
satılmaları bütün âlimlere göre caiz değildir. Diğer maddelerde ise ulema
ihtilaflıdır. Hz. Peygamber'den varid olan hadisler genelde gıda maddelerini
konu edinmiş, bir genelleme yapmamıştır. Zamanımızda bu yolla yapılan
alışverişlerin yaygınlığı ve bundan kurtuluşun mümkün olmadığı gözönüne alınınca
en yumuşak görüş olan Mâlikîlerin görüşünü taklidde zaruret görünmektedir. Tabiî
bu gıda maddelerinde uygulanamaz.
Hadisin
izahında kabz konusuna da temas uygundur. Ancak bu konu bir sonraki hadiste ele
alınacaktır.[506]
3493... İbn Ömer (r.anhüma)'in şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Biz Rasûhıllah (s.a) zamanında yiyecek maddesi satm
alırdık. (O zaman) bize, malı satmadan önce satm aldığımız yerden başka bir yere
nakletmemizi emreden birisi gönderilirdi. Yani (biz yiyecek maddesini) götürü
usulüyle alırdık.[507]
Açıklama
"Bize.....birisi gönderilirdi" manasına
gelen fiili Avnu'I-Ma'bûd'da meçhul olarak harekelenmiş ve bunun doğru olduğuna
işaret edilmiştir. Zürkânî ise Muvatta Şerhi'nde bu fiili malum olarak şeklinde
harekelemiştir. O zaman mana; "Hz. Peygamber (s.a) bize malı satmadan önce satın
aldığımız yerden başka bir yere nakletmemizi emreden birisini gönderirdi"
şeklinde olur. Aslında her iki mananın ifade ettikleri mefhum aynıdır.
Aralarında sadece ibare farklılığı vardır.
İbn Ömer'in haberi; satın alman gıda
maddesinin alındığı yerden başka bir yere nakledilmeden satılamayacağına delâlet
etmektedir. Buna göre gıda maddesinin kabzı (teslim alınması), onu başka bir
yere nakletmek suretiyle gerçekleşmektedir.
Hattâbî, malların kabzı konusunda şu
bilgiyi verir:
"Malların kabzı (teslim alınması) malların
cinsi ve insanların örfüne göre farklılık gösterir. Bazıları müşterinin eline
verilmekle, bazıları mal İle alıcının arasını tahliye ile, bazıları bir yerden
başka bir yere nakledilerek, bazıları da ölçülerek kabzedilir. Bu keylî
mallardan ölçekle satılanlarda olur. KeyIî malların yere yığılmış yığının götürü
usûlle satılması halinde ise kabz, o malı başka bir yere nakletmekledir. Bir
kimse ölçekle ölçerek zahire alsa ve sonra onu birisine satmak istese, müşteri
için tekrar ölçmelidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a); bir satıcı, bir de alıcı için
olmak üzere iki defa ölçülmedikçe hububatın satılamayacağını beyan
buyurmuştur.
İki defa ölçülmesini şart koşanlar; Ebû
Hanîfe ve arkadaşları, Şafiî, Ahmed, İshak, Hasenü'l-Basrî, Muhammed b. Şîrîn ve
Şa'bî'dir. Mâlik'e göre ise, eğer vadeli satarsa mekruhtur. Ama peşin satarsa
ikinci bir ölçüye lüzum yoktur, önceki Ölçü kâfidir. Atâ'dan; ister peşin olsun
ister vadeli, bir defa ölçmenin yeterli olduğu rivayet edilmiştir."
Hattâbî, bu sözleri ile hem satın alınan
malların kabzına hem de keylî olanların ölçülmesine temas etmiştir. Bu hadiste
esas konu edilen kabz olduğu için bu konuda başka bir nakil yapmak
istiyoruz:
Şafiî âlimlerinden Râfiî, Şerhu'l-Vecsz
adındaki kitabında şöyle der:
"Eğer satılan mal; ev ve tarla gibi
taşınmayan mallardan ise onun kabzı, mal ile müşterinin arasını tahliye etmek,
ona tasarruf imkânı vermektir. Mal taşınır cinsten ise, meşhur görüşe göre o
malın başka bir yere taşınması ve nakledilmesi gerekir. Ahmed b. Hanbel de bu
görüştedir. İmam Mâlik ve Ebû Hanîfe'ye göre ise taşınmaz mallarda olduğu gibi
tahliye {müşterinin almasına imkân verme) kâfidir..."
Râfiî'nin kabz konusunda Hanefîlere nisbet
ettiği görüş, benzeri ifadelerle Hanefî fıkıh kitaplarında da yer almaktadır.
Bedâiu's-Sanâi'de, "Eğer keylî ve veznî olan bir malı, ölçü ve tartı ile satar
ve müşterinin almasına imkân verirse, mal satıcının damâmndan çıkıp, alıcının
damânına girer. Bunda ihtilâf yoktur..." denilmektedir.
İbn Ömer; satabilmeleri için başka bir yere
nakletmeleri şart koşulan malın götürü yoluyla satın alınan mal olduğuna işaret
etmiştir. Cizâf, cüzâf veya mücâzefe denilen bu satış şeklinde ölçü yoktur.
Ortaya yığılmış olan mal toptan satılır. Bu satış ittifakla caizdir. Ancak İmam
Şafiî'den, bu .yolla satışın tenzîhen mekruh olduğu şeklinde bir rivayet vardır.
İmam Mâlik'den de; satıcı, malın mikdarını bilmiyorsa o malın götürü usulüyle
satılmasının caiz olmadığı tarzında bir rivayet gelmiştir. Yalnız hububat kendi
cinsî ile, Hanefîlere göre de götürü usulüyle satılamaz. Çünkü bedellerden
birisinin daha fazla olup ribâyı gerektirmesi mümkündür.
Bu konuda yazılanlardan; her malın kendine
göre bir teslim alma şekli olduğunu ve bunun insanların örfüne göre
değişebileceğini anladık. Kabz sa-yılabilmesi için bir yerden başka bir yere
nakli gereken şey, götürü yoluyla satın alınan gıda maddeleridir. Bu, tüm
âlimler tarafından ittifakla kabul edilen bir şey değildir.
Hanefîlere göre; bir kimse bir mal satın
alıp satıcıya içine doldurması için kap verse, satıcı da doldursa bu kabz
sayılır. Ama, "Sen benim aldığım kadarını ölç bir kenara yığ" dese bu kabz
sayılmaz. Yeni müşteri kabzetmiş sayılması için, malı ya kendi evine veya
anbarına aktarmış olmalı ya da kendisine ait bir kaba doldurmalıdır.
Günümüz
örfünde taşınmaz malların kabzı, tapu tescili ile olmaktadır. Gerçi Hanefîlere
göre; taşınmaz malın satışı için kabza gerek yoktur. Ama sonunda anlaşmazlık
çıkmaması, istenilmeyen olaylara meydan verilmemesi için tapu tescilinden sonra
satılması daha uygundur. Ama tescil edilmeden satıldığı takdirde alışveriş dinen
sahihtir.[508]
3494... İbn Ömer
(r.anhüma) şöyle demiştir:
(İnsanlar) çarşının üst tarafında götürü usulüyle gıda maddesi
alıp satıyorlardı. Rasûlullah (s.a) onu (aldıkları yerden başka bir yere)
nakledinceye kadar (satmalarını) yasak etti.[509]
Açıklama
Avnu'l-Ma'bûd sahibi, Tıybî'nin ; taamın
kabzı başka bir yere nakletmek suretiyle olur, dediğini kaydettikten sonra şöyle
demektedir:
"Hadis; bir kimsenin, ister götürü yoluyla
ister ölçekle olsun gıda maddesi satın aldığı zaman onu kabzetmeden başka birine
s atamayacağına delildir. Âlimlerin cumhuru da bu görüştedir. Feth'de, Mâlik'in;
götürü usulüyIe almakla başka türlü alma arasını ayırdığı, götürü yolla alınanı
kabzetmeden satmayı caiz gördüğü söylenir. Evzaî ve İshak da aynı görüştedir. Bu
hadis onların aleyhine delildir."
Bu babın
ilk hadisinde, bir malı kabzetmeden satmak konusunda âlimlerin görüşleri
geçmiştir. Burada ihtilâfa tekrar girmeyeceğiz.[510]
3495... Abdullah
b. Ömer (r.anhüma)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah (s.a), bir kimsenin ölçü ile satın aldığı bir gıda
maddesini teslim almadıkça başkasına satmayı nehyetti.[511]
Açıklama
Bu hadis,
yukarıdakinden farklı olarak, satın alınan gıda maddesini ölçekle
kayıtlamaktadır, önceki hadiste ise götürü yoluyla satın alınan gıda maddesinden
bahsediliyordu. Bu iki rivayet birleştirilince; satın alınan bir gıda maddesinin
teslim alınmadan satılamayacağı konusunda, götürü usulüyle alınanla ölçekle
alınan arasında fark olmadığı ortaya çıkar.[512]
3496... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Zahire satın alan kimse, onu bir daha
ölçmedikçe satmasın."
İbn Abbas'a; Niçin (yasak etti)?
dedim.
Görmüyor
musun, onlar zahire daha sonra Ödenmek üzere altın karşılığında alışveriş
yapıyorlar, dedi.[514]
Açıklama
Hadiste; satın alman zahirenin ölçülmeden
başkasına satılmasının caiz olmadığı görülmektedir.Zahirenin ölçülmesinden
maksat onun teslim alınmasıdır.
Hadisin tâbiûndan olan raviâi Tâvûs, İbn
Abbas'tan, satın alman zahirenin teslim alınmadan satışı konusundaki yasağı
duyunca bunun sebebini sormuş; o da bu muamelenin, zahirenin teslimi
geciktirildiği için altını altın karşılığı satmak olduğunu
söylemiştir.
İbn Abbas'm bu cümlesi üç şekilde
anlaşılmıştır:
1- Bir kimse,
meselâ 1000 liraya zahire alır, fakat daha sonra onu teslim almadan 200Ö liraya
bir başkasına satar, böylece müşteriye zahireyi teslim etmeden 1000 lirası
karşılığında 2000 lira kazanmış olur.
Bu manaNeylü'l-Evtâr'dan
nakledilmiştir.
2- Hattâbî'nin
izahına göre bu;'aslında bir selem muamelesidir. Meselâ, bir kimse malı belirli
bir müddet sonra teslim almak üzere buğday satın alır ve 1000 lira verir. Fakat
daha buğdayı teslim almadan önce 2000 liraya satar. İşte bu muamele caiz
değildir. Çünkü, bu buğday vadeli olduğu, hazır olmadığı halde altını altın
karşılığında satmak demektir. Zira selem yapan kişi teslim almadığı zahireyi
satar ve parasını alırsa bu satış sahih olmaz. Çünkü sattığı mal tehir
edilmiştir, başkasının kefaletindedir. Dolayısıyla bu, parayı para kaşılığında
satmak gibidir. Selem karşılığı verdiği 1000 lirayı, aldığı 2000 lira
karşılığında satmıştır. Bu, bir yönden 1000 lirayı 2000 liraya satmak olduğu
için ribâ, öbür taraftan olmayan bir şeyi kesin bir şekilde
satmaktır.
3-
Mirkâtü's-Suûd'un meseleyi tasavvuru da şu şekildedir:
Bir kimse
birisinden vadeli olarak zahire alır. Sonra da zahireyi teslim almadan satana
veya bir başkasına daha pahalıya satar. Bu da caiz değildir. Çünkü ya parayı
para karşılığında satmak, ya da elde olmayanı satmaktır. Her ikisi de caiz
değildir.[515]
3497... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur:
“Biriniz gıda maddesi alırsa, onu
kabzetmedikçe (bir başkasına) satmasın."
Süleyman b. Harb (rivayetinde); "Teslim
almadıkça" dedi. Müsedded (rivayetinde) Tâvûs'un;
Açıklama
Hadis-i şerifi Ebû Davud'a hem Müsedded,
hem de Süleyman b. Harb nakletmiştir. Bunların nakilleri arasında da bazı küçük
farklar vardır. Müsedded'in rivayetine Rasûlulah'ın "...onu kabzetmedikçe
satmasın" buyurduğu bildirildiği halde Süleyman'ın rivayetinde "...onu teslim
almadıkça satmasın" buyurduğu ifade edilmektedir. Bu fark mana değil, kelime
farkıdır. Ayrıca Müsedded rivayetinde İbn Abbas'ın; "Zannediyorum herşey gıda
maddeleri gibidir" dediğini ilâve etmiştir. Bu ilâve Süleyman'ın rivayetinde
mevcut değildir.
Müsedded'in rivayetine göre İbn Abbas,
kabzedilmeden satılamayacağı konusunda başka malları da gıda maddelerine
benzetmiştir. Buna sebep, ya kabzetmediği malı tayin etmesi, ya da kendisine
Efendimizin, kişinin riskine katlanmadığı kârdan nehy konusundaki emrinin
ulaşmış olmasıdır. Çünkü satılan bir şeyin kabzedilmeden önceki damanı (riski)
satıcıyadır. Dolayısıyla müşterinin bu malda kâr sağlaması caiz
değildir.
İbn Abbas'ın bu tefsiri; her türlü malın
kabzedilmeden satışım caiz görmeyenler için delildir.
Hattâbî'nin belirttiğine göre; gıda
maddelerinin dışındaki malların satın alındıkları zaman, kabzedilmeden satışını
caiz görenlerin bazıları İbn Ömer'in şu haberini kendilerine delil almışlardır:
"Sahâbîler, Rasûlullah devrinde Bakî'da altın para (dinar) karşılığında deve
satarlar ve onun yerine dirhem (gümüş para) alırlardı. Taraflar ayrılmadan öence
mal ve paranın teslim tesellümü gerçekleşirse Rasûlullah bunu caiz görürdü." Bu
görüşte olanlar; dinar yerine dirhem veya dirhem yerine dinar almayı
kabzedilmeden satış sayarlar ve yasağın gıda maddelerine münhasır olduğunu
söylerlerdi.
Ancak bu
istidlal yerinde görülmemektedir. Çünkü dinar yerine dirhem ödenmesinden maksat,
dinarı dirhem karşılığında satmak değil, borç ödemektir. Bunların her İkisi de
paradır. Paraların birbirlerinin yerini tutmaları caizdir. Meselâ bir malı telef
eden kişiye hâkim isterse dinar, isterse dirhemle tazmin ettirir. Diğer mallar
ise böyle değildir.[517]
3498... İbn Ömer (r.anhüma) şöyle
demiştir: Ben, Rasûlullah (s.a) zamanında götürü usulüyle gıda maddesi satın
aldıklarında onu ev (anbar)Ianna götürmeden sattıklarından dolayı dövülen
insanlar gördüm.[518]
Açıklama
Hadisten; Rasûlullah zamanında, satın
aldığı gıda maddesini evine götürmeden önce (kabzetmeden önce) satanların ceza
olarak dövüldükleri anlaşılmaktadır. Aslında önemli olan eve götürmek değil,
başka bir yere nakletmektir.
Süyutî; bu dövmenin muhtesip (zabıta)lar
tarafından gerçekleştiğini, alışveriş ve muamelelerde serî hükümlerin hilâfına
hareket edildiği için bu yola başvurulduğunu söyler.
Nevevî de bu hadisin; fasid yolla alışveriş
yapanları yetkili merciin cezalandırabileceğine delil olduğunu söyler. Verilecek
cezanın tayini yetkili merciye aittir. Hatta bedenî bir ceza da
verebilir.
Aym.hadisin şerhi olarak Kurtubî de şunları
söylemektedir: "Hadis, kabzedilmeden önce satılmalarının caiz olmayışı
bakımından götürü usulüyle olanla, ölçekle olan arasında fark olmadığını
söyleyenlere delildir. Yine bu, götürü yoluyla satın alanın malı nakletmesinin
kabz sayıldığının da delilidir. Kûfeli âlimlerle Şafiî, Ebû Sevr, Ahmed b.
Hanbel ve Dâvûd bu görüştedirler."
Şer'i
hükümlere aykırı davrananların dövülerek cezalandırılması pek yadırganmamalıdır.
Üstelik bu dövme ölesiye ya da sakat bırakasıya dövme değil, yaptıkları yanlış
işi düzeltmek için küçük çapta bir te'dibdir. Cezadan maksat, kinin tatmini
değil insanları aynı suçu işlemekten sakındırmaktır. Yani ceza caydırıcı
özelliği olan bir yaptırımdır. Şüphesiz bazen bu onur kırıcı da olabilir.
Aslında, kanunsuz bir davranıştan dolayı verilen her ceza onur kırıcıdır. Bu
ceza, ister para ister hapis isterse dövme cezası olsun; aralarında fark yoktur.
Onur sahibi için önemli olan, çarptırıldığı ceza değil, o suçu işlemiş
olmasıdır. Yani ceza, suçun simgesidir. O devirlerde dayak atılarak ceza vermek
âdeti varsa bu, onur kırıcılık açısından başka cezalardan farksızdır. Bu gün
bunun yadırganması, o yolla verilen bir cezanın bulunmamasından dolayıdır.
Hâkimin hükmü olmadan ceza verilmesi de yadırganmamalıdır. Kanun, bir fiilin
cezasını belirli sınırlar içerisinde vermeyi zabıtaya tammışsa bu normal
karşılanmalıdır. Nitekim birçok batı ülkesinde polis bazı cezalan vermek
yetkisine haizdir.[519]
3499... îbn Ömer
(r.anhüma)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Çarşıda zeytinyağı satın aldım. Malı elime
geçirince (akti kesin-leştirince) bir adam geldi ve çok iyi kâr verdi, (iyi bir
kârla satın almak istedi). Ben de adamın eline vurmak (yağı satmak) istedim. Ama
ardımdan birisi gömleğimi tuttu, döndüm baktım ki Zeyd b. Sabit! Şöyle
dedi:
Evine
götürmedikçe satın aldığın yerde satma. Rasûlullah (s.a); tüccarlar evlerine
götürmedikçe malların satın alındıkları yerde satılmalarını nehyetti.[520]
Açıklama
İbn Ömer'in, "Eline vurmak istedim" sözü,
malı satmaktan kinayedir. Çünkü bir alım satım akdi yaptıklarında müşteri ile
satıcının ellerini birbirlerine vurmaları Araplarda âdetti. Nitekim bizde de
buna benzer hareketler, "hayırlaşma" adı altında el sıkışıp kolları sallamak
suretiyle uygulanmaktadır.
Bu hadis, satın alman bir yiyecek
maddesinin kabzedilmiş sayılması için, alıcının evine veya deposuna götürmesinin
şart olduğunu gösterir. Ancak ravilerden Muhammed b. İshak pek sağlam
değildir.
66. Alışveriş Yaparken, 'Kandırma Yok" Diyen Adam
3500.. İbn Ömer
(r.anhüma)'den rivayet edildiğine göre;
Bir adam, Hz. Peygamber (s.a)'e
alışverişlerde aldatıldığını söyledi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a)
ona:
"Bir alışveriş yaptığın zaman 'aldatma
yokî'de" buyurdu.
Açıklama
Buharî'nin, Kitabu'l-İstikrâz'daki rivayeti
aynen buradaki gibidir.Müslim'in rivayetinde ise bu hadisin sonundaki
"aldatma yok" sözü, "zarara uğramak yok" şeklindedir.
Hz. Peygamber (ş.a)'e gelip alışverişlerde
aldatıldığından şikayet eden şahıs, meşhur olan görüşe göre Habbân b.
Münkız'dır. Bir görüşe göre ise Habbân'm babası Münkiz b. Amr'dır. Bu zât 130
yaşına basmıştı. Hz. Peygamberle bazı savaşlara katılmıştı. Bu savaşlarda
başından yaralanmış, aklî dengesini ve konuşma yeteğini kaybetmişti. Ama temyiz
kabiliyeti yerinde idi.
Bu zât, alışveriş yaparken aldandığı
gerekçesiyle Hz.Peygamber (s.a)'e başvurunca Efendimiz (s.a) kendisine; bir
alışveriş yapacağı zaman "dinde aldatma yok" demesini söyledi. O zat da ondan
sonra Rasûlullah'm dediğini yaptı. Böylece onunla alışveriş yapan müslüman, onun
ticaretten anlamadığını, fiatlara vâkıf olmadığını anlıyor ve onu kandırma
cihetine gitmiyordu.
Beyhakî'nin rivayetinde Hz. Peygamber
(s.a)'in Habbân'a; "Sonra sen, satın aldığın her malda üç gün muhayyersin"
buyurduğu ilâve edilmiştir. Böylece onun; malı satın alırken, "Kandırma yok"
dediği takdirde üç gün muhayyer olduğunu, isterse bu müddet zarfında yaptığı
akidden dönebileceğini bildirmiştir.
Âlimler bu haberde geçen hükmün sadece
Habbân b. Münkız'a mı mahsus, yoksa herkes için geçerli mi olduğu konusunda
ihtilâf etmişlerdir:
Hanefî ve Şâfiîlere göre; aldatılma,
yapılan bir alışverişi bozma sebebi değildir. Aldatma az olsun çok olsun hüküm
aynıdır. Bunlara göre Habbân hâdisesi bir vakıadır, bir halin hikâyesidir.
İbnü'l-Arabî, bu hükmün sahibine mahsus olup başkasma geçmediğini
söyler.
İmam Mâlik'e göre; hadisteki hüküm
geneldir.. Ticaretten anlamayan herkes için aldatıldığı takdirde akdi bozma
muhayyerliği vardır. Ahmed b. Hanbel de; fiatları bilmeyen, ticaretten anlamayan
kişinin akit esnasında "kandırma yok" demesi halinde fahiş bir biçimde
aldatılırsa akdi bozabileceğini söylemiştir. Bazı Hanbelîler aldatılmanın fahiş
oluşunu; malın kıymetinin üçte bir veya altıda bir fazasıyla
sınırlamışladır.
Hattâbî; fakihlerin ekserisine göre,
alışveriş yapanların aklı başında olup mahcur değillerse ve kendi rızaları ile
akdi yaparlarsa aldatmadan dolayı akdi bozamayacaklarını söyler.
Hanefîler bu hadisi kaynak göstererek,
alışverişlerdeki şart muhayyerliğinin caiz olduğuna hükmetmişlerdir.
Şart muhayyerliği: Alım satım akdi yapan
tarafların, akit esnasında, isterse akdi bozabileceklerini şart koşmalarıdır.
Eğer her iki taraf da muhayyerlik şartı koşmuşsa ikisi de muhayyer olur. Birisi
şart koşmuş öbürü de kabul etmişse, sadece şart koşan muhayyerdir.
İmam Ebû Hanîfe ve Züfer'e göre muhayyerlik
müddeti üç gündür. Çünkü hadisin bazı rivayetlerinde "üç gün" kaydı vardır. İmam
Şafiî de aynı görüştedir. Bir kimse üç günden fazla muhayyerlik şart koşar ve üç
gün içerisinde akdi kesinleştirirse yapılan alışveriş sahih olur.
İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre;
şart koşulan müddet malum olmak kaydıyla muhayyerlik süresinin sınırı
yoktur.
Muhayyerlik satıcıya ait olursa yaptıkları
akitle mal elinden çıkmaz. Fakat müşteriye ait olursa çıkar.
Kendisi için muhayyerlik şart koşulan kişi
muhayyerlik müddeti içerisinde isterse akdi fesheder, isterse kesinleştirir.
Feshederse bunu karşı tarafın yanında söylemelidir. Kesinleştirirse onun
gıyabında da yapabilir. Muhayyerlik müddeti içerisinde feshedilmezse, müddetin
bitimi ile akit kesinleşmiş olur. Muhayyerlik müşteriye ait olduğu takdirde,
malda akdi kesinleştirdiğine delâlet eden bir tasarrufta bulunursa bu
muhayyerliği sona erdirir.
İçerisinde şart muhayyerliği bulunan bir
alışveriş, kendisi için muhayyerlik şartı koşulmayan taraf açısından kesindir.
Onun, feshetme yetkisi yoktur.
Muhayyerlik şartı bizzat akit yapanlardan
birisi için koşulabileceği gibi üçüncü bir şahıs için de koşabilir. Yani meselâ
alıcı; "Falan adam 3 gün muhayyer olmak şartıyla bu malı satın aldım" diyebilir.
Bunu satıcı da kabul edince muhayyerlik o şahıs için olur.
Muhayyerlik şartı diğer üç mezhebe göre de caizdir. Her mezhep
içerisinde bazı ayrıntılarda farklılık olabilir.[523]
3501... Enes b.
Mâlik (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a) zamanında bir adam,
aklında noksanlık olduğu halde alışveriş yapardı. Ailesi Rasûlulah'a (s.a)
gelip:
Ey Allah'ın nebisi! Falana hacr koy, çünkü
o aklında noks'anlık olduğu halde alışveriş yapıyor, dediler.
Efendimiz adamı çağırıp alışveriş yapmasını
yasakladı. Adam:
Ya Rasûlallah, alışverişe dayanamam
(alışveriş yapmadan duramam), dedi. Bunuri üzerine Hz. Peygamber
(s.a):
“Eğer alışverişi terkedemiyorsan;
(alışveriş yaparken) al, 'ama aldatma yok ha' de" buyurdu.
Açıklama
Tirmizî bu hadis için, "Hasen, sahih garib"
demektedir. Bu hadiste konu edilen şahıs da Habbân b.Münkız'dır. Aslında bu
hadisle önceki aynı manayı ifade etmektedir. Ama bunda fazla olarak, hadisin
vüruduna sebep olan hâdise de anlatılmaktadır.
"Aklında noksanlık olduğu halde" diye
terceme ettiğimiz cümleciğinin, "dilinde kekemelik olduğu halde" manasına
gelmesi de muhtemeldir. Çünkü bazı rivayetlerde; Habbân'ın dilinin kusurlu
olduğu, bu yüzden "aldatma yok" manasındaki "lâ hılâbete" sözünü “lâ hızâbete"
şeklinde söylediği kaydedilmektedir. Önceki hadiste işaret edildiği gibi, bu
söz; Müslim'in Sahîh'inde "la hmâbete" şeklindedir.
terkibi, bazı âlimlerce "rey ve görüşünde
zayıftık var" şeklinde tefsir edilmiştir.
Hadisin sonundaki cümlesini "al ama aldatma
yok ha!" şeklinde terceme ettik. Bu cümledeki kelimeleri; Avnu'I-Ma'bûd'da;
"Alışveriş yapanlardan her birinin "ha" deyip, elindekini vermesi" veya "al,
ver" şekillerinde izah edilmiştir.
Hadisten anlaşıldığına göre; Habbân b.
Münkız'ın akrabaları onun alışverişte aldatıldığı gerekçesiyle Hz. Peygamber'e
başvurup tasarruflarını hac-retmesini istemişler; Rasûlullahadamı çağırıp,
alışveriş yapmamasını söylemiş, fakat onun "ben alışveriş yapmadan duramam"
şeklindeki beyanı üzerine, hacr koymamış, fakat bir şey alıp sattığında; "al,
ama aldatma yok ha!" demesini tenbih etmiştir.
Hz. Peygamber'in, Habbân'a hacr koymamasını
delil alarak, bazı âlimler, yetişkin birisinin hacr edilemeyeceği görüşüne
varmışlardır. Bunlar; "Eğer hacr caiz olsaydı, Hz. Peygamber ona hacr kor,
alışveriş yapmasını yasak-lardı"derler.
Hacr: Sözlükte menetmektir. Istılahta; bir
kimseyi sözlü tasarruftan menetmek, sözlü tasarruflarını geçersiz
saymaktır.
Yetişkinlere de sefeh halinde hacr
konulabileceğini söyleyenler ise aynı hadisi kendileri için delil saymışlar;
Habbân'ın ailesinin hacr için müracaatlarını, Efendimizin onu önce alışverişten
menetmesini, hacrin cevazına alâmet saymışlardır. Âlimlerin çoğunluğu ihtiyaç
halinde yetişkinlere de sefa-hetden dolayı hacr konulabileceği görüşündedirler.
Ancak hacr, hâkimden istenilmek suretiyle, onun kararı ile
konulabilir.
Hattâbi şöyle der:
"Yetişkin birisi eğer sefihse, malını telef
ediyorsa, çocuğa olduğu gibi ona da hacr konulması vaciptir. Bu hadis; Habbân b.
Münkız hakkında va-rid olmuş, fakat onun sefih olduğundan veya malını telef
ettiğinden bahsedilmemiştir. Ancak onun, alışverişlerde aldatıldığı bahis konusu
edilmiştir.Bir konuda aldatılan herkes hacr altına alınamaz. Hacrin bir sınırı
vardır. O sınıra varılmadan hacr konulamaz."
Deli, çocuk ve kölenin mal üzerindeki sözlü
tasarrufları geçersizdir. Bu konuda âlimler görüşbirliği halindedir. Sefeh veya
borçluluktan dolayı hacr uygulanıp uygulanamayacağı ise ihtilaflıdır.
Sefeh: Aklı başında, temyiz kudreti yerinde
olmasına rağmen malı üzerinde akıl, mantık ve ekonominin gereklerine göre
tasarrufta bulunamayanın halidir. Bu durumda olan kişiye de "sefih"
denilir.
Sefihler iki çeşittir:
a)
Çocukluğundan beri sefih olup, o şekilde buluğa
erenler: Aşağı yukarı âlimlerin tümü, bu durumda olanlara mallarının teslim
edilemeyeceği görüşündedirler. "Allah'ın geçiminize medar kıldığı mallarınızı
sefihlere vermeyin..."[525] mealindeki âyet buna delâlet etmektedir. Ancak Ebû Hanîfe'-ye
göre böyle birisi 25 yaşına kadar beklenir, o yaştan sonra akılca olgunluk
sağlayamasa bile malları kendisine teslim edilir.
Çoğunluğa göre ise, reşit olmadıkça bu
durumda olanların, sadece kendileri için "sırf faydalı" olan tasarrufları
geçerlidir.
b) Buluğa
erdikten sonra sefih olanlar: Bu durumda olanlar; Ebû Ha-nîfe ve İbrahim
en-Nehaî'ye göre hacr edilemezler. Çünkü bunların tasarrufları her ne kadar
mallarına zarar verebilirse de, hacr konulması kişiliklerine aykırıdır. İnsan
haysiyet ve hürriyetine aykırıdır.
Diğer mezhep imamları ile, Ebû Yusuf ve
Muhammed'e göre sefih hacr edilebilir. Hz. Peygamber (s.a)'in, Muaz b.Cebel'in
iflâsına karar vermesi, borçlanıp borçlarını ödeyemeyen birisi için müslümanları
yaFdıma teşvik etmesi ve yetmeyince onun borçlarını yüklenmesi bu görüşün
delilleridir.
Hacr; kişinin şahsiyetini rencide eder. Ama
sefih hacr edilmezse toplum zarar görür. Millî servet heder olur. Halbuki
toplumun menfaatları, kişinin menfaatlanndan üstün tutulur. İmam Muhammed'e
göre; hacrin başlaması için sefeh yeterlidir. Ayrıca hacr karan alınmasına gerek
yoktur. İmam Ebû Yusuf'a göre ise, sefih ancak hâkimin kararıyla hacr altına
alınabilir.
Dürrü'l-Muhtâr'daki ifadeye göre Hanefî
mezhebinde fetva verilen görüş, Ebû Yusuf ve Muhammed’in
görüşleridir.
Bedâiu's-Sanâi'cle; Ebû Hanîfe'ye göre
hacrin delilik, çocukluk ve kölelik olmak üzere üç sebebinin olduğu
zikredilmektedir. Ebû Yusuf, Muhammed, Şafiî ve âlimlerin çoğuna göre ise
sefahet, israf, zenginin borcunu ödemeyip savsaklaması, borçların mal varlığını
geçmesi, ticaret yoluyla malın yok olması, alacaklılardan başkası için borç
ikrarı hep hacr sebebidir. Bunlara göre; bir kimsenin malını bâtıl yerlerde
telef etmesi de hacra sebeptir.
Hadisin
ilk bölümünde belirtilen; alışveriş esnasında "aldatma yok" diyerek muhayyerlik
isteme meselesi önceki hadisin şerhinde geçmiştir.[526]
Bazı Hükümler
1. Sefihin
akrabaları hâkime müracaatla sefih için hacr koymasını
isteyebilirler.
2. Piyasayı bilmeyen, alım satımda
zarar etme endişesi olan kişinin akit esnasında kendisi için muhayyerlik şartı
koşması caizdir.[527]
67. Kapora Vermek
3502... Amrb.
Şuayb, dedesi (Abdullah b. Amrb. el-Âs)'nin şöyle dediğini rivayet
etmiştir:
Rasûlullah (s.a), kaporalı satıştan
nehyetti.
Malik
dedi ki: "Allah bilir, kanaatimize göre bu satış şöyle olur; Adam bir köle satın
alır veya hayvan kiralar. Sonrada; (satıcı veya kiralayana), malı veya kirayı
bırakırsam verdiğim senin olmak üzere sana bir dinar verdim (veriyorum), der.
"[528]
Açıklama
"Kapora vermek" diye terceme ettiğimiz
"urban"" alışveriş yapmrken uyguıanan bir usuldür. Bu mana; "arbun ve "urbûn"
kelimeleri ile de ifade edilir.
"Urban", hadisin ravisi İmam Mâlik
tarafından tefsir edilmiştir. İmam Mâlik'in Muvatta'daki izahı daha açıktır.
Orada şöyle demektedir: "- Allah bilir, kanaatimize göre- bunun izahı şudur:
Adam bir köle veya cariye satın alır, ya da bir hayvan kiralar. Sonra da satıcı
veya kiralayana; eğer malı ahrsam veya kiraladığım hayvana binersem kira ücreti
veya satış bedelinden sayılması, almazsam ya da kirayı bozarsam karşılıksız
olarak sende kalması şartıyla sana bir dinar veya bir dirhem veriyorum,
demesidir."
Görüldüğü gibi bu tarif bizim kapora
dediğimiz şeyin aynısıdır. Bu usule "urban" denmesine sebep, bu kelimenin ıslah
ve bozukluğu giderme manası ifade etmesidir.
Hadis açık bir surette kapora iie satışın
caiz olmayışına delildir. Hanefî, Şafiî ve Mâlikîlerin görüşü bu
istikamettededir. Bu yolla yapılan satışın fasid olmasına sebep, hem içerisinde
fasid bir şart hem de aldatmanın bulunmasıdır. Çünkü kaporayı veren kişi,
"Alırsam şöyle, almazsam böyle" gibi laflarla fasit bir şart
koşmuştur.
İsnadda görüldüğü üzere, İmam Mâlik hadisi
bizzat Amr b. Şu'ayb'tan işitmemiş, ondan kendisine ulaşmıştır. Bu yüzden
hadisin münkatı ve zayıf olduğu ileri sürülmüştür. Zürkânî bu iddiayı reddetmiş;
"Hadise munkatı' veya zayıftır diyenlere iltifat edilmez. Hiçbir surette onun
münkatı olduğu sözü sahih olmaz. Çünkü munkatı' hadis sahâbîden önce bir ravisi
düşen veya muttasıl olmayan hadistir. Bu ise muttasıldır, ancak içerisinde
bilinmeyen bir ravi vardır." demiştir.
Fasit olan kaporalı satış; "Eğer
alışverişten cayarsam verdiğim para sende kalsın" şeklinde olanıdır. Öyle
olmayıp da, "Önceden para verip, satışı ke-sinleştirirsem bunu bedelden düşeriz.
Ama almaktan vazgeçersem paramı alırım" derse bu caizdir. Bu durumda taraflardan
birisine muhayyerlik şartı tanınmıştır. Muhayyerlik şartı (hıyâru'ş-şart) nın
caiz olduğu daha önce geçmişti.
Sahâbîlerden Hz.Ömer ve oğlu Abdullah ile
müctehid imamlardan Ah-med b. HanbePe göre kaporah satış caizdir. Ahmed b.
Hanbel; üzerinde durduğumuz hadise munkatı' ve zayıf diye itiraz etmiştir. Bu
itiraza Zürkânî'-nin cevabını az önce aktardık. Abdürrezzak'm Zeyd b. Eslem'den
rivayet ettiği şu hadis de Ahmed b. Hanbel'in görüşünü destekler: "Zeyd b.
Eşlem; Rasûlullah'a kaporalı satışı sormuş, o da bunun helâl olduğunu
söylemiştir."
Aksi görüşte olan cumhur, Zeyd b. Eslem'in
bu rivayetine iki sebeple itiraz ederler:
1) Hadis
mürseldir,
2) İsnadında
İbrahim b. Yahya vardır, bu zat zayıftır.
Bir de bu
iki rivayette; ibaha ile yasak karşılaşmaktadır. Böyle durumlarda yasağı işaret
eden haber tercih edilir.[529]
68. Kişinin Yanında Olmayan Bir Şeyi Satması
3503... Hakîm b.
Hizâm'dan rivayet edildiğine göre o (Hz.Peygamber'e):
Ya Rasûlallah! Birisi bana geliyor ve
yanımda olmayan bir şeyi (satmamı) istiyor. Onu (ona satmak) için çarşıdan
alayım mı? dedi.Rasûlallah (s.a):
Açıklama
İbn Mâce'nin rivayetinde, haber bizzat
Hakîm b. Hizam'm ağzından "...dedim" şeklinde nakledilmiştir. Ayrıca orada;
Hakîm'in, "çarşıdan alayım mı?" sözü "Ona satayım mı?" şeklinde varid
olmuştur.
Hadis-i şerif; kişinin, mâliki olmadığı bir
malı satamayacağını gösterir. Avnü'l-Ma'bûd yazarının Şerhu's-Sünne'den
naklettiğine göre bu; ayn'm satışı ile ilgilidir. Vasıfları belli edilerek,
uyulması gerekli şartlara uyularak yapılan selemle ilgili değildir. Bilindiği
gibi selem akdi de kişinin elinde olmayan bir şeyi satmasıdır. Fakat birçok
hadiste bu akdin caiz olduğuna işaret edilmiştir. Onun için Hanefîler selem akdi
için; "Kıyasa aykırı olarak, istihsan-la caiz görülmüş bir alım satım şeklidir.
İstihsanın delili de hadistir" derler.
Bir kimsenin yanında olmayan bir şeyi
satmasına; kaybolan ve nerede olduğunu bilmediği bir hayvanı veya satın alıp
henüz kabzetmediği bir şeyi ya da başkasına ait bir malı satması misâl
gösterilmektedir. Bir kimsenin, mülkü olmayan bir malı satıp sonra onu piyasadan
satın alarak alıcıya teslim etmesi de kişinin yanında olmayan bir şeyi
satmasıdır.
Bir kimsenin, başka birine ait bir malı
satması Hanefîlere göre, mal sahibinin icazetine bağlı olarak sahihtir. Yani mal
sahibi bu satışı kabullenir, geçerli sayılmasını onaylarsa satış geçerli olur.
Kabul etmezse bâtıl olur. Bu satış şekline "beyu'l-fuzûlî= fuzûlînin satışı"
denilir. Fuzûlînin satışı, Hanbelî ve Mâlikîlere göre de caizdir. Şiâfiîlere
göre ise caiz değildir.
Fuzûlî'nin satışını caiz gördükleri için
Hanefîler, alım satım akdinin sahih olma şartlarını sayarken, "malın satıcının
mülkü olması" demezler; "kişinin kendisine nisbet ettiği satışta mala mâlik
olması gerekir" derler.
3504... Abdullah
b. Amr (r.a)'dan, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Borç
(para) verme şartıyla satış, bir satışta iki şart, dâmin olunmayan malın kârı ve
yanında olmayan bir şeyi satman helâl değildir.”[532]
Açıklama
Hz. Peygamber (s.a) bu hadiste dört tür
alışveriş şeklinin helâl sayılmadığını ifade etmiştir:
1- Karz (borç
verme) şartıyla satış: Bunun tasavvuru birkaç şekilde yapılmıştır:
a) Satıcı
alıcıya; "Bana şu kadar lira borç vermen şartıyla şu malımı sana sattım" der,
öbürü de kabul eder. Bu tasavvurda; satıcı, malını satmayı alıcının kendisine
borç para vermesi şartına bağlamıştır.
b) Birisinin,
başkasına borç para verip, sanra da ona bir malını kıymetinden daha pahalıya
satmasıdır. Sanki borç vermeyi, malını değerinden fazlaya satın alma şartına
bağlamıştır. Bu yolla bir satış caiz değildir. Çünkü menfaat temin eden her
türlü borç vermeler faiz sayılır. Bu Hz. Peygamber'in hadisi ile
sabittir.
Bu iki tasarrufa göre; hadis metnindeki
"selef" kelimesi "borç vermek (karz)" manasınadır.
c) Hadisteki
"selef" kelimesi; selem manasınadır. Selemin parayı peşin verip malı daha
sonraki bîr zamanda almak üzere yapılan bir alışveriş şekli olduğu daha önce
geçmişti.
Buna göre hadisin manası şöyle anlaşılır:
Birisi, bir başkasına peşin para vererek bir malda selem yapar, arkasından da;
"Eğer vade dolunca bana teslim edeceğin malı hazırlamazsan o malı sana şu kadara
sattım" der. Bu şekildeki muamele de, selem şartıyla satıştır.
Bu tasavvurlarda belirtilen satışların her
üçü de helâl değildir.
2- Bir satışta
iki şart: Bu yolla satış iki şekilde tasavvur edilmektedir:
a) Satıcının,
malını; "peşin olursa şu kadara, vadeli olursa şu kadara" diyerek satmasıdır. Bu
tasavvur; alışverişlerde şart koşulmasının hiçbir surette caiz olmadığı
görüşünde olan cumhur ulemaya göredir. Fiatlardan birisi kesinleştirilmeden bu
şekildeki bir satış, iki şart taşıyan bir satıştır. İçerisinde hem bedel meçhul,
hem de aldatma olduğu için caiz değildir.
Âlimlerin çoğunluğu, satış esnasında
koşulan tek şartın da akdi ifsad ettiği görüşündedirler. Bir hadiste
Efendimizin; içerisinde şart bulunan satışı yasak ettiği
görülmektedir.
b) Alışverişte
tek şartın caiz olduğu görüşünde olanlara göre; bu hadiste söz konusu edilen
mesele şöyledir:
Bir kimse birisine; meselâ, kumaş satar ve
onu dikmeyi ve boyamayı da taahhüt eder. Böylece kumaş satımının içerisinde
dikmek ve boyamak da şart koşulmuş olur. Bu görüşe göre satıcı, boyamak ve
dikmekten sadece birini şart koşarsa bu satış caizdir. Ahmed b. Hanbel'in
mezhebi bu istikamettedir.
Hattâbî; satış içerisinde bir şart
bulunmasıyla iki şart bulunması arasında fark görmez. Çünkü bu şekildeki bir
şartın akdi ifsad etmesine sebep, satılan malın esas fiatımn tam bilinmemesidir.
Zira belirlenen fiatın bir kısmı; boyama ya da dikme ücretidir, ama bunun
mikdarı belli değildir. Dolayısıyla esâs malın fiatı da belli olmamaktadır.
Alışverişlerde fiat belli olmayınca, akit fasid olur.
Alışverişlerdeki şartlar çeşitlidir.
Bunların bir kısmı akde zarar verir, bir kısmı zarar vermez. O konu bundan
sonraki hadiste ele alınacaktır.
3- Dâmin
olunmayan bir malın kârı; riskine katlanılmayan kâr: Sarihler bunu; "satın
alınıp daha teslim alınmadan bir başkasına satılan maldan elde edilen kâr"
olarak açıklamaktadırlar. Bu yolla satılan bir maldan elde edilen kârın helâl
olmayışına sebep; malın, kâr eden kişinin sorumluluğu altına hiç girmemesidir.
Çünkü, ilk satıcı malı teslim etmediğine göre, sorumluluğu hâlâ kendisindedir.
Dolayısıyla mal daha alıcıya teslim edilmeden önce telef olsa, satıcının malı
telef olmuş olur. Müşteri bundan hiçbir zarar görmez. İşte bu yüzden, bir
kimsenin satın alıp da daha kabzetmediği bir malı başkasına satması caiz
değildir. Bu konu daha önce işlenmişti.
4- Kişinin
yanında olmayan bir şeyi satması da caiz değildir. Bu konu da, önceki hadisinin
şerhinde işlenmiştir.
Demek oluyor ki, Hz. Peygamber (s.a) bu
hadisinde;
1- Karz şartıyla
yapılan satışın,
2- İçerisinde
iki şart bulunan satışın,
3- Riski
yüklenilmeyen bir malın satışından elde edilen kârın,
69. Alışverişte Koşulan Şart
3505... Câbir b.
Abdullah (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Onu -devesini kastediyor-
Rasûlullah (s.a)'a sattım, fakat ailemin yanına varıncaya kadar üzerine yük
yüklemeyi şart koştum. -Ravi hadisin sonunda şöyle der-: (Rasûlullah (s.a)
Medine'ye gelince;)
“Deveni
alıp götürmek için mi akid yaptığımı zannediyorsun? Deveni de, parasını da al,
onların ikisi de senin" buyurdu. [534]
Açıklama
Hadisin diğer kaynaklardaki rivayeti
buradakinden daha uzun ve oldukça farklıdır. Buharî'nin bir rivayeti ile
Müslim'in rivayetinde Hz. Peygamber'in, deveyi bir ûkıyye gümüşe, İbn Mâce'-nin
rivayetinde ise 20 dinar altına satın aldığı söylenmektedir. Ayrıca Buha-rî ve
Müslim'in rivayetlerinde; devenin geride kaldığı, Rasûlullah'ın Câbir'-ın yanına
gelerek deveye bir kamış vurup onu hareketlendirdiği kaydedilir.
Rivayetlerin bir kısmında bulunup bir
kısmında bulunmayan başka şeyler de var; ancak biz bunların hepsini aktaracak
değiliz. Arzu eden hadisin tah-ricinde işaret ettiğimiz yerlere bakıp,
rivayetler arasındaki farkı görebilir.
Hadiste açıkça görülen konu; Câbir b.
Abdullah'ın devesini satıp, Medine'ye kadar yükünü yüklemeyi şart koştuğu ve Hz.
Peygamber Efendimizin buna razı olduğudur. Bu hal; hadisin, şartlı satışı yasak
eden hadislerle çelişkisine sebep olmaktadır.
Hattâbî; bu hadisteki şartı, Rasûlullah'ın
kabulünü ve Medine'ye varınca hem deveyi hem de parayı iade etmesini şu
ihtimallerle izah eder:
"Hadisin rivayetleri arasında oldukça fark
var; Şu'be'nin Muğîre'den, onun Şa'bî'den ve Şa'bî'nin de Câbir'den rivayet
ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a); satın aldığı deveyi Medine'ye kadar Câbir'e
iâreten (iğreti olarak) vermiştir. Bu rivayetin lafzı şu şekildedir: "Ben devemi
Hz. Peygam-ber'e sattım, o da Medine'ye kadar yük taşımam için bana iare olarak
verdi." Bu; devenin satışı esnasında şartın bulunmadığını gösterir. Ayrıca,
Câ-bir'in deveye yük yüklemesinin Hz. Peygamber'in ona bir va'di olabilir. Akid
esnasında şart koşulmamışsa, sonradan yapılan vaadlerin akde hiçbir zararı
dokunmaz. Hadisin; satışta şart varmış gibi rivayet edilmesine sebep, Hz.
Peygamber'in deveyi iare olarak vermeyi va'detmesidir. Efendimizin va'di-ne
muhalefeti düşünülemeyeceği için, sanki o şart yerine geçmiştir. Üstelik
Câbir'in bu deve satma hâdisesi düşünüldüğünde; Hz. Peygamber'in, alışverişte
gözetilecek şartlara riayet etmediği görülür. Meselâ, malın teslim ve tesellümü
gerçekleştirilmemiştir. Rasûlullah'ın bu muameleden maksadı Câbir'in devesini
almak değil, ona yardımcı olmak, ona menfaat sağlamaktı. Deve alışverişini bu
maksadına kalkan etmiştir. Onun için işi pek sıkı tutmamıştır. Medine'ye varınca
hem deveyi hem de parayı verince; "Sen, deveni alıp götürmek için mi alışveriş
yaptığımı zannediyorsun?" buyurması da bunu gösterir."
Hattâbî, bu sözleriyle; hadisin akit
esnasında koşulan şartların muteber olduğuna delil sayılamayacağına işaret
ettikten sonra, içerisinde şart bulunan satışlar konusundaki görüşleri
verir.
Şimdi de satış esnasında ortaya atılan
şartlarla ilgili görüşlere geçelim. Tafsilata girmeden önce, mezheplerin satış
esnasında koşulan şartla ilgili görüşlerini topluca verelim, sonra da Hanefî
mezhebine göre bazı ayrıntıları ele alalım:
Hattâbî'nin belirttiğine göre; akid esnasında koşulan şart; Hanefî
ve Şâfiîlere göre akçiin bâtıl -ya da fasid- olmasını gerektirir. Hanbelîlerde;
şart da, akid de sahihtir. Mâlikîlcr, şartın sağladığı faydaya itibar ederler.
Fayda fazla ise akidde şart koşulması mekruh, az ise caizdir. Mesela, bir
hayvanını satan kişi, kısa bir mesafeye kadar binmeyi şart koşarsa bu satış ve
şart caizdir. Uzak bir mesafeye kadar binmeyi şart koşarsa mekruhtur.[535]
Alışverişteki Şartlar:
a) Akde
başlamadan önce veya akdin bitiminden sonra koşulabilir.Eğer alışveriş akdi, bu
şarta bağlanmazsa akid sahihtir. Bu şart mücerred bir va'd mahiyetindedir. Ali
Haydar, Mecelle'nin 189. maddesini şerhederken şöyle der: "Bilinmelidir ki,
akidden sonra koşulan şart, akdi ifsad eden şarta ilhak edilerek alışverişi
ifsad etmez... Nitekim, taraflar akidden önce fasid şartı zikrettikleri halde,
akid esnasında zikretmeyerek satışı yaparlarsa, bu akid şart üzerine bina
edilmedikçe fasid olmaz."
b) Alım satım
akdi yapılırken koşulabilir. Bu şekilde yapılan alışverişleri fakihler üç kısma
ayırırlar:
I- Hem şart
muteber olur, hem de alışveriş sahihtir.
II- Şart
geçersiz, alışveriş sahihtir.
III- Alışveriş
fasiddir.
Şimdi sırayla bu şıkları ele
alalım:
I- Alım satım
akdinin gereği olan, yani şart koşulmasa bile satış sebebiyle lâzım olan şartla;
akid sahih, şart muteber olur. Meselâ, satıcının parayı alıncaya kadar malı
elinde tutmayı şart koşması bu kabildendir.
Alım satım akdinin gereğini te'yid eden
şartla da akid sahih, şart geçerlidir. Satıcının, alacağına karşılık rehin veya
kefil istemesi gibi.
Alım satım akdinin gereği olmasa veya onun
gereğini te'yid etmese bile, halk arasında umumi Örf halini alan şartlar da
istihsânen muteber görülmüş ve bu şartın alım satım akdini ifsad etmeyeceği
kabul edilmiştir. Penceresine cam satın alan kişinin, satıcının camı takmasını
şart koşması; kömür alanın, kömürün eve taşınmasını şart koşması bunun
misâllerindendir. Mecelle'nin 186, 187 ve 188. maddeleri bu konuda
düzenlenmiştir.
II- Taraflardan
hiçbirisine menfaat sağlamayan bir şartla yapılan alım satım akdi sahihtir.
Fakat şarta itibar edilmez. Yani şart fasiddir. Bir kimsenin, başkasına satmamak
veya otlakta otlatmamak şartıyla bir hayvanı satması bu türdendir. Mecelle'nin
189. maddesi bu şartla ilgilidir.
III- Alım satım
akdini ifsad eden şartlar:
Ali Haydar Efendi; alım satım akdini ifsad
eden şartları dört maddede toplamıştır:
1) Akdin gereği
olmayan, örf halini almamış, esasen meşru olmayan, akdin gereğini teyid etmeyen,
ama taraflardan birisine menfaat sağlayan şart. Bu şartla yapılan bir alım satım
akdi fasiddir.
Meselâ, müşterinin satıcıya borç para
vermesi, bir şey hibe etmesi gibi bir şartla yapılan satış bu türdendir. Bu
hadiste söz konusu edilen deve satışı da bu şıkka girer.
2) Bulunmasında
garar (aldanma) ihtimali olan, başka bir deyişle bulunup bulunmadığı tam olarak
tesbit edilemeyen şart. Hayvanın gebe olması şartıyla satılması
böyledir.
3) Ayn olan bir
mal veya ayn olan bir semen (bedel)de, vadenin şart koşulması. Bir kimsenin; "Şu
katırımı şu beş kile buğday karşılığında bir ay veresiye olmak üzere sana
sattım" deyip, müşterinin de kabul etmesi buna misâldir.
4) Alışverişte
daimî bir muhayyerlik veya fahiş bir cehaletle bilinmeyen bir zamana kadar
muhayyer olmak şartıyla yapılan alım satım akdi. Alıcı veya satıcıya ömrünün
sonuna kadar, ya da birkaç aylığına veya rüzgâr esin-ceye kadar akdi feshetme
şartı koşularak yapılan alım satım akdi de bu şıkkın misâlidir.
Şart muhayyerliği, müddet itibariyle dört
çeşittir:
a) Muhayyerlik
mutlak olur. Yani bir zamanla kayıtlanmadan, "Benim muhayyerlik hakkım var"
demek.
b) Şart ebedi
olur. "Ölünceye kadar muhayyer olmam şartıyla sattım" demek gibi.
c) Muhayyerlik
müddeti bilinmez. Yukarıdaki misâlde olduğu gibi, birkaç ay muhayyer olmayı şart
koşmak.
Bu üç şıkta bildirilen şekillerdeki bir
şart akdi ifsad eder.
d) Belli bir
vakit müddetince muhayyer olmak şartıyla satış. Meselâ, Haziranının 15'ine kadar
muhayyerim" demek gibi.Bu şartla yapılan alım satım akdi sahihtir.
Alım satım akdi esnasında şart koşulan
şeyin akdi ifsad edip etmemesi konusunda verdiğimiz bilgiler, çerçeve
bilgilerdir. Fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerinde çok geniş izahat vardır.
İsteyen oralara başvurabilir.
Bu konuya Hattâbî'nin Abdü'l-Vâris b.
Saîd'den rivayet ettiği bir hâdiseyi aktararak son vermek istiyoruz:
Abdü'l-Vâris şöyle anlatır:
"Mekke'ye gitmiştim. Ebû Hanîfe, İbn Ebî
Leylâ ve ibn Şübrüme'yi orada buldum.
Ebû Hanîfe'ye; bir şart koşarak mal
satmanın hükmünü sordum.
Satış da, şart da bâtıldır,
dedi.
Sonra İbn Ebî Leylâ'ya gidip, aynısını ona
da sordum.
Satış caiz, şart bâtıl, karşılığını verdi.
Daha sonra da İbn Şübrüme'ye gittim, ona da sordum. O ise:
Şart da satış da caizdir, dedi.
Şaştım, fesübhanallah! dedim. Üçü de Irak
fakihi; bir meselede ihtilâf halindeler. Tekrar Ebû Hanîfe'ye gelip olanları
anlattım.
Ben onların dediklerini bilmem. Amr b.
Şu'ayb bana, babası vasıtasıyla dedesinden; Rasûlullah'ın şartlı alışverişten
nehyettiğini rivayet etti. Onun için satış da şart da bâtıldır, dedi.
İbn Ebî Leylâ'ya gelip, olanları ona da
anlattım. O da şu karşılığı verdi:
Onların ne dediklerini bilmem; Hişâm b.
Urve, bana babası vasıtasiy-îa Hz. Âişe (r.anha)'nm şöyle dediğini haber verdi:
Rasûlullah (s.a) bana Berîre'yi satın alıp azad etmemi emretti ve, "Velâyı
ailesi için şart koş" buyurdu. Demek ki,^atış caiz, şart bâtıldır.
Bu sefer de İbn Şübrüme'ye gidip, olanları
anlattım,
Ötekilerin dediklerini ben bilmem. Bana
Mis'ar b. Kedâm, Muhârib b. Dîsâr vasıtasıyla Câbir b. Abdullah'ın şöyle
dediğini haber verdi: "Ra-sûllullah (s.a)'a bir deve sattım. Benim Medine'ye
kadar yük yüklememi şart koştum." O halde şart da satış da caizdir,
dedi."
Bu hâdise
gösteriyor ki, şartlı satışlar konusundaki farklı görüşlerin her birinin
dayandığı bir delil mevcuttur. Şüphesiz birbirleri ile çelişkili gibi görünen bu
hadislerin te'lifi yapılmıştır. Nitekim bunlara, hadis izah edilirken temas
edilmiştir.[536]
70. Kölenin Sorumluluğu
3506... Ukbe b.
Âmir (r.a.)'den, Rasûllullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir.
3507... Harun b.
Abdullah, Abdu's-Samed'den, Abdu's-Samed Hemmâm'den, o da Katâde'den önceki
hadisi aynı isnad ve aynı mana ile rivayet etti. Hemmâm (rivayetinde) şunları da
ilâve etti:
Eğer üç gün [gece] içerisinde bir hastalık
görürse, her hangi bir delil gerekmeden geri verilir. Ama üç gün geçtikten sonra
bir hastalık bulursa, köleyi satın aldığında o hastalığın bulunduğuna dair delil
getirmesi istenir.
Açıklama
Münzirî, hadisin munkatı olduğunu, çünkü
el-Hasen'in Ukbe'den hadis işitmesinin gerçek olmadığını söyler.
Hadisteki; "Kölenin sorumluluğu"ndan
maksadın ne olduğunu Katâ-de açıklamıştır. Buna göre; bir mal satın alan kişi,
üç gün içerisinde malda bir ayıp görürse, herhangi bir delile ihtiyaç duymadan,
malı iade eder ve verdiği parayı alır. Ama üç gün geçtikten sonra aybı
farkederse, satın aldığı zaman o aybın malda mevcut olduğunu isbat etmesi
gerekir.
Konu mezhepler arasında
ihtilaflıdır.
İmanı Mâlik, bu hadiste belirtilen görüşü
benimsemiştir.
Şafiî ve Hanefîlere göre; müşterinin iddia
ettiği ayıp, satın aldığı andan sonra meydana gelmesi mümkün olmayan cinsten bir
ayıpsa, hiçbir delile ihtiyaç duyulmadan satıcıya geri verilir. Fakat, satın
aldıktan sonra meydana gelmesi mümkün ise delil istenir; getirirse geri verip
parasını alır, getiremezse, satıcıya kendi yanında iken o ayıbın bulunmadığına
dair yemin verdirilir. Yemin ederse mal iade edilmez, yemin etmezse iade
edilir.
Alımed b. Hanbel de bu hadisi zayıf
saymakta ve şöyle demektedir: "Uhde konusunda bir hadis sabit değildir. Âlimler
el-Hasen'in Ukbe b. Âmir'-den bir şey işitmediğini söylerler. Hadis şüphelidir.
Bir seferinde Semüre'den, bir seferinde ise Ukbe'den rivayet
edilmiştir." -
Tehânevî, İ'lâü's-Sünen'de; hadisin
şeriatin bilinen usullerine aykırı düşmeyecek bir şekilde te'vil edilmesi
gerektiğine işaret ederek şöyle der:
"Müşteri
malda bir ayıbın bulunduğunu iddia eder, satıcı da bu ayıbın kendi yanında iken
varlığını kabul ederse, mal satıcıya geri verilir. Bu iddia üç günden sonra
olsun, üç gün içinde olsun eşittir. Bu durumda üç gün, dört gün veya daha
fazlası arasında fark yoktur. Eğer satıcı, alıcının iddiasını inkâr eder, fakat
alıcı iddiasını beyyine ile isbat ederse beyyinesi kabul edilir ve mal satıcıya
geri verilir. Bû durumda da ayıbın üç gün içinde veya daha sonra anlaşılması
eşittir. Eğer alıcı delil getiremezse, satıcıya yemin verdirilir. Yemin ederse
mal iade edilmez. Yeminden kaçınırsa kaçınması sebebiyle mal iade edilir. Bu
durumlarda da üç gün veya daha fazlası arasında fark yoktur. Muhakemenin hükmü
işte budur. Ama Rasûlullah (s.a): "Müşteri üç gün içerisinde malda bir ayıbın
bulunduğunu iddia ederse, satıcının bir fazilet olarak bunu kabul etmesi
gerekir. Ama delil yoksa kabul etmesi şart değildir. Üç günden sonra ayıp iddia
ederse, beyyine getirmesi istenmez. Çünkü beyyine olmadan malın iadesini mecbur
etsek bu satıcıya zarar verir." demeyi murad etmiştir. Bize göre hadis böyle
anlaşılmalıdır."[539]
71. Bir Köle Satın Alıp Kullanan, Sonra Onda Bir Ayıp Bulan Kişi Hakkındaki Hadisler
3508... Âişe
(r.anha)'den, Rasûlullah (s.a.)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
3509... Mahled
[b.Hıfâf] el-Gıfârî şöyle der:
Benim
başkaları ile ortak bir kölem vardı. Ortakların biri yokken köleyi çalıştırdım;
bana bir miktar gelir getirdi. Bulunmayan ortak, kendi hissesinden dolayı beni
bir kadıya şikâyet etti. Kadı, geliri vermemi emretti. Urve b. Zübeyr'e gelip
hâdiseyi anlattım. Urve de kadıya gidip; Hz.Âişe (r.anha)'den naklen Rasûlullah
(s.a.)'ın; "Menfaat, sorumluluk karşılığındadir" buyurduğunu haber
verdi.[541]
3510... Hz. Âişe
(r.anha)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir adam, bir köle satın aldı. Köleyi
Allah'ın dilediği kadar (bir müddet) elinde tuttu. Sonra onda bir kusur buldu.
Meseleyi Hz. Peygamber (s.a)'e arzetti. Efendimiz de; köleyi satıcıya iade etti.
Satıcı:
Ya Râsulallah, kölemi çalıştırdı (sırtından
kazanç sağladı), dedi.Rasûlullah (s.a.):
"Menfaat, sorumluluk (külfet)
karşılığındadır." buyurdu.
Açıklama
Bu üç hadiste Hz. Peygamber (s.a)'e ait
olan bölüm; "Menfaat, sorumluluk karşılığıdır" cümlesidir. Üçüncü rivayette
hadisin vürud sebebi de görülmektedir.
Harâc; gelir, menfaat manalarına gelir.
Mü'minûn sûresinin 72. âyetinde de aynı manada kullanılmıştır. el-Eşbâh'da;
herşeyin gelirinin haraç olduğu söylenir. Ağacın meyvesi, hayvanın nesli
gibi.
Daman: "Sorumluluk, külfet, kefalet, risk"
karşihğındadır.
Hadis-i şerifte, Rasûlullah (s.a)
Efendimiz; bir malın sorumluluğu kime aitse, gelirinin de ona ait olduğunu ifade
etmiştir.
İslâm fıkhının külli kaidelerinden olan
"menfaat sorumluluğa göredir" kaidesi üzerine birçok mesele bina edilmiştir.
Meselâ: Bir kimse bir hayvan satın alıp onu kullansa ve gelir sağlasa, sonra da
satıcının elinde iken var olan bir ayıba muttali olsa malı iade edip parasını
geri alır. Mal elinde olduğu müddetçe elde ettiği gelir de kendisine aittir.
Çünkü mal müşterinin elinde kaldığı müddetçe sorumluluk ona aittir. O zaman
zarfında mal telef olsa müşteriden gider.
Hattâbî şöyle der:
"Gelir (menfaat), sorumluluk
karşıhğındadır, sözünün manası şudur: Satın alınan mal, geliri olan cinstense,
malın aslına malik olan, -aslın sorumluluğunu taşıyan- sorumluluğu sebebiyle
gelire de sahip olur. Bir kimse bir tarla satın alıp, ürün elde etse, bir hayvan
alsa ve hayvanı yavrulatsa, veya, bir hayvan alıp binse, ya da köle alıp
çalıştırsa sonra da aldığı malda bir ayıp (kusur) bulsa, malı iade edebilir. O
maldan menfaatlenmesine karşılık bir şey vermesi gerekmez. Çünkü akid zamanı ile
fesih zamanı arasında mal telef olsa, müşteriden gider. O halde, gelirinin de
müşterinin hakkı olması gerekir. Bu meselede âlimler ihtilâf
etmişlerdir:
İmam Şafiî; müşterinin elinde meydana gelen
gelir ve hayvanın yavrusunun müşteriye ait olduğunu, mal satıcıya iade
edilecekse, bunların geri verilmeyeceğini söyler.
Hanefîlere göre; satın alınan mal hayvan
olur, müşteri sağarsa veya ağaç olur müşteri meyvesini yerse, müşterinin malı
iade edip de parayı alma hakkı yoktur. Bahçe, binek hayvanı ve kölenin ise
geliri müşteriye aittir ve ayıp sebebiyle iade edilebilir.
İmam Mâlik de, hayvanların yün ve kılları
konusunda; bunlar müşteriye aittir. Hayvan ayıplı ise satıcıya iade edilir, yünü
müşteride kalır, yavrusu varsa o da annesiyle birlikte verilir,
der..."
İmam Buharî; hadisin münker olduğunu,
Mahled b. Hıfâf'dan, bundan başka hadis rivayet edilmediğini söyler.
Biraz önce de ifade ettiğimiz gibi bu.hadis
İslâm hukukunun temel prensiplerinden, küllî kaidelerinden birisi olmuştur. İbn
Nüceym'in el-Eşbâh ve'n-Nezâir'indeki küllî kaidelerin onuncusu bu kaidedir, jbn
Nüceym; Fahru'l-Islâm Pezdevî'nin; "Bu hadis cevamiu'I-kelim'dendir, mana olarak
nakli caiz değildir" dediğini söyler. İbn Nüceym, Hanefîlerin bu kaide ile
ilgili görüşlerini şu sözleri ile özetler:
"Ashabımız ayıp muhayyerliği (hıyâr-ı ayb)
konusunda şöyle derler: Asıl maldan doğmayan, ondan ayrı olan ziyade ayıp
sebebiyle malın iadesine engel değildir. Kazanç ve ürün buna
misâldir..."
Süyutî'nin, el-Eşbâh'ının 11. kaidesi,
Mecelle'nin de 85. maddesi bu hadisten istifade ile düzenlenmiştir. Mecelle'nin
85. maddesi şu şekildedir: "Bir şeyin nefî (kâr ve faidesi) damanı
mukabelesindedir. Yani, bir şey telef olduğu takdirde hasarı kime ait ise ânın
damânında dimek olup, ol kimsenin bu vecihle damanı ol şey ile intifâa mukabil
olur. Meselâ, hıyâr-ı ayb ile red-dolunan hayvanı müşteri kullanmış olmasından
dolayı bayi' ücret alamaz. Zira, kablerred telef olaydı hasarı müşteriye ait
olacaktı."
Ali Haydar; bu maddenin şerhinde şöyle
demektedir: "Bu madde sahih hadisinden alınmıştır. Fahrü'l-İslâm'ın Usûl'ünde
zikredildiği üzere, mezkûr hadis çok geniş manalar ihtiva eden, özlü
sözlerdendir. Onun için mana olarak nakli caiz değildir.
Harâc: İnsanın mülkünden çıkan yani hasıl
olan şeydir. Meselâ hayvanın sütü, yavrusu, icar bedeli, tarlanın mahsulü gibi
şeylerdir. Damandan maksat da mü'net (külfet) dir. Yani hayvanın beslenmesi,
taşınmaz malların tamiri için gereken masraftır. Yani bir hayvanın menfaati
kendisinindir. Çünkü o hayvan onun damâmndadır.
Bu hadis-i şerif, menfaat mukabilinde
bulunan her zararda darb-ı mesel olmuştur..."
Ali
Haydar'm madde üzerindeki izahları devam etmektedir. Sözü uzatacağı için biz bu
kadarla yetiniyoruz.[543]
72. Satılan Mal Elde Mevcut Olduğu Halöe Alıcı Ve Satıcının İhtilâf Etmeleri
3511... Abdurrahman b. Kays b. Muhammed
b. El-Eş’as,[544] babası kanalıyla, dedesinin şöyle dediğini haber
vermiştir:
Es’aş, Abdullah (b. Mes’ud)’dan, yirmi bin
dirheme, beşte bir (ganimet) kölelerinden birkaç köle satın aldı.Abdullah,
Es’aş’a kölelerin parasının istemek üzere (birisini) gönderdi.Es’aş:
Ben onları on bin dirheme aldım,
edi.(Abdullah ise yirmi bin dirhem istemişti)
Bunun üzerine Abdullah:
Aramızda hakemlik yapacak birini seç,
dedi.,
Es’aş:
Aramızda hakem sensin, dedi.
Abdullah şöyle dedi.
Ben
Resulullah (s.a.)’ı şöyle buyururken işittim: “Alıcı ile satıcı ihtilaf ettkleri
zaman, söz mal sahibinin sözüdür.Ya da alış verişi feshederler.”[545]
3512... Bize
Abdullah b. Muhammed en-Nüfeyli haber verdi, bize Hüşeym haber verdi, bize İbn
Ebi Leyla, Kasım b. Abdurrahman’dan rivayet etti. O da babasından haber verdi
ki:
İbn
Mes’ud, Es’aş b. Kays’a köleler sattı...Ravi önceki hadisin manasının
zikretti.Söz (hadisin birisinde) artıyor, (öbüründe) eksiliyor.[546]
Açıklama
Hadis-i şerif; satıcı ile alıcının fiat
konusunda ihtilafa düşmeleri halinde içlerinden birisinin beyyinesi yoksa
satıcının sözünün muteber olduğuna delalet etmektedir.Taraflar buna razı
olmazlarsa akdi feshederler.
Alimler bu meselenin hükmünde ihtilaf
etmişlerdir.Hattabi’nin bildirdiğine göre:
İmanı Şafiî ve İmam Mâlik'e göre; satıcıya:
''Malını dediğin fi ata sattığına yemin et" denilir. Yemin ederse, alıcıya: "Ya
satıcının dediği fiata al, ya da malı dediğin fiattan aldığına yemin et"
denilir. Yemin ederse, mal sa-Trcryariade edilir, alıcının da herhangi bir şey
vermesi gerekmez. İmam Şafiî, malın elde mevcm-elması ile telef olmuş olmasını
bir tutar. Telef olmuşsa malın kıymeti takdir edilir ve müşterLo kıymeti verir.
Hanefîlerden İmam Muhammed de aynı görüştedir.
Nehaî, Evzaî, Sevrî, Ebû Hanîfe ve Ebû
Yusuf'a göre; mal telef edilmiş ise, müşteriye yemin ettirilir ve onun sözü
kabul edilir. Malın telef edilmesi halinde İmam Mâlik'in sözü de bu görüşe
yakındır.
Hattâbî'nin konu ile ilgili verdiği malumat
oldukça kısadır. Alıcı ile satıcının ihtilâf etmeleri halinde verilecek hüküm
Hanefî fıkıh kitaplarından ümaktadır:
"Alıcı ve satıcı ihtilâfa düşseler; müşteri
bir Hat,satıcı da daha fazlasını iddia etse, veya satıcı maldaki bir kusuru
itiraf etse alıcı ise kusurun daha fazla olduğunu iddia etse ve taraflardan
birisi iddiasını isbat için delil getirse, fazlalığı isbat eden delil daha
üstündür. Eğer hem malda hem de fiatta ihtilâf ederlerse; fiat konusunda
satıcının beyyinesi, mal konusunda ise alıcının beyyinesi kabul edilir. Her
ikisi de iddiasını isbat edecek bir beyyine getiremezse, müşteriye; satıcının
iddia ettiği fiata razı ol, aksi halde akdi feshederiz denir. Mal konusunda da
satıcıya; ya alıcının iddia ettiği malı teslim et ya da-akdi-feshederiz-denilir.
Bu olmazlarsa hâkim, taraflar
müşteriden başlar. Alışveriş malı mala veya
parayı paraya satmak şeklinde olmuşsa, hâkim yemin verirken istediğinden başlar.
Eğer her ikisi de yemin ederse, hâkim akdi fesheder. Birisi yeminden kaçınırsa,
karşı tarafın lehine hükmeder.
Alıcı ve satıcı vade konusunda veya
muhayyerlik şartının bulunup bulunmadığında ya da paranın bir kısmının teslimi
konusunda ihtilâf ederlerse aralarında karşılıklı yeminleşme olmaz. (Hiçbirisi
beyyine getiremezse) muhayyerliği ve vadeyi inkâr edenin sözü, yemin verilerek
kabul edilir. Mal kendi kendine telef olur ve sonra ihtilâf çıkarsa; Ebû Hanîfe
ve Ebû Yusuf'a göre taraflara yemin verdirilmez, müşterinin iddiası kabul
edilir. İmam Muham-med'e göre ise her iki tarafa da yemin ettirilir ve telef
olan malın kıymeti verilerek akid feshedilir. Bu; Şafiî'nin de;
görüşüdür."
Alım
satım akidlerinde taraflar arasında ihtilâf çıktığı zaman, başvurulacak genel
bir kaide vardır. Buna göre; her hangi bir şey iddia edene, iddiasını isbat için
delil getirmesi gerekir. İddia sahibi delil getiremez ve karşı taraf onun
iddiasını kabul etmezse, inkâr edene de yemin teklif edilir. Yemin ederse sözü
kabul edilir. Bu mana "Beyyine müddeiye, yemin ise münkire gerekir" şeklinde
ifade edilir. O halde anlaşmazlığı çözmek için, iddia sahibini ve inkarcıyı iyi
tesbit etmek gerekir. Her iki taraf da bir iddiada bulunursa, yukarıya
Hidâye'den aktardığımız gibi, fazlalığı iddia edenin delili kabul
edilir.[547]
73. Şüf'a
3513... Câbir
(r.a)'den, RasûJullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Şüf a,
her ev ve bahçe için (sabit) tir. Bir kimsenin, ortağına haber vermedikçe
(müşterek malı) satması doğru olmaz. Satarsa, ona haber verinceye katlar OTtagıö
mâlî almaya daha müstehaktir."[548]
Açıklama
Şüf'a, satılan bir malı ortaklık -veya
komşuluk- sebebiyle, öncelikle alabilme hakkıdır. Yani bir mal satıldığında;
varsa ortağı, yoksa komşusu o malı, satın alana vermeyip kendisi alma hakkına
sahiptir. Bu hakka şüf'a hakkı, bu hakkı kullanana da şâfi' veya şefi' denilir.
Satıcı, malını; şüf'a hakkına sahip olan almak isterse bir başkasına satamaz.
Fakat, şefi' şüf'a hakkından vazgeçerse o zaman satabilir.
Hadisin zahirinden, şüf'a hakkının ortağa
ait olup bunun ev ve bahçede sabit olduğu anlaşılmaktadır. Bu mana bütün
taşınmaz mallara şamildir. Ancak şüf'a konusunda daha başka rivayetler de
vardır. Onun için, bazı konularda görüş ayrılıkları vardır. Biz konuyu derli
toplu takdim etmek için birkaç bölüme ayırmak istiyoruz:
1- Şüf'a hakkı
kimlerin hakkıdır?
2- Kendisinde
şüf'a hakkı sabit olan mallar nelerdir?
3- Şüf a
hakkının sabit olmasına sebep olan hâdise veya hâdiseler nelerdir?
4- Şefi', "bir
malı şüf a hakkıyla satın almak isterse ne zaman alacaktır ve neye göre bedel
ödeyecektir?
5- Birden fazla
şefi' varsa satılan malın şefi'ler arasında bölüşülmesi nasıl
olacaktır?
Şimdi bu maddeleri teker teker ele
alalım:
1. Şüf'a
hakkının kimler için sabit olduğu konusunda iki esas görüş vardır:
a) Şüf'a hakkı,
bölüşülmemiş ortak malda ve bölüşmeyen ortak içindir. Yani, müşâan ortak olan
bir araziden, ortaklardan birisi kendi hissesini satarsa, diğer ortaklar bu
hisseyi şüf'a yoluyla almak hakkına sahiptirler. Fakat ortak mal bölüşülmüş,
hudutlarjıyj Şafiî vc MailKflere aittir. Bundan sonra gelecek olan iki hadis bu
görüşün delilidir. O hadiselerde; Rasülullah (s.a) Efendimizin, şüf'a hakkını
taksim edilmemiş mal için isbat ettiği, hudut ve yolları tesbit edilen arazide
ise şüf anın olmadığına işaret ettiği belirtilmektedir. Biraz sonra ter-cemeleri
geleceği için hadiseleri buraya almıyoruz Aynı konuda, Saîd b. Mü-seyyeb'ten
mürsel bir hadis rivayet edilmiştir. Artıned b. Hanbel, bu hadisin şüf'a
konusunda rivayet edilen hadislerin en sağlamı olduğunu söyler.
b) Hanefîlere
göre; ortaktan başka, bitişik komşu da şüf'a hakkına sahiptir. Yani ortak yoksa,
şüf'a hakkı bitişik komşuya intikal eder. Hanefîlere göre şüf'a hakkına sahip
olanların sırası söyledik.
1) Bizzat malın
kendisine ortak olan kişi,
2) Satılan
malın, hakkında (sulama ve yol gibi) ortak olan kişi,
3) Bitişik
komşu.
Bu sıradakilerden önceki, sonrakinin
hakkını düşürür. Fakat, önceki kişi hakkından vazgeçerse hak bir sonrakine
geçer. Meselâ; iki ortaktan birisi, ortak olan tarladaki hissesini satsa, şüf'a
hakkı diğer ortağa aittir. Diğer ortak bu hakkından vazgeçerse hak, varsa
hukukta ortak olana yani yol veya sulama kanalında ortak olana geçer. O da şüf'a
hakkını kullanmazsa, o zaman hak bitişik komşunundur.
Şüf'a hakkının ortak için sabit oluşunu
ifade eden delillere yukarıda işaret ettik. Biraz sonra gelecek olan 3516, 3517,
3518 nolu hadisler de komşu için şüf'a hakkının sabit olduğunun delilleridirler.
O hadislerde Hz. Peygamber (s.a); komşunun, komşunun ev veya arazisine herkesten
daha müstehak olduğunu haber vermektedir. Ayrıca şüf'a hakkının meşru
kılınmasındaki hikmet; malı satın alan bir yabancıdan gelmesi muhtemel olan
rahatsızlığı önlemektir. Bu rahatsızlık, ortak için olduğu kadar, komşu için de
söz konusudur. Çünkü, kötü komşunun komşuya vereceği zarar, ortağına vereceği
zarardan hiç de aşağı değildir.
2- Satılmaları
sebebiyle şüf a hakkı sabit olan mallar konusu da âlimler arasında ihtilaflıdır.
Bazı mallarda şüf anın sabit oluşunda görüş birliği olduğu halde bazılarında
görüş ayrılıkları vardır. Şimdi de bu konuyu ele alalım:
a) Şüf'a hakkı
sadece ev, tarla, bahçe gibi gayrimenkul (taşınmaz) mallar için sözkonusudur.
Müşterek yollarda da şüf'a caridir. Arsa hesaba kar turnadan sırf bina satılırsa
bunda şüf'a yoktur.
Bu görüş, Hanefîlere aittir. Üzerinde
durduğumuz hadis, bu görüşün delilidir. Ayrıca, şüf anın sübutunda gözetilen
hikmet, taşınmaz mallar için mevzuu bahistir.
b) Mâlikîlere
göre; ev ve arazinin yanı sıra tarladaki ortak kuyu ve sergi mahallerinde de
şüf'a sabittir. Meyveler konusunda ise İmam Mâlik'ten iki görüş vardır. Mâlik'e
göre; yolda ve evin arsasında şüf'a yoktur.
İmam Şafiî de; kuyu, yol ve arsa konusunda
İmam Mâlik ile birliktedir. Meyve konusunda ise farklı görüşü
benimsemiştir.
c) İster menkul
olsun ister gayrimenkul, satılan her türlü ortak malda şüf'a hakkı geçerlidir.
Kadı Iyaz bu görüşün şâz olduğunu söyler.
3- Şüf a hakkını
doğuran sebep nedir?
Tüm âlimler, satış yoluyla şüf'a hakkının
sabit olduğunda hemfikirdirler. Yani bir mal satılırsa, o mal üzerinde şüf'a
hakkı doğar. Ayrıca İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre; mehir ve cinayet ersi gibi bir
bedel mukabilindeki tüm intikallerde şüf a caridir. Yani bir kimse, meselâ bir
tarlasını mehir ola-
rak verse, o tarladaki şefi' malı alabilir.
İmam Mâlik'ten nakledilen diğer bir görüşe göre ise, ister her türlü süf a
sebebidir.
Hanefîlere göre satış dışındaki bir yolla
şüf'a hakkı sabit olmaz.
4- Şüf'a hakkı,
mal satıldığı anda doğar. Dolayısıyla şefi', şüf'a hakkının kendisine ait olduğu
bir malın satldığını duyduğu zaman, görüşünü ortaya koymalıdır. Yani malı almak
istiyorsa bu isteğini hemen söylemelidir.
Hanefîlere göre şefi'in şüf'ayı talebi üç
merhalede tamamlanır:
a)
Talebu'l-müvâsebe: Malın satıldığını duyar duymaz, şüf'a yoluyla o malı
alacağını söylemesidir. Eğer o esnada yanında kimse varsa o isteğine onları
şahit tutar. Yoksa kendi kendine söyler. Bundan maksat, ileride mesele hâkime
intikal ettiği zaman, gerekirse şüf'ayı taleb ettiğine yemin
edebilmesidir.
b) Talebu't-takrîr ve'1-işhâd: Mal henüz satıcıda ise onun yanında,
alıcıya teslim edilmişse alıcının yanında veya satılan gayrimenkulun yanında ve
şahitler huzurunda şüf'a talebinde bulunmasıdır. İlk talebi şahitler huzurunda
olmuşsa, bu ikinci talebe ihtiyaç duyulmaz.
c)
Talebü'l-hasâme ve't-temlîk: Şefi'in, mahkemede şüf'a davası
açmasıdır.
İlk iki talebin geciktirilmesi şüf'a
hakkını düşürür. Bu son talebin geciktirilmesi ise Ebû Hanîfe'ye ve Ebû Yusuf'a
göre hakkı düşürmez. İmam Muhammed'e göre bir ay zarfında dava açılmazsa hak
düşer.
Şefi', satılmış olan malı alırken satıldığı
fiata alır. Daha düşük veya daha fazla bir fiat istenemez. Satıcı müşteriden
paranın bir kısmını düşürmüş-se bu şefi'den de düşer.
İlk satış vadeli olmuşsa, Hanefîler ve
Şâfiîlere göre şefi' muhayyerdir. İsterse peşin ödeme yapar, isterse bu vade ile
satın alır. Mâlik'e göre ise, şefi' zenginse veya zengin bir kefil getirebilirse
aynı vade ile alır.
5- Şefi' birden
fazla olursa; eğer derece itibariyle birbirinden farklı iseler, şüf a hakkı
öncekine aittir. Yani, hem ortak hem de komşu varsa şüf'a hakkı ortağa aittir.
Ama şefi'ler -birden fazla ortağın bulunması gibi- aynı seviyede iseler mal
şefi'ler arasında bölüştürülür. Bu bölüşmede:
a) Şafiî, Mâlikî
ve Medine ehlinin cumhuruna göre; mal ortaklar arasında hisselerine göre
paylaştırılır. Meselâ, hissesi üçte bir olan malın üçte birini, dörtte bir olan
dörtte birini alır. Herkes aldığı kadarının parasını verir.
b) Hanefîlere
göre; satılan mal, hisselerine bakılmaksızın şefi'ler arasında eşit olarak
paylaştırılır. Hisselerin azlığına veya çokluğuna bakılmaz.
Şüf'a hakkını kullanmayacağını söyleyen bir
şefi' bilâhare sözünden dönüp şüf'a talebinde bulunamaz. Artık hakkı
bitmiştir.
Şüf anın hükmü ile ilgili bir iki meseleye
daha temas edip konuya son vermek istiyorum:
Şüf'a hakkında mirasın cereyan edip
etmediği ihtilaflıdır. Yani şefi' ölürse, şüf'a hakkı vârislere geçer
mi?
Hanefîlere göre şüf'a hakkı miras olarak
vârise intikal etmez. Çünkü haklar miras olmazlar.
Âlimler,
şefi'in malı olması halinde parayı kime ödemesi gerektiği konusunda da ihtilâf
etmişlerdir. İmam Mâlik ve Şafiî'ye göre, müşteriye öder. İbn Ebî Leylâ,
satıcıya ödeyeceğini söyler.[549]
3514...
Câbir b. Abdillah (r.a) şöyle demiştir: Rasûlullah
(s.a); şüf'ayı, taksim edilmeyen herşeyde[550] (geçerli) kıldı. Hudutlar
belirlendiği ve yollar ayrıldığı zaman şuf a yoktur.[551]
Açıklama
Önceki hadisi izah ederken de işaret
ettiğimiz gibi, bu hadisin zahiri, şüf'a hakkının sadece taksim edilmemiş ortak
malda olduğuna delildir. Kastalanî ve Hattâbî gibi âlimler buna işaret
etmişlerdir. Câbir (r.a) in; "Hudutlar belirlendiği ve yollar ayrıldığı zaman
şüf'a yoktur" sözü bu hükmü ifadede daha kesin ve daha açıktır.
Avnü'l-Ma'bûd'da; komşu için de şüf'amn
sabit olduğunu söyleyen Hanefîlerin, "Bu son cümle Câbir'e aittir, Hz.
Peygamber'den nakledilmemiştir" dedikleri kaydedilir. Fakat bu isnad pek yerinde
olmasa gerektir. Çünkü Ha-neftlerin meşhur âlimlerinden Tahavî'nin Saîd b.
Müseyyeb'ten rivayet ettiği bir hadiste bu cümle bizzat Hz. Peygamber'e isnad
edilmektedir.
Bezlü'I-Mechûd'da; Hanefîlerin bu hadisi
anlayış biçimlen şöyle ifade edilmektedir:
"Şüf'a yoktur" sözünün manası, sınırlar
belirlenip yollar ayrıldıktan sonra ortaklıktan dolayı şüf'a yoktur şeklinde
anlaşılmalıdır. Çünkü Hanefîlere göre şüf'a üç şey sebebiyle sabit olur. Bunlar:
Malın kendisindeki ortaklık, malın hukukundaki ortaklık ve komşuluk. Mal taksim
edilip hudutlar belirlendiğinde ve yollar ayrıldığında birinci ve ikinci
sebeplerden dolayı şüf'a kalmaz. Çünkü mal ortak olmaktan çıkmıştır. Ama üçüncü
sebepten dolayı olan şüf'a hakkı sabit ve bakidir. Bu ilende gelecek olan başka
bir hadiste açıkça, belirtilmektedir. Buna göre; "Sınırlar çizildiği ve yollar
ayrıldığı zaman şüf'a yoktur" sözünün manası "Ortaklıktan dolayı sabit olan
şüf'a hakkı yoktur, demek olur..."
Şüf'a
hakkının sabit olmasına vesile olan şeyler önceki hadisin şerhinde geçmiştir.
Tekrarına gerek duymuyoruz.[552]
3515... Ebû
Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur:
Açıklama
Bu hadis,
mana itibariyle öncekinin aynısıdır. Orada söyle-nenler, bu hadis için de
geçerlidir.[554]
3516... Ebû
Râfi' (r.a), Rasûlullah (s.a)'ı şöyle derken işitmiştir:
Açıklama
Hadis-i şerif, komşuluğun şüf'a sebebi
olduğu görüşünde olanların delillerindendir. Karşı görüşte olanlar ise; hadîsin
isnadında ızdırab olduğunu söyleyerek itiraz ederler. Sahih olduğu kabul
edildiği takdirde ise değişik te'villerde bulunurlar. Bu te'villeri şu iki
maddede toplamak mümkündür:
1- Hadiste,
komşunun şüf'aya hak sahibi olduğuna dair bir açıklık yoktur. Bunun şüfaya ait
olması muhtemel olduğu gibi, iyilik ve ihsanla ilgili olması da muhtemeldir.
Çünkü iyilik ve yardıma en lâyık olan komşudur. Nitekim Rasûlullah (s.a); "Benim
iki komşum var, hangisine hediye vereyim?" diye soran birisine: "Evi ve kapısı
daha yakın olana" karşılığını vermiştir.
2- Hadisteki
"câr" kelimesi ortak manasına olabilir. O zaman hadisler arasında çelişki de
olmaz. Önceki ve bu hadis aynı manayı ifade eder. "el-câr" kelimesinin komşu
manasında kullanılma ihtimali; ortağın ortağa komşu olmalarından dolayıdır.
Nitekim bu manadan dolayı, kadına da "câr" denildiği vakidir. Nitekim el-A'şâ
bir beytinde, karısını kastederek, "Ey komşumuz, benden ayrıl çünkü sen boşsun"
demiştir.
Komşu için şüf'a hakkının sabit olduğunu
söyleyen Hanefîler, yukarıdaki iddiaları şu şekilde cevaplamışlardır:
1- Hadisin
ıztırab iddiasına maruz kalan isnaddan daha başka isnadlarla gelen rivayetleri
de vardır.
2- Bundan sonra
gelecek olan rivayette Hz. Peygamber (s.a); komşunun komşuya şefi' olabileceğini
açıkça ifade buyurmuştur. Câbir b. Abdullah'tan gelen bu rivayet şu şekildedir:
"Komşu, komşunun şüf'asına herkesten daha çok hak sahibidir. Eğer komşu gaipse,
yollan bir olduğu zaman o gelinceye kadar bekler." Aynı hadisi Tahavî, değişik
birkaç isnad ile daha rivayet etmiştir.
3- Hadisteki
"el-câr" kelimesi, komşu manasınadır. Ortak manasına kullanılmış olamaz. Ahmed
b. Davud'un, Amr b. eş-Şerîd'den rivayet ettiği şu haber buna açık olarak
delâlet etmektedir:
Misver b. Mahreme bana gelip, elini omuzuma
koydu.
Gel beraberce Sa'd'e gidelim,
dedi.
Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın evine gittik. Oraya
Ebû Râfi' (r.a) de geldi. Misver'e:
Şu Sa'd'e, arsasındaki iki evimi satın
almasını emretmez (tavsiye etmez) misin?! dedi.
Sa'd:
Vallahi, 400 dinardan zerre kadar fazla
vermem, dedi. Ebû Râfi':
Sübhanallah! Ben onu peşin parayla 500
dinara aldım. Eğer Rasûlullah'ın; "Komşu, yakınlığı sebebiyle daha nüstehaktır"
buyurduğunu duymamış olsaydım onu sana satmazdım, dedi.
Görüldüğü gibi bu haber, açıkça hadisteki
"el-câr"m, komşu manasına olduğunu gösterir. Kadına "câr" denilmesi de
aleyhimize delil değildir. Çünkü kadına "câr" deniliyorsa, kocasına
yakınlığından dolayı denilir. Eti, kemiği onunla .ortak olduğu için "câr"
denilmemiştir.
Fehd b. Süleyman'ın, Şerîd b. Süveyd'den
rivayet ettiği şu haber de Hanefîlere delildir:
"Rasûlullah'a; ya Rasûlullah, ortağı olmayıp sadece komşusu olan
bir arazi satıldı (ne olacak)? dedim. "Komşu, yakınlığı sebebiyle daha çok hak
sahibidir" buyurdu." Görüldüğü gibi, Efendimiz bu sözü, şüf'a ile ilgili bir
soruya cevap olarak söylemiştir.[556]
3517... Semüre
(r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Evin
komşusu, komşunun evine -veya tarlasına- (tarlanın komşusu, komşunun tarlasına)
daha müstahaktır."[557]
Açıklama
Tirmizî hadisin hasen- sahih olduğunu
söyler.
Hadis,
açık bir surette komşu için şüf'a hakkının sabit olduğuna delâlet etmektedir.
Komşu için şüf'anm olmadığını söyleyenler Ha-sen'in Semüre'den ya hiç hadis
işitmediğini ya da sadece akîka hadisini işittiğini söylerler. Şayet hadis
sabitse, "Bu komşudan maksadın ortak olan komşu olabileceğini" iddia ederler.
Tabiî bu bir te'vildir. Hadisin sarih manası dururken te'vile gitmeye gerek
yoktur.[558]
3518... Câbir b.
Abdullah (r.a) Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
Açıklama
Tirmizî, hadisin hasen garib olduğunu
söyler. Bezlü'l-Mechud da, hadisin ravısı Abdülmelık in sıka bir ravı olduğu
belirtilerek çeşitli âlimlerin onun hakkındaki sitayişkâr ifadeleri
nakledilir.
Hadiste; komşunun gaib olması halinde,
gelinceye kadar şüf a hakkının baki kaldığına işaret edilmiştir. İbn Reslân, bu
sözün çocuk büyüyünceye kadar şüf a hakkının devam ettiğine de ihtimali olduğunu
söyler. Yine bu ifade şefi'in gaib olması halinde bu gaiblik uzasa bile şüf'a
hakkının devam ettiğine delil sayılmıştır.
Hadisin sonunda da, "Yollan bir olduğu
zaman" kaydı yer almıştır. Neylü'l-Evtâr'da; bu ifadeden mutlak olarak şüf anın
sabit olmayacağı, ştifanın sübutu için yolların bir olması gerektiğinin
anlaşılacağı söylenir. Neyi sahibi, bu konudaki hadisleri müşterek olarak
değerlendirir ve, "Eğer komşuların yollan bir ise, komşuluğun şüf'a sebebi
sayılacağını, değilse sayılmayacağını" söyler. Böylece birbirine muhalif görülen
hadisleri te'lif etmiş olur. Konuyu özet olarak ifade edecek olursak şöyle
diyebiliriz:
Âlimler,
şüf'a konusunda ihtilâf etmişlerdir. Evzaî, Leys, Mâlik, Şafiî, Ahmed, İshak ve
Ebû Sevr'e göre; sadece malı bölüşmemiş olan ortak şüf'a hakkına sahiptir.
Komşunun şüf'a hakkı yoktur. Nehaî, Şüreyh, Sevrî, Katâde, Hasenü'I-Basrî,
Hammâd b. Süleyman, Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre; arazide, evde ve
bahçede şüf'a hakkı sırayla; malın kendisinde ortak olana, sonra malın hukukunda
ortak olana, sonra da komşuya aittir.[560]
74. Bîr Adam İflas Eder Ve Alacaklı Malının Aynını Onun Yanında Bulursa Ne Yapar?
3519... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Bir adam
iflas eder de, alacaklı malının aynını, müflisin yanında bulursa, o mala,
başkalarından daha müstehaktır."[561]
Açıklama
İflas etmek, Türkçede kullanıldığı mananın
aynıdır. Değişik tarifleri yapılabilir. Hepsinden çıkacak sonuç; Bir kimsenin
mal varlığının borçlarını karşılayamaz hale gelmesidir."
Hadisten anladığımıza göre; bir kimse,
birisine bir mal satsa ve alıcı malın bedelini ödemeden iflas etse, satıcı da
malım -fazlasız eksiksiz- verdiği şekilde alıcının elinde bulsa, onu almaya
başka alacaklılardan daha çok hak sahibidir.
Âlimlerin konu ile ilgili görüşleri aynı
değildir. Hattâbî; bu konudaki görüşleri şöyle dile getirmiştir:
"Bu Hz. Peygamber (s.a)'in sünnetidir.
Âlimlerin çoğunun mezhebi de böyledir. Hz. Osman (r.a) bu şekilde hükmetmiştir.
Aynı görüş, Hz. Ali (r.a) ve Urve b. Zübeyr'den de nakledilmiştir. Sahâbîler
arasında, farklı görüşte olan birisi bilinmemektedir. Müctehid âlimlerden Mâlik,
Evzaî, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İshak'ın mezhepleri de böyledir.
İbrahim en-Nehaî, Ebû Hanîfe ve İbn
Şübrüme'ye göre; müflisin elindeki malda hak sahibi olma açısından bütün
alacaklılar eşittirler.
Bunların görüşünü deliîlendirmek isteyenler
şöyle derler: Müflisin elindeki mala, o malı satan alacaklının daha çok hak
sahibi olması, sabit asıllara aykırıdır. Çünkü bir malı satın alan, ona mâlik
olmuştur. Mal onun da-mânına girmiştir. Artık o mülkiyeti bozmak mümkün
değildir.
Bu görüş sahipleri üzerinde durduğumuz
hadisin vedîa (emanet) ve fasid alışverişlerle ilgili olduğunu söylerler. Yani
bir kimse bir başkasına mal emanet etse ve emanet edilen kişi iflas etse, emanet
eden, verdiği malı almakta başkalarından daha çok hak sahibidir."
Hattâbî devamla şöyle diyor:
"Hadis sahih ve Rasûlullah'tan olduğu sabit
olduğu zaman ona teslim olmaktan başka çare yoktur. Her hadis, kendisi başlı
basma bir asıldır ve kendisi hükmünde muteberdir. Başka muhalif asıllarla ona
itiraz etmek caiz değildir. Onun benzeri olmadığı gibi özürlerle iptale yol
aramak da mümkün değildir. Ortada, hakkında hadisler varid olan hususi hükümler
vardır. Bunlar, başlı başına birer asıl olmuşlardır. Cenin hadisi, kasâme ve
müsar-rât hadisleri bunlardandır..."
Hattâbî daha sonra, bizzat Hanefîlerin bazı
temel prensiplere zıt olduğu halde bundan daha zayıf hadisleri alıp üzerine
hüküm bina ettiklerini söyler ve ona misaller verir. Onların bu hadisi vedîa
(emanete) ya hamletmelerini de tenkid eder ve bunun hadisin faidesini yok
ettiğini söyler. "Çünkü, emanet bırakanın, emanet edilen müflisin elinde malını
bulduğu zaman onu almaya herkesten daha çok hak sahibi olduğu besbellidir."
der.
Yukarıya aktardığımız hükümler, malı satan,
hiçbir bedel almadığı takdirdedir. Ama malın karşılığının bir kısmını almışsa
hadisin zahiri ile amel edenler farklı görüşler ileri sürerler.
3520... Ebû
Bekir b. Abdurrahman b. el-Hâris b. Hişâm'dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Bir
adam, bir mal satsa ve bedelinden hiçbir şey almadan alıcı iflas etse; satıcı
malının aynını bulursa onu almaya daha müstehaktir. Eğer (satıcı parasından bir
şey almadan) müşteri ölürse malın sahibi (satan) diğer alacaklılarla
eşittir.”[563]
Açıklama
Bu hadis-i şerif, mürseldir. Çünkü Ebû
Bekir b. Abdurrahrnan b. el-Harıs b. Hışam tabıundandır. Hadiste, sahâbî
anılmarnıştır.
Hadis, bir yönden önceki hadisi
kayıtlamakta, öbür yönden de yeni bir hüküm ortaya koymaktadır. Şöyle
ki:
Önceki hadiste; satıcının sattığı malın
parasını almadan alıcının iflas etmesi halinde mal alıcının elinde aynen
duruyorsa o malı almaya herkesten daha çok hakkı olduğu belirtilmişti. Bu
hadiste ise, anılan hakkın satıcının malın bedelinden hiçbir şey almamış olması
hali ile kayıtlı olduğu görülmektedir. Buna göre; satıcı bedelden bir mikdannı
tahsil etmişse artık rüchaniyet hakkı kalmaz, diğer alacaklılarla aynı ölçüde
hak sahibi olur.
Âlimlerin bu konudaki görüşleri de
farklılık arzetmektedir:
İmam Mâlik, hadisin zahirini esas almış ve;
"Satıcı, malın karşılığından bir mikdar tahsil etmişse malı müşterinin elinde
ise o mala başka alacaklılardan daha müstehaktır" demiştir.
İmam Şafiî'ye göre; satıcının malın
bedelinden bir mikdannı tahsil edip etmemesi arasında fark yoktur. Her halükârda
malını satıcının elinde bulursa onu almaya başkalarından daha çok hakkı
vardır.
Ahmed b. Hanbel; "Malın bedelinden bir şey
kabzetmişse, onun artık rücû hakkı kalmaz" der. Şafiî'nin ilk mezhebi (kavl-i
kadîmi) de böyledir.
Hanefiler de, Şâfiîlerin tam zıddı bir
görüştedirler. Bunlara göre; mal satan, her halükârda diğer alacaklılarla aynı
ölçüde hak sahibidir. Alacağından bir mikdar tahsil edip etmemiş olması
farketmez.
Hadisin ikinci kısmı; müşterinin aldığı
malın parasını ödemeden ölmesi ile ilgilidir. Hadisten anlaşılan; mal ortada
mevcut da olsa satıcı ile diğer alacaklıların aynı seviyede hak sahibi
olmalarının gerekliliğidir. Hanefîlerin görüşü bu istikamettedir. Onlara göre,
alıcının iflası halinde olduğu gibi, ölümü halinde de eldeki malı satanın bir
ayrıcalığı yoktur. Diğer alacaklılarla birlikte, eldeki mallardan hakkını
alır.
Şâfiîler ise tam aksi görüştedir. Onlar da
iflas durumunda olduğu gibi, ölüm halinde de mal sahibinin rüçhaniyeti olduğunu
söylerler.
Mâlikîler
de tam orta bir görüşü benimsemişlerdir. Ölüm halinde Hanefîler, iflas halinde
de Şâfiîlerİe hemfikirdirler. Bu babdaki hadisler, topluca ele alındığında, bu
görüşü te'yid ederler.[564]
Bazı Hükümler
1. Bir kimse mal
satar ve parasını almadan müşteri iflas ederse, mal da müşterinin elinde
mevcutsa satıcı o mala başka alacaklılardan daha müstehaktır,
3521... Bize
Süleyman b. Dâvûd haber verdi. Bize Abdullah-yani İbn Vehb- haber verdi. Bana
Yunus, İbn Şihâb'tan naklen şöyle dedi: Bana Ebû Bekir b. Abdurrahman b.
el-Hâris b. Hişâm haber verdi ki:
Rasûlullah (s.a)... Ravi, Mâlik'in hadisinin manasını zikretti ve;
"Eğer, onun parasından bir şey ödemişse o (satıcı) malda (öteki) alacaklılarla
eşittir" (sözünü) ilâve etti.[566]
Açıklama
Bu hadis, diğer nüshalarda sonraki hadisle
değişik yerdedir.Yani bu rivayetin yerinde bundan sonraki hadis yer almıştır.
Ayrıca o nüshalarda bu rivayetin sonunda (Ebû Dâvûd; Mâlik'in hadisi daha
sahihtir, dedi) sözü yer almıştır. Tercemeye esas aldığımız nüshada ise bu ilâve
bundan sonra gelecek olan hadisin sonundadır.
Avnu'l-Ma'bûd'un Hindistan baskısının
kenarında; sadece bir nüshada şu cümlelerin yer aldığına işaret edilmektedir:
"Ebû Bekir şöyle dedi: Rasûlullah (s.a); "Bir kimse, yanında parasından hiçbir
şey ödemediği bir mal olduğu halde ölürse, mal sahibi onda diğer ortaklarla
eşittir" diye hükmetti." Bu ilâve elimizdeki matbu nüshalarda mevcut
değildir.
3522... Ebû
Bekir b. Abdurrahman, Ebû Hureyre (r.a) kanalıyla Rasûlullah (s.a)'dan önceki
hadisin benzerini rivayet etti. (Bu rivayette Rasûlullah) şöyle
buyurdu:
"Eğer (alıcı) malın parasından bir şey
ödemişse satıcı kalanı(nda) diğer alacaklılarla eşittir. Bir adam; yanında bir
başkasının malı aynen durduğu halde ölürse, satıcı -onun parasından bir mikdar
tahsil etsin veya etmesin- (diğer) alacaklılarla eşittir."
Açıklama
Yukarıdaki rivayette de işaret ettiğimiz
gibi; Ebû Davud'un Mâlik'in hadisinin daha sahih olduğunu bildiren ifadesi bazı
nüshalarda bundan önceki rivayetin sonunda yer almıştır. Mâlik'in rivayetinden
maksat 3320 numarada geçen hadistir.
Üzerinde durduğumuz hadisin isnadında
İsmail b. Ayyaş vardır. Bu zat tenkide maruz kalmıştır. Dârekutnî; "Bu hadis,
Zührî'den müsned olarak sabit olmamıştır, mürseldir." der.
Hattâbî de; bu rivayetin, müsned şekliyle
-iki raviden dolayı- âlimler tarafından zayıf sayıldığını söyler. "Bunu Mâlik
mürsel olarak rivayet etmiştir. Bu, onun müsned olarak sabit olmadığına
delildir."
Hadisin
zahiri Hanefîlerin görüşünü desteklemektedir. Diğer görüş sahipleri önce hadisin
zayıf olduğunu ileri sürerek itiraz ederler. Sahih olduğu farzedildiğinde ise
te'vil cihetine giderler.[569]
3523... Amra b.
Halde'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: İflas eden bir arkadaşımız hakkında
(görüşmek üzre) Ebû Hureyre (r.a)'ye geldik.
Size
Rasûlullah (s.a)'ın hükmü ile hükmedeceğim; bir kimse iflas eder veya ölür de
bir adam malım aynıyla bulursa ona (herkesten) daha müstehaktir, dedi.[570]
Açıklama
Sünen'in bir nüshasında, hadisin sonunda
Ebû Davud'un şöyle dediği kaydedilmiştin. “Bu hadisi alan, Ebu'l- Mu'temir'dir,
ama o kimdir? Yani onu tanımıyoruz."
Ebû Davud'un bu sözleri hadisin zayıf
olduğuna işaret etmektedir. Ancak, Avnu'I-Ma'bûd'da, değişik kaynaklardan
nakiller yapılarak Ebu'l-Mu'temir'in tanınmış bir ravi olduğu
belirtilmiştir.
Ebû Hureyre'nin bu hadisi mutlak olarak
varid olmuştur. Borçlunun iflas etmesi ile ölmesi arasında bir ayırım
yapılmadığı gibi, satıcının; parasının bir kısmını aldığına ya da almadığına
dair bir kayıt da yer almamıştır. Hadis, bu şekliyle Şafiî mezhebinin görüşünü
desteklemektedir.
Hanefîler; bu hadisin Ebû Hureyre'nin bir
fetvası olduğunu, önceki hadiste ise Hz. Peygamber (s.a)'den buna muhalif bir
hüküm rivayet ettiğini söylerler.
Netice şu
ki; iflas eden kişinin elindeki malda alacaklıların hak sahibi olma biçimlerinde
âlimlerin farklı görüşleri vardır. Bunların her biri Rasû-lullah (s.a)'dan veya
sahâbîlerden nakledilen haber ve hadislere dayanırlar. Ancak bu konudaki
hadislerin bir kısmında zaaf alâmeti sayılabilecek bazı noktalar vardır. Bu
noktalan kabul ve tayinde de âlimler ihtilâf ettikleri ve bu hadisler İslâm'daki
bazı genel kaidelere aykırı düştüğü için ortaya farklı görüşler
çıkmıştır.[571]
75. Yürümekten Aciz Bir Hayvanı Canlandıran Kişi Ona Sahip Olur Mu?
3524... Âmir
eş-Şa'bî, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Bir kimse, sahiplerinin besleyemeyip
salıverdiği bir hayvanı bulur ve onu alıp canlandırırsa hayvan onun
olur."
Musa b.
İsmail, Ebân'm hadisinde şöyle dedi: Ubeydullah der ki: (Şa'bî'ye) kimden
(rivayet ediyorsun)? dedim; - Rasûlullah (s. a)'in ashabından birçok kişiden,
karşılığını verdi. Ebû Dâvûd: "Bu Hammâd'ın hadisidir; daha- açık ve daha
tamdır" dedi.[572]
Açıklama
îsnadda, Şa'bî'nin, hadisi hangi sahâbîden
aldığına dair bir açıklık yoktur. Bu haliyle hadisi mürsel saymak
gerekir.Nitekim Hattâbî buna işaret etmiştir. Avnü'l-Ma'bûd'daise, Hattâbî'nin
"Hadis mürseldir" ifadesine itiraz edilmekte ve; "Çünkü Şa'bî bu hadisi, hadisin
sonunda beyan edildiği üzere birçok sahâbîden rivayet etmiştir. Şa'bf-nin ismini
açıklamadığı sahabelerin bilinmemeleri hadise zarar vermez. Çünkü onların
bilinmeyenleri de makbuldür. Şa'bî, sahâbîlerden birçoğuyla görüşmüştür"
denilmektedir.
Hadis-i şerif, hüküm itibariyle iki konuyu
içine almaktadır:
1- Sahibinin,
bakmaktan aciz olduğu bir hayvanı kırlara salıvermesi caizdir.
2- Kırlara
salıverilmiş bir hayvanı bulup da onu besleyip iyileştiren kişi o hayvana sahip
olur.
Hadisin zahiri ele alındığında ortaya çıkan
hüküm bu olmakla birlikte, başka deliller ve maslahatlar gözönüne alınarak
fakihlerin değişik hükümler ortaya koydukları görülmektedir. Şimdi bu iki
maddeyi teker teker ele alıp biraz açalım:
1- Sahibi,
hayvanı beslemeyecek olursa onu kırlara salıverebilir.
Şâfiîlere göre bir kişinin hayvanını
yemlemesi veya satması ya da kırlara salıvermesi farzdır. Yani hayvanı aç
bırakamaz, onun beslenmesi için tedbir alması gerekir. Eğer bunlardan birini
yapmazsa hâkim tarafından zorlanır.
Hanefîlere göre ise, hayvanını besleyemeyen
ve kırlara salmaktan kaçınan kişiyi hâkim öğüt kabilinden uyarır, malım aç
tutmamasını söyler. Ama sahibinin bu emre uyması şart değildir.
En doğrusu, hayvan eti yenen cinstense
sahibinin onu kesip etini fakirlere dağıtmasidır.
İbn Reslân; yaşlılık gibi bir sebepten
dolayı çalışamayacak hale gelen hayvanı sahibinin salıveremeyeceğini, onu
beslemek zorunda olduğunu söyler.
2- Kırlara
salıverilmiş olan bir hayvanı bulup besleyen ve onu canlandıran kişi o hayvana
sahip olabilir mi?
Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre bu durumdaki bir hayvan
sahibinin mülkünden çıkmış sayılmaz. Lukata (bulunan yitik mal) hükmündedir.
Sahibi geldiği zaman bulanın hayvanı iade etmesi gerekir. Çünkü Allah (c.c) Bir
âyette: "Sizden, karşılıklı rıza ile bir ticaret olmadan birbirinizin mallarını
bâtıl yollarla yemeyiniz." buyurmaktadır.[573] Bu âyet açıkça gösteriyor , bir
malı sahibi herhangi bir şekilde bir başkasına temlik etmedikçe mül-îciyet
intikal etmez. Ama mâliki malı salıverirken "bunu bulan ona sahip 3İsun"
niyetiyle salıverirse o zaman bulan onun sahibi olur. Fakat o niyetle ieğil de,
bir müddet kırda otlasın, sonra tekrar alırım şeklinde bir niyetle, ahvermişse,
bulan ona sahip olamaz.
İshak b. Râhûyeh ve Ahmed b. Hanbel'e göre;
sahibi hayvanı tehlikeli :>ir bölgede salıvermişse bulup canlandıran ona
sahip olur. İshak, Şa'bî'nin }u hadisini delil almıştır.
Basra
kadısı Ubeydullah b. el-Hasen, salıverilen bir hayvan ve hurması yenilip yere
atılan çekirdekle ilgili olarak şöyle der: "Eğer sahibi, ben onu nsanlara mubah
kılmadım, derse sözü kabul edilir; ama mubah kılmadığı-ıa dair yemin
ettirilir."[574]
3525...
Şa'bî'nin merfû olarak rivayet ettiğine göre; Rasûlullah s.a) şöyle
buyurmuştur:
"Bir
kimse, tehlikeli bir ferde bir hayvan salıverir de onu birisi bulup)
canlandırırsa o hayvan bulana ait olur.”[575]
Açıklama
Görüldüğü
§ibi bu badis önceki hadisin şerhinde işaret edilen görüşlerden Ahmed b. Hanbel
ve İshak'ın mezheplerini eyid etmektedir. Hadis mutlaktır. Bulanın ona sahip
olması için sahibinin »ulana mubah kıldığı tarzındaki bir niyete işaret
edilmemiştir.[576]
76. Rehin
3526... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Sağmal hayvan rehin verildiği zaman; sütü,
nafakası karşılığında içilir. (Binek hayvanı) rehin edildiği zaman da nafakası
karşılığında sırtına binilir. Nafaka, (sütü) sağan ve (sırtına) binene
aittir."
Açıklama
Renn: Sözlükte; hapsetmek, alıkoymak
manalarına gelir. Istılahta; alacaklının alacağını güvence altına almak için
borçludan bir mal almasıdır. Teminat olarak alınan mala da rehn denilir. Rehn
veren borçluya, "râhin"; rehn alan alacaklıya, "mürtehin"; rehn olarak verilen
mala da "rehn" veya "merhûn" denilir.
Rehnedilen mal taşınır mallardan
olabileceği gibi, taşınmaz mallardan da olabilir. Ancak malın başka biriyle
müşâen ortak olmaması gerekir.
Hadis-i şerifte; nafakası mukabilinde rehin
olan sağmal hayvanın sütünün sağılabileceği, binek hayvanının sırtına binileceği
ifade edilmektedir. Ama, süt sağma ve binmenin kimin hakkı olduğu
belirtilmemiştir. Yani bu haklar esas sahibi olan râhine mi yoksa alacaklı
durumdaki mürtehine mi aittir? Bu konuda bir açıklık yoktur. Bundan dolayı
hadisten elde edilen hükümde âlimler arasında ihtilâf edilmiştir:
1- Binmek ve
sağmak râhinin hakkıdır. Hattâbî şöyle der: "Nafaka, sağana ve binene aittir,
sözü kapalıdır. Bu sözde, binecek ve sağacak olanın râhin mi yoksa mürtehin mi
olduğu açık değildir."
Sindî de; burada süt içecek ve hayvana
binecek olandan maksadın râ-hin olduğuna işaretle şöyle demektedir: "Cumhura
göre râhin rehnettiği hayvanın sütünü içer ve ona biner. Nafakası da kendisine
aittir. Hadisten maksat; râhinin malı rehin bırakması ile ondan istifade
hakkının kesilmediğine işaret etmektir. Yani sahibi o malı rehin bırakmadan önce
nasıl kullanabiliyor idiyse, rehin bıraktıktan sonra da öylece
kullanabilir.
İbn Abdilberr: "Bu hadis; âlimlerin
çoğunluğuna göre, üzerinde icma edilen asıllara ve sıhhatinde ihtilâf olmayan
hadislere aykırı düşmektedir. Buharı ve başka âlimlerin, îbn Ömer'den rivayet
ettikleri, "Bir kimsenin hayvanı, onun izni olmadan sağılamaz." hadisi bu
hadisin neshedildiğine delildir." demektedir.
Tahavî de; bu hadisin, faiz haram edilmeden
önceki devirlerle ilgili olduğunu, faiz haram edildikten sonra ise faize
benzeyen tüm muamelelerin de haram kılındığım söyler. Memedeki sütü satmak,
menfaat karşılığında borç vermek de faizin benzerlerindendir. Faizin haram
kılınması ile birlikte, mürtehinin rehinden istifade etmesi de yasaklanmış
olmaktadır.
Yukarıda da işaret edildiği üzere,
âlimlerin büyük çoğunluğu hadisi bu şekilde anlamışlardır. Bunlara göre rehn
bırakılan malın geliri ve nafakası sahibine yani râhine aittir. Hanefî, Şafiî ve
Mâlikîlerin görüşleri bu istikamettedir.
Hattâbî; İmam Şafiî'nin, Saîd b.
el-Müseyyeb'den rivayet ettiği şu hadisin de cumhurun görüşünü te'yid ettiğini
söyler. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Rehn, onu rehin bırakan sahibinden
menedilemez. Onun menfaati da külfeti de ona aittir." Görüldüğü gibi bu hadis
açık bir surette, rehnin menfaatinin râhine ait olduğunu ortaya
koymaktadır.
Üzerinde durduğumuz hadisten, mürtehinin
rehinin gelirinden faydalanabileceği sonucunu çıkartırsak, iki yönden bu
konudaki temel prensiplere zıt düşmüş oluruz:
a) Bir maldan,
sahibinin izni olmadan istifade etmeyi caiz kılmak,
b) Hayvandan
edilen istifade veya alınan ürünü, kıymeti değil de nafakası karşılığında
tutmak. Hayvana yedirilen otun, sağılan süt veya edilen istifadenin kıymetinden
daha az olması mümkündür. Bu durumda, süt veya menfaatin fazlalığı, neyin
karşılığında olacaktır? Bu faizdir.
Hadisi, cumhurun izah ettiği manaya
aldığımız takdirde şu hükümler de çıkar:
a) Rehin
bırakılan malın gelirleri, rehne dahil değildir.
b) Rehnin devamı
için, merhûnun, mürtehinin elinde devamlı olarak durması şart değildir. Çünkü
Öyle olsa İdi, râhinin hayvana binmesi mümkün olmazdı. Ancak râhin, hayvana
ancak gündüzleri binebilir, gece mürtehine
2- Rehin
bırakılan malı, nafakası karşılığında sağmak veya binmek mürtehinin hakkıdır.
Ahmed b. Hanbel ve İshak b. Râhûyeh bu görüştedir.
Şevkânî; bu görüşü müdafaa sadedinde şöyle
demektedir:
"Hadiste, kimin bineceği ve kimin süt
sağacağı belirtilmemiştir, onun için hadis mücmeldir deniliyor. Ama hadiste bir
kapalılık yoktur; çünkü mu-rad, nıürtehindir. Zira râhinin mülkiyeti sebebiyle
zaten malından istifade hakkı vardır. Hadiste ise, nafaka karşılığında
faydalanmadan bahsedilmektedir. O halde, diğer bir rivayette de açıkça ifade
edildiği üzere nafaka sebebiyle binmek ve süt sağmak mürtehine mahsustur. Hammâd
b. Seleme'nin Câmi'inde şu lafızla bulunan rivayet bu manayı te'yid etmektedir:
"Bir kimse bir koyunu rehin alsa verdiği ot mikdannca sütünden içebilir. Fakat,
otun parasından daha fazla süt alırsa bu ribâdır."
Bu hadis; ihtiyaç olduğu zaman râhinin izni
olmasa bile mürtehinin rehinden istifade edilebileceğine delildir. Ahmed, İshak,
Leys, Hasen ve başkaları da böyle demişlerdir."
İbn Kudâme de: el-Muğnî adındaki eserinde
Hanbelîlerin görüşünü şöyle savunmaktadır: "Hayvanın nafakası lâzımdır,
mürtehinin de bu hayvanda hakkı vardır. Bazan onun hakkını alması, rehnin
gelirinden ve mâlikinin vazifesi olan bir şeyi ona niyabeten yapmakla olur. Bu;
kadının nafakasını kocasının izni almadan onun malından almasına
benzer."
3- Bu konudaki
hadis ve asılların te'lifi mümkündür. Şöyle ki;
Râhin, hayvanın gıdasını teminden
kaçınırsa, mürtehin hayvanın sağlığını korumak ve alacağının teminatını
sürdürmek için hayvanı besler. Buna karşılık da sütünü içebilir, sırtına
binebilir. Ancak, içilen sütün kıymeti, hayvana yedirilen yemin kıymetinden daha
fazla olmamalıdır.
Bu görüş Avnii'l-Ma'bud'da; Evzaî, Leys ve
Ebû Sevr'e nisbet edilmektedir.
Şu ana kadar, hadisin ulema tarafından
anlaşılış şekli ve bundan çıkan farklı hükümleri verdik^ Taraflardan her birinin
diğerlerinin delillerine itirazları ve bunlara cevaplar vardır. Biz, daha fazla
tafsilata girmek istemiyoruz. Ancak rehinle ilgili genel hükümlere çok öz olarak
işaret etmek istiyoruz:
1) Rehin;
alacaklının, alacağını teminat altına almak için borçludan bir mal
almasıdır.
2) Alışveriş
esnasında rehin şart koşulması akde zarar vermez.
3) Rehn, her
türlü maldan olabilir.
4) Diğer
akitlerde olduğu gibi, rehinde de tarafların icab ve kabulü şarttır.
5) Mürtehin,
rehnedilen malı teslim alınca, onun damâmna girmiş olur. Dolasıyla, mal
mürtehinin elinde telef olsa, onun kıymeti kadar bedel borçtan düşer. Ancak,
rehnedilen malın kıymeti, borçtan fazla ise, bu fazlalık
İmam Şafiî'ye göre; merhûnun tamamı
mürtehinin elinde emanettir. Dolayısıyla mürtehinin kusur ve kasdı olmadan
merhûn mal telef olsa olduğu gibi râhinden gider. Mürtehinin alacağı aynen devam
eder.
6) Mürtehin,
râhinin izni olmadan merhûn maldan istifade edemez.
7) Borçlu
borcunu ödediği zaman, mürtehin rehni iade etmek mecburiyetindedir.
8) Mürtehin,
rehni kendisi muhafaza edebileceği gibi, karısı, çocuğu ve hizmetçisi
vasıtasıyla da muhafaza edebilir. Bir yed-i emine teslim etmesi de
caizdir.
9) Mürtehin,
rehni hakkı olmayan bir şekilde kullanırsa, onu gasbetmiş gibi dâmin
olur.
10) Rehnin
korunduğu binanın, koruyan bekçinin ve güden çobanın ücreti mürtehine aittir.
Rehinin beslenmesi (nafakası) ise râhinin borcudur.
11) Meyveli ağaç
rehnedildiği takdirde meyveler de rehne dahildir. Ama, ağaç değil de sadece
meyve veya tarla istisna edilerek sırf ekin rehin verilemez.
Rehin verildikten sonra, malda meydana
gelen verimin (hayvanın yavrusu, ağacın meyvesi gibi) rehne dahil olup
olmayacağı, âlimler arasında ihtilaflıdır.
Hanefîlere göre; hayvanın yavrusu ve ağacın
meyvesi asılları ile birlikte rehin sayılır. Ancak daman konusunda asıl
rehnedilen malla yavrusu arasında fark vardır. Rehnedilen mal mürtehinin
damânındadır, sonradan dünyaya gelen yavru ise emanettir.
Şâfiîlere göre ise; esas maldan ayrı olan
ürün rehne dahil değildir.
12) Yed-i emine
teslim edilen mal telef olsa, mürtehinin elinde telef olmuş sayılır.
13) Râhin, rehni
mürtehinin izni olmadan satarsa satış, mürtehinin iznine mevkuftur. İzin verirse
satış geçerli, aksi halde geçersizdir.
14) Mürtehin
rehni, geçici olarak iâreten râhine verebilir. Bu durumda mal, mürtehinin
damânmdan çıkmış olur.
Aslında
rehn; İslâm hukukunun en geniş konularından birisidir. Bu geniş konunun bu kadar
dar bir çerçevede anlatılması mümkün değildir. Ama bizim işimiz hadisi anlamak
ve hadisten çıkan hükme işaret olduğu için bu kadarla yetindik, konuya ana
hatlarıyla ışık tutmaya çalıştık. Daha geniş bilgi edinmek isteyenler fıkıh
kitaplarına müracaat etmeliler.[578]
3527... Ömer b.
el-Hattâb (r.a)'dan, Rasülullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Allah'ın kulları arasında öyleleri var ki,
peygamber ve şehit değildirler, ama kıyamet günü Allah katındaki mevkilerinden
dolayı peygamberler ve şehitler onlara imrenirler.”
Ya Rasûlallah, onlar kim? Bize haber verir
misin? dediler.
"Onlar,
aralarında alıp verdikleri bir mal ve akrabalık olmadığı halde Allah'ın ruhu ile
birbirlerini sevenlerdir. Vallahi onların yüzleri nurdur ve kendileri nur
üzerindedirler. İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmaz, insanlar üzüldüğünde
onlar üzülmezler." buyurdu ve: "Haberiniz olsun, Allah'ın sevgili kullarına
korku yok, onlar üzülecek de değillerdir."[579] âyetini okudu.[580]
Açıklama
Bu hadis; Sünen-i Ebû Dâvûd nüshalarının
çoğunda yoktur. Lü'lüî'nin rivayetinden değil, İbn Dâse'nin rivayetindendir.
Hattâbî'nin üzerine şerh yaptığı nüshada mevcuttur. İbnü'l-Münzir, et-Tergîb'de
bu hadisi almış ve Ebû Davud'un rivayet ettiğini söylemiştir.
Hadisin, rehn konusuyla hiçbir ilgisi
yoktur. Buna rağmen musannifin bu hadisi rehn babında vermesi, rehne muhtaç
olanlara yardım ve iyiliğe teşvik için olmalıdır.
Hadis-i
şerifteki, "Allah'ın ruhu ile birbirlerini severler" cümlesindeki "ruh" kelimesi
Kur'an-ı Kerim olarak izah edilmiştir. Nitekim Şûra sûresinin 52. âyetindeki
"ruh" kelimesi de "Kur'an" diye tefsir edilir. Buna göre bu cümlenin manası,
"Allah'ın Kur'an'ı ile birbirlerini severler" şeklinde anlaşılacaktır. Kur'an'a
ruh denilmesi; nefis ve bedenler ruhla yaşadığı gibi, kalplerin de Kur'an'la
hayat bulmasından dolayıdır.[581]
77. İnsan Çocuğunun Malından Yiyebilir
3528... Umâre b.
Umeyr'in, halasından rivayet ettiğine göre; o (Umâre'nin halası);
Hz. Âişe (r.anha) ya:
Kucağımda bir yetim var, onun malından
yiyebilir miyim? diye sordu.
Âişe (r.anha) de:
Rasûlullah (s.a): "İnsanın yediği şeylerin en temizi kendi
kazancından olanıdır ve kişinin çocuğu onun kazanandandır" buyurdu, dedi.
[582]
Açıklama
Yetimin, insanın kucağında olmasından
maksat, onun yanında olması onunla birlikte oturmasıdır. Hadis-i şerif,
insanların yediği gıdanın en güzelinin kendi kazancından elde ettiği olduğunu
bildiriyor. Çocuk; kişinin besleyip büyüttüğü, yetişmesi için büyük gayretler
gösterip fedakârlıklara katlandığı bir varlık olduğu için, o da babasının
kazancı kabul edilmiş ve malı da kişinin kazancı cümlesinden
sayılmıştır.
Hadisten elde edilecek diğer bir hüküm; ana
babanın nafakasının çocukları üzerinde bir borç olduğudur.
Alimler, anne babanın nafakalarının
çocuklara borç olduğunda ittifak halindedirler. Ancak bazıları bunu mutlak
olarak gerekli görürken, bazıları ana babanın nafakalarının çocuğa farz olmasını
onların fakir ve düşkün olması ile kayıtlamışlardır.
Hattâbî'nin belirttiğine göre; âlimlerin çoğunluğu birinci, İmâm
Şafiî de ikinci görüşü benimsemişlerdir. Yani âlimlerin çoğuna göre ana baba
zengin ve güçlü de olsalar, çocukları onları beslemek zorundadırlar. İmam
Şafiî'ye göre ise; ana baba zenginse çocuk onların nafakasını temine mecbur
değildir, fakirseler mecburdur.[583]
3529... Hz.Âişe
(r.anha)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"İnsanın çocuğu, kazandıklarının en
iyilerindendir. Onların mallarından yiyiniz."
Ebû Dâvûd dedi ki:
Hammâdb.
Ebı Süleyman, hadiste: "İhtiyaç duyduğunuz zaman" sözünü ilave etti, (ama) o
münkerdir.[584]
Açıklama
Çocuğun, babasının kazancı sayılması mecazi
bir ifadedir. Yoksa gerçek manada çocuk kazanç olamaz. Çünkü kazanç mal
cinsinden olabilir. Çocuk ise mal değildir.
Hammâd'ın rivayetindeki ilâve, ana babanın
çocuklarının mallarından yiyebilmelerinin muhtaç olmaları hali ile kayıtlı
olduğunu göstermektedir. Yukarıdaki hadisin izahında da temas edildiği üzere bu,
îmam Şafiî'nin gö-rüşüdür.
Ancak Hammâd'ın rivayetindeki ilâve
münkerdir.
Bezlü'l-Mechûd'da; Ebû Davud'un Hammâd'ın
rivayetindeki ilâve için "münkerdir" demesi, hadis ıstılahından bir sapma olarak
değerlendirilmektedir. Çünkü münker, zayıf bir ravinin sika ravilere muhalefet
etmesidir. Bu hadiste ise böyle bir muhalefet sözkonusu değildir. Çünkü
metindeki bir ilâve, daha güçlü bir ravinin rivayetine çelişki değildir. Bu
ilâve olsa olsa müstakil bir hadis sayılabilir. Eğer zayıf ravinin rivayetindeki
ilâve, sika ravinin rivayetine zıt sayılsa bile bu, münker değil, şâz
olur.
Âlimlerin
cumhuruna göre; anne baba ister muhtaç olsun ister olmasın, çocuklarının
mallarından yiyebilirler. Onlara danışmalarına gerek yoktur.[585]
3530... Amr b.
Şu'ayb'ın, babası kanalıyla dedesinden rivayet ettiğine göre; bir adam Hz.
Peygamber (s.a)'e gelip:
Ya Rasûlallah, benim malım var, çocuğum
var, fakat babam malımı bitirecek, dedi.
Rasûlullah (s.a) da:
"Sen ve
malın babana aitsiniz. Şüphesiz çocuklarınız, kazancınızın en temizlerindendir.
Çocuklarınızın kazancından yiyiniz" buyurdu.[586]
Açıklama
Metindeki, "Babam malımı bitirecek"
cümlesindeki kelimesi; "malın tamamını almak, tüketmek, kökünü kazımak"
manalarına gelir. Bu kelime bazı nüshalarda "muhtaçtır" şeklindedir. Buna göre
cümle, "Babam malıma ihtiyaç duyuyor" şeklinde olur. Bu kelime "ihtiyaç duyuyor"
şeklinde kabul edilirse hadisin manası izaha ihtiyaç duymayacak kadar açıktır.
Fakat "bitirecek, tüketecek" şeklinde olduğu takdirde kelimenin te'vili
gerekecektir. Bu kelimenin izahı sadedinde Hattâbî şöyle demektedir:
"Hz. Peygamber (s.a)'e sofu soran zâtın;
babasının, malını tüketeceği tarzındaki sözlerinden maksadı, babasına vereceği
nafaka sebebiyle malının tükenmesidir. Yani, babasına vereceği nafakaya, malının
fazlası ve geliri kâfi gelmemekte, aslına da tecavüz etmektedir. Ama Rasûlullah
(s.a), adamın mazeretini kabul etmemiş, babasının nafakasını vermeme konusunda
ruhsat vermemiştir. Aksine, sen ve malın babana aitsiniz, buyurmuştur. Bu sözün
manası şudur: Eğer malın kâfi geliyorsa, baban senin malından ihtiyacı kadarını
alır. Ama senin malın yoksa veya kâfi gelmiyorsa o zaman çalışacaksın ve babanın
nafakasını vereceksin."
78. Malını Birisinin Yanında Bulan Kişi Onu Alır
3531... Semüre
b. Cündüb (r.a)'den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur:
"Bir
kimse, malını birisinin yanında bulursa onu almaya (herkesten daha fazla) hakkı
vardır. Malı satın alan da (parasını) satıcıdan alır."[588]
Açıklama
Sarihlerin belirttiklerine göre bu hadis;
çalınan, gasbedilen veya kaybolan mallarla ilgilidir.
Bu
hadisten anlaşıldığına göre bir kimsenin malı çalınsa veya gasbedilse ya da
kaybolsa ve adam malını birisinin elinde bulsa; malını geri almak için o şahsı
dava eder. Mal elinde olan kişi, "Ben bunu başkasından satın aldım, git davanı
onunla hallet" diyemez. Mal sahibi malını alır, malı elinde bulunduran şahıs da
parasını onu satın aldığı kişiden alır.[589]
79. Hak Sahibi Olan Kimse Hakkını Borçlunun Malından (Onun İzni Olmasa Bile) Alır
3532... Hz.Âişe (r.anha)'den rivayet
edildiğine göre; Muâviye'-nin annesi Hind,[590] Rasûlullah (s.a)'a
gelip:
Şüphesiz Ebû Süfyân cimri bir adamdır. Bana
ve çocuklarıma yetecek malı vermiyor. Onun malından bir şey almamda bana bir
vebal var mı? dedi.
Hz. Peygamber (s.a):
Açıklama
Metinde görüldüğü üzere, Ebû Süfyân'ın
hanımı Hind, Hz.Peygamber (s.a)'e gelerek, kocasının cimriliğinden bahisle, onun
kendisinin ve çocuklarının ihtiyacını karşılayacak malı vermediği için şikâyette
bulunmuştur. Ebû Süfyân'ın cimriliğini de "şahîh" sözü ile ifade-lendirmiştir.
Arapçada cimri için kullanılan esas kelime "bahîP'dir. Ancak "şahîh", "bahîl"den
daha geneldir. "Bahû"\ malı vermeyen kişiye denilir. "Şahîh" ise her halükârda
hiçbir şey vermeyen kişidir.
Hind, Hz. Peygamber (s.a)'e kocasının,
nafakasını vermekte kusur gösterdiğini şikâyet ettikten sonra, onun haberi
olmadan malım alıp alamayacağını sormuş,-Efendimiz de örf mikdarınca kendisine
ve çocuklarına yetecek mikdarı alabileceğini söylemiştir.
Aliyyü'1-Kârî, buradaki örften maksadın
şer'î örf olduğunu ve bunun da orta halli bir nafaka olduğunu söyler.
Fethu'l-Bârî'de ise, hadisteki örften maksadın halkın örfü olduğu ifade
edilmektedir.
Hâttâbî, bu hadisin ihtiva ettiği fıkhî
hükümleri şu şekilde beyan etmektedir:
1- Kadınların
nafakaları, kocalarına aittir.,
2- Çocukların
nafakaları, babaları tarafından temin edilecektir.
3- Kocaya veya
babaya borç olan nafaka ihtiyaca yetecek miktardır.
4- Hâkimin
bildiği bir konuda, delile ihtiyaç duymadan kendi bildiği ile hükmetmesi
caizdir.
5- Mahkeme
meclisinde bulunmayan bir kişi aleyhine hüküm vermek caizdir.
Hanefîlere göre; bu caiz değildir. Hz.
Peygamber'in yaptığı hüküm vermek değil, fetva vermektir.
6- İhtiyaç
halinde, bir kimsenin bazı kusurlarının söylenilmesi caizdir.
7- Bir kimse,
kendisine borcu olan kişi borcunu vermekten imtina ettiği takdirde; yanında
borçlunun malı bulunursa, o maldan hakkını alabilir. Bu malın alacaklının
alacağı olan mal cinsinden olması şart değildir. Çünkü cimri olan birisinin,
kişinin ihtiyacı olan her türlü malı toplayıp biriktirmesi mümkün
olmaz.
Hattâbî'nin belirttiğine göre; bazı âlimler
bu hadisin ifade ettiği manadan istifade ile, kadının hizmetçisinin nafakasının
da kocasına ait olacağı hükmüne varmışlardır. Çünkü Ebû Süfyân bir kavmin
reisidir. Onun durumunda olan birisinin, ne kadar cimri olursa olsun ailesinin
nafakasını teminde ihmal göstermesi mümkün olmaz. Bu yüzden hadiste sözkonusu
edilen nafaka, Hind'in hizmetçisinin nafakasıdır. Hizmetçi, kişinin kendi
zım-nına dahil olduğu ve onun cümlesinden sayıldığı için Hind: "O bana ve
çocuklarıma yetecek şeyi vermiyor" demiş, hizmetçiyi sözkonusu
etmemiştir.
Hattâbî'nin bu hadisten çıkardığı
hükümlerden yedincisi âlimler arasında ihtilaflıdır. Hattâbî'nin vardığı sonuç,
İmam Şafiî ve bir grup âlimin görüşüdür. Hanelilerden sâhibeyn de bu görüştedir.
İbn Âbidin: "Bugün İmam Şafiî ve sâhibeyn'in görüşüne göre fetva verilir"
demektedir.
İmam Ebû Hanîfe'den gelen bir rivayete
göre; alacaklı borçlunun izni olmadan hakkını alamaz. Diğer bir rivayete göre
ise, eğer kendi alacağı cinsinden mal bulursa alır, aksi halde alamaz. Ancak
altın yerine gümüş veya gümüş yerine altın alabilir.
imam Mâlik'ten, yukarıda geçen her üç görüş
de rivayet edilmiştir.
Ahmed b.
Hanbel'e göre de; alacaklının, borçlunun izrii'olmadan alacağını tahsil etmesi
caiz değildir.[592]
3533... Hz.Âişe
(r.anha)'den rivayet edildiğine göre;
Hind, Rasûlullah (s.a)'a gelip:
Ya Rasûlallah! Ebû Süfyân sıkı bir adamdır.
Onun izni olmadan, ailesi için malından harcamamda bana vebal var mı!
dedi.
Rasûlullah (s.a):
Açıklama
Bu hadis
de, önceki hadisin başka bir rivayetidir. Aralarında bazı lafzî farklılıklar
varsa da mana ve hüküm olarak birdirler. Burada, yukarıdaki hadiste söylenenlere
ilâve edilecek bir şey yoktur.[594]
3534... Yusuf b.
Mâhek el-Mekkî'den rivayet edilmiştir, der ki: Ben falanın velayetinde olan
yetimlerin nafakasını yazardım. (Yetimler büyüyünce hesapta) bin dirhem
yanlışlık yaptılar. Yetimlerin velisi olan da yetimlere bu fazla parayı ödedi.
(Bilâhare) ben yetimlerin mallarından, verilen o fazlalığın misline (bin
dirheme) eriştim ve veli olan adama: Senden alıp götürdükleri bin dirhemi alayım
mı? dedim.
Hayır,
alma; babam bana, Rasûlullah (s.a)'ı: "Sana emniyet edene emanetini öde, sana
hıyanet edene de hıyanet etme" buyururken duyduğunu haber verdi, dedi.[595]
Açıklama
Hadisin isnadında bilinmeyen bir ravi
vardır. Bu hal, hadisin sıhhati için bir kusurdur. Şerhlerde, Yusuf b. Mâhek'in
"falan" dediği kişinin ismine temas edilmemiş, hatta bu zâtın isminin
bulunamadığına dikkat çekilmiştir.
Hadisi terceme ederken metne sadık kalmaya
gayret ettiğimiz için anlaşılmasında güçlük çekilebilir. Onun için hadisin
manasını açıklamak istiyoruz:
Yusuf b. Mâhek el-Mekkî adındaki zât, bir
adamın yanında kâtiplik yapar, o kişinin velayeti altında bulunan yetimlerin
nafakalarını yazarmış. Yetimler büyüyüp , buluğ çağına gelince, velileri olan
şahıstan mallarını almışlar. Ancak mallarını hesap ederken yanlışlık yapmışlar
(yanlışlığın kasdi mi yoksa hataen mi olduğuna dair bir açıklık yok) ve haklan
olandan bin dirhem fazla istemişler, veli de bu parayı vermiş. Daha sonra Yusuf
b. Mâhek, yetimlere ait bin dirhem kadar bir mal ele geçirmiş ve patronuna,
fazladan olarak verdiği bin dirhemi bu paradan alıp alamayacağını sormuş, adam
da; "Hayır alma, çünkü babam Rasûlullah'ın: "Sana güvenene hakkını ver, hıyanet
edene de hıyanet etme" buyurduğunu haber verdi." demiştir.
Bu hadisin zahiri; hak sahibinin borçlu
durumdaki şahsın izni olmadan borçludan hakkını alamayacağına delâlet
etmektedir. Halbuki bir önceki hadis; hak sahibinin, borçlunun malını bulduğu
takdirde hakkını alabileceğini ifade etmekte idi. Bu durumda iki hadis arasında
bir çelişki sözkonusu olmaktadır. Hattâbî bu konuya temasla şöyle
demektedir:
"Zahire göre bu hadis, Hind hadisine
muhalif sayılmaktadır. Ama aslında bu iki hadis arasında bir muhalefet söz
konusu değildir. Çünkü hain, hakkı olmayan bir şeyi zulmen ve düşmanlıkla alan
kimsedir. Ama hasmının malından hakkını almasına izin verilen kişi hain
değildir. Bu hadisin manası, sana hıyanet eden kişiye, onun yaptığının aynısıyla
muamele ederek hıyanet etme, demektir. İkinci şahıs, hain değildir; çünkü o
kendi hakkı olan bir şeyi almıştır. Birincisi ise başkasına ait bir hakkı
gasbetmiştir.
Mâlik b. Enes: "Bir adam, başka birine bin
dirhem emanet etse ve emanet edilen şahıs bu parayı inkâr etse, sonra da inkarcı
emanet bırakana bin dirhem emanet etse, ikinci emanet edilenin bu parayı inkâra
hakkı yoktur.'1 derdi. İmam Mâlik'in arkadaşı İbnü'l-Kasım: "Zannediyorum o bu
hadise istinaden böyle derdi" der.
Hanefîlere göre; ikinci emanetçinin inkâr
edilen parasına kısas olarak, kendisine emanet edilen bin dirhemi inkâra hakkı
vardır. Ama emanet bırakılan İlk mal buğday, ikinci mal arpa olursa caiz olmaz.
Çünkü bu takdirde yapılan muamele, satım muamelesi olur. Aynı cinsten olduğunda
ise kısastır.
İmam Şafiî'ye göre ise, her halükârda
ikinci şahsın hakkını alma yetkisi vardır. Şafiî'nin dayanağı Önceki Hind
hadisidir."
Görüldüğü gibi Hattâbî bu sözleri ile, bir
taraftan iki hadis arasında varlığı zannedilen ihtilâfı bertaraf etmekte, diğer
yönden ise konu ile ilgili görüşleri ortaya koymaktadır.
Hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a)'in:
"Sana emniyet edene emanetini öde, hıyanet edene de hıyanet etme" buyurduğu
belirtilmektedir. Buradaki, "sana emniyet edene" ifadesinin iki manaya ihtimali
vardır:
1- Sen emanetçi
isen, sana bir şey emanet edilmişse,
2- Sana bir şey
emanet edildiği zaman, senin emin birisi olduğuna inanılırsa.
Mana ne
olursa olsun, hadis-i şerifte kendisine güvenilen kişinin bu güvenin gereğini
yapması gerektiği, hak sahibine hakkını vermesinin icabettiği bildirilmektedir.
Hıyanet eden bir kişiye de hıyanetinin aynı ile mukabele edilemeyeceği de
hadisin muhtevası içerisindedir.[596]
Bazı Hükümler
1. Yetimlerin
malını idare etmekle görevli olan vasiler, hesabı ıyı tutmalıdırlar.
2. Emanete
hıyanet caiz değildir.
3535... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
Açıklama
Tirmizî,
bu hadis için; "Hasen garib" demiştir. Hadis önceki hadisin son böıumu üe
aynıdır. Burada, orada söylenenlere eklenecek bir şey yoktur.[599]
80. Hediye Kabul Etmek
3536... Hz. Âişe (r.anha)'den rivayet
edildiğine göre: Hz. Peygamber (s.a) hediye kabul eder ve karşılığında hediye
verirdi.[600]
Açıklama
Hadisin; İbn Ebî Şeybe'nin rivayetinde
Rasûhıllah'ın, kabul ettiği hediyeye daha iyisi ile mukabelede bulunduğu
belirtilmektedir.
Hz. Peygamber (s.a)'in hediye kabul etmesi,
onun kereminden ve güzel ahlâkındandır. Çünkü hediye ile insanların birbirlerine
olan sevgi ve bağlılıkları artar. Efendimiz bir başka hadisinde: "Hediyeleşiniz,
birbirinizi seviniz" buyurmaktadır.
Hediye yemek, Hz. Peygamber (s.a)'in
özelliklerindendi. O, sadaka kabul etmezdi. Çünkü sadaka insanların kiri idi.
Ama hediye öyle değildir.
Hadiste, Rasûlullah (s.a) Efendimizin,
kendisine yapılan hediyeye hediye ile karşılık verdiği ifade edilmektedir.
Sarihlerin belirttiğine göre; bu karşılık, kendisine hediye edilen nesnenin
kıymetinden daha az olmazdı. Hatta az önce işaret ettiğimiz gibi İbn Şeybe'nin
rivayetine göre, Hz. Peygamber'-in verdiği şey, aldığı hediyeden daha değerli
olurdu.
Hz. Peygamber'in kendisine verilen
hediyenin karşılığını vermesi; insanlara karşı minnet borcu altında kalmaması
içindi. Çünkü minnet borcu, davetin sonucunu menfi bir şekilde etkileyebilir.
Ayrıca hediye davete karşılık bir ücret gibi telakki edilebilir. Halbuki
Efendimiz, peygamberlik görevi karşılığında ücret almaz. Şûra sûresinin 23.
âyetinde: "De ki; ona karşılık sizden bir ücret istemem"
buyurulmaktadır.
Bir de
meselenin şu yönü var: Hâkimlerin ve idarecilerin hediye almaları rüşvettir. Hz.
Peygamber (s.a) de kavminin lideri idi. Dolayısıyla onun lediye alıp da
karşılığında bir şey vermemesi münasip olmazdı. Bazı âlim-er; "Yaptığın iyiliği
çok görerek başa kakma"[601] manasına gelen âyetin Hz. Peygamber'e has olduğunu, daha fazlası
ile karşılık almak için hediye vermek manasına geldiğini söylerler. Bu âlimlerin
dediklerine göre Rasûlullah s.a)'dan başkalarının daha iyisi ile mukabele görmek
maksadı ile hediye ver-neleri caizdir.
Mâlikî âlimlerinden bazıları bu hadisle
istidlal ederek, verdiği hediye karlılığında mükafat alması âdet olan kişilere
-fakirin zengine verdiği hediye pbi- verdikleri hediyeye mukabil bir şeyler
vermenin vacip olduğunu söyler-er. Zenginin fakire hediye vermesi ise böyle
değildir. İmam Şafiî'nin kavl-i [adîmi de böyledir.
Hanefîler ve Şâfiîlerin görüşüne göre;
karşılık almak için hediye vermek bâtıldır. Çünkü bu, bilinmeyen bir bedel
karşılığında mal satmak denektir. Üstelik hediyenin temel esprisi teberrudur. Şu
kadar var ki, hediye verılirken bir karşılık şart koşulmuşsa bu şarta uyulması
gerekir.
Hattâbî, bazı âlimlere nisbet ederek;
karşılık verilip verilmemesi itibariyle hediyeyi üç grupta mütâlâa
eder:
1- Bir kimsenin,
kendisinden daha aşağı durumda olana hediye verme-i, bir şey hibe etmesi halinde
bir karşılık verilmesi gerekmez. Çünkü bu, ıir ikram ve lütuftur. Patronun
işçisine hibede bulunması bu kabildendir.
2- Zayıfın
kuvvetiyle, küçüğün büyüğe, fakirin zengine hibe etmesi, hediye vermesi. Bu
durumda karşılık vermek gerekir. Çünkü burada hediye vermekten maksat, menfaat
sağlamaktır.
3- Bir kimsenin,
kendi dengi olan birine hibe etmesi. Bu şekildeki hibede esas olan sevgi ve
yakınlıktır. Onun için bir karşılık vermesi gerekmez. Ama, hediye verilirken
karşılık verilmesi şart koşulmuşsa o zaman karşılık verilmesi
icabeder.
Hattâbî'nin; isimlerini zikretmeden bu görüşleri kendilerine isnad
ettiği âlimler, bazı Mâlikîlerdir. Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, Hanefî ve
Şâfiîlere göre hediye karşılığında bir şey vermek şart değildir. Ama hibe eden
hediye verirken mukabilinde bir şey şart koşsa o şarta uymak gerekir.[602]
3537... Ebû
Hureyre (r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Vallahi,
bu günden sonra, Kureyşli Muhacirlerden, Ensârdan, Devslilerden ve Sakîflilerden
başka hiç kimseden hediye kabul etmeyeceğim."[603]
Açıklama
Hadis-i
şeriften anladığımıza göre, Hz. Peygamber (s.a), insanlardan hediye kabul
ederdi. Fakat bir gün, artık Kureyşli Muhacirler, Ensâr, Devs, ve Sakîf
kabilelerine mensup olanlardan başka hiç kimseden hediye almayacağına yemin
etti. Hz. Peygamber (s.a)'in böyle bir yemin etmesine sebep; Tirmizî'nin
rivayetine göre; bir bedevinin Efendimize bir şey hediye edip karşılığını
istemesi idi.[604]
Bazı Hükümler
1. Hediyeleşmek
meşrudur.
2. Kişi verilen
her hediyeyi kabul etmek mecburiyetinde değildir.
81. Hibeden Dönmek
3538... İbn
Abbas (r.anhüma)'dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Hibesinden dönen, kusmuğunu tekrar yutan
gibidir."
3539... İbn Ömer
ve İbn Abbas (r.anhürn)'dan, Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
“Bir
kimsenin bir şey bağışlayıp veya bir şey hibe edip de bundan dönmesi helâl
olmaz. Ancak baba çocuğuna verdiğini geri alabilir. Bir bağışta bulunup da onu
geri isteyen kişinin durumu; (bir şey) yiyen, doyduğu zaman kusan, sonra da
kusmuğunu tekrar yiyen köpeğin durumu gibidir."[607]
3540... Abdullah
b. Amr'dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Hibe
ettiği şeyi geri isteyen kişinin hali, kusup da kusmuğunu yiyen köpeğin hali
gibidir. Hibe eden kişi verdiğini geri istediği zaman, durdurulsun ve istediği
şey kendisine tarif edilsin, sonra da hibe ettiği şey:ona verilsin."[608]
Açıklama
Bu babda geçen üç hadisin ifade ettikleri
hükümfaynı istikamette olduğu için, hepsinin izahını birlikte ele almayı uygun
bulduk.
Hibe; sözlükte; faydası olan mal veya başka
bir şeyi, bir başkasına ulaştırmaktır. İstılahta ise; bir malı karşılıksız
olarak bir başkasına temlik etmek (mallığına vermek) tir.
Hibede bulunan kişiye "vâhib", kendisine
hibe edilene "mevhûbun leh", hibe edilen mala da "mevhûb" denilir.
Bu hadislerden ilki, mutlak olarak ve
herhangi bir ayırım yapmadan, hibe eden kişinin hibesinden dönemeyeceğine,
ikincisi ise çocuğuna bir şey hibe edenin dışında hiçbir kimsenin hibesinden
dönemeyeceğine delâlet etmektedir. Bu iki hadisin zahirine göre, vâhibin hibeden
dönmesi haramdır. Üçüncü hadis ise, vâhibin hibeden dönmesinin caiz ama mekruh
olduğuna işaret etmektedir. Çünkü son hadiste Efendimiz, hibesinden dönen
kişinin halini, kusmuğunu yutan köpeğin haline benzetmiş ve yerdiğini geri
isteyen kişiye önce yaptığı işin köpeğin kusmuğunu yemesine benzediğinin
anlatılmasını, sonra da verdiğinin iade edilmesini istemiştir. Bu.tarz, hibeden
dönmenin kerâhatla caiz olduğunun delilidir.
Hibe edenin, hibesinden dönmesinin hükmü
âlimler arasında ihtilaflıdır.
Nevevî'nin belirttiğine göre; İmam Şafiî,
İmam Mâlik ye Evzaî'ye göre, bir mal hibe eden kişi hibesinden dönemez,
verdiğini geri isteyemez. Sadece çocuğuna ve torunlarına bir şey hibe eden kişi
bu hükmün istisnasıdır. Çünkü baba, çocuğuna bir şey hibe etse hibeden
vazgeçebilir.
Üzerinde durduğumuz babın ikinci hdisi bu
görüşün delilidir.
Hattâbî;
babanın çocuğuna hibe ettiği şeyi geri istemesinin cevazını, ço-jğun malı ve
canı ile babaya ait oluşu ile de delillendirir. Çünkü Hz. Peygamber )s.a),
birisine: "Sen ve malın babana aitsiniz" buyurmuştur.[609]
Hanefîlere göre; prensip olarak hibeden
dönmek caizdir. Çünkü Hz. Pey-amber (s.a) bir hadiste: "Hibe eden kişi,
karşılığını almadıkça hibesine baş-asından daha çok hak sahibidir" buyurmuştur.
Fakat Efendimiz, hibeden önmeyi kusmuğu geri yutmaya benzettiği için hibeden
dönmek mekruhtur.
Hanefî âlimleri, hibeden dönmenin helâl
olmadığını ifade eden hadisi m babın ikinci hadisi- yorumlarken, bunun; hibeden
dönmenin haramlığı-a değil, uygun olmadığına delâlet ettiğini söylerler.
Nitekim, varlıklı birisi-in dilenciyi eli boş döndürmesinin helâl olmadığı
tarzında da hadis vardır, ukarıda belirttiğimiz gibi, bu babın üçüncü hadisi de
Hanefîlerin görüşü in bir delildir. Çünkü Rasûlullah; hibe ettiğini geri işeyen
kişiye yaptığının ötülüğünün anlatılmasını, sonra da verdiğinin iade edilmesini
söylemiştir. ayet hibeden dönmek caiz olmasaydı Hz. Peygamber böyle
demezdi.
Hanefî fakihlerinden Tahavî, hibeden
dönmenin kusmuğu yutmaya bentilmesinin bunun haram olmasını gerektirdiğini
fakat, başka bir hadisteki fbeden dönmeyi köpeğin kusmuğunu geri yutmasına
benzeten ifadenin bu ükmü ters çevirdiğini söyler. Çünkü köpek mükellef
değildir. Dolayısıyla öpeğin kusmuğunu yutması haram olmaz. Öyleyse buna
benzetilen şey (hisden dönmek) de haram olmaz. Hz. Peygamber'in, hibeden dönmeyi
me-stmesi bunun tenzihen mekruh olduğuna delâlet eder. Sübülü's-Selâm sa-ibi
ise; Tahavî'nin bu te'vilini zikrettikten sonra, bunun uzak bir te'vil oluğunu;
hadisin siyakına ters düştüğünü söyler.
Hanefîler, mutlak manada hibeden dönmeyi
caiz görürler; ama bunu nel bir hüküm olarak görmezler. Bu hükümden yedi şeyi
istisna ederler. âtta hibeden dönmeye mani olan şeyleri, -zabtı kolay olsun
diye- bir cüm-nin kelimelerinin harfleri ile şifrelendirirler. Bu cümle:
cümle-dır. Harflerden her biri, kendilerine hîbe edilen şeyden dönülmesi caiz
ollayan bir sınıfı gösterir. Buna göre:
Hibe edilen malda meydana gelen bir
ziyadeyi gösterir. Yani, yamçı birisine hibe edilen malda bir fazlalık olmuşsa,
hibe eden kişinin o malı :ri alması caiz olmaz.
Hibe eden veya kendisine hibe edilenin
ölmesi. Ölüm, arapçada mevt" demektir.
Kendisine hibe edilen kişinin, hibeye
mukabil bir şey, yani ivaz ermesi.
Hibe edilen malın, mcvhûbun lehin elinden
çıkması, yani hurucu.
Zevciyet, yani evlilik. Karı koca
birbirlerine yaptıkları hibeden dönemezler.
Akrabalık, karabet: Bir kimse mahremi olan
(taraflardan birisi erkek birisi kadın olsa, birbirleri ile evlenmeleri caiz
olmayan akraba) bir akrabasına yaptığı hibeden dönemez. Ana baba, çocuk, kardeş,
amca, hala, dayı, yeğen vs. kişiye mahremdir.
Hibe edilen malın helak olması, yok
olması.
İşte Hanefîlere göre bu yedi yerin dışında
vâhib hibesinden dönebilir. Ancak bunun için, ya her iki taraf razı olmalı, ya
da hibeden dönmek hâkimin hükmüne dayanmalıdır. Merginanî, bu şartı; hibeden
dönmenin ceva-zındaki ihtilâfa bağlar. Aynî ise, Hidâye şerhi el-Binâye'de;
hibeden dönülebilmesi için tarafların rızası veya hâkimin hükmünün şart oluşu
için başka sebepler de zikreder.
82. Kişinin, Bir İhtiyacını Gidermesi İçin Hediye Vermesi
3541... Ebû
Ümâme (r.a), Hz. Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
"Bir
kimse, bir (din) kardeşi için şefaatte bulunur da, kardeşi onun şefaati üzerine
hediye verir, o da kabul ederse ribâ kapılarından büyük bir kapı
açmıştır.”[611]
Açıklama
Hadis-i şerif bir müslümanın işini yapmak
için aracı olan kişinin aracılığı karşılığında aldığı hediyenin ribâ cinsinden
bir şey olduğuna işaret etmektedir.
Fethıı'l-Vedûd'da, konu ile ilgili olarak
şöyle denilmektedir:
"Çünkü
iyi olan şefaat teşvik edilmiştir. Hatta bazan insanların işini yapmak için
aracı olmak vacip olur. Bu durumda şefaat karşılığında ücret almak, onun ecrini
zayi eder. Ribâ da helâli zayi eder." Fethu'l-Vedûd sahibinin bu sözlerinden
anlaşıldığına göre; şefaatta bulunmak karşılığında hediye almak haram değildir.
Fakat, o hareket için alınacak olan sevabın kaybolmasına sebeptir.[612]
83. Çocuklarının Bir Kısmına Diğerlerinden Daha Çok Mal Bağışlayanın Durumu
3542... Nu'man
b. Beşîr (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Babam bana bir mal bağışladı.
-Ravilerden İsmail b. Salim: "Bir kölesini bağışladı" der.-
Annem, Ravâha'mn kızı [Amra]:
Rasûlullah (s.a)'a git, onu bu bağışa şahit
tut, dedi. Babam, Rasûlullah'a gidip [onu şahit tuttu], hâdiseyi ona anlatıp
dedi ki:
Ben oğlum Nu'man'a bir mal bağışladım. Ama
Amra, (Nu'manın annesi) buna, seni şahit tutmamı istedi.
Rasûlullah (s.a):
"Senin başka çocuğun var mi?"
Evet, var.
"Hepsine Nu'man'a verdiğin gibi mal verdin
mi?"
Hayır, vermedim. Rasûlullah
(s.a):
Bazı
râvilerin dediğine göre- "Bu zulümdür"; -bazılarının dediğine göre- "Bu
teldedir,[613]
buna başkasını şahit tut" buyurdu.
Mağîre'nin rivayetinde,
(Rasûlullah):
"İyilik ve lütufta hepsinin eşit olmaları
seni sevindirmez mi?" (buyurdu).
Adam:
Evet, dedi. Rasûlullah:
"Buna benden başkasını şahit tut" buyurdu.
Mücâhid'in rivayetine göre ise Rasûlullah (s.a):
“Sana iyilik yapmaları, senin onlar
üzerindeki hakkın olduğu gibi aralarında adaletli davranman da onların senin
üzerindeki haklarıdır" buyurdu.
Ebû Dâvûd, Zührî'nin rivayeti hakkında der
ki:
Bazdan, "Bütün oğullarına (verdin) mi?";
bazıları, "bütün çocuklarına (verdin) mi?" dedi.
Bu konuda îbn EbîHâlid, Şa'bî'den
rivayetle: "Senin ondan başka oğulların var mı?" dedi.
3543... Nu'man
b. Beşîr'in haber yerdiğine göre; Babası ona bir köle verdi. Rasûlullah (s.a)
kendisine: "Bu köle nedir?” diye sordu. Nu'man:
Benim kölem, onu bana babam verdi.
Rasûlullah (s.a):
"Sana verdiği gibi bütün kardeşlerine de
verdi mi?"
Hayır.
3544... Nu'man
b. Beşîr (r.a), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
3545... Câbir
(r.a)'den rivayet edilmiştir. Der ki: Beşîr'in karısı:
Oğluma köleni hibe et ve bana Rasûlullah
(s.a)'ı şahit tut, dedi. Beşîr, Hz. Peygamber (s.a)'e gelip dedi ki:
Falanın kızı, benden oğluna bir köle hibe
etmemi istedi ve [benim için] Rasûlullah'ı şahit tut, dedi.
Rasûlullah (s.a):
"Onun kardeşleri var mı?"
Evet.
Açıklama
Görüldüğü gibi bu babdaki bütün rivayetler
aynı hâdiseyi konu edinmekte ve aynı manayı ifade etmektedir. Rivayetlerin
hepsini göz önünde bulundurarak hâdiseyi şöyle özetleyebiliriz:
Beşîr (r.a), Ravâha'nm kızı Amra'den olan
oğlu Nu'man'a bir köle bağışlamış fakat Amra; bu bağışa Hz. Peygamber'in (s.a)
tensip ve şehadeti olmadan köleyi kabul etmeyeceğini söylemiş, bunun üzerine,
Beşîr, Nu'man'ı alarak Hz. Peygamber (s.a)'e gitmiş ve hâdiseyi nakletmiş. Hz.
Peygamber (s.a), Beşîr'e başka çocuğunun olup olmadığını sormuş, olduğunu
öğrenince de Nu'man'a veriği gibi diğer çocuklarına da mal bağışlayıp
bağışlamadığını sormuş, Nu'man da bağışlamadığını söylemiş. Bunun üzerine Hz.
Peygamber bunu doğru bulmamış ve böyle bir olaya şahitlik edemeyeceğini
söylemiş.
Kütüb-i Sitte'nin tamamında yer alan bu
hadisin rivayetleri arasında bazı küçük farklılıklar mevcuttur. Ancak bu
farklar, mana ve hükme tesir edecek tarzda değildir. Ya bazı kelime
değişiklikleri, ya da kimilerinin daha muhtasar, kimilerinin daha mufassal oluşu
şeklindedir. Nitekim Ebû Dâvûd'da-ki rivayetler arasında da bazı farklar
vardır.
İslâm âlimleri, babanın sağlığında
çocuklarından bir kısmına mal bağışlayıp bir kısmını mahrum etmenin caiz olup
olmadığında ihtilâf etmişlerdir.
Tâvûs, Atâ b. Ebî Rebâh, Mücâhid, Urve, İbn
Cüreyc, Nehaî, Şa'bî, İbn Şübrüme, Ahmed b. Hanbel, ve diğer bazı âlimlere göre;
babanın, çocuklarından bir kısmını ayırıp, bir kısmına mal bağışlaması bâtıldır,
geçerliği yoktur.
Süfyân-ı Sevrî, Leys b. Sa'd, Kasım b.
Abdurrahmah, Muhammed b. Münkedir, Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf, Muhammed, Şafiî ve bir
rivayette Ahmed b. Hanbel'e göre ise; böyle bir hibe caizdir, ancak mekruhtur.
Babanın mal bağışlama konusunda çocuklarına eşit davranması menduptur. Bu
gruptaki âlimler, üzerinde durduğumuz hadisteki emri nedbe hamletmişlerdir. Yani
Hz. Peygamber (s.a)'in mal bağışında çocuklar arasında eşit davranılmasını
emretmesi, bunun vacip oluşuna değil, mendup oluşuna delâlet eder.
Babanın bazı çocuklarına mal bağışlamasını
caiz görenler; görüşlerini çeşitli delillerle takviye ederler. Bunlardan Buharı
şârihi Aynî'nin en kat'i delil dediği şöyledir:
Bütün âlimlerin ittifakı ile sabittir ki,
çocukları olan bir baba sağlığında iken malının tamamını veya bir kısmını
yabancı birisine hibe etse bu hibe caizdir. Yabancı birine malını bağışlama
hakkına sahip olan birisinin, kendi çocuklarına bağışlama hakkı neden
olmasın?!
Yukarıda, babanın mal bağışı konusunda
çocukları arasında eşit davranması gerektiğini söyleyenlerden birisinin de Ahmed
b. Hanbel olduğuna işaret etmiştik. Ancak, Ahmed b. Hanbeî'in görüşü, böyle bir
hibenin asla geçersiz olduğu istikametinde değildir. Hibe geçerlidir, ama
babanın bu hibesinden dönmesi vaciptir. Şayet dönmezse günahkâr olmakla
birlikte, kendisine bağış yapılan çocuk mala sahip olur. Yine Ahmed b. Hanbel'e
göre; çocuklardan birisinin borçlu veya muhtaç olması gibi hallerde, babanın
sadece o çocuğa bağışta bulunmasının mahzuru yoktur.
Bizzat hadisteki bazı ifadeler de, bu
görüşün isabetine delâlet etmektedir. Rivayetlerden birisinde Hz. Peygamber
(s.a): "İyilik ve lütuf ta sana eşit davranmaları seni sevindirmez mi?"
buyurmuştur. Bu ifade, çocuklar arasındaki eşitliğin vacip değil müstehap
olduğunu gösterir.
Yine Efendimiz; "Buna benden başkasını
şahit tut" buyurmuştur. Eğer o çocuğa hibe caiz olmasaydı Rasûlullah bunu kökten
reddeder, başkasını şahit tutmasını emretmezdi. Çünkü eğer bir çocuğa bağış caiz
olmasa idi, her insanın şehadeti bâtıl olurdu.
Hz. Peygamber'in asbahmdan, çocuklarının
bir kısmını diğerlerine tercih edenlere rastlanmaktadır. Nitekim Hz. Ebû Bekir,
diğer çocuklarına değil sadece Hz. Âişe'ye bağışta bulunmuştur.
Ebû Yusuf'u, hibe konusunda çocuklar
arasında eşitliği şart koşmayanlar arasında saymıştık. Ancak bu âlime göre;
baba, bir çocuğuna mal bağışlarken diğer çocuklarına zarar vermeyi kastederse bu
hibe caiz değildir.
Hibede çocuklar arasında eşitliği şart
koşan ve bunun müstehap olduğunu söyleyen âlimler, eşitliğin sıfatında ihtilâf
etmişlerdir. Yani, erkek-kız bütün çocuklara eşit mi davranmak gerekir, yoksa
mirasta olduğu gibi erkeğe iki kıza bir mi verecektir? Muhammed b. Hasen, Ahmed.
b. Hanbel, İshak b. Râhûyeh, Şâfillerden bazı âlimler ve Mâlikîlere göre;
çocuklar arasında hibedeki eşitlik mirastaki gibidir. Yani oğlana iki, kıza bir
hisse verilmelidir. Bunların dışındaki âlimlere göre ise; erkek ve kız
arasındaki ikili birli taksim, mirasa aittir. Hibede adalet, kız erkek hepsine
eşit verilmekle sağlanır. Beyhakî'nin İbn Abbas'tan merfû olarak rivayet ettiği
şu hadis bu görüşe delildir: "Atıyye ve bağışda çocuklar arasında eşit
davranınız. Ben çocuklardan birisini üstün tutacak olsaydım kadınları üstün
tutardım."
Hadisin ihtiva ettiği diğer hükümleri de
şöylece özetleyebiliriz:
1- Babanın,
küçük çocuğu üzerine velayet hakkı vardır. Onun malını satma, kabzetme, onun
âdına mal satın alma, hatta kendi malını ona satma hakkına sahiptir.
2- Bir konuda
hâkimi şahit tutmak caizdir. Yani bir hakkın tesbitini hâkimin şehadeti ile
temin caizdir.
84. Kadının Kocasının İzni Olmadan Hediye Vermesi, Bağışta Bulunması
3546... Amr b.
Şu'ayb, babası vasıtasıyla dedesinden Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
"Kocası
ismetine mâlik olduğu zaman (evli olduğu zaman) bir kadının malında bağışta
bulunması caiz değildir."[619]
3547... Amr b.
Şu'ayb'ın babası vasıtasıyla Abdullah b. Amr (r.a)'den rivayet ettiğine göre;
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
Açıklama
Bu iki rivavet aslında aynı hadistir.
Aralarında isnad farklılığı vardır. İbn Mâce'nin rivayetinde; Hz. Peygamber
(s.a)'in bu sözleri hutbe irade ederken söylediğine işaret
edilmektedir.
İlk rivayette, "Kadının malında bağışta
bulunması..." denilmiş, yani mal kadına izafe edilmiştir. Bunun iki türlü yoruma
ihtimali vardır:
1- Maksat,
kadının kendi malıdır. Hz.Peygamber (s.a) kocasının izni olmadan kadınların
kendilerine ait mallardan bağış yapamayacaklarını, hediye veremeyeceklerini
ifade buyurmuştur. Bu durumda, yasak tenzîhen mekruha hamledilir. Kadınlar; mal
idaresinde, mal harcamada yerli yerince hareket edemezler, yaptıklarının
sonucunu hakkıyla değerlendiremezler. Onun için hediye vermek, bağış yapmak gibi
hayır olan şeylerde dahi kocalarına danışmalı, onların iznini almalıdırlar.
Âlimlerin çoğunluğuna göre; bu, iyi geçinme ve kocanın gönlünü hoş tutma
manasınadır.
Malın kadına ait mal olması durumunda
ikinci bir ihtimal daha var ki; o da, kadının reşid olmaması halidir. Yani kadın
reşid olmadığı takdirde malından verdiği hediye veya bağış kocasının iznine
bağlıdır.
Âlimlerin cumhuruna göre; kadınların kendi
mallarından sadaka vermeleri, bağışta bulunmaları, hediye vermeleri caizdir.
Çünkü Rasûlullah (s.a), kadınları sadaka vermeye teşvik etmiş; onlar da
küpelerini, yüzüklerini Bilâl (r.a)'in elindeki bir torbaya atmışlardır. Bu da
kocalarının izni olmadan olmuştur.
Âlimlerden Leys; kadın, kocasının izni
olmadan malının üçte birinden az da olsa hediye veremez, bağışta bulunamaz
görüşündedir.
Tâvûs ve Mâlik'e göre; bir kadın malının
üçte birinden azını bağışlamak veya hediye vermek konusunda kocasının iznine
muhtaç değildir. Ama üçte birinden fazlası için onun iznini alması
gerekir.
Sindî'nin bildirdiğine göre; Şafiî, Kur'an,
sünnet ve aklın bu hadisin hilâfına delâlet ettiğine işaretle, bu hadisin sabit
olamayacağını söylemiştir. Çünkü kadın, sahibi olduğu malını dilediği gibi
tasarruf edebilir.
2- Hadiste
sözkonusu edilen maldan maksat, kocanın malıdır. Kocanın malı, kadının elinde
bulunduğu için mecazen "malında" denilmiştir.
Eğer
maksat; kocasının malı ise, hadisin zahiri kastedilmiş olur. O zaman hadis
haramlığa hamledilir. Yani, kadınların kocalarının malından onların izni olmadan
bağışta bulunmaları, hediye vermeleri haramdır.[621]
85. Umra Konusu
Umrâ: Kâmus'ta tarif edildiğine göre; bir
adamın, malım bir kimseye, kendisinin veya onun hayatına bağlayarak vermesi
demektir. Meselâ birisi, "Ömrüm oldukça veya ömrün oldukça bu ev senindir,
ölümden sonra benimdir" derse bu muamele umrâ olmuş olur.
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre umrâ; mal
sahibinin ömrü ile kayıtlanabileceği gibi, kendisine mal verilen kişinin ömrü
ile de kayıtlanabilir.
Hanefî fıkhının tanınmış eserlerinden
el-Hidâye'de umrâ: "Evini, ömrü boyunca ona vermesidir. Öldüğü zaman kendisine
döner" diye tarif edilmektedir. Aynî, Hidâye'yi şerhettiği eseri el-Binâye'de,
Hidâye'nin tarifini şu şekilde tefsir eder: "Bir kimsenin; evini, ömrü boyunca
yani mal verilenin ömrü boyunca başka birine vermesidir. Kendisine mal verilen
kimse ölünce mal sahibine döner." Bunun suretinin şöyle olduğu da
söylenmektedir: "6u evimi umrâ yoluyla sana verdim veya bu evim ömrüm boyunca
yahut da ya-
sadığım müddetçe ya da hayatın boyunca veya
sen yaşadıkça senindir. Öldüğün zaman bana geri verilecektir."
Görüldüğü gibi bu ifadelerden; umrâ
muamelesinin, mal sahibinin de, kendisine mal verilen kişinin de ömrüne bağlı
olarak aktedilebileceği anlaşılmaktadır.
Umrâ muamelesi cahiliye devrinden kalma bir
âdettir. Araplar bir araziyi veya evi hayat boyunca birisine verir, o adam
öldükten sonra da geri alırlardı. İslâmiyet bunu iptal etmiş, hibelerdeki umrâ
şartını hükümsüz sayarak, malın hibe edilen kimseye ait olduğunu ifade etmiştir.
Muteber hadis kitaplarımızda bu manaya gelen bir çok hadis vardır.
Şimdi de Ebû Davud'un umrâ konusunda
derlediği hadisleri görelim, sonra da umrâ ile ilgili olarak âlimlerin
söylediklerine göz atalım.
Hadisleri
terceme ederken "umrâ" kelimesini aynen aktaracağız. Çünkü kelimenin tam
karşılığı yoktur, ancak mana olarak anlaşılabilir.[622]
3548... Ebû
Hureyre (r.a), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmiştir:
Açıklama
Aslında, umrâ konusundaki hükümleri, babın
tüm hadislerini terceme ettikten sonra vermek istiyoruz. Ancak burada metnin
anlaşılması için birkaç kelime söylemek istiyoruz.
"Umrâ
caizdir" cümlesinin manası şudur: Umrâ sahihtir, mal kendisine verilen kişiye o
öldükten sonra da varislerine aittir. Umrâ yapana (bağışlayana) geri verilmez.
Hadisin bazı rivayetlerinde de "Umrâ, onun ehline caizdir" denilmektedir. Yani
mal, tam manasıyla mu'merun lehe (kendisine verilene) aittir.[624]
3549...
Velid Hemmâm'dan; Hemmâm Katâde'den, Katâde
Ha-sen'den o da Semüre kanalıyla Rasûlullah (s.a)'dan önceki hadisin benzerini
rivayet etti.[625]
3550... Câbir
(r.a)'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu:
3551... Câbir
(r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Bir
kimseye Ömürlük mülk verilirse o kendisine ve çocuklarına aittir. Çocuklarından
adama vâris olanlar, verilen o mülke de vâris olurlar.[627]
3552... Bize
Ahmed b. Ebi'l-Havârî haber verdi, bize Velid Ev-zaî'den naklen haber verdi.
Evzaî Zührî'den, Zührî Ebî Seleme ve Urve'den, onlar Câbir'den, Câbir de Hz.
Peygamber (s.a)'den bu (önceki) hadisi aynı mana ile rivayet ettiler.
Ebû Dâvûd
dedi ki: "Leys b. Sa'd, Zührî'den Zührî Ebû Seleme'den, o da Câbir'den böylece
rivayet etti."[628]
Açıklama
Bu
bâbdaki hadisler, umrâ yoluyla mal bırakan kişinin, kendisine mal verilen şahsın
çocuklarını anmadan mal vermesi ile ilgilidir. Yani kişinin; "hayatta olduğun
müddetçe -veya ben hayatta olduğum müddetçe- bu mal senindir" deyip mal verdiği
şahsın çocuklarını hiç anmaması ile ilgilidir. Bundan sonra gelecek olan babda
da, ömrü boyunca kullanmak üzere mal verirken mal verilenin yanı sıra onun
çocuklarının da anılması suretiyle yapılan akitleri konu alan hadisler yer
almıştır. Konuda bütünlük olması için biz meselenin fıkhı hükümlerini vermeden
bu hadisleri de terceme etmek, sonra da konu ile ilgili hükümleri ele almak
istiyoruz.[629]
86. Ömürlük Mal Verirken; "...Ve Çocukları İçin" Diyen Kişinin Durumu
3553... Câbir b.
Abdillah (r.a)'dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir:
"Herhangi
bir kimseye ve çocuklarına ömürlük bir mal verilse o mal, verilen kimsenindir,
verene geri dönmez. Çünkü o, kendisinde miras cereyan eden bir şey
vermiştir."[630]
3554... Bize
Haccâc b. Ebî Ya'kub haber verdi, bize Ya'kub haber verdi, bize Ya'kub'un babası
(İbrahim b. Sa'd) Salih'ten, Salih de İbn Şihâb'tan önceki hadisi aynı isnad ve
aynı mana ile rivayet etti.
Ebû Dâvûd dedi ki:
Onu, aynı
şekilde Ukayl ve Yezid b. EbîHabîb de îbn Şihâb'dan rivayet ettiler. Evzaî'nin
îbn Şihâb'dan rivayetinin lafzında ihtilâf edildi. Mâlik'in hadisinin benzerini
Füleyh b. Süleyman da rivayet etti.[631]
3555... Câbir b. AbdiIIah'ın şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a)'ın caiz gördüğü umrâ:
"Bu senin ve çocuklarımndır" denilerek yapılandır. Fakat: "Yaşadığın müddetçe
bu mal senindir" denildiğinde, o mal sahibine döner.[632]
3556... Câbir
(r.a)'den rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur:
Rukbâ
yapmayınız,[633]
umrâ yapmayınız. Her kime rukbâ veya umrâ yolırile bir şey verilirse o
vârislerine aittir.”[634]
3557... Câbir b.
Abdillah (r.a) şöyle demiştir:
Ensârdan bir kadına oğlu bir hurma bahçesi
vermişti. Kadın öldü. Oğlu:
Onu ben hayatı müddetince vermiştim, dedi.
Oğlanın kardeşleri de vardı.
Onun hakkında Rasûlulah (s.a) şöyle hüküm
verdi:
"O bahçe, hayatında da ölümünde de kadına
aittir."
Oğlan: Ben bahçeyi ona sadaka olarak
vermiştim, dedi.
Rasûlullah (s.a):
"Bu
(tasadduk) sana daha uzaktır, (sadakadan dönmen, hibeden dönmenden daha
uzaktır)." buyurdu.[635]
Açıklama
Bu babdaki hadisler, çeşitli şekillerde
yapılan umrâ muamelesini konu edinmektedir. "Umrâ"nın ne demek olduğunu daha
babın başında, hadisleri tercemeye başlamadan önce anlatmıştık. Burada o konuya
girmeden çeşitli suretleri ve bunlara ait hükümler üzerinde durmak
istiyoruz:
Âlimlerin büyük çoğunluğu genel manasıyla,
ümranın caiz olduğu görüşündedirler. Mâl, sağlığında kendisine verilen kişiye
ait olduğu gibi öldükten sonra da vârislerine aittir. Ashabtan Câbir, İbn Abbas,
Abdullah b. Ömer ve Ali b. Ebî Tâlib; daha sonrakilerden Kadı Şüreyh, Mücâhid,
Tâvûs ve Sevrî de bu görüştedirler. Daha sonraki âlimlerde de bu konuda pek
ihilâf yoktur. Sadece İmam Mâlik'in, "Umrâ, malın kendisinin değil, menfaatinin
temlikidir" dediği rivayet edilir. Bu görüşe göre umrâ yoluyla verilen mal,
mu'merun lehin ölümü ile vârislerine geçmez. İmam Şafiî'nin ilk görüşü de bu
şekildedir.
İmam Nevevî, Şafiî ulemasına nisbet ederek
ümranın üç şekilde yapıldığını söyler:
1- Mal sahibi,
bir adama: "Şu evi (veya başka bir malı) sana umrâ yoluyla (ömurlük) verdim. Sen
öldüğün zaman da çocuklarının veya vârislerinin olsun" der.
Bu şekildeki bir temlik ihtilafsız
sahihtir. Kendisine mal verilen şahıs, bu söz ile verilen mala sahip olur. Bu
bir hibe demektir. Adam öldüğünde mal vârislerine intikal eder. Varisi yoksa
hazineye kalır. Malı hibe eden kişiye iade edilmez.
Malın, hibe edene iade edilmeyeceği;
Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlerin görüşüdür. İmam Mâlik'e göre vâhibe iade
edilir.
2- Mal sahibi
karşısındakine: "Şu malı sana ömürlük verdim" der, vârislerini veya çocuklarını
anmaz.
İmam A'zam, İmam Ahmed, Süfyân-ı Sevrî, Ebû
Ubeyd ve sonraki mezbehinde de İmam Şafiî, bu umrânm sahih olduğu
görüşündedirler.
Bu konuda iki görüş daha vardır: İmam
Şafiî'nin ilk mezhebine göre; kendisine mal verilen kişi ölünce mal, önceki
sahibine (hibe edene) iade edilir. O ölmüşse vârislerine verilir. Diğer bir
görüşe göre de, mal kendisine verilen kişinin elinde ariyet hükmündedir. Veren
kişi istediği zaman geri alabilir.
3- Mal sahibi
karşısındakinin çocuk ve mirasçılarım anmadan; "Şu malı hayatın boyunca sana
verdim, sen öldüğünde bana veya varislerime iade edilecek" demiş olabilir. Bu
şekildeki bir umrânm hükmü ihtilaflıdır.
Şafiî ulemasının çoğunluğuna göre; bu
durumdaki umrâ sahih, şart bâtıldır. Yani mal, hibe edenin elinden tamamen
çıkmış, hibe edilenin mülkü olmuş oiur.
Ahmed b. Hanbel'e göre; bir vakte
bağlanmadan yapılan umrâ sahih, vakitle kayıtlı olanı bâtıldır.
Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere umrâ;
âlimlerin büyük çoğunluğuna göre malın aynını temliktir. Dolayısıyla kendisine
mal verilen kişi, o malda; satmak, hibe etmek, tasadduk etmek gibi her türlü
tasarrufta bulunabilir.
İmam Mâlik'e, Leys'e ve birinci mezhebinde
İmam Şafiî'ye göre umrâ; malın aynını değil, menfaatini temliktir. Kendisine mal
verilen kişi mala mâlik olamaz.
Kaynaklarda umrâ anlatılırken genellikle ev ve arazi misâl
verilir. Zaten hadisler de ev ve arazi hakkında varid olmuşlardır. Bu yüzden
akla, acaba menkul mallarda da umrâ caiz midir? şeklinde bir soru gelmektedir.
Menkuldeki umrâ, ne tasavvur ne de hüküm olarak sözkonusu edilmemiştir. Ancak
Şafiî âlimlerinden er-Râfiî, umrâyı anlatırken köleyi de misâl vermiştir.
Bundan, menkul mallarda da ümranın caiz olduğu sonucuna varılmaktadır.[636]
87. Rukbâ
Rukbâ: Rukûb ve murakabeden alınma bir
sözdür. Umrâ gibi, özel bir mal bağışlama türüne verilen isimdir. Daha önce de
belirttiğimiz gibi mal sahibinin başka birine: "Şu evi sana rukbâ yolu ile
verdim. Sen benden Önce ölürsen mal bana geri dönecek. Ama ben daha önce ölürsem
mal senin olacak" demesi sureti ile yapılır.
Rukbâ'nın; konulduğu fıkhı mana ile alâkası
şu yöndedir: Rukbâ, gözetmek manasındaki murakabe rnasdanndan alınmadır. Bu
muamelede de taraflardan her biri mala sahip olabilmek için, öbürünün ölümünü
gözetmektedir.
Rukbânın
hükmü ihtilaflıdır. Bu konudaki farklı görüşleri, hadislerin tercemesini
yaptıktan sonra ele alacağız.[637]
3558... Câbir
(r.a)'den, Rasûlullah (s.a)'m şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Umrâ,
ehli için caizdir (mal, kendisine hibe edilen kişiye aittir). Rukbâ, ehli için
caizdir."[638]
3559... Zeyd b.
Sabit (r.a), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kim bir
malı umrâ yoluyla (ömürlüğüne) verirse, o hayatında .'a ölümünde de verildiği
kişiye aittir. Malınızı rukbâ yoluyla vermeyiniz. Her kim bir malını rukbâ
yoluyla verirse o mal kendi yolunda-t ir (mal miras olur)."[639]
3560... Mücâhid
şöyle demiştir:
Umrâ: Bir adamın başka birisine: "O mal
yaşadığım müddetçe sana aittir" demesidir.
Adam böyle dediği zaman, mal o şahsın ve
vârislerinindir.
Açıklama
Bu babda, rukbâ hakkında iki hadis
bulunmaktadır. Üçüncüsü hadis değil, Mücâhid'in umrâ ve rukbâyı tarifleridir.
Biz iki hadisi ele alıp, ihtiyaç duyulan izahı yapmaya çalışacağız.
Birinci hadiste Rasîullah (s.a) Efendimiz,
umrâ ve rukbânın ehilleri için caiz olduğunu ifade etmektedir. Âlimler bunun;
umrâ veya rukbâ yoluyla verilen malın, verildiği kişiye ait olduğu manasına
geldiğini söylemektedirler.
İkinci hadiste Efendimiz: Önce, ümranın
hükmünü beyan etmiş, sonra da: "Malınızı rukbâ yoluyla vermeyiniz; şayet
vermiş iseniz o kendi yolundadır" buyurmuştur. Nesâî'nin bir rivayetinde,
malın kendi yolunda oluşu "miras yoludur" şeklinde ifade edilmiştir. Yani mal,
miras olarak vereseye intikal edecektir. Nesâî'deki diğer bir rivayette ise:
"Mallarınızı ruk-bâ yoluyla vermeyiniz, bir kimse rukbâ yoluyla bir şey verirse
o verene aittir"
buyurulmaktadır. Nesâî'deki bu ikinci
rivayet açık bir şekilde rukbâ yoluyla verilen malın vericiye ait olduğunu ifade
etmektedir.
Hz. Peygamber'in, "Mallarınızı rukbâ
yoluyla vermeyiniz" sözünü şâ-rihler, haramlığa hamletmemekte, bunun bir tavsiye
niteliğinde olduğuna işaret etmektedirler. Âlimlerin ifadesine göre Efendimiz bu
sözü ile, "Mallarınızı boş yere elden çıkarmayınız, insan yaptığım bir maslahata
mebni olarak yapmalıdır. Ama yapmışsanız bu sahihtir" demek
istemiştir.
Tabiî bu izah rukbâyı caiz gören âlimler
tarafından yapılmaktadır. Ama hadisin zahiri rukbâyı yasak
etmektedir.
Rukbânın hükmü âlimler arasında
ihtilaflıdır. Bazı âlimler, umrâ ile rukbâyı aynı hüküm içerisinde mütâlâa
etmişler ve, "umrâ gibi rukbâ da caizdir" demişlerdir. Bu babın ilk hadisi bu
görüşe uygundur. Tirmizî, Rasûlullah'ın ashabından bazılarının ve sonraki
âlimlerin bir kısmının bu görüşte olduğu söyler. Yine Tirmizî'nin ifadesine göre
Ahmed b. Hanbel ve İshak'ın mezhepleri de bu istikamettedir.
Kaynaklarda, İmam Şafiî'nin de rukbâyı caiz
gördüğü kaydedilmektedir. Hanefî imamlarından Ebû Yusuf da rukbânın caiz olduğu
kanaatindedir.
Hanefîlerden İmam Ebû Hanîfe ve İmam
Muhammed ile İmam Mâlik'e göre rukbâ caiz değildir. Rukbâ yoluyla verilen mal,
verildiği şahsın elinde ariyet hükmündedir. Dolayısıyla, veren şahıs dilediği
zaman alabilir. Bu görüşte olanlar; Hz. Peygamber (s.a)'in, umrâya izin verip
rukbâyı yasak ettiğini bildiren bir hadisine dayanırlar. Ancak Muğnî'de, bu
hadisin bilinmediği söylenerek karşı çıkılır; Etrazî ise; İmam A'zam gibi sika
zâtların bu hadise sarıldıklarını söyleyerek Muğnî'nin dediğine itiraz eder.
Aynî ise; Etrazî'nin sözleri ile hasmın karşısına çıkılamayacağını ve onun ikna
edilemeyeceğini söyler. Çünkü hadisin râvileri belirtilmemiştir.
Aynî: İmam Ebu Yûsuf'la tarafeyn arasındaki
ihtilafın, kelimenin manasından kaynaklandığını söyler. Aynfriin verdiği
malumata göre rukbâ; hem irkâb hem de terakkub manasına gelir. İrkâb manasında
aldığımız zaman mana: "Evimin rakabesi sana aittir." demek olur. Rukbâyı caiz
görenler bu manayı kasdetmişlerdir. Terakkub manasına alındığında ise, "Bu ev
ben ölürsem senin, sen ölürsen benim" anlamındadır ki kabul etmeyenler bunu
kasdetmişlerdir.
Aynî'nin söylediği, zahirdeki ihtilâfı
halletmektedir. Ancak fıkıh ıstılahında rukbânın irkâb manasında, "evimin
rakabesi senindir" manasına kullanıldığını kimse söylememektedir.
Rukbâyı bâtıl sayanların hareket
noktalarından birisi de, temlikin hatar'a bağlanmasıdır. Yani ev sahibi; olup
olmayacağı kesin bilinmeyen bir şeye bağlayarak malını temlik etmektedir ki, bu
yolla yapılan bir temlik bâtıldır. O zaman da mal verildiği kişinin elinde
ariyet olarak kalır. Üstelik söylenilen şekliyle rukbâ; iki kişiden herbirinin
diğerinin ölümünü arzulaması manasına gelir ki, bu da caiz değildir.
İki görüşün arasını uzlaştırma babında,
Bezlü'l-Mechûd'da, Muhammed Yahya adındaki zâttan bir nakil yapılmıştır. Bunun
özeti de şudur:
Rukbâyı
caiz görenler bununla; kendisine hibe edilen kişi vâhibten önce ölürse, malın
vâhibe geri verilmesi şartı ile hibeyi kastederler. Bâtıl sayanlar ise; temliki,
iki kişiden önce ölenin ölümüne bağlamayı anlamaktadırlar. Çünkü bir malı, olup
olmayacağı belli olmayan bir şeye bağlayarak temlik caiz değildir. Demek ki
ihtilâf; rukbânın manasmdaki tefsir farklılığına dayanan lafzî bir
ihtilâftır.[641]
88. Ariyetin Tazmini
Ariyet; -âriyyet şeklinde de okunabilir-
"teâvür" kelimesinden ismi masdar olan "âre" kelimesine mensuptur. Teâvür de;
nöbetleşe birbirinden alma manasınadır. Ariyet verilen mal, veren ile alan
arasında nöbetle kullanıldığı için bu isim verilmiştir.
Ariyetin, sür'atle gidip gelme manasına
gelen "âre" den; veya fiilinden alındığını söyleyenler de vardır. Ariyet verilen
mal, karşılıksız olduğu, bedelden âri bulunduğu için bu isim verilmiş
olmaktadır. Bir kısım âlimler ise ariyetin, "âr" sözüne mensup olduğunu
söylerler. Âr, ayıp demektir. Ariyet; mal istemekte bir çeşit zillet ve ayıp
bulunduğu için bu adı almıştır. Fakat bu nisbet pek doğru
görülmemiştir.
Ariyet, ıstılahta: Bir malın menfaatim
birisine, meccânen yani bir bedel mukabilinde olmaksızın, rücûu kabil olmak
üzere filhal temlik olunmasıdır.
Meccânen kaydıyla icâre; filhal kaydıyla
vasiyyet, rücûu kabil olmak kaydıyla da hibe tarifden hariç
bırakılmıştır.
Tariften de anlaşılacağı üzere ariyet:
İyreti olarak kullanılıp geri verilmek üzere alınan mal demektir.
Ariyete, "müstear" veya "müâr" da denilir.
Ariyet vermeye "iare", ariyet verene "muîr", ariyet alana da "müsteîr"
denilir.
Bu bab, iare olarak verilen malın yok
olması durumunda tazmininin gerekliliği konusundaki hadisleri ihtiva etmektedir.
Biz bu meseleyi, hadislerin tercemesinden sonraya bırakıp, şimdi Hanefî
mezhebine göre iareye ait bazı konulara çok kısa olarak temas etmek
istiyoruz.
Diğer akitlerde olduğu gibi, iare de icab
ve kabulle gerçekleşir. Yani, muîr, sarahaten veya delâleten malını ariyet
olarak verdiğini söyler ve müsteîr de bunu kabul eder. Yahut da müsteîr bir
kimseden malını ariyet olarak ister, mal sahibi de verdiğini söyler. İare
konusunda mal sahibinin sükutu kabul sayılmaz. Ama teati yolu ile de iare akdi
yapılabilir.
İare, menkul ve gayrimenkul bütün mallarda
cereyan eder. Paranın veya ölçülüp tartılan malların iaresi, karz
sayılır.
Müsteîr, iare ile aldığı malın menfaatına
meccânen mâlik olur. Dolayısıyla mal sahibi daha sonra müsteîrden ücret
isteyemez. Ama müsteîr, ariyet olan malı muîr istediği anda vermek
zorundadır.
Ariyet olan mal bir arazi ise ve ağaç
dikilmek ya da bina yapılmak için alınmışsa, müsteîr o araziye ekin ekebilir
veya bina yapabilir. Ancak muîr istediği zaman ağacı veya binayı söküp tarlayı
geri verecektir. Müsteîr bir tarlayı, ekin ekmek için ariyet olarak alır ve ekin
ekerse, tarla sahibi ekin hasat edilinceye kadar tarlasını isteyemez.
Müsteîr, ariyet olarak aldığı malı birisine
kira ile veremez. Eğer verir de mal helak olursa onu zâmin olur.
Mal, kullanan şahsa göre değişik etkilenen
bir mal değilse, müsteîr başka birine iare olarak verebilir. Ancak mal sahibi,
bir başkasına vermemesi için şart koşmuşsa o zaman veremez.
Ariyetin sahibine geri verilmesi için
gerekli olan ücret müsteîre aittir.
İare, taraflar için bağlayıcı bir akit
değildir. Dolayısıyla muîr istediği zaman malını geri alabileceği gibi müsteîr
de dilediği zaman iade edebilir. İare için bir zaman tayin edilmiş bile olsa
durum aynıdır. Sadece yukarıda temas edilen ekin ekmek için ariyet olarak alınan
tarla meselesi bu hükümden müstesnadır.
3561... Semüre
(r.a), Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
3562... Ümeyye
b. Safvân b. Ümeyye'nin, babasından (Safvân) rivayet ettiğine göre;
Rasûlullah (s.a), Huneyn gününde ondan
(Safvân'dan) ariyet olarak zırhlar aldı. Safvân:
Bu gasb mı Ya Muhammed?! dedi. Rasûlullah
(s.a):
"Hayır, aksine telef olduğu takdirde de
bedeli ödenmek üzere alınan bir ariyettir" dedi.
Ebû Dâvûd dedi ki:
"Bu
rivayet; Yezid'in Bağdat'taki rivayetidir. Vâsıt'daki rivayetinde ise bundan
ayrı bazı değişiklikler yardır.”[645]
3563... Abdullah
b. Safvân'ın, ailesinden (bazı) kişilerin rivayet ettiğine göre;
Rasûlulah (s.a):
"Ya Safvân! Sende silah var mı?"
dedi.Safvân:
Ariyet olarak mı, gasb olarak mı
(istiyorsun)? dedi. Hz. Peygamber (s.a):
"Hayır (gasb olarak değil), ariyet olarak."
dedi. Bunun üzerine Safvân, otuzla kırk arası silahı ariyet olarak verdi.
Rasûlullah (s.a) Huneyn savaşını yaptı. Müşrikler hezimete uğrayınca, Safvân'ın
zırhlan toplandı, ama onlardan bazıları kayboldu.Rasûlullah (s.a)
Safvân'a:
"Bizsenin zırhlarından bazılarını
kaybettik. Sana bedellerini ödeyelim mi?" dedi.Safvân:
Hayır ya Rasûlallah, çünkü bugün kalbimde o
gün olmayan şeyler var, dedi.
Ebû
Dâvûd: "Safvân, zırhları müsiüman olmadan önce ariyet olarak vermişti, sonra
müslüman oldu" dedi.[646]
3564... Bize
Müsedded haber verdi, bize Ebu'l-Ahvâs haber verdi, bize Abdü'1-Aziz b. Râfi'
Atâ'dan naklen haber verdi, Atâ da Safvân ailesinden olan kişilerden şöyle
rivayet etti:
3565... Ebû
Ümâme (r.a), Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyuyurken işittiğini rivayet
etmiştir:
“Şüphesiz Allah (c.c) her hak sahibine
hakkını vermiştir. Vârise vasiyyet yoktur. Kadın, kocasının izni olmadan evinden
hiçbir şey sarf edemez."
Ya Rasûlallah, yemek de veremez mi?
denildi.
"O bizim en değerli malımızdır (veremez)"
buyurdu. Sonra da:
"Ariyet
ödenir, minha (gelirini alıp iade etmek üzere alınan tarla, hayvan ve ağaç) geri
verilir, borç ödenir, kefil borçludur." dedi.[648]
3566... Safvân
b. Ya'lâ, babası (Ya'lâ)'nm şöyle dediğini rivayet etti:
Rasûlullah (s.a) (bana): "Sana elçilerim
geldiği zaman kendilerine otuz zırh ve otuz deve ver" dedi.
Telef olursa kıymeti ödenmek üzere ariyet
olarak mı, yoksa telef olan ödenmeden elde kalanı geri verilmek üzere ariyet
olarak mı? dedim.
"Telef olanı ödenmeden elde kalanı geri
verilmek üzere" buyurdu.
Açıklama
Hadisleri izaha girişmeden önce, ariyet
hakkında kısaca malumat vermiş ve hükmü konusunda alimlerin ihtilafı olduğuna
işaret etmiştik. Bu ihtilâflara girmeden önce hadislerde izaha muhtaç noktaları
ele almak istiyoruz.
3561. hadisin ariyetle ilgili olduğu açık
değildir. Hz. Peygamber (s.a), kişinin aldığı bir malı iade edinceye kadar ondan
sorumlu olduğunu ifade etmiştir. Bu mal, insanın elinde ariyet olarak
bulunabileceği gibi başka bir yolla da bulunabilir.
3562, 3563, 3564, 3566 nolu hadisler aynı
hâdise ile ilgili olsa gerek. Bu hadislerde ifade edildiğine göre Hz. Peygamber
(s.a), Huneyn savaşında kullanılmak üzere Safvân'dan zırh ve başka silahlar
istedi. Safvân o zaman, Ebû Davud'un belirttiğine göre henüz müslüman olmamıştı.
Bazı âlimlerin bildirdiklerine göre ise daha yeni müslüman olmuştu. Onun için
Rasülullah'ı pek tanımıyordu. Onun zırh ve silahlarını zorla alacağı endişesine
kapıldı ve bunu kendisine sordu. Ama Efendimiz; gasp olarak değil, ariyet olarak
aldığını söyledi. Bu ariyetin, mazmun (mal telef olursa kıymeti ödenmek üzere
alınan) mı, yoksa mal sağlam kalırsa geri verilmek, telef olursa hiçbir şey
vermemek üzere mi alındığı konusunda rivayetler farklıdır. Bazılarında ariyetin
mazmun olduğu, bazılarında ise olmadığı ifade edilmektedir. 3563 nolu rivayette:
Savaştan sonra zırhlar toplatılınca bir kısmının bulunamadığı ve Rasûlullah'm
Safvân'a: "Bunları sana ödeyecek miyiz?" diye sorduğu görülmektedir. Ariyetin
mazmun olmadığını söyleyenler, bu hadisi de delilleri arasında sayarlar ve;
"Şayet ariyet mazmun olsa idi, Hz. Peygamber kaybolan zırhları ödeyip
ödemeyeceklerini Safvân'a sormaz, paralarını öderdi" derler.
3565. hadis ariyetten başka konulan da
içine almaktadır. Bunları sırayla sayalım:
1- Allah her hak
sahibinin hakkını vermiştir. Yani herkesin hakkını takdir etmiştir.Bu, mirasla
ilgili olsa gerektir. Allah herkesin hakkını ayırdığına göre, murisin vârisler
için vasıyyette bulunması caiz olmaz.
2- Kadın
kocasının izni olmadan evden kimseye bir şey veremez. Yemek ve gıda maddeleri de
bunun içindedir. Ama izin vermişse bunda bir mahzur yoktur. Dolayısıyla
hanımların evlerine gelen misafirlere ikramları -âdeten kocaları İzin verdiği
için- caizdir. Ama erkek karısını, gelene yapacağı ikramdan menetmişse o zaman
ikram edemez. Maamafih bu konularda aşın gitmemek gerekir.
3- Ariyet,
sahibine iade edilir. Bazı âlimler bunu "Ariyet elde mevcutsa kendisi, telef
olmuşsa kıymeti sahibine verilir" şeklinde izah ederler. Bazıları ise: "Mal elde
mevcutsa o mal sahibine verilir. Ama telef olmuşsa ve telefinde müstaîrin kusuru
yoksa bir şey gerekmez" diye anlarlar.
4- Minha: Bir
kimsenin bir arkadaşına; bir müddet ekip sonra geri vermek üzere verdiği tarla,
bir müddet sütünü sağıp sonra iade etmek üzere verdiği koyun veya bir müddet
meyvesini alıp sonra geri vermek üzere verdiği ağaçtır. Bu şekilde alınan bir
mal sahibine iade edilir. Verümemezlik edilemez.
5- Borç,
alacaklıya ödenir. Borçlu imkânı olduğu halde borcunu öde-memezlik edemez. Hz.
Peygamber (s.a) bir hadisinde; imkânı olanın borcunu ödemeyip savsaklamasını
zulüm olarak nitelemiştir. Borçlu darda ise, ödeme imkânı bulamıyorsa o zaman da
alacaklının mühlet vermesi farzdır.
6- Kefil
borçludur. Bir kimseye kefil olan kişinin zimmeti de o borçla meşguldür.
Dolayısıyla alacaklı, aiacağmı ister borçludan ister kefilden
isteyebilir.
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi ariyetin
mazmun olup olmadığı konusu âlimler arasında ihtilaflıdır. -Ariyetin mazmun
olması demek; ariyet alınan malda, müsteîrin her halükârda sorumlu olması
demektir. Yani ariyet olan malın helaki halinde, -ister müsteîrin kusuru olsun
ister olmasın- onun kıymetini ödemek zorunda olmasıdır. Mal elde mevcutsa
sahibine geri verilecektir. Bunda ihtilâf yoktur. Fakat telef olması halinde ne
yapılacaktır?
Bu konuda üç görüş vardır:
I- Ariyet,
müsteîrin elinde mazmundur. Müsteîr malı teslim aldıktan sonra telef olsa -ister
onun kusuru olsun ister olmasın- kıymetini sahibine ödemek zorundadır. Bu görüş
Şafiî ve Hanbelîlere aittir. Ashabtan İbn Abbas ve Ebû Hureyre'nin görüşleri de
bu istikamettedir. Yalnız, Şafiî fakîhlerine göre müsteîr, ariyet olarak aldığı
malı, sahibinin izin verdiği şekilde kullanırken mal kendi kendine telef olsa
veya kıymetine bir noksanlık gelse, müsteîr zâmin olmaz.
II- Mâliklere
göre ariyetlerin bir kısmı mazmundur, bir kısmı mazmun değildir. Şöyle ki:
Ariyet olan mal; hayvan ve gayrimenkul gibi helaki gizli olmayan cinstense,
müsteîre daman gerekmez. Yalan olduğu ortaya çıkmadıkça; müsteîrin, malın
telefine dair verdiği haber kabul edilir ve kendisinden malın kıymeti talep
edilmez. Ama ariyet; elbise vs. gibi telefi gizlenen cinsten bir malsa,
müsteîrin kusur ve dahli olmadan bile telef olsa, müsteîr onun kıymetini
ödemelidir.
III- Ariyet olan
mal, müsteîrin elinde emanettir, mazmun değildir. Dolayısıyla onun kusur ve
dahli olmadan telef olduğu takdirde kendisine bir sorumluluk yüklenmez.
Kıymetinde bir noksanlaşma olsa durum yine aynıdır. Ama malı bizzat müsteîr
telef etse veya onun talebinde kusuru olsa; meselâ, ariyet olan kıymetli bir
malı meydanda kendi haline bıraksa ve mal çalınsa müsteîr malın kıymetini ya da
-misliyyâttan ise- mislini ödemek mecburiyetindedir.
Ashabtan Hz. Ali ve İbn Mes'ud, tâbiûndan
Şüreyh, Hasenü'l-Basri, İbrahim en-Nehaî ve Süfyân-i Sevrî, daha sonrakilerden
de Hanefî ve Zahirî mezhepleri de bu görüştedirler.
Konu ile ilgili olarak varid olan
hadislerde, her iki tarafın da yapışabileceği noktalar vardır:
Ariyetlerin mazmun olduğunu söyleyen
âlimler şöyle derler: Ariyet olan malın menfaatına sadece müsteîr mâlik oluyor.
Başkasına ait olan bu malda onun daha önceden bir hakkı da yoktur. Bu malı sırf
ondan istifade etmek maksadıyla almıştır. Dolayısıyla bu mal, vedîa (emanet) ya
benzemez. Onun için malın telefi halinde tazmininin mecbur olması
gerekir.
Bu görüşte olanlar; üzerinde durduğumuz
babın, kendi görüşlerine uyan hadislerinin yanı sıra şu hadislere de
dayanırlar:
"Ariyet mazmundur."
Hz. Peygamber (s.a) Benî Necrân'a verdiği
bir ahitnamede:
"Benim elçilerimin ariyet olarak aldıkları
onların elleri üzerinde telef olursa onların ödenmesi elçilerime
aittir"
buyurmuştur.
Ariyetin mazmun olmayıp, emanet olduğunu
söyleyenler de yukarıdaki
hadislerden, damanın gerekli olmadığına
işaret edenlerden başka, "Hıyanette bulunmayan müsteîre daman yoktur.” hadisine
dayanırlar.
Bu görüşte olanlar, karşı görüş sahiplerine
şu şekilde mukabelede bulunurlar:
Eğer ariyet veren kişi bir iyilik, ihsan
olmak üzere verdiği bir malın kendi kendine semavi bir âfetle telefi halinde onu
tazmin ettirmeye yetkili olsa, bu iyilik ve ihsan zayi olmuş olur. Teberru
olarak yapılan bir muamele bir mu-avaza haline gelir. Bu da yardımlaşma
prensibine aykırıdır.
Hanefî âlimlerinin; karşı görüşte olanların
delil gösterdikleri hadislere verdikleri cevaplar da şöyledir:
"Ariyet mazmundur" hadisindeki damân'dan
maksat, damân-ı reddir. Yani, muîr istediğinde müsteîr malı iade etmeye
mecburdur. Muîr istediği zaman müsteîr malı iade etmeyince gâsıp durumuna düşer
ki işte o zaman mazmun olur.
"El, iade edinceye kadar aldığından
mes'uldur" hadisi de emanet alınan şeyin sahibine geri verilmesinin gereğini
işaret etmektedir. Bunda zaten ihtilâf yoktur. Müsteîr de, istenilen veya
muayyen müddeti dolan bir ariyeti sahibine geri vermekle mükelleftir. Bir
mazerete binaen vermez de mal telef olursa o zaman tazmini gerekir.
Rasûlullah (s.a)'ın Benî Necrân'la yaptığı
ahitnamede belirtilen helakten maksat ise istihlâktir. Yani malın, müsteîr
tarafından telef edilmesidir. Çünkü bir mal bir kimsenin elinde, onun fiili ve
kusuru olmadan telef olsa bu; "Heleke fî yedihi" diye ifade edilir. Müsteîr
tarafından telef edildiğinde ise "heleke alâ yedihi" denilir. Hadiste de, "fe
heleket alâ eydihim" denilmiştir. O halde bundan maksat helak değil,
istihlâkdir.
Safvân b. Ümeyye meselesine gelince;
bundaki demândan maksat da damân-ı reddir. Maamafih bir rivayete göre Safvân'ın
zırhlarını harp ihtiyacı saikasıyla kendi rızası olmaksızın aldığı için onların
mazmun oluşu kabul edilmişti. Yahut da Safvân, bu zırhları Mekkelilerin yanına
bırakmıştı. Hz. Peygamber (s.a) bunları sahibinden değil, müsteîrinden almıştı.
Onun için bunlar mazmun bulunmuştu.
Bir de bu zırhların, mazmun olmaları şartı
ile alınmış olmaları muhtemeldir. Safvân o zamanlar henüz müslüman olmadığı için
harbî bulunuyordu. Müslümanlar arasında caiz olabilir.
Ayrıca bu ariyetlerin mazmun kabul
edilmeleri Safvân'ın gönlünü hoş tutmak için olabilir. Nitekim bu babda geçen
rivayetlerden birinde görüldüğü üzere; bu zırhlardan bir kısmı savaşta telef
olmuştu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a): "Sana borcumuz var mı? Ödeyelim mi?"
buyurmuş, Safvân da: "Hayır ya Rasûlallah, çünkü bugün benim kalbimde o gün
olma-
yan şeyler var" diyerek tazmini kabul
etmemişti. Eğer ariyetin tazmini şart olsa idi, Hz. Peygamber (s.a) zırhların
bedellerini öderdi.
Safvân'ın zırhları İle ilgili rivayetlerden
birisinde Safvân: "Zırhlarımı ariyet olarak mı, gasp olarak mı istiyorsun?"
deyince Rasûlullah, daman sözünü hiç konu etmeden "ariyet olarak"
buyurmuştur.
Aynı
hâdise hakkındaki hadislerin birbirleri ile tearuzu halinde, bunlarla ihticac
edilemez. Bir şey hakkında ihtimal sabit olunca o, delil olamaz.[650]
89. Bir Şeyi Bozan Kişi Onun Mislini Öder
3567... Enes
(r.a)'den rivayet edildi ki:
Rasûlullah (s.a), hanımlarından birisi
(Âişe) nin yanında idi. Müzminlerin annelerinden biri hizmetçisi ile
(Efendimize) içerisinde yemek olan bir çanak gönderdi. Âişe hizmetçinin eline
vurdu ve çanağı kırdı.
İbnü'l-Müsennâ rivayetinde şöyle der:-
Rasûlullah (s.a) parçaları aldı, birbirine birleştirdi ve içerisine yemeği
toplamaya başladı. Aynı zamanda da: "Anneniz kıskandı" diyordu.
İbnü'l-Müsennâ; şunları ilâve etti: (Rasûlullah yanındakilere)
"Yeyiniz" dedi. Onlar da, Hz. Âişe, evindeki çanağı getirinceye kadar yediler.
-Sonra Müsedded'in [hadisinin] lafzına döndük-: Râsulullah (s.a): "Yeyiniz" dedi
ve onlar yeyip bitirinceye kadar yemeği getiren hizmetçiyi ve çanağı alıkoydu.
Sağlam çanağı hizmetçiye verdi, kırık olanı evinde bıraktı.[651]
3568... Âişe
(r.anha)'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Safiyye kadar (güzel) yemek yapan birisini
görmedim. O, Rasûlullah için bir yemek yapıp gönderdi. Beni bir titreme aldı ve
kabı kırdım, (sonra):
Ya Rasûlallah, yaptığınım keffareti ne?
dedim.
Açıklama
Yukarıdaki hadislerde anlatılan hâdise aynı
mıdır yoksa farklımıdır? Bu konuda değişik görüşler var. Hafız İbn
Hacer,hâdiselerin ayrı ayrı olduğunu söylemektedir. Eğer hâdiselerin aynı olduğu
kabul edilirse, birinci hadisteki, Hz. Peygamber'e yemek gönderen hanımın
Safiyye olması icabeder. Ama âlimler bu hanımın Zeynep binti Cahş veya Ümmü
Seleme (r.anhüma) olabileceği şeklinde de görüş beyan etmektedirler.
İlk hadis, Ebû Davud'a iki ayrı hocası
tarafından nakledilmiştir. Bunlar: Müsedded ve Muhammed b.
Müsennâ'dır.
Muhammed b. Müsennâ'nın rivayetine göre
Rasûlullah (s.a), yere dökülen yemeği bir araya getirdiği çanak parçalarının
içine doldururken bir taraftan da, "Anneniz kıskandı" diyordu. Kıskançlık
kumalar arasında bulunan bir özelliktir. Hz, Âişe (r.anha) de bir kadındı, onun
da kumasını kıskanması kaçınılmazdı. İşte Hz. Peygamber (s.a) buna işaretle
sanki, Hz. Âişe namına özür dilemekte ve yaptığının mazur görülmesi gerektiğini
ihsas ettirmektedir.
Hadislerde anlatılan hâdiselerdi Hz. Âişe
(r.anha)'mn kırdığı çanağı ve döktüğü yemeği misilleri ile ödeıUği
anlaşılmaktadır. Çanak ve yemek, kıyemî olan mallardandır. Onun içi, bu
hadislerin te'vili gerekmiştir.
Bilindiği gibi; ölçekle ölçülerek vt a
tartılarak alınıp satılan mallar mislî, yumurta ve karpuz gibi tane ile alınıp
satılanlar adedî, bunların dışındakiler de kıyemîdir.
Mislî ve adedi mütekarib olan bir mal telef
edildiği zaman, ulemanın ittifakı ile bu mal misli ile ödenir. Meselâ, bir
kimsenin üç ölçek buğdayını telef eden, ona üç ölçek buğday verir. Kıyemî olan
bir malı telef eden kişi de onun değerini ödeyecektir. Bu meselede de ulema
arasında pek ihtilâf yoktur. Avnü'l-Ma'bûd'da, kıyemî malların tazmininin Şafiî
ve Kûfelilere göre, ister hayvan ister başka bir şey olsun misilleri ile olacağı
ifade edilmektedir. Ancak bunda bir kalem hatası olsa gerektir. Çünkü kıyemî
malların tazmini Şâifiîlere göre de kıymetleri iledir. Ancak hayvan, Şâfiîlere
göre mislidir. Onun için hayvanın tazmini Şâfiîlere göre misli ile
olur.
Dâvûd ez-Zâhirî de; hayvanın hayvanla,
kölenin köle ile serçenin serçe ile tazmin edileceği görüşündedir.
Görüldüğü gibi; ulemanın ittifakı ile
kıyemî malların tazmini kıymetleri ile olmaktadır. Yukarıdaki hadislerde Hz.
Peygamber (s.a) çanağın ve yemeğin misilleri ile ödeneceğini ifade buyurmuştur.
Oysa bunlar kıyemî mallardır. Peki âlimlerin görüşü -hâşâ- Rasûlullah'ın
uygulamasına zıt mı düşmektedir? Yoksa hadislerin izahında göz önüne alınması
gereken noktalar mı vardır? Hattâbî, ikinci şıkkı uygun görmekte ve şöyle
demektedir:
"Hz. Peygamber'in Hz. Âişe'ye yemek ve
çanağın misli ile tazmin edileceğini bildirmesi; yardımlaşma ve ıslah
babındandır, bir hüküm değildir. Çünkü çanak ve yemeğin belli bir misli yoktur.
Üstelik Hz. Âişe (r.anha)'nın kırdığı çanak ve döktüğü yemek, Safiyye
(r.anha)'nm evinden getirilmiştir. Rasûlullah'ın hanımlarının evinde bulunan şey
de aslında Hz. Peygamber'in mülküdür. Bir kimsenin kendi mülkü olan bir şeyde de
münasip göreceği herhangi bir şekilde hükmetmesi caizdir. Bu, insanlar
arasındaki hukukî konularda esas olacak şeylerden değildir. Ayrıca hadisin
isnadında da tenkid edilen noktalar vardır. Âlimlerden; mekîl ve mevzunun
dışındakilerde misille tazminin gerekli olduğunu söyleyen hiç birisini
bilmiyorum. Sadece Dâ-vûd'un hayvan, köle ve serçede misil icabettiğini
söylediği nakledilmiştir. Dâvûd bunu ihramlının avladığı avın cezasına
benzetmiştir."
Hadisin ihtiva ettiği diğer hükümleri de şu
şekilde maddeleştirmemiz mümkündür:
1- Gâsıp,
kıymetini veya mislini ödediği zaman gasbettiği mala mâlik olur. Çünkü Hz.
Peygamber, kırılan çanağın parçalarını iade etmemiştir.
2- Temiz sofra
üzerine veya yere dökülen yemeğin toplanıp yenmesi meşrudur.
3-
Kadınların, kumalarına karşı tabiatlarında bulunan
kıskançlıklarını hoş görüp onların yaptılarını iyilikle telafi etmek
uygundur.[653]
90. İnsanların Ekinine Zarar Veren Hayvanların Durumu
3569... Haram b.
Muhayyisa'mn, babası (Muhayyisa'dan) rivayet ettiğine göre;
Berâ b.
Âzİb'in devesi bir adamın bahçesine girdi ve oraya zarar verdi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a); bahçe sahiplerinin, bahçelerini gündüz, hayvan sahiplerinin
de hayvanlarını gece korumalarına hükmetti.[654]
3570... Berâ b.
Âzib'den rivayef edildiğine göre, şöyle demiştir:
Onun,
ekinlerde otlaı âdet edinen bir devesi vardı. Deve bir bahçeye girdi ve oraya
zaerdi. Hâdise Rasûlullah (s.a)'a haber verildi. Rasûlullah da: Baht :rin gündüz
beklenmesinin bahçe sahiplerine, hayvanlara geceleyir thip olunmasının hayvan
sahiplerine ait olduğuna ve hayvanların gece verdikleri zararın sahiplerine
ödettirilmesine hükmetti.[655]
Açıklama
Hadıs-ı şerifler; Hayvanların gündüzleri
serbest bırakıldıktan zaman bahçelere verdikleri zararın tazminatı
gerektirmediğine, gecelen verdikleri zararın ise gerektirdiğine delâlet
etmektedir.
Hattâbî, bu hükmün Hz. Peygamber (s.a)'e
has bir sünnet olduğuna işaret ettikten sonra şöyle demektedir:
"Rasûlullah (s.a)'ın, gece ve gündüz
arasında fark görmesi, âdeten bahçelerin gündüzleri sahipleri veya vekilleri
tarafından beklenilir olmasından dolayı olsa gerek. Yine aynı şekilde,
hayvanların gündüzleri otlaklara salıverilip, gecelerin ağıllarında toplanması
da hayvan sahiplerinin âdetidir. Bu âdete muhalif davranan, malı muhafaza
geleneğini terketmiş ve kusur işlemiştir. Dolayısıyla bir malını yol ortasında
bırakan veya hırz olmayan bir yere koyan gibidir. Böyle yerlerden mal alan
kişinin eli de kesilmez..."
Âlimler, hayvanların verdiği zararın
sahipleri tarafından ödenip ödenmeyeceği konusunda farklı
görüştedirler.
İmam Şafiî ve İmam Mâlik'e göre; hayvan,
sahibi başında olmadığı takdirde gündüz bir bahçeye zarar verirse, sahibi bu
zararı ödemez. Ama sahibi başında olursa öder. Hayvanın geceleyin verdiği zararı
ise, ister sahibi başında olsun ister başında olmasın ödemek zorundadır.
Hayvanın zararı ayakları ve ağzı ile vermesi hüküm açısından aynıdır.
Hanefîlere göre; sahibi beraberinde değilse, hayvanın gece veya
gündüz verdiği zararı hayvan sahibi ödemez. Hanefîler: "Hayvanın tazminatı olmaz
(hayvanın verdiği zarar hederdir)" hadisine dayanırlar.[656]
[1] Bazı eski kaynaklarda, icab ve
kabulün hal sığası ile gerçekleşmeyeceği kaydı vardır. Ancak; Bedâî,
Fethu'l-Kadîr gibi muteber fıkıh kitaplarında, hal sigası ile de icab ve kabulün
yapılabileceği kaydedilir. Mecelle'de de aynı hüküm benimsenmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/315-316.
[8] Umeyr b. Vehb el-Gıfarî'nîn
oğludur. Kûfe'ye yerleşmiştir. Tirmizî'nin ifadesine göre, kendisinden sadece bu
hadis rivayet edilmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/316-317.
[14] Bu cümleyi, "Borçlu va'd ettiği
mikdarı Hz. Peygamber'e getirdi" şeklinde de anlamak mümkündür. Bezlü'l-Mechûd
sahibi, İbn Mâce'nin rivayetini de gözönüne alarak yukarıdaki manayı
benimsemiştir.-Terceme de Qna göre yapılmıştır.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/319-320.
[18] Ravi bu kelimeyi bazan
"müştebihât" bazan da "müştebihet" şeklinde söylerdi. Buharî'nin bir rivayeti
ikinci, Müslim'in rivayeti birinci şekildedir. Buharî'nin diğer rivayeti İse
"müsebbihât" şeklindedir.
[19] Buharı, ; İman 39, büyü 2;
Müslim, müsâkât 107; Tirmizî, büyü 1; Nesâî, bey' 2, eşribe 50; İbn Mâce, fiten
14; Dârimî, büyü 1; Ahmed b. Hanbel, IV, 267, 269, 27O, 271.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/322.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/327-328.
[30] Bazı nüshalarda Naki'
şeklindedir. Naki', Medine yakınlarında koyun satılan bir yerin adıdır. Hattâbî,
doğrusunun bu olduğunu söyler. Mişkât'ta da böyledir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/329-330.
[34] Müslim, müsâkât, 105, 106;
Tirmizî, büyü 2; Nesâî, ziynet 25; İbn Mâce, ticârât 58; Dârimî, büyü 4; Ahmed
b. Hanbel, I, 83, 88, 93, 107.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/332.
[44] Bir rivayette, "Kaldırdığım ilk
faiz Abdiilmuttalib'in oğlu Abbas'm faizidir. Şüphesiz onun tümü
kaldırılmıştır." cümlesi vardır.
[45] Müslim, hacc 147; Tirmizî,
tefsiru sûre (9) 2; İbn Mâce, menâsik 76, 84; Dârimî, büyü 3, menâsik 34;
Muvatta, büyü 83; Ahmed b. Hanbel, V, 73.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/335-336.
[51] Ebû Davud'a hadis, hem İbn Şerh,
hem de İbn Vehb'den intikal etmiştir. Metin, İbn Vehb'in rivayetidir, İbn
Vehb'in rivayeti: "...bereketin mahvı" şeklinde olduğu halde, İbn Serh'inki,
"...kazancın mahvı" şeklindedir. Ayrıca hadisin isnadını ifade tarzında da
rivayetler arasında küçük bir fark vardır.
Buharı, büyü 26: Müslim, müsâkât 131;
Nesâî, büyü 5; îbn Mâce, licârât 30; Ahmed b. Hanbel, II, 235, 242,
413.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/339.
[55] Tirmizî, büyü 66; İbn Mâce,
ticârâl 34; Nesâî, büyü 54; Dârimî, büyü 47; Ahmed b. Hanbel, IV,
352.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/340-341.
[56] Satın alman mala mukabil olarak
verilen bedele "semen", satılan mala da "müsmen" veya "mebî" denir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/343-344.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/345-346.
[67] Selem: Parayı peşin verip malı
daha sonra teslim almak üzere yapılan akiddir. Geniş bilgi 3463 no'lıı hadiste
gelecektir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/348-349.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/350-351.
[77] Buharî, ferâiz 15; Müslim, ferâiz
16; Tirmizî, cenâiz 69; İbn Mâce, mukaddime 11, sadakat 13; Nesâî, cenâiz 67,
ıydeyn 22.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/352.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/353-355.
[82] "Dana" manasına gelen kelimesi,
bazı nüshalarda şeklinde varid olmuştur. O zaman mana "bir mal" olarak
anlaşılır. Yani, Hz. Peygamber'in satm aldığı malın cinsi belirtilmeden, sadece
bir şey satın aldığı ifade edilmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/355.
[86] Buharî, havale 1, 2, istikraz 12;
Müslim, müsâkât 33; Nesâî, büyü 100, 101; Tirmizî, büyü 68; İbn Mâce, sadaka 8;
Muvatta, büyü 84; Dârimî, büyü 48; Ahmed b. Hanbel, II, 71, 245, 254,
260.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/356-357.
[89] Müslim, müsâkat, 118, 128;
Tirmizî, büyü 73; Nesâî, büyü 64; İbn âce, ticârât 62; Dâ-rimî, büyü 31;
Muvatta, büyü 89; Ahmed b. Hanbel, VI, 375, 390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/360.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/363.
[97] Bazı nüshalarda bu; bazılarında
ise şeklindedir. Önceki, "altını gümüşle"; sonraki ise "altını altınla"
demektir.
[98] Buharî, büyü 74, 76; Müslim,
müsâkât 79; Tirmizî, büyü 24; Nesâî, büyü 41; İbn Mâce, ticârât 50; Muvatta,
büyü 38; Ahmed b. Hanbel, I, 24, 35, 45.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/363-364.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/365-366.
[103] Hadisi Ebû Davud'a dört ayrı
zat rivayet etmiştir. Bunlar; Muhammed b. İsâ, Ebû Bekir b. Ebî Şeybe, Ahmed b.
Menî' ve Îbnü'l-Alâ'dırlar. Tire arasındaki kısım, önceki cümlenin Ebû Bekir b.
Ebî Şeybe ve Ahmed b. Menî' tarafından nakledilen şeklidir. Ayrıca buradaki
"altınla bağlanmış" manasına gelen cümlesi, bazı nüshalarda "altınla kaplı"
şeklindedir.
[104] Bu cümlenin, "Altınla taşların
araları ayrılıncaya kadar geri verdi" manasına anlaşılması da mümkündür. Hattâbî
bu cümlenin, terceme ettiğimizden başka bir manada, "Alışverişle sarfın arasını
ayırıncaya kadar" şeklinde anlaşılmasının da mümkün olduğunu söyler.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/375-376.
[110] Bu kelime bazı nüshalarda
şeklindedir. Nevevî, 'nin pek kullanılmadığını, meşhur olanın olduğunu
söyler.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/376-377.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/377-378.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/380-381.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/384.
[127] Tirmizî, büyü 14: Nesâî, büyü
36; İbn Mâce, ticârât 53; Muvatta, büyü 22; Ahmed b. Hanbei, I, 179.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/385-386.
[132] Concordance bu bab'a numara
vermemiştir. Avnu'I-Ma'bûd'da, bu babın bazı nüshalarda mevcut olmadığı
söylenir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/390-391.
[137] Bu cümle Bezlü'l-Mechûd'da:
"kuru hurmayı taze hurma karşılığında satma" şeklinde izah edilmiş, ta'likında
ise buna itiraz edilip, bizim terceme ettiğimiz şekilde
manalandırılmıştır.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/393.
[141] Buharî, büyü 75, 82, 83;
Müslim, büyü 20, 62, 64, 66, 68, 71; Nesâî, büyü 34, 35; İbn Mâce, ticârât 55;
Muvatta, büyü 14.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/396.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/397.
[148] Bu tabirin ifade ettiği mana
konusunda farklı görüşler vardır. Onun için tabiri aynen aldık. Bu manalara,
hadisi izah ederken işaret edeceğiz.
[149] Buharı, zekât 58, büyü 82, 83,
85, 86;Müslim, büyü 49, 51/52, 54, 56, 59, 79; Nesâî, büyü 28, 35; îbn Mâce,
ticârât 32; Muvatta, büyü 10; Dârimî, büyü 21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/399.
[150] Çünkü bu duruma gelen meyvenin,
ağaçtan ya da topraktan alacağı bir şey yoktur. Bundan sonraki kızarma, güneşin
etkisiyle olur.
[153] Bu cümledeki kelimesi, diğer
matbu nüshalarda şeklindedir. kelimesi, hem müzekker, hem de müennes olarak
kullanıldığı için rivayetin her ikisi de caizdir. Bir de, Hattâbî tarafından bu
kelimenin şeklinde olması gerektiği mütalaası ileri sürülmüştür. Buna izah
bölümünde işaret edilmiştir.
[154] Buharı, büyü 85, 86, 93;
Müslim, büyü 50, müsâkât 15; Tirmizî, büyü 15; Nesâî, büyü 40; İbn Mâce, ticârât
32; Ahmed b. Hanbel, II, 5.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/403.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/404.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/406.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/407.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/408-409.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/410.
[168] Müslim, müsâkât 17; Nesâî, büyü
30; İbn Mâce, ticârât 33; Muvatta, büyü 16; Ahmed b. Hanbel, III,
309.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/411.
[172] Müslim, büyü 4; Tirmizî, büyü
17; Nesâî, büyü 27; İbn Mâce, ticârât 23; Dârimî, büyü 20, 29; Muvatta, büyü
75.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/414-415.
[177] Bundan sonraki rivayet, bu
hadisteki tabirlerin tefsiridir. Onun için, hadisin izahı o rivayetten sonra
gelecektir.
Buharı, libas 20, 21, salât 10, savm 66,
büyü 62, 63; Müslim, büyü, 2, 3; Nesâî, büyü 26; İbn Mâce, ticârât 12; Ahmed b.
Hanbel, III, 6, 95.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/418-419.
[178] Buharı, libas 20, 21, salât 10,
savm 66, büyü 62, 63; Müslim, büyü 2, 3; Nesâî, büyü 26; İbn Mâce, ticârât 12;
Ahmed b. Hanbel, III, 6, 95.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/419-420.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/423.
[188] Buharı, büyü 61, selem 8;
Müslim, büyü 5, 6; Tirmizî, büyü 16; Nesâî, büyü 67, 68; İbn Mâce,. ticârât 24;
Muvatta, büyü 26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/423-424.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/425.
[198] el-Bârikî, Bârik'a mensup
demektir. Bârik, Ezd kabilesinden bir batındır. Bunların dedesi Bârik b. Adiy b.
Hârise'dir. Bu şahsa Bârik denmesine sebep, bu ismi taşıyan dağın yanına yurt
tutmuş olmasıdır.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/431-432.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/436-437.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/438-439.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/441.
[210] Tenfîl: Devlet başkanının, bazı
gazilere ganimetteki hissesinden fazla bir şey vermesidir. (Lübâb)
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/443.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/449.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/450.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/451-452.
[231] Buharı, hars 18; Müslim, büyü
108, 112; Nesâî, eymân 45; Muvatta, kira 5; Ahmed b. Hanbel, II, 6,64, III,
465.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/453-455.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/456.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/458-459.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/460.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/461.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/462.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/464.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/466.
[257] Buharî, müsâkât 17; Müslim,
büyü 59, 81,85, 104, 105; Tirmizî, büyü 14,55,62; Nesâî, eymân 45; İbn Mâce,
ticârât 54, rühün 7, 8; Dârimî, mukaddime 28, büyü 23; Muvatta, büyü 24,
25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/467.
[264] Buharî, hars 8, 9; Müslim,
müsâkât 1, 3; Tirmİzî, ahkâm 41; İbn Mâce, rühûn 14; Dârimî, büyü 23; Ahmed b.
Hanbel, II, 17, 22, 37.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/470-471.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/473.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/473-474.
[274] Önceki rivayetin izahında da
işaret edildiği gibi kelimesi Bezlü'l-Mechûd baskısında önceki rivayette
şeklindedir. Bezlü'l-Mechûd'da, bu rivayetle önceki rivayet arasındaki farkın
veya oluşu belirtilir.
[277] Bu cümle, Avnü'l-Ma'biid ve
BezliiM-Meciıûd baskılarında: "(Abdullah) yahuditeri bu tahmini almak veya onu
müslümanlara vermek arasında muhayyer bırakırdı." şeklindedir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/477.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/483-484.
[300] Bu açıklama, İbn Kudâme'nİn
el-Muğnî (V, 557) ve et-Tehanevî'nin İ'laü’s-Sünen'inden alınmıştır, (XVI,
168).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/489-490.
[307] Buharî, icâre 16, lıb 33, 39;
Müslim, selâm 66; Tirnıizî, tıb 20; İbn Mâce, ticârât 7; Ahmed b. Hanbel, III,
10, 44.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/491-492.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/496.
[316] Müslim, müsâkât40,41;Tirmizî,
büyü 46; Nesai, sayd 15, Ahmed b. Hanbel, 111,464, 465; IV, 140.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/497.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/500.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/501.
[324] Buharî, İcâre 17, büyü 39,95;
Müslim, müsâkat 62; Tirmizî, büyü 48; Dârimî, büyü 79; Muvatta, isii'zan
26.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/501.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/502.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/502-503.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/504.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/505-506.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/507-508.
[347] Buharı, müsâkât 17, büyü 90;
Müslim, büyü 78; Tirmizî, büyü 25;Nesâî, büyü 95; İbn Mâce, ticârât 31; Dârimî,
büyü 27; Mâlik, büyü 2; Ahmed b. Hanbel, II, 9, 78, 82, III, 301,
310.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/509-510.
[353] Buharî, büyü 71; Müslim, Büyü
14; Nesâî, büyü 17,20, 21; İbn Mâce, ticârât 13; Dâri-mî, büyü 33; Ahmed b.
Hanbel, II, 7, 22, 63.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/512.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/514-515.
[358] Buharî, büyü 58, 64; Müslim,
büyü 11; Tirmizî, büyü 65; Nesâî, büyü 17, 19, 21; İbn Mâce, ticârât 14; Dârimî,
büyü 33; Muvatta, büyü 96.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/515-516.
[360] Buharî, büyü 58, 64, 68, 69,
70, 71, icâre 14; Müslim, büyü 11, 12, 18, 19, 20, 21; Nesâî, büyü 18; İbn Mâce,
ticârât 15; Tirmizî, büyü 17, 18.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/516-517.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/518-519.
[367] "Satmasın" diye terceme
ettiğimiz fiil, bazı nüshalarda nehy sigası ile, bazılarında ise nefy sigası
ile şeklindedir. Buradaki nefy de nehy manasınadır.
[368] Müslim, büyü 20; Tirmizî, büyü
13; Nesâî, büyü 17; İbn Mâce, ticârât 15; Ahmed b. Hanbel, III, 307, 312, 386,
392.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/520-521.
[370] Buharı, büyü 64; Müslim, büyü
11, 23, 24, 25; Muvatta, büyü 96; Ahmed b. Hanbel, 246, 410, 420,
465.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/521-522.
[371] Müslim'in bir rivayetinde; "Bir
sa'hurma ile, buğdayla değil" denilmektedir. Müslim, büyü 25; Tirmizî, büyü 29;
Nesâî, büyü 14; İbn Mâce, ticârât 42: Dârimî, büyü 19.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/522.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/522.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/523.
[380] Ma'mer b. Abdillab b. Nâfi b.
Nefle. İlk müslüman olanlardandır. Hem Habeşistan'a hem de Medine'ye hicret
etmiştir. İbn Abdilberr'in belirttiğine göre, Adiy oğullarının ileri
gelenlerindendir.
[381] Müslim, müsâkât 129, 130;
Tirmizî, büyü 40; İbn Mâce, ticârât 6; Dârimî, büyü 12; Ahmed b. Hanbel, III,
453, 454.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/527-528.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/531.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/533-534.
[393] Müslim, iman 164; Tirmizî, büyü
72; İbn Mâce, ticârât 36; Dârimî, büyü 10; Ahmed b.Hanbel, II, 242.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/535.
[398] Buharî, büyü 19, 22, 42, 43,
44, 46, 47; Müslim, büyü 43, 46, 47; Nesâî, büyü 4, 8, 9, 10; Tirmizî, büyü 26;
îbn Mâce, ticârât 17; Dârimî, büyü 15; Muvatta, büyu 79.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/537.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/541.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/543-544.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/545.
[412] Buharı, büyü 19,22,44,46;
Müslim, büyü 47; Tirmizî, büyü 26; Nesâî, büyü 4,8; Dârimî, büyü 15.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/546-547.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/548.
[420] Hattâbî'nin bu .konuda verdiği
misal köle ve cariyedir. Bu gün böyle bir mal bulunmadığı için biz birimleri de
değiştirerek at ve kısrağı misâl verdik.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/552-553.
[425] Buharı, selem 1, 2, 7; Müslim,
müsâkât 127, 128; Tirmizî, büyü 68; Nesâî, büyü 63; İbn Mâce, ticârât 59;
Dârimî, büyü 45; Ahmed b.Hanbel, I, 217, 222, 282.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/556-557.
[428] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve
Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/558-560.[429] Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi: 12/560.
[430] Buharî'nin rivayetinde bu ravi;
Abdullah b. Ebî Mücâlid olarak gösterilmiştir. Buradaki lereddüd ravive
aittir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil Yayınevi:
12/560-561.
[436] Bir nüshada; "zeytinyağı"
yerine "kuru üzüm" denilmektedir. Bu ihtilâf bu kelimelerin arapçalarınin
yazıhşlanndaki benzerlik yüzünden olsa gerektir. Yani bu bîr yazı
hatasıdır.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 12/562-563.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/8-9.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/10.
[446] Hanefilere göre; borcunu
ödeyemeyen borçlunun gerçekten malının olmadığını anlayabilmek için, buna
yetecek kadar bir müddet hapsi caizdir. Yalnız bu bir ceza değil, borçlu malım
gizlemişse onu çıkarması için bir müeyyidedir.
[448] Müslim, müsâkât 14; Nesâî, büyü
30; İbn Mâce, ticârât 33; Dârimî, büyü 22; Ahmed b. Hanbel, V, 3.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/12-13.
[453] Buharı, müsâkât 3; Müslim,
müsâkât 37; Tirmizî, büyü 44; İbn Mâce, rühûn 19; Nesâî büyü 89; Ahmed b.
Hanbel, II, 463.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/15.
[456] Buharı, eşribe 10, tevhid
ve'ş-şehâdât 22, ahkâm 48; Nesâî, Müslim, eymân 173, 174; büyü 6; İbn Mâce,
ticârât 30; Ahmed b. Hanbel, II, 480.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/17.
[459] Buharı, eşribe 10, tevhid
ve'ş-şehâdât 22, ahkâm 48; Müslim, eymân 173, 174; Nesâî, büyü 6; İbn Mâce,
ticârât 30; Ahmed b. H^nbel, II, 480.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/19.
[461] Sahâbîlerden olduğu
söylenmektedir. Hadisi, bizzat şahid olarak değil, babasından duyarak
nakletmiştir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/20-21.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/21-22.
[469] Ebû Avf el-Müzenî, sahâbîdir.
Sünen sahipleri ve Ahmed b. Hanbel, kendisinden bu hadisi rivayet etmişlerdir.
Begavî ve İbnü's-Siekkîn, başka hadis rivayet etmediğini söylerler.
[470] Müslüm, müsâkat 34, 35;
Tirmizî, büyü 44; Nesâî, büyü 94; İbn Mâce, rühün 18; Dârimî, rühün 69; Ahmed b.
Hanbel, III, 338, 339, 356, 417.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/23-24.
[472] Tirmizî, büyü 49; Nesâî, büyü
92, sayd 16; İbn Mâce, ticârât 9; Ahmed b. Hanbel, III, 339, 349,
386.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/24-25.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/26.
[476] Buharı, büyü 113, icâre 20,
talâk 51, tıb 46; Müslim, müsâkât 39; Tirmizî, büyü 46,. nikâh 36,tib 23;
Nesâî, büyü 91; İbn Mâce, ticârât 9; Mâlik büyü 68; Dârimî, büyü 34; Ahmed b.
Hanbel IV, 119, 120.'
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/27.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/28.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/29.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/29-30.
[487] Buharı, büyü 112; Müslim,
müsâkât 71; Tirmizî, büyü 60; Nesâî, buyu 93, fer' 8; İbn Mâce, ticârât II;
Ahmed b. Hanbel, II, 213, 362, 512.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/32-33.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/36.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/37.
[499] Buharı, büyü 51, 54, 55;
Müslim, büyü 32; Nesâî, büyü 55; İbn Mâce, ticârât 37; Dâri-mî, büyü 25; Mâlik,
büyü 40.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/38-39.
[502] Kamil Miras, Sahih-i Buharî
Muhtasarı Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, VI, 446 (Hadis no: 991).
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/42.
[513] Hadisi Ebû Davud'a İbn Ebî
Şeybe'nin oğullan Ebû Bekir ve Osman haber vermişlerdir. Gelecek bölüm, sadece
Ebû Bekir'in rivayetinde vardır.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/45-46.
[516] Buharı, büyü 55, 56; Müslim,
büyü 30; Nesâî, büyü 55; İbn Mâce, ticârât 37; Ahmed b. Hanbel, I, 270,
285,368.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/46-47.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/48.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/50.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/52.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/55.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/57.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/58.
[534] Buharî, vekâlet 8, büyü 34;
Müslim, müsâkât 109; Nesâî, büyü 77; İbn Mâce, ticârât 29; Ahmed b. Hanbel, III,
299.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/60.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/64.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/65-66.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/66.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/67.
[544] Abdurrahman’ın
dedesidir.Babası;Kindeli Kays’tır.Annesi Hz. Ebu Bekir’in kız
kardeşidir.Kendisini El-Mıuhtar öldürmüştür.Ebu Zekeriyya el-Ezdi’nin haberine
göre ebu Zübeyr onu Mevsıl (Musul)’a tayin etmiştir. İbn Habban onu, sika
raviler arasında sayar.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/69-70.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/72.
[551] Buharî, büyü, 96, 97, şirket 8,
şüf'a 1; Tirmizî, ahkâm 33; İbn Mâce, şüf'a 3; Nesâî, büyü 109; Mâlik, şüf'a 1,
4; Ahmed b. Hanbel, III, 296, 399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/75-76.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/76-77.
[555] Buharı, şüf'a 2; Nesâî, büyü
109; İbn Mâce, şüf'a 2, 3; Tirmizî, ahkâm 33; Ahmed b. Hanbel, IV, 389,
390.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/77.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/79.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/79.
[561] Müslim, müsâkat 24, 25;
Tirmizî, büyü 36; Nesâî, büyü 95; İbn Mâce, ahkâm 26; Mâlik, büyü 88; Dârimî,
büyü 51.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/80-81.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/82.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/85.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/89.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/92-93.
[582] Nesâî, büyü 1; İbn Mâce,
ticârât 1; Dârimî, büyü 6; Ahmed b. Hanbel, VI, 31, 42, 177, 193,
220.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/94.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/95.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/96.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/97.
[590] Hind; Utbe b. Rabîa'mn kızı,
Ebû Süfyân'in hanımıdır. Müslüman olmazdan önce, Hz. Peygamber (s.a)'e kin ve
buğzla dopdolu idi. Bu halini, bu hadisin Buharî'nin Nafakât ve Ahkâm
bahislerindeki rivayetinde bizzat kendisi şu sözleri ile dile getirmiştir: "Ya
Rasûlallah! Vaktiyle senin hanedanın kadar zül ve harabını istediğim hiçbir ev,
hiçbir aile yoktu. Bugün ise yeryüzünde sabahlayan hiçbir çadır ehli yoktur ki,
bana senin ailen kadar sevimli olsun..."
Hind'in İslâm'a ve müslümanlara olan
kininin en fenası Uhud Savaşında sergilenmiştir. Hind, bu savaşta müşrikleri
müslümanlara karşı kışkırtmış, şiirler söylemiştir. En fenası, şehit düşen Hz.
Hamza'nın ciğerini çiğnemiştir.
Hind, kocası Ebû Süfyân ile birlikte Mekke
fethi günü müslüman olmuştur. Yermük muharebesine kocası ile birlikte katılmış,
bu seferde ateşli hitabeleriyle İslâm askerlerini coşturmuş, harekete
geçirmiştir.
[591] Buharî, büyü 95, nafakât 9, 14,
ahkâm 14; Müslim, akdıye 7; İbn Mâce, ticârât 65; Nesâî, kudât 31; Dârimî, nikâh
54.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/98.
[593] Buharı, büyü 95, nafakât 9, 14;
Müslim, akdıye 7; Nesâî, kudât 31; Dârimî, nikâh 54; Ahmed b. Hanbel, VI, 39,
50, 206.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/100.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/100-101.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/103.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/103.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/105.
[606] Buharı, hibe 14, 30, cihâd 137,
hıyel 14; Müslim, hibât 7, 8; Nesâî, hibe 2, 4, rukbâ 2; İbn Mâce, hibât 5;
Ahmed b. Hanbel, I, 217, 250, 280.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/106.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/106.
[613] Telcie: Kâmus'ta "İkrah =
zorlama" diye manalandınlır. Nihâye'de: İçi dışına zıt olan bir şeyi yapmaya
zorlamak şeklinde izah edilir. Fıkıhta telcie: Bir kimsenin, malını satmadığı
halde, satmış gibi davranmasıdır. Buna "beyu'l-telcie" denir.
[614] Buharı, hibe 12; Müslim, hibât
8, 9, 10, 17; Nesâî, nuhl 1; İbn Mâce, hibât 1; Tirmizî, ahkâm 30; Mâlik, akdıye
39; Ahmed b. Hanbel, IV, 268, 269, 271, 273.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/110-112.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/112.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/112-113.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/113.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/115-116.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/116.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/118.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/119.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/119.
[630] Müslim, hibât 20, 21, 22;
Tirmizî, ahkâm 15; Nesâî, umrâ 3; îbn Mâce, hibât 3; Mâlik, akdıye 43; Ahmed b.
Hanbel, III, 312,-360, 386, 399.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/120.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/121.
[633] Rukbâ: Bir kimsenin, başka
birine: "Şu evimi oturman için sana veriyorum. Eğer ben senden evvel ölürsem ev
senin, sen evvel ölürsen ev benim" diyerek bir malını vermesidir. Bundan sonra
gelecek olan babın hadisleri bu konudadır. Orada daha geniş İzahat
verilecektir.
Hadis, umrâ ve rukbâyı menetmektedir. Bu
men, yasaklama manasında değil, "rukbâ ve umrâ yoluyla mal vermeniz doğru
değildir, bu malın zayiine sebeptir" demektir. Ama yapılırsa
sahihtir.
Bu hadisin, umrâ ve rukbâya cevaz veren
hadislerden evvel varid olup, onlarla nes-hedilmiş olması da
muhtemeldir.
Tıybî; hadisin manasında değişik bir
mütalaada bulunmuştur. Şöyle ki: "Sonradan geri almak ümidi ile rukbâ veya umrâ
yoluyla mal vermeyiniz. Çünkü o mal, verildiği kimse ölünce size geri dönmez,
onun vârislerine İntikal eder."
Bu anlayışa göre; rukbâ da umrâ
hükmündedir. Umrâda mal, kendisine mal verilen kişinin vârislerine geçtiği gibi,
rukbâda da, rukbâ yapılanın vârislerine geçer. Ancak konu ihtilaflıdır. Meselâ,
İmam A'zam'a göre rukbâ ariyet hükmündedir. Bundan sonraki babda konu izah
edilecektir.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/121-122.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/124.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/125.
[643] El'den maksat, müsteîrin
elidir. Yani kişi ariyet olarak aldığı malı sahibine verinceye kadar onu iade
İle mükelleftir. Hadisi Semüre'den nakleden ravi Hasen; onun "O eminindir,
kendisine sorumluluk yoktur" dediğini rivayet etmiştir. Hadisi Hasen'den
nakleden Katâde ise; Hasen'in bu sözü unutarak yanlışlıkla söylediğine dikkat
çekmekte ve aslında ınüsteîrin sorumlu olduğunu söylemektedir. Ancak, Katâde'nin
söylediği bir zandır, delil olamaz.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/128-129.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/129.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/131.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/131-132.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/136-137.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/137.
Sünen-i Ebu Davud Terceme ve Şerhi, Şamil
Yayınevi: 13/139.
