Camiüs-Sağir ve Tercümesi > 1. Bölüm

1- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Amellerin değeri niyete göredir Ve her kişi için ancak, niyet ettiği şey vardır. Öyle ise; Allah ve Resulü için memleketini terk eden kimse, Allah ve Resulü için göç etmiştir. Dünyalık bir şey elde etmek veya bir kadınla evlenmek için yurdunu terk eden kimse tse; dünyalık bir meta, veya bir kadınla evlenmek için göç etmiş olur.” [1]


2- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şüphesiz Hz. Allah, herkesin yaptığı işin karşılığını, onun niyetindeki samimiyet kadar verir.” [2]


3- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İyi niyet, sahibini cennete sokar.” [3]




Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:


“Halbuki onlar Allah'a, onun dininde ihlâs (ve samimiyyet) erbabı ve muvahhidler olarak ibadet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekâtı vermelerinden başkasıyla emrolunmamışlardı. En doğru din de bu idi.”


Ey saadet yolunun yolcusu kardeşim!.. -Ulu Allah, cümlemize yardımıyla güç kuvvet versin- Gideceğin aydınlık yol belli olmuştur. Şimdi bu yol boyunca yol alırken işlediğin güzel amelleri, ettiğin ibadetleri fesada uğramaktan ve kaybolmaktan korumalısın. Bu, “samimiyet” ve “Allah'a karşı şükür ve minnet borcunu ödemek” ile olur. İşlenen amellerde samimiyet insanoğluna iki büyük fayda sağlar:


a) Samimi kalble edilen ibadetler Allah katında iyi kabul görür; büyük sevap ve mükâfatlara yol açar. Yalnız Allah rızası için yapılmayan ibadetler ise ya tamamı ile ya da çoğu ile redde uğrar, kabul görmez. Bu konuda sevgili peygamberimiz (s.a.s.) bir sözlerinde şöyle buyurmaktadır:


“Ulu Allah şöyle buyurur: Ben kendisine eş-ortak koşul maktan en çok uzak olanım. Yaptığı herhangi bir amelde bana bir başkasını ortak eden kimseyi. Kıyamet günü bana ortak koştuğu kimse ile başbaşa bırakacağım. Amelinin mükâfatını ondan alsın. Ben samimiyet taşımayan bir ameli asla kabul etmem.”


İslam, niyeti, ibadet ve muamelatta temel kabul etmiş, ceza ve mükafaat için şart kılmıştır.


Dünyada iken samimiyetten uzak kalarak işlediği amellerine karşılık sevap ve derece istemeğe kalkışan kimselere ulu Allah şöyle seslenecektir;


“Dünyada istediğin gibi oturup kalkmadın mı, bir yere baş olmadın mı? Dilediğin gibi alıp satmadın mı? Canının istediği gibi izzet ve ikramda bulunmadın mı? Bütün bunları hep gönlünce yaptın, hiç bir zaman bizim hoşnutluğumuzu kazanmayı düşünmedin. Hiç bir hareketinde bize bağlılık göstermedin. Şimdi de kalkmış bizden ne istiyorsun?”


Bu ve bunun benzeri örnekler, edilen ibadetlerin, işlenen amellerin Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak gayesinden uzak, samimiyetsiz hareketler olduğu zaman nice tehlike ve zararlar doğuracağını bize açıkça göstermektedir. [4]




4- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Halis niyyet, Arşa asılıdır... Kul, niyyetine sadık kalınca Arş-ı Ala, o kul affedilinceye kadar sallanır.” [5]


5- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bir kimse toplum arasında, (aşikarda ) namaz kıldığı zaman, namazını (farz, vacip ve sünnetine riayet ederek) güzelce kılar, gizli kıldığı zaman da aynı şekilde namazını güzel kılarsa Yüce Allah: “Şü benim hakkıyla bir kulumdur, buyurur.” [6]


6- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Yüce Allah bir Kudsi Hadiste şöyle buyurmaktadır:


Ben ortakların ortaklığından, uzağım, Bir kimse başkasını benimle ortak tutarak bir amel işlerse, ben o kimseyi ve ortak koştuğunu terkederim. (Amelinin ecrini ortak koştuğundan alsın.)” [7]


7- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kulumun bana yaptığı ibadetlerden en çok sevdiğim ihlas ile başkasına nasihat etmektir.” [8]


8- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Yalnız Allah için yapılan bir Hacc, başka gayeler için yapılan on cihaddan üstündür; yalnız Allah için yapılan bir cihad ise on defa hacc etmekten daha da üstündür.” [9]


9- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Cenab-ı Hak, hitabette bulunan her hatipten hitabesi ile ne kasdettiğini, ne gibi bir gaye ile hitabette bulunduğunun hesabını soracaktır.” [10]


10- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kıyamet gününde kişiye (dünyada) attığı her adımın hesabı Sorulacaktır.” [11]




Bu hadisi şerif İslam dininde mes'uliyet duygusunun önemini belirtmekte, hadisin ihlas bölümünde yer almasının hikmeti de inanç yönünden kişinin düşünce ve kanaatinden de Sorumlu tutulacağını anlatmak içindir. [12]




11- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Gösteriş, Şaşaa uğruna batılı yükseltip, hakkı küçük düşüren her makam sahibi, bu tutumu devam ettikçe Allah'ın gazabındadır.” [13]




Gösteriş ve alayışın ihlasla bağdaşmayacağı ifham edilmektedir. Özellikle makam sahiplerini gösteriş için halkı ezmemesi öğüt lenmekte ve böyle davrananların Allah'ın gazabında olacakları ifade buyurulmaktadır. [14]




12- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Birisine yaranmak maksadiyle, bir şey verilmediği halde -bana şunu şunu verdi- diyerek övücülük yapan kimse iki kat yalancılık kıyafetine bürünmüş gibidir.” [15]




Hadisin tahdis sebebi:


“Resulullah'a gelen bir kadın:


“Ya Rasulallah, kocam bana bir şey almadığı halde onun bana şunu şunu aldığını söylememde bir günah var mıdır?” diye sorması üzerine peygamber efendimiz bu hadislerini buyurdular ve bunun da günah olduğunu söylemiş oldular. [16]




13- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kuşkusuz, Allah (c.c.) ancak kendi rızasını kazanmak gayesiyle halisane olarak yapılan amelleri kabul eder.” [17]


14- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Muhakkak ki, Allah (c.c) sizin şeklinize ve servetinize bakmaz fakat, işinize ve içinize bakar.” [18]


15- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şüphesiz, her işin başında neşe, heyecan vardır ve bu heyecanın sonunda da gevşeme ve bıkkmlık vardır. Amel sahibi, amelinde ifrata kaçmadan sevap kazanmak ve Allah rızasını kazanmak için işe itidalle başlarsa, o kimsenin gayesine ulaşacağına kanaat ediniz. Böyle itidalle değil de parmakla gösteriliyor, ifrat derecede gisterişe yer veriyorsa o kimseyi salih kullardan saymayınız.” [19]


16- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bir kimse halkın gözü önünde namazını güzelce kılar da, yalnız başına namaz kılarken namazı güzel kılmazsa o kimse bu davranışı ile rabbini hor görmüştür.” [20]


17- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kim Allah ile kendi arasındaki hukuka güzelce riayet ederse, Allah o kul ile insanlar arasındaki hakların yerine getirilmesinde o kula yardımcı olmaya yeter… Kim gizli işlerini islah ederse, Allah da o kimsenin aşikar olan işlerini yoluna koyar.” [21]


18- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İnsanlar kıyamet gününde (dünyadaki ) niyyetleri üzere dirilirler.” [22]


19- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Gizli şirk: Kişinin başkasının görmesi için yaptığı ibadettir. (Farkına varmadan, amellerde Allah’a ortak koşmak anlamına gelir.)” [23]


20- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Gizli şirk, düz kaygan taş üzerinde yürüyen karıncanın bırakacağı izden daha da gizlidir... Sana, öyle bir şey göstereceğim ki, bunu yaptığın takdirde senden şirkin büyüğü de gider. Üç defa şöyle de: “Allah'ım ben bilerek sana ortak koşmaktan sana sığınırım. Bilmeyerek yaptıklarımdan da sana istiğfar ederim.” [24]




Hadiste şirkin, tıpkı bir mikroba benzetildiğini görmekteyiz. Bir mikrobun sağlam vücudu alil hale getireceği gibi, şirkin de sağlam bir akideyi ifsat edeceği beyan edilmiştir. [25]




21- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Gizli şirk, ümmetimde karanlık gecede kaygan taş üzerinde yürüyen karıncanın izinden daha gizlidir. Bu şirkin en küçüğü ise; Toplumun herhangi bir ferdine yapılan bir haksızlığı hoş görmek veya hakkaniyete uygun adaletli bir hükme (herhangi bir saikle) buğz etmektedir. Din Allah için sevmek ve Allah için buğz etmekten başka bir şey midir? Yüce mevla: “De ki, ey habibim. Siz Allah'ı seviyorsanız bana tabi olunuz ki, Allah da sizi sevsin, buyurmuştur.” [26]


22- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şüphesiz ki, kıyamet gününde derece bakımından en kötü durumda olan kul: Başkasının dünyası uğruna dinini yok eden kimse olacaktır.” [27]


23- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Başkasını memnun edebilmek için Allah'ın gazabını kazanmak, Allah’ın verdiği rızka karşı başkasına şükür etmek, Allah'ın (c.c.) sana vermediği şeyler için insanlara kızmak imanın zayıf olmasındandır.” [28]


24- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Her kim şöhret elbisesi giyerse, Cenab-ı Hak kıyamet günü o kimseye öyle bir elbise giydirir ki, sonra onunla ateşi alevlendirir.” [29]


25- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“(Erkeklerden) her kim dünyada ipek elbise giyerse, kıyamet günü Allah {c.c.) ona ateşten bir elbise giydirecektir.” [30]


26- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kim duyurmak isterse, Allah (c.c.) onun gerçek niyetini herkese duyurur; kim ki, gösteriş isterse Yüce Allah onun bu halini herkese teşhir eder.” [31]




Gösteriş, gizli ve açık olmak üzere iki rezilliğin doğmasına, sebep olur.


1- Gizli rezillik: İnsanoğlu bir amel işlediği zaman melekler sevinerek o ameli alıp ulu Allah'ın huzuruna götürürler. Fakat gösteriş için yapılan bu amel hakkında Allah meleklere hemen emir verir:


“Çabuk, götürün o ameli kirli ve kötü amellerin atıldığı hücreye tıkın. Çünkü sahibi o ameli benim hoşnutluğumu kazanmak gayesini güden samimî bir yürekle işlemedi. Başkalarına gösteriş olsun diye yaptı!”


2- Açık rezillik: Bu, kıyamet günü Mahşer kalabalığı arasında vuku’ bulacaktır. Bu konuyu sevgili Peygamberimizin mübarek ağzından dinleyelim:


“Dünyada iken başkaları duysun diye ibadet eden kimseler, mahşer topluluğu tarafından şu dört ayrı kötü adlarla çağırılıp takdim edileceklerdir: Ey kâfir, ey günahkâr, ey hâin ve ey hüsrana düşen!... Bütün emeklerin boşa gitti.[32]




27- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Sadece Allah için olan ve sevabı da ondan beklenilen ibadetlerin karşılığı vardır ve ameller niyyete bağlıdır.” [33]


28- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bu ümmeti, iman nuruyla, doğru yolla, şerefle, yardımımla ve yer yüzünde sürecekleri hakimiyetle müjdele. Kim âhirete ait bir ameli dünyalık için yaparsa, onun ahirette hiç bir nasibi yoktur.” [34]


29- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Camiye giren kimsenin gayesi ne ise ancak nasibi odur.” [35]


30- Rasulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Gece namazını kılmak niyyetiyle yatağına giren kimseyi uyku galebe çalıp, uyur ve kalkamazsa o kimse için yine niyyetinin sevabı yazılır ve uykusu kendisine rabbi tarafından verilen bir sadaka olur.” [36]




Soru: Samimiyet ve gösteriş (ihlas ve riya) ne demektir, bunların hükmü nedir? İşlenen amellere ne gibi tesirleri olur? Cevaplandırır mısınız?


Cevap: Yetkili din bilginlerimize göre samimiyet (İhlâs) iki kısma ayrılır:


1- Amelde Samimiyet: Amelde samimiyet, Allah'a bir adım daha çok yaklaşmayı dilemek, O'nun buyruklarına derin saygı duymak ve çağrısına koşmak demektir. Sağlam ve sarsılmaz bir inanca sahip olmak sahibini amelde samimiyet ve Allah'a bağlılığa götürür.


Samimiyetin zıddı, nifaktır. Nifak, Allah'tan başkasına yakınlaşmayı dilemek ve başkaları duysun diye ibadet etmek ve amel işlemek demektir.


2- Sevap Beklemede Samimiyet: Sevap beklemede samimiyet, hayırlı işler işleyerek karşılığında öbür dünyada menfaat ummak demektir.


Havariler İsâ Peygamber'e sorarlar:


“Samîmi (hâlis) amel nedir? Allah bağlısı kişi kimdir?” İsâ Peygamber buna şu ibret dolu cevabı verir:


“Samimi amel, katıksız ameldir. Yani yalnız Allah'ın hoşnutluğunu kazanmayı gaye güden ameldir. Allah bağlısı kişi ise yaptığını sadece Allah için yapan, O’ndan başka kimsenin işlediği ameli bilmesini istemeyen kişidir.” [37]




Kibrin Hakikati Ve Âfetî



Ululuk taslama iç ve dışda bâzı hareketleri gerektirir ki, buna kibirlenmek denir.


Bilmiş ol ki; kibir, bâtını ve zahirî olmak üzere ikiye ayrılır. Bâtınî kibir,- nefisdeki bir ahlâktır. Zahirî kibir ise a'zâlarda görülen kibirdir. Esasen içdeki ahlâka kibir demek en doğrusudur, Görünüşdeki hareketler bu iç duygudan meydâna gelir. Zâten bu hareketleri meydâna getiren içdeki kibir ahlâkıdır. Bunun için bu hastalık a'zâlarda” kendisini gösterdiği zaman “Kibirlendi” denir. Görünmediği zaman, o, “Kibirlidir” derler. Demek ki, kibrin aslı insan tabîatinde bulunan ahlâktır. Bu da kendisini başkalarına karşı üstün gösterme isteğidir.


Hz. Allah buyuruyor ki:


“Kalbinde zerre kadar kibri olan Cennet'e giremez.”


Kibrin Cennet'e girmeğe engel olması, kul ile bütün mü'minlerin arasına girdiği içindir.' O ahlâklar ki, onlar Cennet kaplılarıdır, inşâna Cennet yolunu açarlar. Kibir ve izzet-i nefis ise Cennet kapılarını kaparlar. Zira kibirli insan, ululuk demek olan, kendisi için sevdiğini başkası için sevme vasfına sahip olamadığı gibi. Yine ululuk demek olan ve müttakîlerin ahlâkının başı sayılan tevazu' da kendisinde bulunmaz. Yine terkedilmelerinde izzet ve şeref bulunan; kin, hiddet, çekememezlik gibi hastalıklardan da kurtulamaz. Tatlı nasihatte bulunamaz. Nasihati kabul edemez. İnsanları çekiştirmekten kendini alıkoyamaz. Uzun sözün kısası, kibirli insanlar kibirliliklerini muhafaza için her kötülüğe başvurur ve bütün iyi hasletleri kaybeder. Bunun için içinde zerre kadar kibir hastalığı bulunan kimse, Cennet'e giremez. [38]




Zahirî Kibrin Sebebleri;



Dıştaki kibrin üç sebebi vardır. Bu sebeblerden biri kibirlenende; diğeri kibirlendiği kimseye karşı; üçüncüsü de başkalarına karşı olan sebeblerdir.


Kibirlenenin kendisindeki sebeb: Ucub, yani kendini beğenmedir. Kibirlendiği kimseye karşı olan sebeb: Kin ve çekememezliktir. Başkaları ile alâkalı olan sebeb de: Riya ve gösteriştir.


Bu “bakımdan kibrin sebebleri dörttür. Bunlar da:


a) Ucub (kendini beğenme),


b) Hıkd (kin),


c) Hased (çekememezlik)


ç) Riya (gösteriş)tir.


a) Ucub: Ucbun gizli kibri doğurduğunu, gizli kibrin söz, iş, tavır ve davranışlarda tezahür ettiğini zikretmiştik.


b) Hıkd: Bu, ucubsuz da kendini gösterir. Her hangi bir sebebden dolayı kızdığı zaman, emsaline ve hattâ kendisinden üstün kabul ettiği kimseye karşı da kibirlenebilir. Hiddet, kin hâlini alır, adama içerler ve bu bakımdan, tevâzua lâyık kimse olduğunu bildiği hâlde ona karşı kibreder. Nice ayak takımları vardır ki, kızdıkları büyük kimselere karşı tevazu göstermek için nefisleri kendilerine isyan eder, ona karşı kibirlenir ve hak ondan gelse de onu kabul etmez, öğütlerini dinlemez. Hakkı olmadığını bile bile onu geçmek ister ve ondan özür dilemez.


c) Hased: Bu da hased ettiği kimseye kızar, hattâ onun tarafından hiddetini gerektirecek bir tavır ve davranış olmasa bile yine ona kızar ve bu kızması, onu hakkı inkâra kadar sürükler, öğütlerini dinlemez, ondan ilim öğrenmez. Nice ilme haris câhiller vardır ki, bu hususta kendisinden istifâde edebileceği kimseye hased ettiği için ondan faydalanmaz da câhil kalır. Hasedi, ona karşı kendini kibirlendirir. İçinden bunu irtikâb ettiği hâlde, bile bile böyle yapar.


ç) Riya: Bu da kibri doğurur. Aralarında hased ve kin bulunmayan ve kendini daha üstün kabul etmediği kimseler ile de münazara eder. Karşısındakinin daha üstün olduğu söylenmesin diye ona karşı tevazu' göstermez ve hakkı kabul etmez. Bu suretle kibirlenmeğe başlar. Bu kibrin sebebi riyakârlıktır. Hattâ yalnız kalsalar, bâzan kendisinin üstün olmadığını bildiği hâlde yalandan asalet iddiasında bulunur ve diğerini hakîr görür. Bu iddiasında yalancı olduğunu bildiği için içinde kibir yoktur. Ancak riyakârlık, kibirliliğine sebeb olmaktadır. Umumiyetle bu nevî davranışlarda bulunanlara içindeki kibrinden dolayı mütekebbir denir.[39]




Tevazu İle Kibretmenin Toplandığı Yerler



Bilmiş ol ki; kibir, kulun şekil ve şemailinde gözükür. Surat asıklığı, göz ucu ile bakmak, başını dikerek kimseye bakmamak, bağdaş kurup oturmak veya yaslanmak gibi. Ayrıca kibir sözde olur; ses tonunda, konuşurken doldurup atmasında olduğu gibi. Ayrıca yürümesinde, oturup kalkmasında, duruş ve hareketlerinde ve bütün işlerinde belli eder. Bütün bu hâllerde kibredenler bulunduğu gibi, bunların bâzılarında kibredip, bâzılarında tevazu' gösterenler de vardır. Ayrıca kendisine kıyam edilmesini ve karşısında ayakta durulmasını sevmek suretiyle kibredenler de vardır.


Kibrin kökünü kalbden söküp atmanın ilâcı ilim ve ameldir. Tam şifâ, bunları kullanmaktadır.[40]




Dünyevî Kemâlât



Birincisi: İlimdir. Kibir, sür'atli olarak ulemâ arasında yayılır.


Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlmîn âfeti, sallana sallana kibretmektir.”[41]


Âlim, hemen ilmin şerefiyle şereflenmek ister. İlmin cemâl ve kemâliyle süslendiğine inanır. Kendi kendini büyük görerek insanları hakir görmeğe başlar. Onları techîl eder, hattâ onlara hayvan nazarı ile bakmağa başlar. Onlardan her yerde hürmet ve saygı bekler. Gördüğü hürmet ve saygıyı kendi hakkı olarak telâkki eder. Onlar onun hakkında iyi dedikleri hâlde o, onlar hakkında iyi demez. Onlar ziyaretine geldikleri hâlde, o gitmez. Onları kendi işinde çalıştırır. Tembelleşen olursa ona kızar ve onlardan muhtelif kargılıklar bekler. Bu, ilmiyle dünyalık hususundaki kibridir. Ahiret ile alâkalı olarak da' ilmi sayesinde kendini herkesten daha ziyâde Allah'a yakın ve kendini üstün kabul ederek başkaları hakkında daha çok endişeli ve kendini daha çok emniyetli hisseder. Bu gibilere âlim demektense câhil demek daha doğrudur. Gerçek ilim, inşânın kendisini ve Rabbini bilip son nefes tehlikesinden korkması, Allah'ın âlimlere hücceti ve ilmin tehlikelerini bilmesidir. Bunlar; ilim ile kibri tedavi kısmında anlatılacaktır. Bu hakiki ilim, inşânın emniyette olmasını değil, kulun Allah'tan korkusunu, tevazu ve huşûunu arttırır. İlim nimetinin şükrünü ödemediği ve Allahu Teâlâ'nın: “Bu ilim ile ne yaptın?” diye kendisini sorguya çekeceğini düşünerek herkesi kendinden hayırlı görmesini gerektirir. Bunun için Ebû'd-Derdâ (r.a.): “İlmi çoğalan kimsenin sancıları çoğalır.” demiştir ki bu, dediği gibidir.


O hâlde bâzı kimselerin bilgilerinin çoğalması ile kibir ve emniyetlerinin de artmasının sebebi nedir? Dersen:


Bilmiş ol ki; bunun da iki sebebi vardır:


1- Meşgul olduğu ilmin asıl ilim olmamasıdır. Asıl ilim, kulun, kendini ve Rabbini bildiği ve Allah'a mülakat arzu ve korkusunu bildiren ilimdir. Bu ilim, kibir ve emniyeti değil, haşyet ve tevazuu artırır.


2- Ahlâkı bozuk ve kalitesi düşük olduğu hâlde ilme dalmaktır. Kula her şeyden önce lâzım olan, nefis mücâhedesiyle ahlâkını güzelleştirmektir. Bu adam çeşitli mücâhede yolları ile nefsini düzeltip kalbini temizlememiş, Allah'a kulluğa razı olmamış, kalbi pislik içinde kalmış, bu hâli ile hangi ilim ile meşgul olursa olsun, elde ettiği ilim pis bir kaba girer. Bu sebeble iyi bir semere vermez, eseri iyilikte görülmez.


Ibn Abbâs (r.a.) diyor ki:


“Bel'am'e ilim verildi. O, yeryüzündeki şehvetlere dadandı. İşte o, köpek gibidir. Terk ederse de ürer, kovalarsan da ürer, yani hikmet versen de vermesen de o şehvetini terk etmez.”


İşte âlime bu tehlike yeter. Acaba şehvetine uymayan hangi âlimdir? Yapmadığı iyilikleri emretmeyen bir âlim var mıdır? Ne zaman ki, bir âlim câhile nisbetle kendisini üstün görmeğe başlarsa, içinde bulunduğu şu büyük tehlikeyi düşünsün. Bunu düşününce, câhile nisbetle mevkii üstün olduğu gibi, tehlikesinin de o nisbette büyük olduğunu anlar. Bu âlim, hayâtı tehlikede olan bir hükümdar gibidir Hükümdarı yakalayıp öldürecekleri zaman: “Keşke yoksul bir ayak takımı olaydım da bu tehlike ile karşılaşmayaydım.” der. Allah korusun, nice âlimler var ki Kıyamet günü karşılaşacağı cezayı göreceği zaman: “Keşke câhil olsaydım.” diyecektir.


İşte bu tehlike, âlimi kibirden men'eder. Zîra cehennemlik ise domuz ondan kıymetlidir. Daha nasıl kibredebilir? Bir defa bir âlim, bir in olsun, kendini sahabelerden üstün görmeğe yeltenmemelidir. Hâlbuki sahabenin bâzıları: “Keski annem beni doğurmasaydı.”, diğeri eline aldığı çer-çöpü göstererek:


“Keşke böyle bir çöp olsaydım”, başka biri de:


“Keşke hiç bir şey olmasaydım.” demiş ve bütün bunlar, akıbetin tehlikesinden dolayı sarf edilmiştir. Onlar kendilerini hayvanâttan ve topraktan daha âdî görürler. Bir âlim bu tehlikeleri inceden inceye düşünürse, kendiliğinden kibir hastalığından kurtulur. Zira kendisini en âdî bir insan görür. Bu da efendisi kendisine bâzı şeyler yapmasını emrettiği hâlde, bunlardan bir kısmını terk edip, bir kısmını karıştıran, bunları efendisinin emrettiği şekilde yapıp yapmadığını bilemeyen, nihayet efendisinin kendi hakkında bütün elbisesini soyunarak çıplak bir vaziyette güneşin altında beklemesini emrettiğini haber alan ve uzun zaman böyle bekledikten sonra yaptıklarından hesaba çekilip sonunda işkenceli bir ceza evine atılan, efendisinin isyan edenlerin bir kısmını af edip dilediğini cezalandırdığını bilen ve kendisinin hangi tarafta olduğunu kestiremiyen kölenin hâline benzer. Bütün bunları düşününce, kibri kırılır, kendisi düşünceye dalar, korku ve heyecan içinde kalır. Kibir şöyle dursun, bağışlanırım ümîdi ile alçak gönüllü olmağa başlar. Âlim de böyle olmalıdır. Bâtınî ve zahirî kusurlarını düşünüp Allah'ın emirlerindeki kendi noksanlıklarını hatırladığı ve önündeki tehlikeleri düşündüğü takdirde elbette kibrinden vazgeçer.


Bir gün Huzeyf e cemâate namaz kıldırıp selâm verdikten sonra: “Artık bundan sonra ya başka imam bulur veya namazınızı münferid kılarsınız. Ben bir daha imamlık yapmam. Çünkü namaz kıldırırken aklımdan: “Bu cemâatte benden daha liyakatlisi yok” diye bir şey geçti. Bu ise kibir alâmetidir. Binâenaleyh bu vazifeyi bir daha yapmam.” dedi.


Huzeyfe gibi bir zât bu tehlike ile kendini karşı karşıya görürse, ya sonradan gelen bu zayıf karakterli insanların hâli ne olur?


“Kula, din kardeşini hakîr görmesi kötülük olarak yeter.”


Benî İsrail'den biri yolda giderken bir âbidin boynuna bastı.Âbid:


“Kaldır ayağını, vallahi, Allah seni afvetmez, dedi. Allahu Teâlâ ona:


“Ey benim adıma yemîn eden âbid, onu değil, seni afvetmem” buyurdu. Hasan-ı Basrî de bir sohbetinde böyle dedi. Hattâ sof giyen sofilerin kibri, işlemeli kumaş giyenlerin kibrinden daha şiddetlidir, işlemeli ve kıymetli kumaşlar giyen, kendini sof giyenden üstün görürken, sof giyen de kendini ondan daha üstün görür. Âbidlerin çoğu bu âfetlerden kurtulamaz. Birisi kendisiyle alay ettiği veya kendisine eziyyet ettiği vakit:


“Benimle alay ve bana eziyyet edenleri elbette Allah afvetmez” der de bu sebeble Allah'ın gazabına uğrar. Çünkü aynı eziyet başkasına yapılsa bunu aynı seviyede görmez. Zîra kendisine üstün bir mevkî tanımaktadır. Bu ise kibir, ucbu ve gururu bir araya toplayan bir cehalettir. Hattâ bâzılarının ahmaklık ve cehaleti o dereceye yükselir ki, kendisine eziyet edenler hakkında:


“Onların başına gelecek felâketi yakında görürsünüz.” diyecek kadar ileri gider. Bu arada adam gerçekten bir felâkete uğrarsa onu kendi kerametine hamleder ve Allahu Teâlâ'nın kendi nâmına ondan intikam aldığını sanır. Hâlbuki diğer taraftan Allah ve Resulüne sövenler, peygamberlere eziyet edenler, hattâ onları dövüp öldürenler olduğu hâlde çoklarına mühlet verip onları dünyâda muazzeb etmediğini ve hattâ bu cürümlerden sonra müslümân olanları afvedip dünyâda cezalandırmadığı gibi, Âhirette de cezalandırmayacağını görür ve bilir de Allah katında kendisini peygamberlerden üstün saymağa yeltenir. Allah peygamberlerinin intikamını almadığı hâlde kendi intikamını aldığını sanır. Bu haliyle, yani kibir ve ucbu ile Allah'ın gazabına uğramışken ondan habersiz kalır. İşte aldanmışların hâli budur.


Amelî ilâcına gelince; kibrin ameli cihetden tedavisi, Allah için ve bütün insanlar için tevazu' göstermektir. Bu da Peygamber Efendimiz ve diğer sâlihlerin hâllerinden hikâye ettiğimiz gibi, onların gösterdikleri tevazu' ahlâkına devamla mümkündür.[42]




Ucbun Âfeti



Bilmiş ol ki; kendini beğenmenin âfetleri büyüktür. Yukarda anlattığımız gibi, kibrin sebeblerinden biri ucub olduğuna göre, ucub kibre davet eder ve ucubdan kibir doğar. Kibirden ise, sayılamayacak kadar âfetler meydâna gelir. Bu, ucbun kullar arasındaki kötülüğüdür.


Bilmiş ol ki; ucub ve kendini beğenme, mutlak surette kemâl sayılan bir vasıf ile olur.


Allah'a karşı kötülüğüne gelince; ucub, günahları unutturur ve onlara karşı ihmâl etmeğe, onları hatırlayıp araştırmamağa sebeb olur. Çünkü ucub, kendini bu gibi araştırmadan müstağni kılar, hatırladıklarına da ehemmiyet vermez olur. Telâfisine çalışmaz. Onların bağışlanmış olduğunu sanır.


İbâdet ve amellere gelince; onları beğenir, ibâdet yapıyorum diye böbürlenir. Allah'ın tevfîkıyle ibâdet ettiğini unutur. İbâdetini beğendikçe de âfetlerini görmez olur. Amelin âfetlerini araştırmayanın gayretlerinin çoğu boşa gider. Zira zahirî amelleri hâlis olmadıkları vakit faydaları azalır. Bu hâlleri, kendini beğenenler değil, korku içinde olanlar araştırır. Ucub sahibi kendini ve fikrini beğenir, Allah'ın mekrinden emin olur, Allah katında mevki sahibi olduğunu sanır, Allah'a karşı kendini hak sahibi iddia eder. Ucub, kendini övüp tezkiye etmeğe kadar sürükler. Kendini beğenmek, istişare, istifâde ve suâlden kendisini alıkor. Hatâ da olsa kendi buluşlarına sevinir, âdeta bir diktatör, müstebit hâline gelir. Söz dinlemez, nasîhata kulak asmaz olur. Herkesi câhil görür, kendi hatâsında ısrar eder. Bu görüşü dünyalık ise, onu tahakkuk ettirmeğe çalışır. Akaaid ile alâkalı dinî bir mes'ele ise hatalı görüşünde ısrar ettiği için helâke gider. Eğer bu hususlarda kendini tasdik etmezse, Kur'ân'ın nuru ile nurlansa, din âlimlerinden istifâde etse, ilim meclislerine devam etse de basiret sahihlerinden müşkillerinin hâiline çalışsa hakkı bulurdu. İşte bunlar ve benzerleri ucbun âfetleridir. Bunun için tehlikelidirler. Artık ben müstağnî oldum, aradığımı ve istediğimi buldum, diyerek sa' yu gayretten tenbellik ile geri kalması, ucbun en büyük tehlikelerindendir. Bu, şübhe getirmeyecek şekilde açık bir helaktir.


Bilmiş ol ki; her hastalığın tedavisi, onu, sebebinin zıddı ile karşılaştarmaktır. Ucub hastalığının illeti, sırf cehalet olduğu için tedavisi de an cak cehaletin zıddı olan ilimdir. Meselâ, ucbu, kulun irâdesi ile yapılan bir işde tatbik edelim. Bu da ibâdet, sadaka, cihâd ve halkı sevk u idare gibi, inşânın kendi irâdesi altında olan bu gibi işlerle ucublanması, kendi irâdesi dışında kalan güzellik, kuvvet ve neseb gibi şeylerle ucublanmasından daha kuvvetlidir.


Şayet ucublandığın sıfat başkasından ise, bu sıfat ile ucublanmak uzak bir ihtimâl değildir. Bu, hükümdarlar hakkında düşünülebilirse de, mevsûf ile sıfatı îcâd eden Allah hakkında düşünülemez. Sen kendi ibâdetine ucublanırken, ben Allah'ı sevdiğim için Allah beni muvaffak kıldı, dersen, deriz ki; Allah sevgisini sana veren kimdir? Yine O değil midir? Demek ki, sevgi de ibâdet de Onun ni'metidir, karşılıksız bunları sana vermiştir.


Soru: Kendini beğenmişlik ne demektir, işlenen amellere ne gibi tesiri olur ve bunun hükmü nedir, açıklar mısınız?


Cevap: Kendini beğenmişlik, kişinin işlediği güzel amelleri gözünde büyütmesi ve dolayısı ile kendine karşı haddinden fazla güven beslemesidir. İlim adamlarımız bu konuyu daha derinlemesine incelemişler ve şu tarifi yapmışlardır:


“Kendini beğenmişlik, kulun işlediği güzel amellerin kendisine sağladığı şeref ve itibarı Allah'tan başkasından bilmesi, onu ya kendinin becerikliliğinin eseri, ya da kendisini başarıya götüren başkalarının eseri sanmasıdır.”


Halbuki işlenen güzel amellere şeref ve itibarı ancak Allah verebilir. O'nun değer vermediği amel hiç bir şeref ve itibar kazanamaz, insanoğlunun bunu böyle bilmesi gerekir. Ama nerede? Öylesine kimseler vardır ki, kendini çok beğenmişliğı yüzünden yaptığı iyi bir işin sadece kendi marifetinin eseri olduğuna inanır. Bazan da başarısının ya bir insanın yardımıyla, ya da her hangi bir varlığın yol gösterisiyle meydana geldiğini ileri sürer. Aslında bütün bunların birer yan sebep olabileceğini, gerçek sebebin Allah olduğunu unutmaktadır.


Kendini beğenmişliğin zıddı, Allah'ın nimetini hatırlamaktır. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz. insanoğlunun başarısı ancak Ulu Allah'ın lütuf ve yardımı ile mümkündür, işlenen ameller ancak O'nun biçeceği değere göre şeref ve itibar kazanır. Bir kimsenin kendini beğenmişliğe kapılacağı anda Allah'ın verdiği sayılara sığmaz, nimetlerini hatırlaması farz derecesinde bir borçtur. Ufukta böylesine bir tehlike belirmediği anlarda ise nafiledir.


Ey saadet yolunun durmaz yolcusu!.. Bundan önceki çetin ve tehlikeli geçitleri aşa aşa buraya kadar geldin. Onların bütün çile ve sıkıntılarına göğüs gerdin, güçlük ve zorluklarını yendin. Şimdi korkulu bir geçitte bulunuyorsun. Bu zorlu geçidi de mutlaka aşmalısın. Daha önceki geçitleri aşarken elinde sana yardımcı olarak sermayen yoktu. Sadece kötü huylarını terk etmek ve ibadet etmek suretiyle sermaye edinmeye çalışıyordun. Şu anda bunu başarmış bulunuyorsun. Elinde sermayen var.


Bu zorlu geçitte yol kesiciler boldur; seni soyabilirler; kötü huylarından sıyrılarak ve ibadet ederek alın teriyle kazanıp biriktirdiğin sermayeni elinden alabilirler. Hemen bildirelim ki bu yol kesicilerin en tehlikelileri gösteriş ve kendini beğenmişliktir.


“Ey insanoğlu, gökleri, yeri ve bunlar üzerinde mevcud olan canlı cansız tüm varlıkları ben yarattım. Neden? İlâhî kudret fırçamdan dökülen bu eşsiz sanat tabloma baktığım vakit, kudretimin hudutsuz, ilmimin sınırsız ve sonsuz olduğunu idrâk edesin diye. Ama sen ne yapıyorsun? Güya idrâk eder görünmekte, buna karşılıkta yalan-yanlış iki rek'atlık namaz kılmakta veya sözüm ona hayır islemektesin.


İşte başkaları duysun diye ibadet ederek gösterişe kaçmak, yukarda vermeğe çalıştığımız örnekleri boyuna tekrarlamaktan başka bir şey değildir, ötekinin berikinin sevgisini, övgüsünü ve rızasını kazansak bile neye yarar? Allah'ın rızasına kavuşmanın ve O'nun vereceği mükâfatlara boğulmanın yanında insanların övgüsüne, sevgisine erişmeğe yeltenmek kelimenin tam manasıyle boşuna bir çabadır; bir milyonun yanında bir kaç lira bile değildir.


Sözün burasında kendini beğenmişliğin ameller üzerinde açtığı yaralara dokunmak yerinde olacaktır. Bazı ilim adamlarımıza göre işlediği herhangi iyi bir amelde kendini beğenmişliğe düşen bir kişi, eğer ölmeden önce tövbe kapısını çalarsa, ameli kabul görür. Yok, eğer tövbesiz ölüp giderse işledikleri ameller muameleye girmez, geri teper. Amelin muamele görmemesi sevap ve derece almağa hak kazanamaması demektir.


“İnsanların en kötüsü, iki yüzlü olanları bulursun; zîrâ onlar: birine başka diğerine de başka yüz ile giden iki yüzlü kimselerdir.” Yine bunun gibi insanlar arasına katılmakta en az onlara hevesli olduğunu göstermek ve bu hususta mübalâğa etmektir. Bu kimse yalandan kurtulamaz. Mutlaka ya aslında veya mübalâğa etmesinde yalan vardır. Yine bu gibi içinde olmadığı hâlde güya onun derdi ile alâkadar oluyormuş gibi bir tavır takınarak: “Nasılsınız, çoluk çocuk inşâallah afiyettedir?” diye hâl hatır sormak hâli de vardır. Bu hareket sırf nifaktır. Seriyyü's-Sakatı şöyle diyor:


“Dostlarımdan birisi ziyaretime geliyor diye elimle sakalımı düzeltmeğe çalışırsam, münafıklar listesine kaydolmaktan korkarım.” Fudayl, Mescîd-i Harânrda tek başına otururken dostlarından birisi yanına geldi. Fudayl:


“Niye geldin” diye sordu, dostu:


“Ya Ebâ Ali! Seni sevdiğim için geldim,” dedi. Fudayl:


“Vallahi bu yaptığın dostluktan ziyâde vahşeti ve ayrılığı gerekli kılan bir harekettir. Çünkü bu hareketin, senin bana ve benim sana karşı yaldızlı sözler söylememizi ve karşılıklı yalan konuşmamızı ve neticede, ya senin bırakıp gitmeni veya benim kalkıp gitmemi gerektirir ki bir yakınlıktan ziyâde uzaklaşmaktır,” dedi.


Şâir diyor ki:


Ey riyakârlık bataklığına dalarak sevap peşinde koşan insan!,. İyi bil ki mümkün olmayan bir şey peşinde koşmaktasın. Çünkü Ulu Allah riyakâr kimselerin umutlarını mutlaka boşa çıkarır; işledikleri amelleri hükümsüz kılar; yanlarına kâr olarak sadece çalışıp çabalamaları ve ağır yorgunlukları kalır.


Bir adam vardı; bir ara kendini Allah'a ibadete adayarak ün salmayı düşündü. Bunun için de namaz vakitleri girince camiye herkesten önce gelir; bitince de herkesten sonra çıkardı. Namaz vakitleri yaklaştı mı, o hep namaz kılar; bütün günlerini de oruç tutmakla geçirirdi. Hele zikir ve tesbih meclislerinden hiç mi hiç ayrılmazdı.


Adamcağız epey bir süre böylece devam ettikten sonra kendisini görenler;


“Amma da riyakâr adammış ha!” demeye başladılar; adamcağız da bir köşeye çekilerek iyice bir tövbe etti ve bütün ibadetlerini başkalarının gözlerinden uzak, sırf Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak maksadıyla yapmağa karar verdi. Böylelikle riyaya açılan bütün kapıları sımsıkı kapatmış oldu.


Öyleyse ey insan, O’nun aydınlık yolundan git ki, sana hem dünyalık, hem de âhiretlik azığını versin. Şunu iyi bil ki insanlar hiç bir şeye hakkıyle sahip değildir; onların elinden bir şey gelmez. Görüyorsun ki çoğu sapıklığın koyu bataklığında yuvarlanıp durmaktadırlar. Ulu Allah sevdirmedikçe seni sevemezler. Ulu Allah yardım ettirmedikçe sana yardım ellerini uzatamazlar.


Ama yüce Allah'ın rızasına kavuşmayı düşünen insan, bütün söz ve davranışlarında sırf o yüce yaratanın gözüne girmeyi ve sadece O’na yaranmayı birinci plânda tutar; O'nun rızasını kazanmak niyetini taşımayan bütün amellerin boşuna çalışmalardan ibaret olduğunu bilir. Çünkü Cennet de, Cehennem de, her şey, Allah'ın kudret eli altındadır.


Ölüm döşeğinde yatan bir kişiye nasıl olduğunu sorduklarında azıksız olarak yolculuğa çıkan, tek başına ıssız kabre giren, hiç bir güç ve kuvvete sâhib olmadan âdil Melik'in huzuruna çıkacak kimsenin hâli nasıl olur? Diye cevâb vermiştir. Hasan b. Ebû Sinan'a, ne hâldesin? Diye sorduklarında, öldükten sonra dirilip de hesaba çekilen adamın hâli nasıl olur? Demiştir.


Ey insan şimdi iyi düşün! Bizim rabbimiz öyle büyük ve kudretli bir baş hükümdardır ki, gökler, yer ve bunların içinde bulunan canlı-cansız bütün varlıklar O'nu zikreder.


Yine bizim rabbimiz öyle bir ula mabuddur ki, göklerde ve yerde ne varsa tüm varlıklar O'na isteyerekte olsa, istemeyerekte olsa secde eder. Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail gibi baş melekler ve gerçek sayısını sadece Cenabı Hakk'ın bildiği nice büyük melekler kendilerini O'nun hizmetine adamışlardır. Burada zikretmeğe çalıştığımız bu melekler, üstün derece ve mevkilerin sahibidirler. Günah işlemekten uzak, tertemiz yaratıklardır. Onlar Ulu Allah'a ölçüsüz derecede büyük ibadet ederler.


Kâinattaki tüm varlıkların en seçkini olan sevgili Peygamberimizden tutun da aydınlık yolda yiğitçe hizmet vermiş bütün peygamberler ellerinde Kur'an ve imanın şerefli bayrağını dalgalandıran ve gerçeğin yayılması uğruna temiz varlıklarını feda etmekten sakınmayan bütün âlimler; dünyanın geçici ve aldatıcı güzelliklerine kapılmayarak ibadet ve zikri elden bırakmayan âbidler, zâhidler hep kendilerini Allah'a adamışlar. O'nun hizmetine koşmuşlardır.


Ey Hak yolunun yılmaz yolcusu!.. Bu çetin geçidi aşarken çok dikkatli ol, derin gaflet uykusundan uyan! Yoksa hüsrana düşenlerden olursun. Çünkü bu geçit, saadet yolculuğun boyunca karşına çıkacak olan geçitlerden en tehlikelisidir. Bundan önce geçtiğin geçitlerde kazandıklarını kaybetmeden kazasız belâsız buradan geçebilirsen, işte o vakit ele geçmez bir ganimete kondun ve eşsiz bir kazanç sağladın demektir.


Yok, eğer bu önemli geçidi aşamazsan bütün çalışmaların bir anda yok olacak, umutların suya düşecek ve hayatın rayından kayacaktır. Burada, yani kendini beğenmek ve gösterişe kaçmak konusunda dikkat ve titizlik isteyen üç önemli mesele vardır ki, bunlarla daima yüz yüze gelebiliriz.


Allah'a hizmet yolunda en arkada kalanlar, yeryüzünün hükümdar ve devlet adamlarıdır. Bunlar Allah'ın huzurunda yüzlerini toprağa sürerler; acizliklerini itiraf ederek O'ndan af dilerler; O da onların Özrünü yerinde görüp affederse, o vakit mutluluğa erişirler. Yoksa rezil ve perişan bir duruma düşerler, sonları felâkette biter.


Ey insan, işte bizim rabbimiz bunca kudret ve ululuk sahibi olduğu halde yine de senin eksik ve kusurlu ibadet ve tâatini kabul etmekte; huzuruna varmağa hak kazanmadığın, halde seni huzuruna almakta; istediğin zaman dua ve niyazda bulunduğunda, bu seslenişini dinlemekte ve sana tüm rahmet kapılarını açmaktadır.[43]




Gururdan Kurtuluş



Bilmiş ol ki; gururdan kurtulmanın üç yolu vardır. Bunlar akıl, marifet ve ilimdir. Kurtuluş için bu üç şey lâzımdır.


1. Akıl: Yaradılıştaki bir garize ve kendisiyle eşyanın hakikati idrâk edilen asıl bir nurdur. Zekâ ve zeyreklik, ahmaklık ve gabâvet fıtrîdir, Bunlar, yaradılıştadır. Ahmak ve gabi insan, kendisini aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaradılışında olacak. Yaradılışında akıl ve fehimden mahrum olanlar, bunları sonradan te'mîn edemezler. Ancak bunların asılları kimde varsa, o, tecrübe ve denemelerle bunları inkişâf ettirebilir, geliştirebilir. Demek ki, bütün saadetlerin esâsı, akıl ve zekâdır.


2. Marifet: Marifetten maksadımız, dört şey'i bilmektir. Bunlar da nefsi, Rabbi, dünyâsı ve Âhireti dir.


Nefsini kulluk ve zillet ile ve bu âlemde garîb ve behimî şehvetlerinden kaçınmak ile bilerek tab'an kendisine yaraşan, Allahu Teâlâ'yı bilip yalnız Ona, Onun emirlerine ve rızâsına bakmaktır. Nefsini bilmeyen Rabbini de bilemez.


Rabbini bilmeyene gelince: O da Mahabbet, Kalb, Tefekkür ve Şu konularda anlattıklarımızdan yardım alarak Rabbini öğrensin. Zira orada nefsin vasıflarına ve Allahu Teâlâ'nın Celâlinin vasfına işaret edilmiştir. Onları okumakla kısa da olsa bir malûmat edinir. Kemâl-i marifet ise bundan sonradır ve aynı zamanda mükâşefe ilmidir. Biz bu konuda muamele ilmi üzerindeyiz.


3. İlim: Ne zaman ki, kâmil aklı ile Allah ve nefsini bilerek Allah sevgisi kendisinde galebe çalarsa, o zaman üçüncü bir şey'e muhtaç olur ki, o da ilimdir. Yâni Allah'a giden yola nasıl sülük edilir, onu bilmesi ve Allah'a kendini yaklaştıran ve Allah'tan uzaklaştıran şeyleri öğrenmesi, bu yolun âfet, ukubet ve gaailelerini anlamasıdır.


Son nefesde şeytan Allah'ın bir velîsine giderek:


“Benden kurtuldun” deyince, velî:


“Yok daha bir nefes var, henüz tamamen senden kurtulmuş değilim.” dedi. Bu hususta şöyle denilmiştir:


“İnsanlar hep helaktedir yalnız âlimler helakten kurtuldu. Âlimler de helaktedir yalnız ilmîyle âmil olanlar kurtulmuştur, ilmiyle âmil olanlar da helaktedir yalnız ihlâs sahihleri kurtulmuştur, ihlâs sahibleri de büyük tehlikededir. Mağrur helakte, gururdan kaçan muhlis de tehlikededir.” Bunun içindir ki Evliyâullah dâima korku üzerindedir.


Ey saadet yolunun yolcusu!.. İnsaflı ve şuurlu düşündüğün vakit, Ulu Allah'ın kuvvet ve kudretinin ululuğunu, buna karşılık insanoğlunun acizliğini ve koyu cahilliğini görecek ve bunlara asla gönül vermeyeceksin. Sakın ha, fani varlıkları överken çok dikkatli ol. Çünkü onları övmekle, onlara büyük değer vermekte hiç bir fayda yoktur. Yaptığın bir iyiliğe, bir ibadete karşılık onların da seni övmelerini asla isteme!


Yine insafla ve şuurla düşündüğün vakit geçici dünya yatının ne derece aşağı ve bayağı olduğunu, hızla yok olmaya doğru gittiğini yakından görecek ve Ulu Allah'a ibadet ederken asla dünyalık arzu ve istekler peşinde koşmayacaksın. Sakın ha, ibadet ve tâat ederken dünyanın geçici ve aldatıcı güzelliklerine gönül vererek dünyaya tapanların durumuna düşme. Nefsine şu fikri aşıla:


“Ey nefsim!.. Kâinatın ortaksız sahibi olan Allah'ı övmek verdiği sayısız nimetlere karşılık O'na olan şükür borcunu yerine getirmek; aciz, cahil, senin amelinin gerçek değerini takdir edip mükâfatını veremiyen, senin gerçek değerini bilemeyen, hatta bazan derecesi çok düşük olan birisini sen den yüksek gösteren; ihtiyaç ânında seni bırakıp kaçan fanî yaratıkları övmekten daha hayırlıdır.


Şimdi düşün ey nefsim, O yaratıklar ki, senin işlediğin amelin gerçek karşılığını veremezler; kendilerine muhtaç olduğun vakit derdine derman bulamazlar .'Şu halde bunların elinden ne gelir? Bunların gücü neye yeter?


Dahası var ey nefsim, onların canı da Allah'ın kudret elindedir. Allah dilediği zaman dilediği gibi onlar üzerinde hükmeder. Öyle ise kendine gel ey nefsim!.. Fani varlıkların sevgisine gönlünde yer vererek değerli amellerini mahva uğratma. Sana en büyük iftihar vesilesi ve en büyük azık olacak olan bir övmeyi kaçırma. Bu, ulu Allah ı övmektir. Ezel ve ebed sıfatlarının sahibi olan Allah'ı övmek sana en büyük iftiharı, en büyük ihsanı sağlıyacaktır.


Saadet yolcusu, ömrünü bu gösterdiğim prensiplere uygun geçirirsen, işlediğin amelleri sırf Alah rızası için işlemiş, O nun korkusunu kalbinde kökleştirmis ve O'na olan minnet ve şükran borcunu hatırlamış olursun. Artık bu durumda sen bu korkulu geçiti aşmış, onun felâketlerinden paçayı kurtarmış aynı zamanda sermayeni de eşkıyalardan korumuş oluyorsun


Bol ve yaygın lütuf ve keremiyle hidayete eriştiren ancak Ulu Allah'tır. O’nun kuvvet ve kudretine son yoktur.[44]




İMAN



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şüphesiz, Şeytan içimizden birinin kalbine girerek şöyle bir Soru sorar:


Semayı kim yarattı? Kul, Allah yarattı cevabını verir. Yeryüzünü kim yarattı? Kul, Onu da Allah ( c.c. ) yarattı. Şeytan, “ Peki ama Allah'ı kim yarattı” diye sorar. Biri böylesine sapık bir düşüncenin, vesvesesini kalbinde bulursa, Allah'a ve Hz. Muhammed'in onun hak peygamberi olduğuna iman ettim, desin.”[45]




Ulu Allah buyuruyor ki:


Allah'ı bırakarak sana ne faydası ve nede zararı dokunmayan (aciz ve fani) şeylere tapma. Eğer böyle yaparsan, şüphesiz ki öz nefsine yazık etmişlerden olursun. Çünkü Allah senin başına bir belâ verirse bu musibeti yine ancak kendisi giderebilir. Ve yine O, sana bir iyilik dileyecek olursa O'nun bu (cömertlik ve) faziletine hiç bir kimse engel olamaz. O, iyiliği kulları arasından dilediklerine verir. O çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. [46]


2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şüphesiz her şeyin bir hakikati vardır. İman da bir hakikattir. Kişi imanın gerçeğine varabilmesi için kendisine verilen bir şeyin ezelde hükmü ilahiye dayandığını ve onu geri çevirmenin mümkün olmadığını, başına gelen hallerden de kaçınmanın imkansızlığına inanmalıdır.”[47]




Ulu Allah buyuruyor ki:


De ki: biricik Allah'tır. Her şey varlığını ve hayatını O'na borçlu olduğu halde O, hiçbir şeye muhtaç olmayan Ulu'dur. O, ne doğurmuş ve ne de doğurulmuştur. Hiç bir şey O'nun dengi ve benzeri olmamış ve olamıyacaktır.


İhlas:


“De ki: Allah'la beraber, dedikleri gibi ilâhlar olsaydı, o takdirde bu ilâhlar Arş'ın sahibine (Allah'a üstün gelmek için) muhakkak ki bir yol ararlardı. Allah, onların söyledikleri şeylerden çok büyük bir yükseklikle münezzehtir. Yedi gök ve yer, bir de bunlar içinde bulunanlar (insan, cin ve melekler) Allah'ı tesbih ederler. Hiç bir varlık yoktur ki. Onu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz, onların tesbihini (dillerini bilmediğinizden) anlamazsınız. O, gerçekten Halim'dir, Gafur’dur.”[48] buyurulmuştur.[49]




3- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hakkıyle İslâm dinini kabul ederek ona samimiyetle bağlanan kimse, İslâmîyeti kabul etmeden önce (Cahiliyet devrinde) yapmış olduğu kötülüklerden dolayı muahaza edilmez, azap görmez.


İslamiyeti kabul ettikten sonra irtidat etmek suretiyle eski dinine dönen kimse ise hem İslâmiyetten evvel yaptığı kötülüklerden hem de sonraki yaptığı fenalıklardan dolayı ceza görecektir.”[50]




Bu hadisi şerifin yukarki hadisle manen irtibatı vardır: Yukardaki Hadisi şerifte dünya için dini terkeden kınanmakta bun da ise bunun ölçüleri anlatılmaktadır. Bunun kiriteri olarak da:


Allah ve resulünü her şeyden çok sevmek, bu sevgiyi her şeyde görmek ve imanı sevip, küfürden nefret etmek, gösterilmiştir. Bu esasa sarılanlar artık imanın hazzına varmış kimselerdir. Bu duygulara malik olmayanlar da kendilerini aldatmasınlar. Zira onlar henüz imanın istediği müminler olamamışlardır.[51]




4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Her kim Allaha şirk koşmadan (imanla) ölürse cennete girer.”[52]


5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kim ki, Allah (c.c) nın kazasına (kişinin leh ve aleyhine verdiği hükümlere) teslim olmaz ve kadere (alın yazısına) inanmaz ise Allah'tan başka bir ilah arasın.”[53]


6- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bu ümmetin evvelkileri yekin ve zühtle (Dünyalığı hiçe sayıp, ahirete önem vermekle) kurtuluşa ermişlerdir; sonrakiler ise cimrilik ve uzun emelle (dünyaya lüzumundan fazla önem vererek) helak olacaklardır.”[54]




Bu hadisi şerifteki tulu emelden murat: Dünya sevgisinin şuur altına yerleşmesi ve artık bir nevi mal delisi olurcasına imanın gereğini ve ibadetleri ihmal etmek demektir. Yoksa dinimizde dünya için çalışmak suç değildir. Dünya için hiç ölmeyecekmiş gibi çalış, ahiret için de yarın ölecekmiş gibi hazır ol buyuran peygamberimiz ve onun getirdiği din dünyayı ihmal etmemiş, ancak dünya için dinini ihmal edenin kınanması gerektiğini bildirmiştir.[55]




7- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Üç şey kendilerinde bulunan kimseler imanın tadını tadarlar:[56]


a- Allah ve resulünü her şeyden çok sevmek,


b- Kişiyi ancak Allah için sevmek,


c- Allah,(c.c.)ın küfrün karanlığından çıkarıp iman nuruna kavuşturduğu kimsenin, ateşe atılmaktan hoşlanmadığı gibi, tekrar küfre girmekten de o derece hoşlanmaması.”


8- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hiç biriniz, beni evladından, babasından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”[57]


9- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Biriniz, kendisi için sevdiği bir şeyi diğer din kardeşleri için de sevmedikçe hakkıyle iman etmiş olamaz.”[58]


10- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Cebrail (a. s.), bana dedi ki: Allah şöyle buyuruyor:


Lailahe illallah cümlesi benim muhkem Kal'emdir. Bu kaleye kim girerse azabımdan korunur.”[59]


11- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Nerede bir kâfir kabrinden geçersen onu cehennem azabı ile müjdele.”[60]


12- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ümmetimden iki sınıf vardır ki, onların İslamiyetten nasipleri yoktur:


a) Mürci’e: İman ettikten sonra işleyeceği küçük-büyük bütün günahların hiçbir zararı olmadığına ve küfürle taatm faydalı olmadığına kani olan kimseler,


b) Kaderiyye: “Kul fiilinin hâlikidir” diye inanan yani kulun işlediği fiilleri kendisinin yarattığına ve Allah'ın bir yaratması bulunmadığına inanan kimseler.[61]


13- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ümmetimden öylesine iki grup vardır ki, kıyamet günü bunlara şefaatim ulaşmayacaktır: Mürci'e ve Kaderiyedir bunlar.”[62]


14- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ümmetimden öylesine iki sınıf Kimse vardır ki, kıyamet gününde havzımın kenarına gelemiyecekler ve cennete giremiyeceklerdir. Bunlar da Mürci'e ile Kaderiyedir.....”[63]


15- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Mutlak iman,bir mü'minin hile ile diğer mü’mini öldürmesine engel olacak mânevi bir kötektir; hakiki bir mü'min, hile yapmak suretiyle bir din kardeşini öldüremez. (Şayet bir kimse hile ve desise ile bir mü'mini öldürse bu hakiki manada bir mü'min olamaz.”[64]


16- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İman ile amel aynı ipte bağlanan iki ortaktır, biri olmaz ise diğeri kabul olunmayacaktır.”[65]


17- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Samimi bir yürekle, Allah'tan başka hak bir mabud olmadığına şehadet eden kimse Cennet'e girer.”[66]


18- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bir kimse samimi bir kalble, Lailahe illallah Muhammedün Resulüllah (Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in de onun Resulü olduğuna) iman ederse Allah ( c, c.) Cehennem'i o kimseye haram kılar.”[67]


19- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İslâm dini artacaktır ve (hiç bir zaman) eksilmeyecektir. (Bu Hadis-i Şerif Peygamberimizin bir mucizesidir. Çünkü: Peygamber imiz bu Hadisi ile çok insanların İslam Dinine gireceğini ve İslâmiyetten ayrılacaklar olsa da bunlarla İslama herhangi bir noksanlık gelmiyeceğini işaret buyurmuştur. Tarih bunu teyit etmiştir.)[68]




“Onun imparatorluğu küçük bir şehir devletinin bazı dar sokaklarından ibaret olarak başlamış, günde ortalama bir hızla 274 mil kare genişlemiştir. On sene gibi kısa bir zaman içinde son nefesini verdiği sırada bir buçuk milyon kilometre kare genişlemiştir. Rusya hariç bugünkü Avrupa büyüklüğünde (Hz. Peygamberin Savaşları, Prof. Muhammet Hamidullah).”[69]




20- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İslamiyet, daha önceki küfür ve günahı yok eder.”[70]


21- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İman iki kısımdır:


a) Biri (Kötülüklere karşı) sabır,


b) Diğeri ise (Emrolunan dini hükümlere karşı) şükür'dür.[71]


22- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kemali iman, Yemenlilerin imanıdır.”[72]


23- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İmanın alameti Medineli Sahabeleri sevmek, Münafıklığın alameti de Ensar denilen bu kimseleri sevmemektir.”[73]




Medineli olup da oraya göç eden müslüman muhacirlere yar dunda bulunan kimselere ensar denilmiştir.


Peygamber efendimiz bu hadisi şerifinde, ilk günlerde müslümanlara maddi ve manevi yardımda bulunan bu kimseleri sevmenin her mümine vacip olduğunu hatta imanlı olup olmadığının alameti olduğunu beyan buyurmuşlardır.


Mekke'de iman edip de orada din hürriyeti olmadığından Medine’ye göç eden kimselere de muhacir denilir.


Gerek muhacir gerekse ensarın İslama hizmetleri büyüktür. Onları sevmek sonradan gelecek olan müminlere vaciptir.[74]




24- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ey sahabilerim, Yemenliler, (İslam dinini öğrenmek için) yanınıza gelmişlerdir. Onların kalpleri katı değildir, onların kalbleri şefkat ve merhametle doludur. İslam hikmet ve bilgileri Yemenlilere mahsustur.”[75]


25- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Münafıkın alameti üçtür:


a- Konuştuğu zaman yalan söyler,


b- Verdiği sözde durmaz,


c- Kendisine bırakılan emanete ihanet eder.”[76]




Münafık: İmanlı göründüğü hâlde gerçekte inanmayan kimselere denir. Yani; kalbinde başka iman taşıyan kimse demektir. İman bir kalp işi ve inandım diyen kimseye “Sen inanmıyorsun...” deme hakkı, peygamber dahil hiç kimseye verilmediğinden bu kimseler ancak davranışları ile bilinebilirler.[77]




26- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


Bid'at sahibi, bid'atını terk etmedikçe Cenab-ı Hak onun amelini kabul etmez.”[78]


27- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Mü'minin keskin anlayışından sakınınız, çünkü o Allah'ın nuru ile bakar.”[79]




Müminin keskin zekasından sakınınız, buyurulmak suretiyle bazı gafil kimselerin sandığı gibi, müslüman adam saf adam aldatmışlar, sözlerinin yersiz ve yanlış olduğunu anlamak kolaydır.


Müslüman kimse her şeyden Önce akıllı ve dirayetli kimsedir. Müslümanlık akılsız kimseleri mümin saymamıştır.[80]




28- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Mü'minin benzediği bir ağacı söyleyiniz, o öyle bir ağaçtır ki yaprakları hiç dökülmez, meyvaları bir vakit yok olmaz. O işte Hurma ağacıdır.” (Mü'min de her yönüyle başkalarına faydalı olmalı ve özviyle meyvasını dağıtmalı)[81]


29- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bir kişinin camiye gitmeyi alışkanlık haline getirdiğini gördüğünüz takdirde onun imanına şehadet ediniz.”[82]


30- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İyiliklerinden sevinç, kötülüklerinden üzüntü duyduğunuz zaman sen gerçekten bir mü'minsin.”[83]


31- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İnsanlar ile Allah'tan başka ilah olmadığını ve benim de Allah' in resulü olduğumu söyletinceye kadar uğraşmakla emr olundum. Bunu söylediklerinde, hakkın dışında, mal ve canlarını benden korumuş olurlar.”[84]


32- Resulullah (s.a.v.)buyuruyor ki:


“Beş şey İslamdandır:


a) Sünnet olmak,


b) Etek tıraşı olmak,


c) Bıyıkları kesmek,


d) Tırnakları kesmek,


e) Koltuk altlarını temizlemek.[85]


33- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Cenab'ı Allah Himyerilere, (Yemen halkına) rahmet eylesin. Çünkü onların sözleri güzel, elleri cömert, tam güvenilir ve imanlıdırlar.”[86]




34- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bu dinin başı teslimiyettir. Allah'a teslim olan selamete erişir. Namaz, dinin direğidir. Ama en yüksek şeref ve derece Cihattır. Bu dereceye ancak en üstün Mü’minler ulaşır.”[87]




Esefle görüyoruz ki, İslam alemindeki müslümanların çoğu, cihadı fiilen terk etmiş vaziyettedir. Onların defterinin cihat faslı yoktur. Dinsizler, kafirler ve mürtedlerle mücadeleyi terk etmişler; onların dediklerine boyun bükmüşlerdir. En ufak muhalefet, direnme, itiraz yoktur.[88]




35- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şüphesiz, Allah (c.c.) bu dini ahlaken güzel olmayan bir takım kimmseler ile de kuvvetlendirir.”[89]


36- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bu ümmetin varlığı kötü olan kimseler ile kaimdir.”[90]


37- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“(Ey ashabım), bugün siz hak dini olan İslamiyet üzerindesiniz. Ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere iftihar ederim. Benden sonra geri bir dönüşle (Körler gibi) dinden ayrılmayınız.[91]




Allah saklasın kafirler mürtedler namaz kılmayı men etseler, bu yüreksiz müslümanlar:


“Ne yapalım başımıza bu musibet de geldi. Artık camilerde namaz kılamıyacağız. Ne yazık, eh biz de evlerimize kapanır, ses seda çıkarmadan namazı dolapların içinde, kömürlüklerde kılarız” diyeceklerdir. Rusya'daki milyonlarca müslümanın bugünkü feci duruma düşmelerinin sebebi bu uyuşuk zihniyetten gelmiştir. Onlar vaktiyle Çarlık Rusya zamanında, 1917'den beri de Sovyet Rusya devrinde Allah yolunda gerektiği gibi cihat yapmamışlar, mallarıyla, canlarıyla meydanı mücadeleye atılmamışlar ve sonunda bu hale düşmüşlerdir.[92]




İman



Bütün kainatı yoktan var eden, kalblerimizi iman nuru ile aydınlatan, bizleri İslam nimetiyle şereflendiren Rabbimize sonsuz hamdü senalar olsun. Yüce dinimiz ilahi vahye dayanan hak dinlerin sonuncusu ve en mütekamilidir. Gerçekte bütün semavi dinler tevhid akidesine dayanan ve insanları hakka, hakikate ve güzel ahlaka yönelten ilahi bir düsturdur. Bu sebeple hepsine, Allah'a iman ve teslimiyet manasına gelen İslam adı verilir.


İslam dinine girmek ve Müslüman olmak, ancak iman esaslarını, öğrenmek ve onlara inanmakla mümkündür. Şu halde her şeyden önce İslam da imanın ve esaslarının ne olduğunu bilmemiz gerekir.[93]




İmanın Lügat Manası



İmanın lügat manası: Mutlak tasdiktir. Yani bir şeye tereddütsüz, kesin olarak yürekten inanmak, haber verilen bir şeyi tasdik etmek, onun doğru olduğunu kabul edip, haber verenin doğru söylediğine inanmaktır.


İyi ameller imanın etrafında bulunan kaleler gibidir. Adap ve müstehapları terk eden, imanın etrafında ve en dışta bulunan birinci (topraktan ) kaleyi şeytana açmış olur. Sünnetleri terk eden İmanın etrafındaki ikinci (taştan yapılmış ) kaleyi, vacipleri terk eden; üçüncü (demirden) kaleyi şeytana açmış olur. Farzları terk edip haramları işleyen de, imanı kuşatan (altın ve gümüşten olan) en iç kaleyi şeytana teslim etmiş olur. Böylelikle şeytan imana el uzatır.


Münafıklık alameti olan emanete hiyanet, yalan söz, vadinde dumamaktan ve dargınlık halinde haktan ayrılmaktan korkmamak da münafıklık alametidir. Çok yemin ve mü'mine iftira etmek imana zarar verdiği gibi, yalan yemin de imanın elden çıkmasına sebep olur Kalbimiz de parlatmış olduğumuz iman ışığının hiç sönmeden daima parlaması ve bu nurun her an bir kat daha kuvvetini artırması ve böylece bütün muhitini aydınlatması için ibadet lazımdır. İnsan, sadece inanılması gereken şeyleri tasdik ederek ibadet ve taat yapmaz, sonra da Allah'ın yasak ettiklerini işlerse, dine ve Allah'a olan kalbi bağılılığı da yavaş yavaş zayıflar ve günün birinde sönüp gider. Böylelikle Allah'ın azabını üzerine çeker. Binaenaleyh ibadet hem imam kuvvetlendirir, hem de mu'minin ahiret azabından kurtulmasına ve nimetlerine erişmesine vesile olur.


Namaz, oruç, zekat gibi Allah'ın emreylediği güzel işler ve ibadetler kalbde parlamış olan iman nurunu daha ziyade parlatır, Mü’minin ahiret azabından kurtulmasına, Allah'ın lütuf ve inayetlerini kazanmasına vesile olur. Tembellikle, nefsani arzular peşinde koşmak suretiyle bu ibadetleri bırakan kimseler de günah islemiş sayılırlar.[94]




Ahirete İman



Dinimizin inanç köklerinden biri de, ölüm sonrası tekrar dirilişe ve ahiret alemine inançtır. Ahiret gününe inanmayan müslüman değildir. Allah Teala, bu dünyayı ve içindeki yaratıkları geçici bir zaman için bu aleme göndermiştir. Ahiret günü, bu dünyanın ömrü tükenince başlayacaktır. Başlangıcı bu dünyanın sonudur. Bir gün olacak, ne bu dünyadan, ne de üzerindeki yaratılmışlardan bir eser kalmayacaktır. Bu alem başka bir alem olacak, bu hayat başka bir hayata dönüşecektir. Her şeyin bir ölümü olduğu gibi, bu dünyanın da bir ölümü vardır. Erinde geçince, bu dünyanın, bu yerin ve göğün tetibi bozulacak, yerde, gökte olanlar hep ölecek, kıyamet kopacaktır. İşte dünyanın ölümü ve sonu budur.[95]




İmanın Şer-i Manası



Allah'a ve Hz. Muhammedin haber verdiği şeylerin doğru olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların hak ve doğru olduğunu kalben tasdik etmektir. Bu alemi ilmiyle bilen iradesi ve kudretiyle yaratan Hz. Allah'ı bilmedikçe, Peygamberlerin doğru olduklarını bilmek yolu açık değildir.


Allah'a iman, bütün hükümlerin aslına imanı ihtiva eder. Onu bilmeyen bir kimse, ne Peygamberleri, ne melekleri, ne kitapları ne öldükten sonra dirilmeyi ne cenneti ve ne de cehennemi bilir. Binaenaleyh her şeyden önce Allah'ı bilmek şarttır.


İslamiyet tevhid akidesi üzerine kurulmuştur. Bu inanç, her çeşit iyilik ve faziletin, her türlü müsbet hareketin kaynağı ve temel dayanağıdır. Bunun içindir ki; İslamiyet insanların gönüllerine tevhid akidesi yerleştirmeyi hedef tutmuş, iki cihan mutluluğunun elde edilmesinin bu inanca bağlı olduğunu bildirmiştir. Gönlüne bu inanç hakim olan insan, kendi gücü ve istidadı ölçüsünde iyiliklerin hayırların anahtarı; kötülüklerin kilidi haline gelir. Kalbi bu inanç meşalesiyle aydınlanmayan kimse ise en azından huzursuzluğun ve karar sizliğin girdabına düşer. İnsan inanmak zorundadır. Çünkü o, bu istidad üzerine yaratılmıştır. Bütün peygamberler tevhid akidesine bağlı oldukları gibi insanları da bir Allah'a iman etmeye ve yalnız ona, kulluk yapmaya davet etmişlerdir. Haddi zatında inanmak zorunda olan insanları bu davetleriyle yanlış inanç ve kanaatlara saplanmaktan korumaya çalışmışlardır.


İslamiyet, insan fıtrasına uygun olan en yüce hakikati öğretirken, aklıselime hitap etmiş ve aklı hakem kılmıştır. Bir de ilim ve burhanı esas almıştır. Yüce kitabımız Kur'an-in insanları aydınlatmada takip ettiği düstur budur. Bundan dolayıdır ki, Kur'an-ı Kerim Hz. Peygamberin (a.s.) en büyük ve ebedi mucizesi olmuştur.


İslamiyet, aklıselime hitap eden bir dindir. Nerede aklıselim var, İslamiyet oradadır. Aklı selime arka çeviren bir kimseye, İslam Dininin güzelliklerini ve yüce hakikatlarını anlatma imkanı kalmamış demektir.


Kainatı bu nizam üzerine yaratan Allah Teala birdir. O ilim ve hikmet sahibidir. Bilgisi ve kudreti hudutsuzdur. Onu hiç bir şey aciz bırakamaz. Onun bilgisinden göklerde ve yerde hiç bir şey gizli kalamaz. Yegane yaratıcı O' dur. Ondan başka İlah yoktur. Zatı kibriyasından başka bütün varlıklar, O’nun dilemesi ve yaratması ile vücut bulmuştur. Yüce Allah yaratılmışlardan hiç birine benzemez...


Kendisi alemlerden müstağnidir. Her şey O'na muhtaçtır. Fakat O hiç kimseye muhtaç değildir. O’nun eşi ortağı ve yardımcısı yoktur.


Dinin temeli Allah'ın birliği esasına dayanır. Dindarlığın kemali, Allah'ın birliğine inanmak, ona öz yürekle bağlanmakla mümkün olur, İman esaslarının düğümlendiği nokta da budur. Allah'ın birliği ve varlığı inancı benimsemedikten sonra, diğer iman prensipleri kurulamaz ve gelişemez. Bu esas prensibe İslam da “tevhid” denir. Ve bu Allah'tan başka ilah yoktur, sözü ile formüle edilir. Bunun manası da zatı bir tek olan, ikincisi olmayan, Allah'tan başka Allahlık ile vasıflanmış, ilah ismine layık bir zatın olmadığını ikrardır. İlahlık O'nun zatına mahsustur. O, kendisiyle kaim olandır. Zatında, sıfatında ve efalinde eşi ve benzeri olmayandır. Tevhit Öyle bir esastır ki, kendisinden gayriyi üzerinde bırakmayan bir seibi sıfattır. Allah’ın birliğindeki vahdet, sayılardaki bir dediğimiz kesrette olan vahdet içindir. O, ikincisi olmayan tek birdir. O, Öyle bir birdir ki, ne içinde ve ne de dışında çokluk ve misli mümkün olmayan her manasıyla şirk ve çokluğu nefyeden bir birliktir.


İhlas güresi, Allah'ın birliğini apaçık anlatıp en kesin delillerle ispat ettiği için, bu sureye “tevhid” suresi adı da verilmiştir. Bu surede İslam’ın temeli olan tevhid anlatıldıktan sonra, İslam inancına aykırı düşen diğer bütün inançlar da reddedilmektedir. Bu sürenin esası Allah'ın birliğini anlatmaktadır. Allah Teala, biz insanların aciz idrakinin üstünde olan müteali bir varlıktır. Onun varlığına inanmanın yegane yolu, onun varlığını hissetmektir. Zatını idrakten aciz olduğumuz “O” birdir, hakiki birdir, yegane birdir. Birlik ve teklik ona münhasırdır. Hiç birşey O'na iştirak edemez. O, her bakımdan birdir ve tektir. O, öyle bir Allah'tır ki, ikileşmesi, yok olması, değişmesi ihtimali olmayan birdir. Altında, üstünde, Önünde, ardında ve beraberinde O'na eş ye benzer olacak yoktur. Olması da mümkün değildir. Böyle bir inanca sahip olmak, ondan başka bir Allah tanımak olur ki, işte İslam’ın temeli de bu olmaktadır.[96]




İmanın Muhafazası



İman iyi amellerle muhafaza, kötü amellerle kaybedilir. İyi amellerle kalb nurlanır, günahlarla da kalb manevi noktalar peyda olup bunlar çoğaldıkça kalb kararır. Rabbı Tealayı anmak ve hakkı söylemekten başka boş sözler kalbi katılaştırır. Bu da rahmetten uzaklaşmağa sebep olur. Her şeyde hayırlı niyyette bulunmak da hayırlı iş yapmak gibi imanın kemaline sebep olur. Müslüman, din için yaşamayı kalbinden çıkarmamalıdır.


Dünya1 da bulunan her canlı öldükten ve bu alemin nizamı bozulup yepyeni bir nizam kurulduktan sonra, Allah insanları tekrar diriltecektir. İşte buna da öldükten sonra diriliş, “Basu ba'del mevt” denir. Haşir ve neşir, hesap sual, mizan, sırat, cennet ve cehennem hep o günde, yani ahiret gününde olacaktır. İnsanlar tekrar dirilip kalkınca herkes bu dünyadaki hesabını verecektir. Bu dünyada yapılan en küçük hayrın mükafatı, en ehemmiyetsiz kötülüklerin de cezası o gün görülecektir.


“İnsan öldükten sonra nasıl dirilir? İnsan hayatı bu dünya hayatından ibarettir.” demek büyük gaflettir. Çünkü alemlerin yaratıcısı olan yüce mevla için bunu yapmakta hiç bir güçlük yoktur. İnsanı yoktan var eden Allah, öldükten sonra tekrar diriltmeye elbette kudretlidir. “Öldükten sonra nasıl dirileceğiz? Böyle şey olur mu? Buna aklimiz ermiyor.” diyenler, her şeyden önce bu dünyaya nasıl geldiklerini düşünmelidirler. Nitekim, Kur'an-ı Kerim de insanların dikkatini bu konu üzerine çekiyor ve Allah Yasin süresinde:


“O, kendi yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi: “Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş?”dedi. Habibim de ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir. O, yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın ateşi çakıp alıyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan Allah, onlar gibisini yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. O, kainatı yaratandır, her şeyi hakkıyla bilendir. Onun işi, bir şeyi dilediği zaman, ona ancak “Ol” demesinden ibarettir. O da oluverir. Demek her şeyin mülkü tasarrufu kudretinde bulunan Allah'ın şanı ne kadar yücedir, münezzehtir Siz ancak O'na döndürülüp götürüleceksiniz.” buyuruyor.


Ölüm sonrası hayata ve ahiret alemine inanç prensibi bütün ilahi dinlerin ortak prensibidir. İslam dininde de bu inanç ehemmiyetli olan bir iman prensibi olarak tespit edilmiştir. Dinimizin ehemmiyetle bize telkin ettiği bu inanç, bizi saadete erdirir. Ruhumuzu yüceltir. Bu inançtan mahrum olanlar, sapıklığa düşer, her çeşit fenalığa sürüklenir. Dünyada da ahir ette de bedbaht olur. Öldükten sonra tekrar dirileceğimize ve yepyeni bir alemde yeni bir hayata kavuşacağımıza, her şeyin dünya hayatından ibaret olmayıp, bu hayatın ötesinde de bir hayatın varlığına inanç Rabbimizin bize en büyük lutüflarından biridir. Zira, inanan insan gerçek ve mes'ud hayatın ahiret aleminde başlayacağına, kalpten ve tam bir huzur ile inanmıştır. Onun için ölüm, bir vuslatın yolculuğudur. O, ölümden korkmaz, ölümü, beklenilen sevgiliye kavuşma sayar.


İnancımıza göre insan hayatının üç safhası vardır. Bunlar, dünya, kabir ve ahiret hayatıdır, Kur'an-ı Kerim'e göre; insanın hayatı doğumla başlayan ve ölümle biten bir hayat değildir, İnsanoğlu için doğum geçici bir hayata gelişir, ölüm ise ebedi hayata gidişin yoludur. Geçici dünya hayatı, bir gaye değil, sadece sonsuz hayata geçisin, ebedi mükafat veya cezaya hak kazanışın vasıtasıdır. İçinde bulunduğumuz hayat sadece bir imtihan yeri ve bu dünya bir imtihan dünyasıdır. İçinde bulunduğumuz hayat sadece bir imtihan yeri ve bu dünya bir imtihan dünyasıdır. Mezar hayatı, arkasında cennetlerin huzuru veya cehennemlerin ızdırabı dolu bir hayattır. Ölüm insan için bir yokluk veya çıkmazlık bataklığı değildir. Yeniden ve pırıl pırıl açaçak olan aydınlık hayatının ilk sabahıdır.


Halbuki, imansız için, öldükten sonraki zamanın bir hiç olduğuna inanmış insan için böyle midir? İnançsız insanın dünyada iken sıkı sıkıya bağlandığı değerlerin bir anda yok olması cidden elem vericidir. Hiç beklenilmeyen bu felaketle karşılaşmak ne kadar hicranlı bir sonuçtur. Öldükten sonraki hayata inanmayan insan elbette karanlık bir yolun yolcuğudur.


Ölüm sonrası hayata ve ahiret alemine iman dinin temel müeyyidesidir de. Toplum hayatında ahlaki kuralların geçerliliğinde, Allah sevgisi ve Allah korkusu yanında bir hesap ve ceza gününe imanın değeri pek yüksektir. İnsana günahtan ve her çeşit fenalıklardan alıkoyan bu inançtır. Zira bu inanç, insanda geniş bir mes'uliyet duygusu meydana getirir. Her yapılan işin bir hesabı ve bu hesap sonunda da iyi veya kötü bir karşılığı bulunacağını insanın zihnine yerleştirir. İnançlı insan bir gün gelip de, Allah'ın huzuruna çıkacağını, O'nun adil mahkemesinde hesap vereceğini bilir. Bu sebeple, ölüm sonrası hayata inanan insan, dünya işlerini bu inancın verdiği mes'uliyet şuuru içinde düzenler. Bu inanç, insanda vazife aşkını, yurt ve millet sevgisini doğurur. Böylesinin sözü, işleri dosdoğru olur. Yalan, hile, hiyanet, kin, haset, fitne ve fesat bilmez. İnsanlığa faydalı olmaktan başka şey düşünmez. İnançsız insanlar ise, yalnız kendi nefisleri için yaşarlar.


Kendi zevklerinden başka bir şey düşünemezler. Hak, hukuk, ahlak ve fazilet tanımazlar. Yalan, doğru, helal ve haram ayırmazlar. Kendi menfaatlarından başka bir şey bilmezler.[97]




İnsanın Allah'ı Tanıması



Geçmiş peygamberlerin kitaplarında, insan hitabeden şu söz meşhurdur:


Ey insan, Rabbini tanımak için kendini tanı “insanın kendisi bir aynadır, ona bakan hakkı görür. Birçok insanlar kendilerine bakar fakat hakkı göremezler. O halde kendini bilmek, Allahü Tealayı bilmeye hangi yolla vesile olduğunu bilmek lazımdır. İnsan önce kendini bilince anlar ki; bundan önce nice yıllar geçmiştir, kendisinin namı nişanı yok idi. Şimdi ise akıllara durgunluk veren haller onda meydana geldi. Ama bütün bu azaları kendisi mi, yoksa başkası mı meydana getirdi? İnsan zaruri olarak bilir ki, her azası yerinde olduğu halde bir kıl ucu yaratmaktan acizdir. Demek ki, bir su damlası iken daha aciz ve noksan idi. Böylece kendini yaratanın kudretini görür ve bilir ki, her bakımdan tam bir kudret vardır. İstediğini istediği gibi yaratır. Bundan daha üstün hangi kudret olabilir ki, böyle hakir ve aşağı bir damla sudan, olgun, güzel, hikmetli ve şaşılacak bir şahıs yaratıyor.


Kendinde olan akıl almaz bu inceliklere ve organların faidelerine ve her birinin ne hikmetle yaratıldığına, el, ayak, göz ve dil gibi zahiri organlarına bakınca, kendini yaratanın ilmini bilip, her şeyi kuşatmakta olduğunu ve yine böyle bir alimin bilmediği hiç bir şeyi olmadığını anlar.


Çünkü bütün akıllıların aklı bir araya gelse, onlara uzun ömür verilse bu organlardan birini daha iyi yapmayı düşünseler, asla yapmazlar. Mesela, yenilen şeyleri kesmek için keskin olan ön dişlerini kesmek için uçları düz olan azı dişlerini, değirmene öğütebileceği şeyleri atan dil küreğini, yemekleri hamur haline getirecek salgı kuvvetini, sonra boğaza gidip orada kalmamasını, bütün akılları, bundan daha iyi bir şekilde yapamazlar.


İnsanın her parçasında bunun gibi hikmetler vardır. Bir kimse bu hikmetleri ne kadar çok bilse, Allah'ın ilminin azametine hayranlığı o kadar çok olur. İnsan kendi zatının zuhurundan Allahü Teala’nın zatını görür. Etrafındaki şaşılacak hikmetler ve faydalarda, hakkın ilminin kemalini görür. İşte bunun için kendini tanımak Allahü Tealayı bilmenin anahtarı olur.[98]




Allah'a Yöneliş



İçinde yaşadığımız bu alem boşuna yaratılmış değildir. Hayat ve ölümün hikmetlerini kavramak ve kendisini ona göre ayarlamak her insanın başlıca vazifesidir. Yaratılan her şey onun yüzü suyu hürmetine vücuda gelmiş ve onun hizmetine tahsis edilmiştir. Bütün varlıklar gayesinin yolcusu olunca, insan için gayesiz yaşama düşünülebilir mi? Dünya hayatının Allah'a giden ince yollarında gaflet ayaklarının kaba izleri ayıp ve günah değil midir?


O halde kainat karşısında yüceliği ile uygun yaşamak isteyen insana ilahi gaye yoluna girmek zaruri bir hayat şartı oluyor.


Hakikatte yüksek hayat, ancak iman ışığı altında, İslami neş’elerle takip olunabilir. Bunun içindir ki, ilk insan ve Peygamber Adem, (a.s.) dan itibaren asırlar boyunca insanlar din mükellefiyeti karşısında kalmış, imanlı ve faziletli yaşamaya davet olunmuşlardır. Din hilkatle başlayan bir ihtiyaç ve zarurettir. İnsan hayatının en kuvvetli tezahürüdür.


Cehalet ve bozgunculuklarla kaybolan ilahı hakikatleri yenilemek, insanları daldıkları imansızlık ve ahlaksızlık karanlıklarından hak ve fazilet nuruna çıkarmak için zaman zaman peygamberler gönderilmiş ve kitaplar indirilmiştir. Bu Allah’ımızın biz kullarına en büyük lutfu ihsanıdır. Nihayet beşeriyetin ebedi mürşidi, son peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) efendimiz geldi, bu suretle nübüyvet nuru sonsuzluğu gölgesine almış oldu, İslam dini ve Kur'an gelince başka dinlere ve kitaplara lüzum kalmamış, ruhani hakimiyet, hak saltanatı Müslümanlığa nasip olmuş ve onda karar kılmıştır. Artık dindar yaşamak isteyenler için başka din aramağa ihtiyaç kalmadığı gibi, İslam dininden başka dinlere davet propagandaları da lüzumsuz ve abes bir meşgale halini almıştır.


İslam dini, haiz olduğu ilahi nur sayesinde hayatı beşikten mezara, oradan da ahiret aleminin esrarengiz hakikatlarına kadar aydınlatmakta ve hakiki hayat yolcularına ruhani rehberlik etmektedir. Müslümanlık, cihana hikmet gözüyle bakmayı emretmekte ve hayatın takip olunmasını istemektedir.


İnsan her zaman düşünmeli, kendi kendine Sorular sormalı ve kainata bakıp ibret almalıdır. Ben, yüz sene önce neredeydim. Yüz sene sonra nerede olacağım? Yaratılmam için dilekçemi verdim? Ölümden rüşvetle kurtulabilir miyim? Ben kadir miyim, aciz miyim? Kadir olsam, mademki kadirim kuvvetliyim, yedeğe, içmeye, havaya neden ihtiyaç duyuyorum? Niçin sıcakta yanıyor soğukta donuyorum? Niçin hastalanıyorum ve hemen doktora koşuyorum? Doktor her hastalığa çare bulabiliyor mu? Böbreğin aklı mı var, kandan idrarı nasıl ayırıyor?


Gözümü, kulağımı yapan usta, Asya'da mı, Avrupa'da mı, Amerika'da mı, nerede, nasıl yaptı? Bugün insanlar aya çıkıyor niçin insanın tırnağını bile yapamıyorlar? Gökten yağan yağmur aynı, yerden fışkıran su aynı, güneş aynı fakat yerden çıkan bitkiler, ağaçlar niçin başka başka? Renkler ayrı şekiller ayrı, kokular çeşit çeşit Ayı, güneşi, yıldızları yaratan, dünyayı güneşin etrafında döndüren kim?


Mademki her şey tesadüfi, dünya niçin bir gezegene çarpıp duman olmuyor? Alemde bir nizam, intizam var, tesadüfi diye asla bir şey yoktur.


Sağır ateşe, kör toprağa, aciz suya, ruhsuz havaya tabiat deniyor. Birbirinden aciz olan bu maddeler hiç bir şey yaratabilir mi? Bir basit ilaç uzun yıllar okuyan kimyagerin derin derin düşünerek ince hesabıyla, yaratılmış hazır maddelerden, üç gram birinden beş gram birinden alıp bir araya getirmekle meydana gelir. Öyleyse bu muazzam mahlukatı kör, sağır, akılsız tabiat yaratabilir mi?


Hayır, beni bir yaratan var. Kainatı idare eden bir idareci var. Kuran- ı Kerim tam düşünceme uygun, bana doğru yolu gösteriyor ve beni tefekküre sevk ediyor. Hem dünya ve hem de ahir et için saadet kaynağı, yaratıcının kelamı olduğu lafzıyle, manasıyle ve her yönüyle apaçık. İşte bu yüce kitabın sahibi olan Allah bir gün beni ahir ete davet edecek, tekrar diriltecek ve bana verdiği nimetlerin hesabını teker teker soracak, öyle ise ben Cenab-ı hakkın yolundan nasıl çıkarım. İnsan düşünüp demeli: Ben aciz Allah kaadir, ben cahil Allah alim, ben mahluk Allah halik, o halde ben mi iyi bilirim, yoksa beni yaratan mı? Elbette ki Yüce Allah her şeyi daha iyi bilir. Belki güneş ile mum ışığını mukayese etmek mümkündür, fakat Cenab-ı Hak ile O'nun kulu katiyyen mukayese edilemez.


Nefsiyle caniyle cihat denilince, eski zaman savaşlarında olduğu gibi, eline bir kılıç alıp düşmanın üzerine yürümek anlaşılmasın. Cihat çok geniş manalı bir mefhumdur. Lügat itbarıyle aşırı gayret göstermek, cehit sarf etmek demektir. Allah yolunda yapılan her çalışma cihattır.[99]




Îmanın Şartları



Soru: İmanın şartı nedir ve kaç tanedir?


Cevap: İslâm dininde inanılması, tasdik edilmesi gereken ve dince zarurî şeyler olarak sayılan altı temel esasa, imanın şartları diyoruz. İmanın altı şartı vardır:


1- Ulu Allah'a inamak,


2- Meleklere inanmak,


3- Kitaplara inanmak,


4- Peygamberlere inanmak,


5- Âhiret gününe inanmak.


6- Kaza ve kadere inanmak.


Soru: İmanın şartlarından birini inkâr eden hakkındaki hüküm nedir?


Cevap: Yukarıda saymış olduğumuz, imanın altı şartından birini bile -Allah korusun- İnkâr eden, dinden çıkar (kâfir olur).


Soru: Allah'a iman nedir ve kaç sıfatı vardır?


Cevap: Yukarıda da yazdığımız gibi, imanın altı şartından birincisi, âlemin yaratıcısı ve sahibi Yüce Allah'a inanmaktır.


Pırıl pırıl parıldayan yıldızlarıyle üstümüzde muhteşem gök kubbe; çeşitli güzellikleri, yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle altımızda yeryüzü; bu yeryüzünde yaşayan milyonlarca canlı ve bu canlılar arasında yaratanın kendisine üstün vasıflar bahşettiği bir insanoğlu.


Acaba bu düzen, bu âlem, şaşmaz prensiplerle birbirini izleyen çeşitli tabiat olayları gelişigüzel bir rastlantının eseri olabilir mi? Bütün bunlar, akıldan ve mantıktan mahrum bir tabiatın mahsulü olabilir mi? Saat gibi çalışan bu düzenin bir ustası yok mu?


Bu Sorulara muhatap olduğumuzda, kendi kendimize deriz ve düşünürüz ki: Gerçekten bütün bunları yaratan, onlara intizam veren ve yöneten birinin bulunması lâzımdır. Ve bu sonuca vardıktan sonra, aklımıza ikinci bir Soru gelir: “Evet, bütün bunları yaratan, yaşatan ve büyüten biri vardır, fakat bu, kimdir ve neyin nesidir?”


İşte kısır insan mantığının kendiliğinden Cevaplandırmayacağı bu Soruyu, biz Cevaplandıralım:[100]




Sorulu Ve Cevaplı İman Prensipleri



Soru: Allah'ın varlık ve birliğine dair delil gösterilebilir mi?


Cevap: Evet. Hem de pek çok. Bunun için Allah'ın Kitabı Hz. Kur'an'ın şu âyeti yeteri kadar her şeyi açıklıyor: “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, uzayıp kısalmasında, salim akla sahip olanlar için Yüce Allah'ın varlığını ilân edici ibretli ve büyük deliller vardır. O salim akıl sahibi insanlar ki, ayaktayken, otururken ve yatarken Allah'ı hatırlayarak göklerin ve yerin yaratıcısını inceden inceye düşünürler ve kendi kendilerine şöyle derler:


“Ey Rabbimiz; Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni her türlü noksan sıfatlardan uzak tutarız. Bizi Cehennem azabından koru.”


Bu âyetlerin ışığı altında düşünen her akıl sahibi kişi, gözlerinin önünde Allah'ın varlığına ve büyüklüğüne dair yüz binlerce delilin belirdiğini görebilir,


Soru: Allah'ın varlık ve birliğine inanmak aklî kidir, şer'i midir?


Cevap: Maturidilere göre, aklîdir. Yani, Yüce Allah, kendi varlığını Peygamberleri vasıtasıyle insanlara bildirmemiş olsaydı bile, insanın kendi akliyle O'nun varlığını bulup, birliğine inanması farz olur.


Eş'arilerin savundukları ikinci görüşe göre ise, bu farz oluş, şer'idir. (Yani, Yüce Allah, varlık ve birliğini Peygamberleri vasıtasıyle insanlara bildirmemiş olsaydı, O'nun varlık ve birliğine inanmak farz olmazdı. Bu görüşe göre Peygamberlerden habersiz olan bir kimsenin Allah'a inanması farz değildir.


Soru: Bu duruma göre, bugün bütün insanların Allah'a inanmaları farz mıdır?


Cevap: Evet. Her iki görüşe göre de farzdır. Zira Maturîdilere göre Allah'a inanmak, aklîdir; ki bu görüşe göre, bütün insanların Allah'a inanmaları farzdır.


Eşarilere göre de şer’idir. Yani, Allah'ın varlığını Peygamberler vasıtasıyle bilmiş olmak lâzımdır ki, farz olsun. Bu duruma göre de bugünkü bütün insanların Allah'a inanmaları farzdır. Zira bugünkü dünyada Peygamberlerden haberi olmayan bir insan pek düşünülemez.


Soru: Allah için bir yer ve şekil düşünmek mümkün müdür?


Cevap: Hayır. Allah için hiç bir şekilde -şöyledir veya böyledir diye- düşünülemez. Ve tahayyül bile edilemez. Yine Allah için, “önde, arkada veya herhangi bir yerdedir.” diye bir mekân da belirtilemez.


Allah, zatiyle hiç bir yerde mevcut değildir. Fakat sıfatlarıyle her yerde hazır ve nazırdır.


Soru: Allah bir kül (birkaç şeyden müteşekkil bir varlık) mıdır?


Cevap: Hayır. Allah, birkaç şeyin birleşmesiyle meydana gelmiş bir varlık değildir.


Soru: Allah, bir cüz (bütünün bir parçası) mıdır?


Cevap: Hayır. Allah, bütünün bir parçası değildir.


Soru: Allah'ı dünyada görmek mümkün müdür?


Cevap: Bu hususta iki görüş mevcuttur. Birinci görüşe göre Allah'ı bu dünyada görmek mümkün değildir.


İkinci görüşe göre ise, bazı Velî ve Peygamberlerin Allah'ı görmeleri mümkündür. Bu görüş fazla taraftar bulmuştur. Zira hepimiz biliriz ki, Hz. Muhammed (s.a.s.) Mir'ac hadisesiyle bu şerefe nail olmuştur.


Soru: Cennet'e girenler, Allah'ı görebilecekler midir?


Cevap: Evet. Âyet ve hadîslerle sabittir ki Cennet'e giren halis kullar, Allah'ın cemalini görmek şerefine nail olabileceklerdir.


Soru: Sonradan var olan bir şey, Allah olabilir mi?


Cevap: Hayır. Sonradan var olan bir şey, Allah olamaz. Çünkü yukarıda da anlattığımız gibi, Allah kadîmdir. Yani, öncesi yoktur. Gördüğümüz şu âlem, milyarlarca asırlardan beri var olsalar da, yine Allah'ın ezeli oluşu yanında en küçük bir ölçü değerine bile sahip olamazlar.


Soru: Sonu olan (yok olacak) bir varlık, Allah olabilir mi?


Cevap: Asla. O, bir var edicinin kendisini yaratmasına muhtaç değildir. Bundan münezzeh ve uzaktır. Çünkü, Allah-ı -hâşâ- var eden bir yaratıcı olsaydı, o zaman Allah, yaratılan olurdu. Halbuki, O'nun varlığı, kendinedir. Ve zaten yaşadığımız âlemin varlığını izah edebilmek için bu gerçekleri kabul ve teslim etmek zorundayız.


Soru: Acaba iki veya daha fazla Allah'ın varlığı düşünülebilir mi?


Cevap: İlmî deliller, bunu reddetmiştir. Bir an iki Allah'ın –hâşâ- var olduğunu farz edelim;


Var sayılan iki Allah'tan biri, başlı başına mümkünler (var ve yok olabilir şeyler) cümlesi diye adlandırdığımız şu varlıklar âlemini yaratmaya muktedir olabilecektir. Bu takdirde, ikinci bir Allah'ın varlığına muhtaç kalmayacaktır. Şayet bir Allah bu âlemi tek başına yaratmaya muktedir değilse, bu takdirde O, aciz ve zayıf kalır. Kendisine ihtiyaç duyulmayan aciz ve zayıf bir varlığın ise Allah olamayacağını en basit bir akıl ve izan sahibi insan bile takdir ederler.


Soru: Allah'ın kudretine bir misal gösterebilir


Cevap: Evet. Buna en güzel örneğini İnce ve hikmetli tablolarıyla önümüzde duran muhteşem kâinat manzumesi teşkil eder. O'nun büyük kudreti dışında hiç bir kuvvet böyle bir eseri meydana getiremez.


Soru: Bugünkü İlim, bize Allah'ın varlığı hususunda bir fikir veriyor mu?


Cevap: Evet. Bugün fen ilminde ispatlandığına göre; tabiatta hiç bir şey kendiliğinden var olmaz, var olan bir şey de, yok olmaz. Bu İspatın neticesine göre bu koca kâinat kendiliğinden var olamaz. Demek ki, bu âlemi yaratan bir varlık mevcuttur ki, o da Yüce Allah'tır.


Soru: Allah kanunu ile beşer kanunu arasındaki fark nedir?


Cevap: Hak dinin gerçek koyucusu, Yüce Allah'tır. Hiç bir insan ve hatta hiç bir Peygamber, din ve şeriat koyamaz ve getiremez. Allah kanunu ile beşer kanunu arasında aranılacak en önemli fark kanunun tecellisinde insan iradesinin rol alıp almadığı meselesidir. Şunu bilmek gerekir ki, Allah'ın indirdiği tebliğler asla insanoğlunun emeği mahsulü değildir. Bunlar bizzat Yüce Allah'ın iradesiyle zarurî olarak önce Peygamberin vicdanında sabit olur, zarurî bir ilimle açığa çıkar.


Bundan da anlıyoruz ki, Allah'ın kanunu olan hak dini, beşerin, yani Peygamberlerin koyduğu bir din değil, doğrudan doğruya Yüce Allah'ın insanları dosdoğru yola sevk edici ilâhî kanunudur. Burada Peygamberler, aracı ve elçi olmaktan başkaca bir göreve sahip değildir.


Soru: Bir damla suyun İlâhi hikmetleri nelerdir?


Cevap: Hepimizin bildiği gibi insanoğlu ilkin bir damla sudur ve bu sudan kemikler teşekkül eder. Yüce Allah'ın belirli miktarda, belirli şekilde yarattığı kemikler, vücudumuzun âdeta çatısını kuran direklerdir. Bu kemiklerin bazıları kısa, bazıları uzundur. Yumuşak meniden nasıl oluyor da böyle kendisinden apayrı bir madde meydana geliyor?


İşte gerçekten bizi düşündürmesi gereken ve daima hayranlığımızı üzerine çekmesi icab eden bir husus. Ve biz, gene burada da Yüce Allah'ın sonsuz gücünün açık-seçik delillerini görmekteyiz.


Soru: Allah'ın varlığının belirtilmesi bakımından göğün hikmetleri nelerdir?


Cevap: Dünyamıza hayat veren güneşi, ayı ve pırıl pırıl parlayan yıldızları ile gök, Allah'ın sonsuz hikmetlerini bağrında saklayan bambaşka bir âlemdir. Burada sayısız yıldızlar, ay ve güneş hareket eder, doğar ve batarlar. Bu varlıkları hareket ettiren, doğuran ve batıran hangi kuvvettir? Bu kuvvetler ilâhî kanunun ve düzenin dışında hareket edebilirler mi? Elbette hayır... Bütün bunları yapan ve yaratan Yüce Allah'tır. En büyük delil de, onların düzgün hareketlerinin, belirli zamanlarda doğuş ve batışlarının tâbi olduğu ilâhî düzenin tek oluşu ifadesidir.


Soru: Allah'ın varlığına delil olması bakımından yerin hikmetleri nelerdir?


Cevap: Yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle yeryüzü, apayrı bir âlemdir. Türlü-çeşitli nimetleri ve sayısız varlıkları barındıran uçsuz bucaksız yeryüzü, insanoğlunun hizmetine sunulmuş birçok hikmetlerle doludur. Acaba bu âlemde var olan yüce hikmetler az mıdır?


Gerek yerde, gerekse gökte, kişioğluna Yüce Allah'ın ebedî ve ezelî yaratıcı gücünü açıklayan, açık-seçik sayısız hikmet ve deliller mevcuttur. Yeter ki biz bu ilâhî sırları görebilecek basirete sahip olalım.


Soru: Allah'ın sonsuz güç ve iradesini belirtmesi bakımında çocuğun beslenmesindeki hikmetler nelerdir?


Cevap: Çocuk dünyaya geldikten sonra onun hemen annesinin memelerine sarılarak emmeye başladığını hepiniz biliyoruz. Ona bu ihtiyacı duyuran bu hareketleri yaptıran kimdir? Elbette ki Yüce Allah'tır. Çocuk alınan gıdaların hülasası ve beslenmeye en elverişli besin olan sütle beslenir. Ananın süt dolu, ağzına uygun iki göğsünün uçlarından büyük bir keyifle şakır şakır süt emen çocuk, bu hareketlerini Yüce Allah'ın daha doğuştan kendisine bahşettiği içgüdüleri ile yapar. Meme uçları öyle ayarlanmıştır ki, uçlan hem çocuğun ağzına uyacak ve ayrıca sütün hep birlikte gelip çocuğu boğmayacak şekilde ayarlanmıştır. Çocuk neden sütle beslenir, süt nasıl meydana gelir ve bütün bu teşkilât nasıl ayarlanmıştır? Bu Sorulara vereceğimiz Cevaplara daima Yüce Allah'ın sonsuz gücünün tezahürlerini zevkle seyretmekteyiz.


Soru: Allah'ın varlığını mantıkla nasıl isbat ederiz?


Cevap: Mantıkçılar, Allah’ın varlığını isbat için şöyle bir muhakeme yürütürler:


“Kâinat sonradan meydana gelmedir. Çünkü daima değişikliğe uğruyor. Değişikliğe uğrayan her şey sonradan meydana gelmedir. Öyle ise kâinat da sonradan meydana gelmedir. Sonradan meydana gelen her şey bir yaratıcıya muhtaçtır. Kâinat da sonradan meydana geldiğine göre, onun da bir yaratıcıya ihtiyacı vardır, İşte bu yaratıcı, Yüce Allah'tır.”


Soru: Kâinatın varlık ve nizamı yaratanın varlık ve birliğine delil olabilir mi?


Cevap: Evet, Bunun ispatı için İmam-ı Âzam ile bir tabiatçı arasında geçen şu konuşmayı yazmak kâfidir.


Tabiatçı, nehrin karşı kıyısındadır İmam-ı Âzam kararlaştırılan saatten biraz geç gider. Tabiatçı onu görür görmez, kızarak:


“Bizi niçin beklettiniz?” diye sorar. İmam-ı Âzam:


“Dağdan ağaçlar kesildi; geldi; biçildi, tahta oldu; kendi kendine çivilenip kayık oldu; ben de bindim geldim; bunun için geciktim.” cevabını verir. Tabiatçı:


“Behey akılsız! Dağdaki ağaçlar hiç kendi kendine sandal olur mu?” deyince, İmam-ı Âzam:


“Bir ağaç kendi kendine sandal olamaz da; şu koskocaman sema, sayılamayacak kadar çok yıldız, ay ve güneş, nasıl olur da kendi kendine meydana gelebilir?” demiş. Tabiatçı:


“Peki, Allah’ın şimdi ne yapıyor?” diye sormuş. İmam-ı Âzam, Sorunun cevabını vermek için tabiatçıyı kürsüden indirip, kendisi oraya çıkarak:


“İşte Allah senin gibi bir kâfiri kürsüden indirdi ve benim gibi bir kulunu kürsüye çıkardı.” der. Bunun üzerine tabiatçı cevap vermekten aciz kalarak, müslümanlığı kabul etmiş.


Netice; kâinatın varlığı, yaratanın varlığına; kâinattaki nizam ve intizam da yaratanın birliğine delildir.


Soru: Allah'ın varlığına delil olması bakımından tabiattan örnek gösterilebilir mi?


Cevap: Evet. Hem de pek çok. Bunları sırasıyla yazalım:


1- Bir kadın, irade sahibi olduğu halde, çocuk doğurmakta hiç bir fonksiyona sahip değildir. Rahminde ne meydana, gelirse o doğar. Bu çocuğun herhangi bir şekil veya renkte olmasına hiç bir şekilde tesir edemez. Onu meydana getirip getirmemek de kendi elinde değildir. Olanlardan haberi de yoktur. Bütün bunlar, gözle görülmeyen, fakat varlığı akıl yoluyla hissedilebilen sonsuz ilim ve kudretin tesiriyle oluyor.


2- Küçük ve güçsüz bir böcek olan arının, eşsiz bir çalışma örneği göstererek çeşitli bitkilerden toplayıp yaptığı bal, ilâhî kudretin bir tecellisinden başka bir şey olamaz. Bugünkü ilim, bütün imkânlarına ve aralıksız çalışmalarına rağmen, bu küçük hayvanın meydana getirdiği balı yapmaktan acizdir. Koskoca insanlık, ilerlemiş fennine rağmen, böyle bir besini meydana getirmekten acizken, küçük, zayıf bir böceğin böyle bir şey yapması, yaratanın ilhamından başka ne ile izah edilebilir?


3- Minik bir kurtçuğun (ipekböceği) koza içinde, ağzından çıkardığı salya ile meydana getirdiği ipek de Allah'ın kudret ve tecellisinden başka ne ile izah edilebilir?


4- Odun halinde bulunan ağaçtan, bizi hayran bırakan renk, renk çiçeklerin ve çeşit çeşit meyvelerin meydana gelmesi de yine Allah kudretinden başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir.


Demek ki içinde yaşadığımız âlemi ve bu âlemde meydana gelen sayısız tabiat olaylarını yaratan, onlara intizam veren Allah kudretinin tecellisinden başka bir şey değildir.


Soru: Allah'ın varlık ve birliğini delillerle gösteren ayetler var mı?


Cevap: Evet. Birkaç tanesini buraya nakledelim:


1- “Hepsi bir su ile sulandığı halde, muhtelif şeyler yaratıyorum.”


2- “Deve, sığır, koyun gibi hayvanların karnından kırmızı ve başka başka renkli suları arasından ayırıp süt maddesini memeye indirerek halis beyaz renkli, güzel kokulu ve nefis çul alı süt çıkarırım ki (siz) ondan içersiniz.”


3- “Allah-ü Teâlâ, sizi ananızın karnında yaratıp çıkardı. Hiç bir şey bilmezdiniz. Zaman geçtikçe size görme, işitme duygularını ve anlama kabiliyetini ihsan etti. Şükretmeniz lâzım gelmez mi?”


Soru: Tabiatçılara; her şeyin tabiattan değil de, Allah'tan olduğunu nasıl ispat ederiz?


Cevap: Her şeyi rastlantıya bağlayan bir tabiatçıya, aşağıdaki Soruları sorarak, mantık yoluyla Allah'ın varlığını ispat edebiliriz:


Soru: Tabiat dediğin nedir?


Cevap: Tabiatçı, bu soruya ancak çeşitli mantıksız cevaplar verebilir. Halbuki, bir müslüman, Allah'ın bütün üstün sıfatlarıyla kesin olarak bilir.


Soru: : Tabiatın hayatı var mıdır?


Cevap: Yoktur, derse, hiç hayatı olmayan ölü bir tabiat bu kadar canlıyı nasıl yaratabilir?


Vardır derse;


Soru: İlmi var mıdır?


Cevap: Yoktur, derse; ilimsiz bir tabiat, bu kadar ilim sahibi insanı ve bu ilmin neticesi olan çağımızın korkunç fennini nasıl meydana getirebilir?


Vardır derse;


Soru: Tabiat, görme ve işitme duygularına sahip midir?


Cevap: Yoktur, derse; böyle bir kör ve sağır bir tabiat, gören ve işiten canlıları nasıl yaratabilir?


Vardır derse;


Soru: Tabiat konuşabilir mi?


Cevap: Hayır, derse; o takdirde, konuşamayan bir tabiat nasıl olur da konuşan insanı veya öten kuşu yaratabiliyor?


Evet derse;


Soru: Tabiat ebedî midir, yoksa bir sonu var mıdır?


Sonu vardır, derse; sonlu b:r şey, sonsuz ilmi ve sonradan meydana gelebilecek yaratıkları nasıl meydana getirebilir?


Sonu yoktur, derse; biz o zaman deriz ki: O sonsuz olan ve yukarıda sorduğumuz bütün sıfatlara sahip olan Allah'tır.


Tabiatçı bunun üzerine susmak zorunda kalacak ve inandığı şeyini saçma ve tutarsız olduğunu idrak ederek, Yüce Allah'ın birliğini tasdik etmek mecburiyetinde kalacaktır.


Görünen ve görünmeyen, bilinen ve bilinmeyen bütün âlemleri yoktan var eden Yüce Allah vardır ve birdir. Her şeyi yaratan, yaşatan ve öldüren O'dur. O, zamandan, mekandan ve bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. O, hiç bir şeye muhtaç değildir, fakat her şey O'na muhtaçtır.


Yüce Allah'ın birçok kutsal isimleri ve çok büyük sıfatları vardır, isimlerinden bazıları şunlardır: Rahman, Rahîm, Halik, Razzak, Hakim, Aziz, Gaffar, Cebbar, Tevvap, Muhdi, Rabb, Hakk gibi.


Soru: Allah'ın kaç sıfatı vardır ve nelerdir?


Cevap: Yüce Allah'ın birçok sıfatları vardır. Biz bunları üç bölümde inceliyoruz:


a) Sıfat-ı Selbiye,


b) Sıfat-ı Zatîye,


c) Sıfat-ı Subutîye.


Soru: Sıfat-ı Selbîye kaç tanedir?


Cevap: Sıfat-ı Selbiye, altı kısımda incelenir:


a) Vücut,


b) Kadim,


c) Beka,


d) Muhalefetün lil havadis,


e) Vahdaniyet,


f) Kıyam bi nefsihi.


Bunları sırasıyle teker teker açıklayalım:


a) Vücut: Yüce Allah'ın varlığı demektir? Gerçekte Yüce Allah vardır, birdir ve en büyük varlık O'na mahsustur. O'nun yüce varlığına her şey şahittir ve varlığı görüp dokunabildiğimiz, işittiğimiz, kokladığımız ve hattâ kendi varlığımızdan bile daha ayan beyandır. Çünkü O olmasaydı hiç bir şey olmayacaktı.


Hepimiz iyi biliriz ki, şu âlemde hiç bir şey kendi kendisine var olamaz ve var olan bir şey de kendi kendine yok olamaz. Ve yine hepimiz biliriz ki, hiç bir mahlûk, ne bir zerreyi yaratabilir ve ne de bir zerreyi yok edebilir. Halbuki, yaşadığımız dünyada idrak ettiğimiz sonsuz âlemler var.


Her gün bu âlemlerin binlercesi var olurken, binlercesi de yok olup gidiyor. Demek ki bunları var eden, yok eden üstün bir kuvvetin sahibi vardır ki, biz buna Allah diyoruz. Ve varlığını da hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir kesinlikle kabul etmek mecburiyetindeyiz.


Soru: Kadim sıfatı ne demektir?


Cevap: Kadim, öncesi olmamak demektir, öncesi olmayana kadim denir, sonradan olana da hadis denir. Ulu Allah, kadimdir, varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. O, ezelîdir, varlığına ve evveline asla yokluk geçmemiştir. Soru: Beka ne demektir?


Cevap: Beka, sonu olmamak demektir. Sonu olana fani, sonu olmayana baki denir. Allah da bakidir, ebedîdir, evveli olmadığı gibi, sonu da yoktur. Kâinattaki bütün varlıklar fanidir. Bir gün Allah'ın, “Yok ol!” emri ile yok olacaktır.


Soru: Muhalefetün lil havadis ne demektir?


Cevap: Yüce Allah sonradan yaratılmış varlıklardan hiç birine benzemez. O, varlıklar âleminde gördüğümüz, bildiğimiz, duyduğumuz ve hayal ettiğimiz şeylere hiç bir şekilde benzemez. Yüce Allah, insan hafızasının hatırlayabileceği her şeyden uzak ve başkadır.


Kâinatta her şey sonradan var olmuştur. Ve Allah bunlardan hiç birine asla benzemez. Aynı zamanda yaratıkların muhtaç olduğu (yiyip içme, yatıp kalkmaya, v.s.) şeylere asla muhtaç değildir ve bunlardan münezzehtir.


Soru: Kıyam bizatihi ne demektir


Cevap: Yüce Allah'ın var olması ve durması, kendi kendinedir. Kimse O'nu var etmemiş, O'nun varlığı kendi kendinedir.


Soru: Vahdaniyet ne demektir?


Cevap: Vahdaniyet; birlik, yalnızlık, benzeri olmamak mânâlarına gelir. Artmamak, parçalanmayı kabul etmemek ve eksilmeyi reddetmek gibi mânâları da ifade edebilir. Bu sıfatı taşıyana vahit denir. Yüce Allah, vahit'tir, zatında ve sıfatında birdir, benzerden uzak ve münezzehtir.


Soru: Sıfat-ı zatiye kaç tanedir?


Cevap: Sıfat-ı Zatiye:


1- Hayat,


2- İlim,


3- Semi,


4- Basar,


5- İrade,


6- Kudret,


7- Kelâm,


8- Tekvini olmak üzere sekiz tanedir.


Soru: Hayat ne demektir?


Cevap: Hayat, dirilik demektir. Yüce Allah diridir. Bu sıfat kendisinde bulunmayan bir varlık hiç bir eser meydana getiremez. Halbuki, bu dünyayı Allah yaratmıştır. O halde Allah, hayat sahibidir.


Soru: İlim ne demektir?


Cevap: İlim, bilmek ve anlamak manasınadır: Yüce Allah, ilim sıfatı ile mevsuftur. O, bilir ve O'nun bilgisi, yaratıklarının bilgisi gibi basit ve sınırlı değildir. Her sırra vakıf olan Allah, eğer ilim sahibi olmasaydı, türlü-çeşitli bu âlemi ne yaratabilir, ne de idare edebilirdi.


Soru: Semi ne demektir?


Cevap: Semi, işitmek demektir. Yüce Allah, işitmek sıfatı ile mevsuftur. O, her şeyi işitir. En gizli ve kısık sesleri, en sessiz ve gürültüsü: hareketleri O, daima duyar. Yalnız Yüce Allah'ın duyuşu, duyguların tesiri olmadan, havasız ve kulaksız, yani maddi bir araca ihtiyaç kalmadan olmaktadır.


Soru: Basar ne demektir?


Cevap: İrade, dilemek ve seçmek demektir. Yüce Allah'ın iradesi ezelidir. O, her şeyi dilediği zaman ve mekânda, istediği şekilde hikmetine göre yaratmıştır. O'nun irade buyurduğu bir şey hemen olur. iradesi dışında hiç bir şey vücut bulamaz ve var edilemez.


Soru: Kudret ne demektir?


Cevap: Kudret; güç, kuvvet ve zenginlik mânâlarına gelir. Yüce Allah, önü ve sonu olmayan bir güce ve kuvvete sahiptir. Her istediği şeyi dilediği gibi tasarruf edebilir.


Soru: Kelâm ne demektir?


Cevap: Kelâm, bir mânâsı olan ve bir maksadı anlatan söz demektir. Yüce Allah, kelâm sıfatıyla muttasıftır. Yalnız O, harfsiz, sessiz ve sözsüz konuşur. Yüce Allah'ın, Peygamberlerine dilediği şeyleri vahy ve ilham etmiş olması, kelâm sıfatının tecellisinden başka bir şey değildir. Kur'an'ın inişi de, Yüce Allah'ın kelâm sıfatının tecelli edişi sonudur.


Soru: Tekvin ne demektir?


Cevap: Tekvin; var etmek, icat etmek manasınadır. Bu sıfat da ancak Yüce Allah'a mahsustur. Yüce Allah'ın bu kâinatı yoktan var etmesi, yaşatması ve öldürmesi bu sıfatın tecellisinin neticesinden ibarettir”.


Soru: Sıfat-ı subutiye kaç tanedir ve nelerdir?


Cevap: Sıfat-ı Subutiye, sekiz tanedir. Bunları sıra ile açıklayalım


1- Hay: Ulu Allah, yayıcıdır.


2- Alim: Yüce Allah, bilicidir.


3- Semî: Allah duyucu ve işiticidîr.


4- Basir: Yüce Allah her şeyi görücüdür.


5- Mürid: Yüce Allah, dileyip yaratan ve gene isteyip öldürendir.


6- Kadir: Yüce Allah'ın gücü, her şeyi kaplayıcıdır,


7- Mütekellim: Yüce Allah konuşucudur.


8- Mukevvin: Yüce Allah yaratıcıdır.


Soru: Îmanın ikinci şartı nedir?


Cevap: İmanın ikinci şartı, meleklere inanmaktır.


Soru: Melekler nasıl şeylerdir?


Cevap: Melekler, Yüce Allah'ın nurdan yapmış olduğu ve gerçek kimliğini sadece kendisinin bildiği, üstün güçte yaratıklardır.


Soru: Meleklerin ne gibi sıfatları vardır?


Cevap: Melekler, erkeklik-dişilik gibi cins ayrılıklarından uzaktırlar. Yemezler, içmezler, doğmaz ve doğurmazlar. Her biçime girebilirleri


Soru: Meleklerin vazifesi nelerdir?


Cevap: Meleklerin vazifeleri sadece Yüce Allah'ın emirlerini yerine getirmektir. Bazıları yerde, bazıları gökte vazife görür. Kimisi, daima ibadetle meşguldür, kimisi de kulların sevap ve günahlarını kaydetmek gibi yazıcılıkla uğraşırlar.


Soru: Meleklerin varlığı ne ile sabittir?


Cevap: Şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün Peygamberler, inmiş olan ilâhî kitaplar, meleklerin var olduğunu bildirmişlerdir. Hz. Kur'an'da meleklerin varlığından bahseder.


Soru: Melekleri inkâr eden ne olur?


Cevap: Melekleri inkâr etmek, Peygamberleri, kitapları reddetmek olacağı için, kâfirliktir.


Soru: Duyu organları- ile meleklerin varlığı fark edilir mi?


Cevap: Hayır. Şimdiye kadar bütün âlimlerin üzerinde görüş birliğine vardığı gerçek, beş duyu organının (göz, kulak, burun, deri ve dil) ile tam olarak âlemi tanıyamayacağımız ve meleklerin varlığını fark edemeyeceğimizdir.


Soru: Bugünkü hayatta bize meleklerin varlığını izah eden şeyler mevcut mudur?


Cevap: Evet. Her gün ruh, şuur, akıl, vicdan ve elektrik kablosundan geçen cereyan (elektrik enerjisi) gibi, varlıkların sözünü ettiğimiz halde kendilerini bir türlü göremeyiz. Şu halde, duyu organlarıyla farkına varamadığımız melekler vardır.


Soru: Meleklerin yaradılışındaki hikmet ne olabilir?


Cevap: Yüce Allah insanlarda olduğu gibi, melekleri de, varlığına, sonsuz kudretine ve azametine, birliğine ve gücüne şahitlik etsinler diye yarattı. Ayrıca insanlar, kendilerini bu yüksek gizli kuvvetler sayesinde daima göz hapsi altında tuttuğunu bilerek, Yüce Yaratan'ına karşı saygılı ve uyanık olurlar. Yaradılışının başka bir hikmeti de bu olabilir.


Soru: En büyük dört meleğin adları nelerdir?


Cevap: En büyük dört melek şunlardır: Azrail, Cebrail, Mikail, İsrafil.


Soru: Azrail'in görevi nedir?


Cevap: Azrail (a.s.) vadeleri dolduğu zaman insanların ruhlarını almakla mükelleftir.


Soru: Acaba Azrail, bir anda ölen yüz binlerce insanın canını birden nasıl alabiliyor?


Cevap: Günümüzde bu sorunun cevabı, çok kolaydır. Çünkü koskoca bir şehrin elektrik şebekesi, o şehrin elektrik santralindan bir düğmeye basmak ve çevirmekle idare ediliyor. Düğmeye bir basmakla şehrin bütün lâmbalarını yakıyor veya söndürebiliyoruz. Bu misalden sonra Azrail'in binlerce canı birden nasıl aldığı anlatılmış oluyor.


Soru: Cebrail'in görevi nedir?


Cevap: Cebrail'in görevi; Yüce Allah'ın kitaplarını, Peygamberlere tebliğ etmektir.


Soru: Mikaîl'in vazifesi nedir?


Cevap: Yağmur, rüzgâr, ekin gibi bazı tabiat olaylarının meydana gelmesiyle vazifelidir.


Soru: İsrafil'in ne vazifesi vardır?


Cevap: İsrafil, kıyamet gününün meydana gelmesi ve insanların öldükten sonra tekrar dirilmesi ile vazifelidir.


Yüce Allah insanlara doğru yolu gösterecek birtakım Peygamberler göndermiştir. Bu Peygamberler, insanlar arasından çıkmıştır. Yüce Allah, bazı Peygamberlere de kitaplar indirerek, insanlara emirlerini, yasaklarını, hülâsa gerçek hak yolunu göstermiştir.


Bu kitaplardan bazıları sayfalar halindedir. Dört tanesi de büyük kitaplardır.


Soru: Sayfalar kaçar tane ve hangi peygamberlere gelmiştir?


Cevap: On sayfa Âdem Peygambere, elli sayfa Şit Peygambere, otuz sayfa İdris Peybambere, on sayfa da İbrahim Peygambere verilmiştir.


Soru: dört büyük kitabın adları nelerdir?


Cevap: Bu dört büyük kitap: Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an'dır.


Soru: Bu Kitaplar hangi Peygamberlere gelmiştir?


Cevap: Kitaplar sırayla şu Peygamberlere gelmiştir: Tevrat Hz. Musa'ya, Zebur Hz. Davud'a, İncil Hz. İsa'ya, Kur'an-ı Kerim de Muhammed'e (s.a.s.) gelmiştir.


Soru: Bu Kitaplar Peygamberlere nasıl inmiştir?


Cevap: Yüce Allah bu semavî kitapları vahy yoluyla Peygamberlerine indirmiştir.


Soru: Kitaplar vahy yoluyla nasıl indirilir?


Cevap: Vahy, ya Cebrail (a.s.) adındaki büyük melek aracılığıyla ya da ilham yolu ile olur.


Soru: Bütün Kitaplara inanmak şart mıdır?


Cevap: Yüce Allah'ın Peygamberlerine indirdiği bütün kitaplarına, her müslümanın inanması gerekir.


Soru: Bu Kitaplara inanmayanlar ne olur?


Cevap: Bu kitaplardan herhangi birisine inanmayanlar, İslâm çerçevesinin dışındadırlar,


Soru: Bugünkü İlâhî Kitaplara inanmalı mıyız?


Cevap: Kur'an dışında bugünkü ilâhî kitaplara inanmayız. Çünkü bunlar, şahıslar tarafından değişikliğe uğratılmış ve asıllarını kaybetmişlerdir. Bu kitaplar indiği zaman, ilâhî vasıf taşıyorlardı. Fakat izah edildiği gibi, sonradan değişikliğe uğratılmışlardır.


Soru: Diğer ilâhî Kitaplar değiştirilmiş olmasaydı Kur'an indikten sonra onlarla amel edilebilir miydi?


Cevap: Hayır. Diğer ilâhî kitaplar hiç bir değişikliğe uğratılmış bulunmasalardı bile, Kur'an-ı Kerim indikten sonra onlarla amel edilmez.


Soru: Kur'an-ı Kerim neden diğer İlâhî Kitapların hükmünü bozdu?


Cevap: Çünkü Kur'an-ı Kerim, on dört asırdan beri en ufak bir değişikliğe uğramamış. Ve de kendi zamanına kadar inmiş olan bütün ilâhî semavî kitapların esaslarını en mükemmel ihtiva etmekte olup, kıyamete kadar en modern toplumların ihtiyacına cevap verebilecek zenginliktedir.


Soru: İlâhî Kitaplardan birini inkâr eden ne olur?


Cevap: İlâhî kitaplardan hiç birisi inkâr edilemez. Çünkü birisini inkâr etmek, hepsini inkâr etmek demektir. Gerçek bir müslüman, bütün İlâhî kitaplara inanır, fakat yalnız Kur'an-ı Kerim'le amel eder.


Soru: Kur'an-ı Kerîm ne gibi konuları îhtîva eder?


Cevap: Kur'an-ı Kerim çok çeşitli ve zengin konulan içine alır. Denilebilir ki, Kur'an-ı Kerim derecesinde konulan ve muhtevası bakımından zengin bir kitap mevcut değildir.


Kur'an-ı Kerim, insanlara kurtarıcı olarak gönderilen Peygamberlerin hayat hikâyelerini anlatır. Onların yaptığı vazifeleri ve verdikleri mücadeleleri bildirir. Geçmiş milletlerin hayatı ve tarihî olaylar nakledilir. Bunlardan insanların ibret dersi almaları için ilâhî davet yapılır,


Soru: Kur'an-ı Kerim'in bize emirleri nelerdir?


Cevap:Kur'an-ı Kerim, müslümanların daima uyanık, dinlerine saygılı, hakkı müdafaa eden kişiler olmasını isteyen büyük kitabımız, gene müslümanların maddi ve manevî bakımdan güçlü olmalarını, her çeşit modern teknik araçlara sahip bulunmalarını ve asla düşmana boyun eğmemelerini emreder. Allah'a karşı ibadet etmeyi, doğru olmayı, yardımcı ve misafirperver olmak gibi insanî hareketlerde bulunmamızı emreder.


Soru: Kur'an-ı Kerîm’in nefis hakkındaki görüşleri nelerdir?


Cevap: İnsanoğlunun en püf noktası olan nefsî duygularını, diğer bir deyimle; duygusal hayatını ele alarak bunların mutlaka frenlenmesini emreden Kur'an-ı Kerim, kişiyi baştan çıkaranın nefs olduğunu bildirmekle, gerçeğin ta kendisini ifade etmiştir.


Bu duygular, kimisini meyhaneye, bazısını kumarhaneye, bir kısmını hapishaneye tıkabiliyor. Hele içki, kumar ve zina insanı maddî ve manevî bakımdan mahveden, idam sehpasının üçayağıdır. Bu bakımdan, Hz. Kur'an, müslümanların daima akıl ve mantık kaidelerine uygun, duygulardan uzak, temkinli ve tedbirli hareket etmeye davet eder.


Soru: Kur'an-ı Kerîmin ilme verdiği değer nedir?


Cevap: Kur'an-ı Kerim, ilme büyük değer vermiştir. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” âyeti celilesiyle bilginlere ve dolayısıyla ilme verdiği değeri belirtmiştir. Ayrıca başka bir âyet-i celîlede; bilgiyi aydınlığa, cahilliği de karanlığa benzeterek bilgililik ile cahillik arasındaki farkı karanlık ve aydınlık arasındaki büyük tezatla izah etmiştir.


Soru: Kur'an-ı Kerim değişikliğe uğratılmış olabilir mi?


Cevap: Hayır. Zira Kur'an-ı Kerim'in âyetleri nazil olduktan sonra, bunlar sahabelere ezberlettirilmiş, Hz. Ebu Bekir zamanında ehliyetli bir heyet tarafından bir nüshası yazılmış, Hz. Osman zamanında ise bu nüshalar çoğaltılıp çeşitli yerlere gönderilmiştir. Ve bugüne kadar da değil bir kelimesi, tek bir harekesi bile değiştirilmiş değildir.


Soru: Bundan sonra değiştirilebilir mi?


Cevap: Buna imkân ve ihtimal yoktur. Zira, bugün hemen hemen her müslümanın evinde bulunmak üzere milyonlarca aslının aynı Kur'an'lar mevcuttur. Bu itibarla, Kur'an'da yapılacak en ufak değişiklik, hemen fark edilecek ve bundan dolayı da Kur'an' da herhangi bir değişikliğin yapılabileceğine ihtimal verilemez.


Ayrıca Yüce Allah, “Kur'an-ı Kerim'i biz indirdik, kıyamete kadar da biz koruyacağız.” diyerek, bu ilâhî kelâmı değiştirmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini ilân etmiştir.


Soru: Kur'an-ı Kerim ile diğer kitaplar arasında ne gibi farklar vardır?


Cevap: Kur'an-ı Kerim'den başka diğer kitaplar mevziîdirler. Yani, belirli milletlere gönderilmiştir. Bu kitaplarla ancak o milletler belirli bir süre için amel etmekle mükelleftirler. Halbuki, Kur'an-ı Kerim, bütün insanlık için gönderilmiş, kıyamete kadar devam edecek ve en medenî ihtiyaçları karşılayacak yollar gösteren muhtevada bir kitap olarak gönderilmiştir.


Soru: Kur'an-ı Kerim'in değiştirilmiş olduğunu söyleyenler var mıdır?


Cevap: Çağımızda tarafsız Avrupa bilginleri de Kur'an-ı Kerim'in bir noktasının bile değişmemiş olduğu gerçeğini rahatlıkla söyleyebilmektedirler.


Masonluk, siyonist -ve komünizm gibi düşmanlıkları belli bazı teşkilâtlar tarafından söylenilmiş sözler, zaten nazarı itibare alınamaz.


Soru: Kur'anı Kerim tercüme edilebilir mi?


Cevap: Bugün Kur'an-ı Kerim dünyanın belli başlı bütün dillerine tercüme edilmiştir. Çeşitli mütercimler tarafından hazırlanmış birkaç çeşit Türkçe tercümesi de mevcuttur.


Soru: Tercümeler Kur'an'ın asıl mânâsını verebilir mî?


Cevap: Asla. Kur'an-ı Kerim çok geniş anlamlı bir kitaptır. Onun için hiç bir mütercim O'nun kasd etmiş olduğu bütün mânâları vermeye muktedir değildir.


Soru: Tercümeler, Kur'an-ı Kerim sayılabilir mi?


Cevap: Hayır. Yukarıda izah ettiğimiz gibi, tercümeler Kur'an-ı Kerim'in anlatmak istediği bütün mânâları hiç bir zaman veremezler. Bundan dolayı da tercümeler, Kur'an-ı Kerim'in yerini tutamazlar ve bunlara Kur'an-ı Kerim denilemez.


Soru: İlâhî Kitaplara ihtiyaç var mıdır?


Cevap: Kişioğlunu yoktan vat eden Yüce Allah, onun dünyada takip etmesi gereken doğru yolu en iyi bilendir. Ve gene kişioğlu, hak yolunda yürüyerek Yüce Allah'ın, rızasını kazanabilmek için O'nun talimatına göre hareket etmelidir. Yüce Allah'ın kullarından istediği birtakım hak ve vazifeler olmalıdır. Bu yüzden, Yüce Allah'ın kanunlarını bildiren kutsal kitaplara ihtiyaç vardır.


Soru: İlâhî Kitaplar inmeseydi ne gibi zararlarımız olurdu?


Cevap: İlâhi kitaplar, insanların manevî ve maddî hayatlarını, düzene sokan birer ilâhî kanundur. Yüce Allah, insanlara bak ve vazifelerini bu kitaplarda bildirmiştir. Bu kitaplar inmeseydi, kişioğlu nereden geldiğini, nereye gideceğini, niçin geldiğini, niçin gideceğini; âhiret hayatı ve onun çeşitli nimetlerini bilemezdi. Yine bu kitaplar sayesinde insanlar, “Yüce Allah'a karşı hak ve vazifelerini, yaradılışlarının hikmetlerini öğrendiler.


Soru: Bu kitapların inanç yönünden faydaları nelerdir?


Cevap: Kitapların inanç yönünden faydası çok büyüktür. İnsanları; taşlara, ağaçlara, insanlara, tabiat kuvvetlerine ve kendi eli ile yapmış olduğu putlara tapmaktan kurtarmış, Allah'a badet et öğüt alma, doğru yoldan yürüme hakikatine erdirmiştir.


Soru: Öz olarak bu Kitaplar ne için inmişlerdir?


Cevap: İlâhî kitaplar, insanların dünyada selâmetlerini, âhir saadetlerini sağlamak için inmişlerdir ve karanlıkta körleşmiş insanları maddî ve manevî yönden üstün hayata kavuşturmuşlardır.


Soru: Kur'an-ı Kerim'in hukuk anlayışı nedir?


Cevap: Kur'an-ı Kerim tarih boyunca insanlığın arzu ettiği çek adaleti, tam eşitliği, büyük sevgi ve saygıyı, siyasî ve iktisadî riyeti, insana insan olduğu için iyi davranılmasını emreder. Hak ve hukuk anlayışını, “Bütün müslümanlar birbirlerinin kardeşidir.” diyerek üstün insanî kardeşliği, ancak bu kitapta bulabiliriz.


Soru: Kur'an-ı Kerim'e uyanlar ne gibi bir kazanç elde ederler?


Cevap: Kur'an-ı Kerim'in gösterdiği aydınlık ilâhî hak yol gidenler, birlik ve beraberlik içinde yaşayarak, üstün çalışkanlıkla sosyal ve iktisadî bakımdan kalkınırlar. Tam bir ahenk ve dostluk içinde hayat sürerler.


Çünkü Hz. Kur'an, insanları; “Allah birdir” hakikati etrafında toplayarak onlara, siyasî, iktisadî ve sosyal alanlarda en medenî ihtiyaç giderecek esas ve prensipleri bildirir. Bunun için insanların Allah'a ve birbirlerine karşı olan hak ve vazifelerini belirtir. Onları zulümden, bencillikten, dalâletten, hıyanetten, gafletten, cimrilikten, kincilikten, düşmanlıktan, tembellikten ve her çeşit kötülüklerden kurtarır. Yüce Allah'ın varlık, birlik ve büyüklüğünü ilân eden Hz. Kur'an, amansız çalışmayı emreder. Kişioğluna, çalışmasının karşılığını elde edildiğini, kendi emeği mahsulünü yiyebileceğini ve harama asla el uzanmaması gerektiğini söyler.


Yüce Allah'ın buyurduğu gibi hak ile bâtılı, yalanla doğruyu birinden ayırt eden Kur'an-ı Kerim, müslümanlar için şifa ve rahmettir. Hz. Kur'an sayesinde kişioğlu, dünyasını da, âhiretini de dörtbaşı mamur bir şekilde öğrenerek kendisini bekleyen kollarını açmış ebedî saadete doğru büyük bir aşkla yol almaktadır. Yüce Allah, he Kur'an'dan ve imandan ayırmasın, âmin.[101] .




Peygamberlere İman



İslâm dİninde Peygamberlere inanmak, imanın dördüncü şartıdır. Peygamber, lûgatta haber getiren ve bildiren demektir. Şeriat dilinde ise, Yüce Allah'ın kullarına dinini bildirmekle görevlendirdiği olgun ve sayın kişilere, “Peygamber” denir. Bu kişiler, Yüce Allah'ın birer elçisidir.


Soru: Peygamberlik nasıl anlaşılır?


Cevap: Allah'ın birer elçisi olan şahısların Peygamber olduğunu, Yüce Allah'ın ihsan ettiği, onlardan çıkan bazı büyüklüklerin ve harikulade olayların mucizelerin yardımıyla anlıyoruz.


Soru: Bu harikulade olaylar nelerdir?


Cevap: Bu harikulade olaylar, mu'cize ve kerametlerdir.


Soru: Mu'cize nedir?


Cevap: Mu'cize, ancak Peygamberlerden çıkabilen olağanüstü olaylardır.


Soru: Keramet ne demektir?


Cevap: Yukarıda anlattığımız olağanüstü olaylar, Allah'ın en yakın dostları olan velîler tarafından açığa çıkar. Bu olaylar, evliyanın tâbi bulunduğu, ümmeti oluğu Peygamberler için birer mu'cize sayılır. Çünkü velîlerin tâbi bulunduğu Peygamber, gerçekten Peygamber olmasaydı, o evliyadan bu türlü, olağanüstü olay çıkmayacaktı.


Demek ki, keramet olayı, evliya denen, Allah'ın yakın dostlarında görülen olağanüstü haller ve durumlardır.


Soru: Maunet ne demektir?


Cevap: Maunet: İstidraç; ne Peygamber, ne de velî olmayıp da alelade bazı kimselerden çıkan fevkalâde durumlardır.


Soru: Bu gibi haller sahibinin büyüklüğüne delil olabilir mi? .


Cevap: Hayır. Bu gibi haller, sahibinin büyüklüğüne delil olmadığı gibi, mu'cize ve kerametde olamaz.


Soru: Peygamber ve Velîlerden başka kimseler mu'cize veya keramet gösterebilirler mî?


Cevap: Hayır. Sahte Peygamberlerden ve yalancı velîlerden ne mu'cize, ne de keramet çıkamaz. Şunu belirtelim ki, bazı illizyonist gösterilerin ve göz bağcılık adı altında harikulade şeylermiş gibi takdim edilen hayret uyandırıcı numara ve olaylar, ya göz yanıltmaları sonucu, ya da bazı ilmî kaidelere dayanan sanat eserleridir.


Soru: Son Peygamber kimdir ve bundan sonra bir Peygamber gelebilir mi?


Cevap: Son Peygamber, Allah'ın kâinatı, yüzü suyu hürmetine yaratmış olduğu sevgili kulu, efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) dır.


Sevgili Peygamberimiz Hz. Muharamed'le (s.a.s.) Peygamberlik kurumu artık şanlı ve kutsal tarihini kapatmıştır. Ondan sonra artık Peygamber gelmeyecektir. Bunun için çağımızda kim olursa olsun, “Ben Peygamberim” diyen şüphesiz yalan söylemiş olur.


Soru: Peygamberlerin başka ne gibi adları vardır?


Cevap: Peygamberlere, Nebi, Resul ve Mürsel adları da verilir. Ancak bu deyimler arasında fark vardır.


Soru: Nebi kimlere denir?


Cevap: Kendinden önceki Peygamberin kitap ve şeriatını ümmetine bildirmeye memur olan zata, yalnızca (Nebi) ya da (Peygamber) denir.


Demek ki kendisine yeni bir kitap yeni bir şeriat verilmeyip de kendinden önceki olan Peygamber'in şeriatını devam ettirmekle memur, zata sadece Nebi ya da Peygamber diyebiliriz.


Soru: Resul kime denir?


Cevap: Kendisine yeni bir kitap ile yeni bir şeriat verilen zata “Resul” denir.


Yeni bir şeriat yeni bir kitap ile ortaya çıkarak, kendinden önceki Peygamber'in şeriatını tekâmül (Evrim) kanununa bağlı bir şekilde getiren zata Nebi, Peygamber, Resul ve Mürsel adlarının hepsini yerebiliriz.


Soru: İlk Peygamber kimdir?


Cevap: Yüce Allah'ın büyük kitabı Hz. Kur'an’ın bize bildirdiğine göre ilk Peygamber, insanlığın babası Hz. Adem'dir.


Soru: Peygamberlerin kesin sayısı biliniyor mu?


Cevap: Peygamberlerin kesin sayıları bilinmiyor. İlk Peygamber Hz. Adem'den son Peygamber Hz. Muhammed'e kadar sayılarını yalnız Yüce Allah'ın bildiği binlerce Peygamber gelip gitmiştir.


Soru: Kur'anı Kerim'de adları geçen Peygamberler hangileridir?


Cevap: Kur'anı Kerim'de adlan geçen yirmi beş Peygamber şunlardır:


Adem, İdris, Nuh, Hüd, Salih, İbrahim, Lut, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Eyyüb, Suayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, Üyas, Ilyesa, Zülkifl, Yunus, Zekeriyya, Yahya, İsa, Muhammed. Yüce Allah’ın) sonsuz salât ve selâmı onlar üzerine olsun Amin...


Soru: Bunlardan başka Kur'anda adları geçen zatlar mevcut mudur?


Cevap: Yukarıda saydıklarımızdan başka Kur’an’da adlan geçen ve kendileri hakkında malûmat verilen üç zatın Peygamber veya Evliya olduğu ihtilâf konusudur. Yalnız bunların Yüce Allanın katında Ulu birer kişi olduğunu bütün İslâm bilginleri tereddüde bırakmayacak şekilde teslim etmişlerdir. Bu zatlar; Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn'dir.


Soru: Peygamberlerin sıfatları nelerdir?


Cevap: Peygamberlerin sıfatlan şunlardır:


a) Sıdk,


b) Emanet,


c) Fetanet,


d) İsmet,


e) Tebliğ.


Soru: Sıdk sıfatı ne demektir?


Cevap: Peygamberler Sıdk sıfatı ile muttasıftırlar. Onlar sadıktırlar, toksözlü, doğru sözlüdürler. Hiç bir şekilde, hiç bir yerde asla yalan söylemezler.


Soru: Emanet sıfatı ne demektir?


Cevap: Peygamberler emirdirler, kendilerine her hususta tam bir güvenle bağlanılabilir. Onların hainlik yapacağı, hiç bir zaman düşünülemez.


Soru: Fetanet sıfatı ne demektir?


Cevap: Peygamberler son derece fatin, yani akıllı, geniş ve uzak görüşlü olağanüstü zekâya sahip, tek kelimeyle birer dahi insanlardır. Onların bir an gafil avlanabileceğini yüksek seçiş ve duyuşlarından mahrum bulunabileceğini ve birtakım meleklerini yitirebileceğini düşünebilmek gerçekle taban tabana zıt bir durum olur.


Soru: İsmet ne demektir?


Cevap: Peygamberler, İsmet sıfatı ile muttarıflar, yani onlar masumdurlar. Gizli açık her çeşit günahtan, ahlâkı düşürücü ve karakteri zayıflatıcı bayağı durumlardan uzak ve münezzehtirler. Peygamberler yeni doğmuş bir çocuk gibi temiz ve günahsızdırlar.


Soru: Tebliğ ne demektir?


Cevap: Peygamberler, Yüce Allah’ın kendilerine indirmiş olduğu kitap ve şeriat hükümlerini ümmetlerine olduğu gibi tebliğ etmekle memur ve güvenilirler.


Soru: Peygamberler ilahı emirleri tebliğ ederken bir kısmını saklamış veya unutmuş olabilirler mi?


Cevap: Peygamberler ilahi emirleri tebliğ ederlerken onların bir kısmını saklamış veya unutmuş olamazlar.


Böyle bir durum Peygamberlik müessesesine yakışmadığı ve uygun düşmediği gibi Yüce Allah'ın ezelî ve ebedî iradesine de aykırıdır.


Soru: İnsanlar Peygamberlere muhtaç mıdırlar?


Cevap: Evet... İnsanlar Peygamberlere muhtaçtırlar.


Yüce Allah dünyayı yaratıp insanoğlunun içine saldı. Tabiatın çoğunu onun emrine vererek ona saygısı çeşitli nimetler ihsan etti. Onu ihya etti.


Bütün bu sonsuz nimetlere karşı insanoğlu Allah’ın birliğini idrak etmeyecek mi? Bütün bunların bir rastlantının eseri olmayıp, yüce yaratanın varlık ve birliğine delil teşkil ettiklerini anlamayacaklar mı?


Şüphesiz ki insanoğlu aklı ile bütün bunların bir yaratanın eseri olduğunu bulacaktır. Fakat yaradılış sebebinin ne olduğunu, neler yaparsa hoşnut edeceğini, hangi şeylerden sakınırsa mükâfat göreceğini, hülâsa nasıl hareket edeceğini bilemezdi. Gene insanlar arasındaki hak ve dayanışmayı ilâhi yönden tayin edemezdi. Ayrıca zaman zaman çirkefleşiyor, sapıtıyor, cehalet kanserine yakalanıyor, ahlâksızlaşıyor ve taş, insan, ağaç gibi maddi varlıklara tapıyordu.


İşte insanları, çirkin ve korkunç akıbetlerini kurtaracak, onlara dini' ve dünyevi yon ve metotlarını öğretecek, dünyada selâmet, ahirette saadet yolunu gösterecek ilâhi birer önder olan Peygamberlerin zuhuru lâzım ve zaruridir.


Soru: İnsanoğlu Allah'ın emir ve yasaklarından habersizdim diye sorumluluktan kurtulabilir mî?


Cevap: Yüce Allah insanlara Peygamberler göndermiş bu peygamberleri vasıtasıyle de emir ve yasaklarından insanoğluna bildirmiştir. Ve böylelikle kişioğlunun kıyamette “Allah emir ve nehileri hakkında bilgin yoktu, ne yapayım” diyerek sorumluluktan kaçmayı sağlayacak açık kapı bırakmamıştır.


Soru: Peygamberlere inanmayanın hakkındaki hüküm nedir?


Cevap: Yüce Allah'ın arzu buyurduğu ve kabul edeceği iman etme yolunu insanlara, tebliğ ve telkin edenin ancak Peygamberler olduğunu söylemiştik. Bu yüzden Peygamberlere inanmayan bir kişi, Allah'a ne kadar inansa da iman etmiş sayılmaz.


Soru: Peygamberlerden birini inkâr eden hakkındaki hüküm nedir?


Cevap: Peygamberlerden birini inkâr etmek hepsini inkâr etmek demektir. Peygamberleri inkâr eden bir kimsenin kâfir olduğunu söylemiştik.[102]




Ahirette İman



İçinde yaşadığımız dünya fânidir. Çünkü Yüce Allah bu âlemi, içindeki türlü çeşitli varlıkları geçici bir zaman için yaratmıştır. Ve buna göre dünya bir gün sona erecek, yok olup gidecektir. Buna kıyamet diyoruz. İşte kıyametten sonra yeni bir sonsuz hayat başlayacaktır. Buna ahi-ret denir. Her müslümanın buna inanması şarttır.


Soru: Ahîret neye denir?


Cevap: Yukarıda da açıkladığımız gibi içinde yaşadığımız bu dünya günün birinde mutlaka yok olacak ve ondan sonra ebedî bir hayat başlayacaktır. Dünyadan sonra başlayacak bu ebedî hayata Ahiret denir.


Soru: Ahîretîn varlığı ne ile sabittir?


Cevap: Ahiret aleminin varlığı kitap (Kur'an), sünnet ve icma ile sabittir.


Soru: Ahiretin varlığını bütün gerçek dinler haber vermiş midir?


Cevap: Evet. Yüce Allah Peygamberleri vasıtasıyla bize bildirmiş olduğu bütün hak dinlerde ahiretin varlığından bahsedilmiştir.


Soru:Yok olan bir şey-tekrar var olabilir mi?


Cevap: Sonsuz gücün sahibi olan Yüce Allah her şeye kadirdir. Bu gördüğümüz alemi ve içindeki insanı hiç yoktan var etme gücüne sahip olduğuna göre yok ettiği şeyleri de tekrar var etmek O'nun için pek güç bir şey olmasa gerek.


Soru: Kıyamet nedir?


Cevap: Kelime manası ile iki ayak üzerine- dikilmek ve öylece kalmak, aynı zamanda bir yöne doğru kopup hareket etmek manalarına da gelir. Dinimizdeki mânâsı ise dünyanın içindeki canlı - cansız bütün varlıklarıyla birlikte havaya savrularak altüst olması ve bir düzlük haline gelmesidir.


Soru: Kıyamet ne zaman kopacaktır?


Cevap: Dinimize göre kıyamet durup dururken kendiliğinden kc pacak değiidir. Bunu haber veren bir takım alametler mevcuttur.


Soru: Kıyametin alametleri nelerdir?


Cevap:


a) İlmin- yok olup cehaletin çoğalması,


b) Zinanın fazlalaşması,


c) Kadın sayısının erkeklere nazaran bire seksen oranın da artması,


d) İçki içmenin salgınlaşıp alışkanlık haline gelmesi,


e) Maddi refah ve zenginlik seviyesinin alabildiğine yüselmesi,


f) Yeryüzünün koyu bir sisle kaplanması,


g) Deccal'ın ortaya çıkması,


h) Debbetül arzın görülmesi,


ı) Güneşin battığı yerden doğması,


i) Biri doğuda, biri batıda, diğeri de Arap yarımadasında olmak üzere üç ay tutulması hadisesinin görülmesi.


Soru: Deccal kimdir?


Cevap: Hadislere göre, Deccal, sol gözü kör, saçları gür, kıyamet alâmeti olan, fessadlığı ile dünyayı ateşe bağlayacak bir insandır.


Soru: Deccal nerelere giremeyecektir?


Cevap: Deccal dünyanın her tarafını dolaşacak fakat Mekke i Medine'ye giremeyecektir. Mekke-Medine'nin her sokak başında melekler nöbet tutacaklardır. Deccal, Medine yakınlarındaki Sehba denilen yere gelince Medine şehri, üst üste üç kere sarsılacaktır; buranın münafık ve kafirleri, şehri terk ederek Deccal’in ordusuna katılacaklardır.


Soru: Deccal ne kadar yaşamaktadır?


Cevap: Peygamberimiz diyor ki: Ümmetim arasında Deccal çıkacak ve kırk gün, ya da kırk hafta veyahut kırk yıl yaşayacaktır.


Soru: Hz. İsa ne zaman inecektir?


Cevap: Deccal’in ortaya çıkışından kırk gün, ya da kırk hafta veya kırk yıl sonra Hz. İsa yere inecektir.


Soru: Hz. Îsa’nın vazifesi nedir?


Cevap: Hz. İsa'nın vazifesi Deccali öldürmektir ve O'nu öldürdükten sonra yeryüzünde büyük bir adalet ve refah, kurulacaktır. İsa, Hz. Muhammed'in şeriatıyla amel edecek ve bütün, dünyayı müslüman yapacaktır.


Soru: Dabbetül ard nedir?


Cevap: Dabbetül ard, bir hayvandır. Kıyamet kopacağı zaman çıkarak kimin müslüman kimin kâfir olduğunu yüzlerine haykıracaktır.


Soru: Ye'cüc ve Me'cüc kimlerdir?


Cevap: Bunlar iki millettir ki yeryüzüne dağılacaklar ve bütün yeryüzünü fesada vereceklerdir. Bunların koministler olduğu kanaati mevcuttur.


Soru: Amel defteri nedir?


Cevap: Kişinin dünyada iken iyi veya kötü olarak yapmış olduğu her şeyin yazılı bulunduğu defterdir. Bu defter, ayrı ayrı her insan için, ikişer yazıcı melek tarafından tutulur.


Soru: Tartı (Mizan) nedir?


Cevap: Yüce Allah mahşer günü, her kişinin sevap ve günahlarını adalet tartışma vuracaktır. Bu tartı sonunda, kişinin günahları mı, yoksa sevapları mı daha çok, iyice anlaşılacaktır.


Soru: Sırat Köprüsü nasıldır?


Cevap: Cehennemin üzerinde kurulmuş bir köprüdür. Bu köprüden, her kişi, ameline göre geçecek veya geçemeyecektir Allah, katında iyi amellere sahip olan kişiler bu köprüyü şimşek hızıyla geçerler. Allah'ın geniş rahmetinden faydalanamıyan bazı müslüman ve kâfirde köprüyü geçemiyerek cehenneme düşeceklerdir.


Soru: Cennet nedir?


Cevap: Cennet, bir mükâfat alemidir. Halen mevcuttur ve sekiz tabakaya ayrılmıştır. Gerçek, yerini ancak Yüce Allah bilir.


Soru: Cennet'e kimler girebilecektir?


Cevap: Cennet'e Allaha ve Peygamberlerine inanan, onların dediklerine uyan Allah'ın halis kulları girecektir.


Soru: Cehennem nedir?


Cevap: Bir ceza âlemidir. Halen mevcuttur ve yedi aşağı tabakaya ayrılmıştır. Nerede olduğunu ancak Yüce Allah bilir. Bütün kâfirler ve bazı günahkâr mü'minler için yaratılmış olan Cehennem, ebedî azap yeridir.


Burada kâfirler küfrünün, müminler de günahlarının cezasını çekeceklerdir. Kâfirler Onun o korkunç ateş alevleri arasında ebedî olarak yanacaklar, günahkâr müminler ise cezalarını çektikten sonra çıkacak ve Cennet'e gireceklerdir.


Soru: Cehenneme kimler girecektir?


Cevap: Cehenneme kâfirler ebedî olarak, Allah'a ve Peygamberlerine inanıp da, onların da emirlerini tam olarak dinlemeyenler ise cezalarının gerektirdiği kadar kalacaklardır.


Soru: Kevser nedir?


Cevap: Kevseri; Ulu Allah'ın mahşer günü, Hz. Muhammed'e (s.a.s.) bahşedeceği büyük bir havuzdur. Bu havuzun suyu gayet tatlı ve durudur. Mahşerin boğucu ve yakıcı havasından bunalan müminler bu havuzun tatlı ve soğuk suyundan içerek serinleyeceklerdir. Bu suyu içen bir daha susamayacaktır.


Soru: Şefaat nedir?


Cevap: Peygamberimiz (s.a.s) ve Ulu Allah katında üstün dereceye ulaşmış kişiler kıyamet günü mahşerde günahkâr müminlerin affedilmesi ile imanını kurtarmışların derecelerinin yükseltilmesi konusunda Yüce Allah'a dua ve ricada bulunacaklardır. Ulu Allah da bu duaları kabul edecektir. İşte buna şefaat denir.


Soru: Ahiret hayatı ebedi midir?


Cevap: Yüce Allah kâinatı yarattı ve insanoğluna en şerefli köşeyi ayırdı. İnsanoğluna akıl ve fikir verdi. Kendisini birçok nimetlere gark etti. Bu verdiklerine karşılık olarak da ona bir takım vazifeler yükledi.


İnsanoğlunun dünyada yaptıkları karşılıksız mı kalacaktır? Elbette ki hayır; Mazlumun zalimden, zayıfın kuvvetliden hakkını alacağı, müminin mükâfatını kâfirin de cezasını çekeceği yani her şeyin hesabının görüleceği Âhiret hayatı vardır ve bu hayat sonsuzdur.[103]




Kaza Ve Kadere İman



İmanın altıncı şartı da kaza ve kadere inanmaktır. Her şeyin yaratıcısı ancak Yüce Allah’tır. O'ndan başka yaşatma gücüne sahip bir kuvvet yoktur. Yaratıcılık vasfı, sadece Yüce Allah'a mahsustur ve bu âlem de meydana gelen her şey Yüce Allah'ın bilmesi, dilemesi ve yaratmasıyla var olur.


Soru: Kader ne demektir?


Cevap: Herhangi bir şeyin, belirli bir şekilde meydana gelmesini Yüce Allah'ın ezelde dilemiş olmasına kader denir.


Soru: Kaza ne demektir?


Cevap: Yüce Allah'ın ezelde dilemiş olduğu şeyi, istediği zaman varetmesine kaza denir. '




Kaza Ve Kadere İman



Soru: Kaza nedir?


Cevap: Kaza; Ezelde takdir olunan şeyin takdir gereğince varlık âlemine çıkarılması (yaratılmasıdır).


Soru: Kader nedir?


Cevap: Kaderin birçok tarifi vardır. Biz burada sadece ikisini vereceğiz:


a) Kader: Cenabı Hakkın ezeli iradesi gereğince her şeye kendi hususiyetini tahsis etmesidir.


b) Kader: Cenab-ı Hak tarafından bütün eşyanın, kâinatın ve hadiselerin ezelde (yaratılmadan evvel) durumları, vasıfları, sebepleri ve şartları; zaman ve mekânlarıyla hudutlandırılmasıdır.


Soru: Kaza ve Kadere inanmak İmanın şartı mıdır?


Cevap: Evet. İslâm dininin altı iman esasından biridir. Peygamberimiz, kendine bir ihsan şeklinde gelerek sualler soran Cebrail aleyhisselâmın; (iman nedir ya Resulullah) sualine:


“İman; Allah'a, Meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayrına ve şerrine inanmandır” buyurmuştur.[104]


Soru: Kur’anı Kerim’de Kader ile ilgili Ayetler var mıdır?


Cevap: Bu hususta birçok ayetler vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:


“Biz her şeyi bir kader ile yarattık.” [105]


Soru: Kadere inanmak şart mıdır?


Cevap: Evet. Daha evvelki Sorulara verdiğimiz Cevaplarda belirttiğimiz gibi Âyet ve hadisle sabit olan kadere inanmak her müslüman için şarttır.


Cevap: Hayır. Kader sadece insanlarla ilgili olan bir şey değildir. Aksine insanlarla beraber canlı ve cansız, yaratılmış ve yaratılacak her varlık ile yakından ilgilidir.


Soru: Kaderin, insandan başka var olan her şeyle ilgili bulunduğuna birkaç örnek vermek mümkün müdür?


Cevap: Mümkündür. İşte bunlardan bazı örnekler:


a) Suyun akıcılığı, taşın sertliği, ateşin yakıcılığı gibi bütün eşyaların hususiyetleri bu takdirin neticesidir.


b) Varlık aleminde bulunan yer çekimi rüzgârın meydana gelmesi, ısınan maddelerin belli bir kanuna göre genişlemesi gibi bütün tabii kanunlar bu ezeli takdire bağlıdır.


c) Hayvanlarda görülen içgüdüler: Ördeklerin yüzmesi, kuşların uçması, Arının bal yapması Allah'ın takdiri ile olmaktadır.


Soru: kadere karşı gelmek mümkün müdür?


Cevap: Kâinatta en küçük parça olan atomdan tutun da güneşe ve en büyük varlıklara varıncaya kadar her şeyin hareketi ve onlarda meydana gelecek değişiklikler, ilâhi takdirle tesbit edilmiştir. Hiç bir varlığın bu takdire en ufak bir sekide karşı gelmesi mümkün değildir. Her varlık kendisi için ne takdir edildi ise tamamen ona uygun durumda olmağa mecburdur.


“De ki her şey kendi yaratılışı üzere hareket eder.” [106]Ayeti ile ve Güneş de kendine tayin edilen karargâhta (mahrekde) seyr ve cereyan etmektedir.


“Bu Aziz ve Alim (her şeye galip, her şeyi bilen) Allah'ın takdiridir.”[107] Ayetleri bu hususu anlatırlar.


Soru: İnsanın kader bakımından diğer yaratıklardan farkı var mıdır?


Cevap: İnsanın diğer yaratılmışlar arasındaki müstesna yeri ve yaptıklarından sorumlu olma durumu onu takdir bakımından da diğer yaratılmışlardan ayırmaktadır.


Soru: İnsanın kendi kaderini tayin etmesinde bir rolü var mıdır?


Cevap: İnsan diğer yaratılmışların tabi olduğu (mecbur kılan bir kader) yerine, iradesine bağlı olarak yürüyen bir kaderi vardır. Şayet insanın iradeye bağlı olan işlerinde de kaderin mecbur kılan bir hükmü cereyan etseydi o zaman insandan, diğer varlıkların hiç birinden istenmemiş olan yüce vazifelerin bir tanesini bile istemek adalet anlayışına uymazdı. Bundan dolayı diyoruz k, insan; iradeye bağlı olan işlerinde kaderini kendi tayin eder. Yani kendi hür iradesi ile isterse iyilik tarafını, isterse fenalık tarafını seçer, iyiyi isteyen kötüye sevk edilmediği gibi, fenayı isteyen de Allah'ın hususi bir ikramına uğramadan iyiye sevk edilmez.


Soru: Allah insanların ilerde ne yapacaklarını bilip evvelce yazmış mıdır?


Cevap: Evet. Allah bütün insanların hayatlarında yapacakları her şeyi en ince noktasına varıncaya kadar bilir ve yazmıştır da.


Soru: İnsanın kendi kaderini tayininde bir etkisi var mıdır?


Cevap: Evet. Bu soruyu cevaplandırmak için alttaki soruların cevabını dikkatle okuyunuz.


Soru: Kaderin kaç çeşidi var?


Cevap: Kader iki çeşittir:


a) Muallak kader,


b) Mübhem kader.


Soru: Muallak kader nedir?


Cevap: İnsan iradesi ve kudretinin dışında kalan hadiselere ait kaderdir. Aniden meydana gelen afetlerin neticesi olan zarar ve ziyanlar, fırtınalar ve depremler, ölüm halleri bazı insanların zayıf, bazılarının sağlam bünyeli yaratılmaları hepsi kaderin bu çeşidine girer.


Soru: Mübrem kaderle uğraşmak doğru mudur?


Cevap: Mübrem kaderden bahsetmeyi Peygamber Efendimiz yasaklamıştır. Kendisine “Kıyamet ne zamandır” Sorusunu sorana;


“Kıyamet için ne hazırlığın vardır” diye sorarak, bilinemiyeceğini, bilinmesinde bir fayda sağlanamıyacağını ifade etmek istemişlerdir.


Soru: İnsanın mübrem kaderden olan tabiat olaylarıyla uğraşması, onu değişikliğe uğratmaya çalışması doğru mudur?


Cevap: Kader konusunun bu kısmı çok önemlidir. İnsanlar Allah'ın yaratmış olduğu tabiat kanunlarını hiç bir zaman değiştirmeye yeltenmemelidir. Zira bunu becermek imkânsız olduğu gibi, buna kast etmekte büyük bir günah ve -haşa- Allah'a karşı isyandır. Zaten bir insan\n gece ile gündüz gibi mübrem kaderden olan bir şeyi değiştirmesinde hiçbir etki yaratamayacağı apaçık ortadadır,


Soru: İnsanların bu kanunlar karşısındaki durumu ne olmalıdır?


Cevap: İnsanlar bu kanunlara karşı “gücüm yetmiyor, öyleyse yapacağım bir şey kalmadı” diyerek yatmaları büyük bir hüsrandır. Bu durumda fertlere düşen vazife uyumak değil bu kanunları öğrenip, ona göre hareket ederek insanlığa hizmet etmektir.


Soru: Tabiat kanunlarından faydalanılarak insanlığa nasıl hizmet edilebilir?


Cevap: İnsanoğlu bu çalışmasını birçok şekilde tatbik edebilir. Meselâ: Paratoner ile yıldırımın belli bir sahaya düşmesi sağlanır, barajlar kurarak su taşmaları bir dereceye kadar zararsız hale sokabilir, depremler, fırtınalar bir an önce haber alınarak bunlardan korunma çareleri bulunabilir.


Soru: Kaderin insan işlerine olan tesiri nedir?


Cevap: Allah her hadiseyi bir sebebe bağlamıştır. O sebepler meydana gelmeden o hadiselerin olması mümkün değildir. Meselâ bir şey yemeden doyulmaz. Evlenmeden çocuk sahibi olunmaz v.s. insan, bütün şartlarını yerine getirmeden başarıya ulaşamaz. Yani bir işi yapmak istediği zaman onu başaramazsa bilmeli ki bütün şartlarını yerine getirememiştir.


Soru: İnsanın iman veya küfür yolunu seçmesinde kaderin etkisi var mı?


Cevap: Hayır. Kader, iradesini iman yoluna sarf eden kimseyi küfre, küfür yoluna sevk eden kimseyi de -Allah'ın hususî bir ikramı olmadan- iman yoluna sevk etmede tesir etmez. Şayet maksat yerine gelmişse bu, yapmak istediğimiz şeyin şartlarını tamamladığımızdan dolayıdır.


Soru: Takdir değişir mi?


Cevap: Takdir Allah'ın ilmine bağlıdır. Onun sonsuz ilminin neticesi olduğu için de asla değişmez.


Soru: Şayet -haşa- Allah'ın takdiri değişiyor denirse bir çelişiklik ortaya, çıkar mı?


Cevap: Şayet takdir değişmiş olsa -haşa- Allah'ın o şeyi olduğu gibi bilmemesi lâzım gelir. Bu ise, yani Allah'ın her şeyi olduğu gibi bilmemesi İslâm inancına uymayan batıl bir inançtır. İslâm inancında Allah’ın sonsuz bir ilme sahip olduğu gerçeği biliniyor. Takdirin değişmesi O'nun bu sonsuz ilmiyle bir çelişiklik ortaya koyuyor.[108]




İSLAM





1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Muhakkak ki, yolun aydınlatma lambası ve trafik işaretleri olduğu gibi, İslam Dininin de yolunu aydınlatan lamba ve alametleri vardır.”[109]




Hz. Allah buyuruyor ki:


“Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki ni'metimi tamamladım-ve size dîn olarak “İslâm'ı” ihtiyar ettim.”[110]




2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şüphesiz ki, yolun aydınlatma lambaları ve trafiği düzenleyen işaretleri olduğu gibi, İslam dininin de yolunu gösteren ve düzenini sağlayan lamba ve işaretleri vardır. Bunların başında Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammedin onun kulu ve elçisi olduğuna kesinlikle inanmak, namaz kılmak, zekat vermek ve abdest-gusül gelir.[111]




“Doğrusu Allah katında makbul olan din, İslâm’dır. Kendilerine kitap verilen Hıristiyan ve Yahudiler hakikat, bildikten sonra, aralarındaki ihtirasdan dolayı, İslâm dini hakkında ihtilâfa düştüler.”[112]




3- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ey sahabilerim, sizden kim Allah m emirlerinden onda birini yaparsa helak olur; sonra öyle kötü bir zaman gelecek ki, o zamanda ilahi emirlerden onda birini yerine getirenler dahil necat bulacaklardır.”[113]




“Ey müminler! Gerçek takvaya yaraştığı gibi, Allah'dan sakının ve her halde müslüman olarak-can verin


Korkup sakının ve her halde Müslüman olarak can verin.”[114]




4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ey mü’minler, kafirin elinde bulunan esirleri (tutsakları) kurtarın, sizi bir yere davet edenlerin davetlerini kabul ediniz, açları doyurun, hastalarınızı ziyaret ediniz.”[115]




“Kim İslâmdan başka bir din ararsa, o istediği din asla kendisinden kabul olunmaz ve ahirette de ebedî zarar çekenlerdendir.”[116]




5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İnsan vücudunda üç yüz altmış mafsal (eklem) uzuvlar vardır. Bu uzuvlara sahip olan herkesin her bir azası için sadaka vermesi gereklidir. Caminin içine atılan balgam gibi, pislikleri temizlemen, yolda olan engebeleri kaldırman, bunları yapmaya da gücün yetmezse kuşluk zamanını kılman senin için her birisi bir sadakadır.”[117]




“Allah, kime hidayet etmeği dilerse, İslama onun göğsünü açar, gönlüne genişlik verir. Her kimide sapıklığa bırakmak İsterse, onun kalbini öyle daraltır sıkıştırır ki, iman teklifi karsısında göğe çıkacakmış gibi (zorlukta) olur. Allah, iman etmeyenler üzerine, böyle azab bırakır.”[118]




6- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“(Ey Abdullah oğlu Süfyan), önce Allah'a iman ettim de! Sonra imanın gösterdiği şekilde doğru ol.”[119]




Allah'ın İslâm nuru ile kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü nursuz gibi midir? Elbette o Rabbinden bir hidayet üzeredir. O halde vay o Allah in zikrini terk eden kalbleri katılara!.. Onlar apaçık bir sapıklık içindedir ler.


Sadece kendimizin müslüman olması yetmez. Hanımımız çocuklarımız da koyu müslüman olacaklar, dinin emirlerine dikkat edeceklerdir. Evlatlarımızı birer İslam mücahidi olarak yetiştirmeliyiz Zira İslam davasının bayrağını bizden sonra onlar yükleneceklerdir.[120]




7- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İnsanın iskeletini teşkil eden kemiklerin sayısı kadar sadaka vermesi gerekir. Her gün biri birine dargın iki kimsenin arasını bulmak da bir sadakadır. Bineğine binemeyen bir kimseye yardım etmek veya eşyasını yüklemek de bir sadakadır. Güzel ve faydalı söz söylemek de bir sadakadır. Namaza giderken atacağın her adımın senin için bir sadakadır. Yol göstermek, yolda eziyet veren şeyleri atmak da bir sadakadır.”[121]




8- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Faydalı olan her şeyi söyleyip, öğretmek birer sadakadır.”[122]


9- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İmanlı kişilerin fakire veya zengine yaptığı faydalı işler o kimse için birer sadakadır.”[123]


10- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Faydalı olan şeyi söyleyip, öğretmek birer sadakadır. Müslümanın alın teri ile çalışıp kazandığı malından, mülkünden kendisi ve çoluk çocuğuna harcadığı da birer sadakadır. Müslüman kişinin ırz ve namusunu korumak için yaptığı harcamalar da sadaka sayılır.


Mü'minin meşru ve helal yollarda harcadığı, infakta bulunduğu mallarının yerine Cenab-ı Hak yenisini koyacaktır. Çünkü Hz. Allah bu türlü meşru harcamaların kefilidir. Ancak, kişinin günah veya bina yapımı için yaptığı harcamalar bu hükmün dışındadırlar.”[124]


11- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hayırlı şeyleri söylemek, öğretmek birer sadakadır. Bir hayra delalet eden onu yapmışcasına sevap kazanır. Cenab-ı Hak, mağdur ve sıkıntıda olanların seslerini sever.”[125]


12- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Adamın birini Cennette salına salına yürürken gördüm, sebebi ise dalları ile gelen geçen yolculara eziyet veren


bir ağacı kesmesidir, (buyurdu peygamberimiz).”[126]


13- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Eşine yedirdiğin senin için bir sadakadır. Çocuğuna, hizmetçine (işçine) yedirmen senin için bir sadaka sayılır, Nefsin için çalışıp yiyip içmen de senin hakkında bir sadakadır.”[127]


14- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kim, kitap sünnet ve sahabilerin amellerinde bulunmayan bir şeyi ihdas ederse vebaliyle birlikte kendisine reddolunacaktır.”[128]


15- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“ Üç şey imandandır:


a- Haya; (Çirkin ve günah olan şeyleri yapmaktan utanç duymak),


b- İffet: (Helal olmayan ve insana yakışmayan hallerden imtina etmek),


c- Lisanın korunması, fıkıh ve ilmi konular dışında lisana sahip olmak.


Bu üçü dünyalık kazançları azaltır, ahiretteki mükafatı çoğaltır. Ahiret mükafatını artıran dünyalık kazancı azaltandan daha da fazladır.


Üç şey de nifaktandır:


a- Çirkin söz söylemek,


b- Çirkin davranışlarda bulunmak,


c- Harcanılması gereken yerlerde Cimrilik etmek; Bu üç huy da dünyalık kazancı çoğaltır ve ahiret mükafatını azaltır. Ahiretten azaltılan dünyadaki kazanılandan daha da çoktur.”[129]


16- Resulullah (s.a.v.) Buyuruyor ki:


“Yalnız Allah'a kulluk et ona başkasını ortak koşma, Farz namazları tam kıl, farz olan zekatı ver, Hac ve Umre yap, Ramazan (orucunu tut), insanların sana yaptıkları iyi hareketleri sen de başkasına yap, sevmediğin şeyleri de başkasına da yapma.”[130]


17- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ortak koşmayarak sadece Allah'a kulluk et, onu görür gibi olduğun halde ona ibadet et, nefsini daima ölümde say, her taş ve ağacın yanında Allah'ı an. Bir günah işlersen onun akebinden hemen bir sevap işle; yaptığın günah şayet gizli ise yapacağın sevap da gizli olsun, işlemiş olduğun günah işakir ise yapacağın sevap da aşikar olmalıdır.”[131]


18- Resulullah (s.a.v.) Buyuruyor ki;


“Muhakkak ki, din nasihattir, (Ya Resulellah bu nasihat kimin diye sorulduğunda) Allah ve Kur'an, bütün peygamberler ve müslümanlar içindir, diye cevap verdiler.”[132]




İslam Dini



İslamiyet, Hz. Allah'ın Cebrail vasıtasıyla sevgili peygamberimize (s.a.s.) gönderdiği, insanların dünya ve ahirette rahat ve mesud olmalarını sağlayan ilahi usul ve kaidelerdir.Bütün üstünlükler ve faziletler İslamiyetin içindedir. Eski şeriatların görünür görünmez bütün iyiliklerini İslam kendinde toplamıştır. Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir.


Yaradılışında kusursuz olanlar, onu reddetmez ve ondan nefret etmez. Onun için de hiçbir zarar olmadığı gibi, dışında da hiçbir menfaat yoktur. İslam; Allah'ın emirlerine saygı göstermeyi, mahlukata karşı merhametli olmayı hayalı ve iffetli olmayı, başkalarının haklarına saygı göstermeyi, boş vakit geçirmeyi, böylece dünya ve ahirette saadete ermeyi istemektedir.


İslam dini, insanların hem ruhi, hem de maddi refahını temin edecek bir şeriat getirmiştir. Bu nizam, sadece fertle Allah arasında rabıta kurmakla kalmayıp, ferdin topluma, hatta insanlık camiasına karşı haklarını ve vazifelerini şümullü olarak tanzim eder. O hep ileriyi gösterir, ilericiliğin ve dinamizmin mümessilidir. Şeriat, insan ruhunu ve bütün insanlığı sevk ve idare edecek prensiplerden ibarettir. Her şey sosyal adalet esasları üzerine kurulmuştur. Sınıflama yoktur ve herkes eşit haklara, aynı itibara sahiptir. Yalnız müslümanların değil, bütün insanlığın hür ve medeni bir hayat seviyesine ulaşmasını emretmekte, bunun için de sosyal adaleti esas tutmaktadır.


İslam dini: Geçmiş asırlardan beri sürüklene gelen batılları; evham ve efsaneleri yıkmış; her türlü karanlık telkinler yerine hakkı, fazileti, hürriyet ve adaleti getirmiş, fikir ve vicdanların aradığı gerçekler baharını tüllendirmiştir. Fanilikte ebedi hakikatlere su sayanların yanık bağrına cennet ırmaklarını çağlatmıştır.


İslam dini, insana kendisini kendinde buldurur, yaratılmışlar m inceliklerine ve güzelliklerine erdirir; kalb aynasını parlatır, canı canana kavuşturur. İlmi, kolaylığı yardımlaşmayı, sevişmeyi, huzur ve sükunu emreder.


Sözde, özde, dışta içte hak ve hayır arar.


Hiç şüphe yok ki İslam dini hangi cemiyette olursa olsun Allah’ın beşeriyete bahşettiği bir varlıktır. Bu varlık ancak insanların kudret ve imkanları çevresinde ve yine onların çalışma nisbetlerine göre elde edilerek, ondan istifadeleri mümkün olabilir. Dinin beşeriyete hizmeti, insanların ona teslimiyeti ile başlar ve onları, maddi im kanları dahilinde sarf ettikleri gayret ve çalışmaları gayelerine ulaştırır.


Bu dinin en önemli meziyeti; onun hiçbir zaman ve mekanda, bir lahza olsa bile insan fıtratından mahdut kudret ve imkanlarından ve maddi varlıklarından gafil olmayışındadır. Bunun için İslam dini insaniyeti en yüksek gayelere kolayca rahat adımlarla ye kemali sükunet içinde ulaştırmış ve her zaman da ulaştırmağa müsait bir dindir. Tabi ki bu da insanların çalışmalarına bağlıdır. Fakat bütün hata bu dinin hakiki mahiyetini anlamamaktan, unutmaktan veya ondan meçhul sebeplere dayanan harikalar beklemekten doğuyor.


Bazı kimseler, bu dinin beşer hayatında sanki bir sihir gibi harikulade gizli vasıtalarla işler görmesini beklerler. Beşerin tabiatını, hiç itibara almazlar. İnsan, dinin bu şekilde tesirini göremeyince ve mahdut beşeri kudretlerle ve insan hayatındaki maddi varlıklarla bazen imtizaç ettiğini ve açık bir surette uylaştığını ve bazen de kudretlerinin ve imkanlarının dinin istikametine aksi tesirler uyandırdığını görünce, şehvet ve ihtiraslarının esiri olarak zaaf ve noksanlarını gösterirler. Ve böylece dinin feryatlarına iltifat etmeyerek yolundan ayrılırlar.


Dinin bu hakikatini anlayamayan insanlar, hiç beklenmedik bir ümitsizliğe düşerler. Neticesinde sukutu hayale uğrarlar. Dinîn insan hayatına ve bu hayatın prensiplerine tam manasıyla elverişli olduğundan şüphe ederek itimatları azalır, güvenleri sarsılır ve ona şüpheli nazarlarla bakmağa başlarlar. Bütün bu hatalı düşüncelerin başlıca bir sebebi vardır: O da dinin ilk hakikatini ve istikametini iyice anlamamak veya unutmaktır.


Bizler, tek saadet yolu olan İslam Dinini beşeriyet hayatında gerçekleştirmek için çalışmağa mecburuz. Çünkü o beşeri zaafların doğurduğu neticelerden beri olduğu kadar, cehalet ve nakısların doğurduğu neticelerden de beridir. Onu vazeden bütün insanların halikı Cenabı Allah'tır. O insanı islah eden onun için faydalı şeyleri bilen, hilkat ve terkibindeki esrara vakıf olan ve bütün hayat boyunca kürrei arzın ve bütün kainatın bilinmeyen sırlarına vakıf olan bir Allah’tır.


Bizler İslam dinini tahakkuk ettirmek için çalışmakla emrolunduk. Çünkü İslam nizamı beşeriyet hayatının tabii temelleri üzerine bina edilebilmesi için, eşsiz ve en sağlam bir nizamdır. Beşer hayatı için vaz olunan her hangi bir nizam, varlıkları şümullü bir surette, tefsir esasına dayanmazsa, tabii temelleri üzerine bina edilmemiş olur. Ve O, uzun müddet yaşamasına imkan olmayan yapmacık bir nizam sayılar. İnsan fıtratı bir gün onu yıkıp da, sağlam esaslara bina olunan hakiki nizamına avdet edinceye kadar, o beşeriyet için şekavet kaynağıdır.


İlahi nizamın ihtiva ettiği bu tefsir, bütün mevcudatın ve insan varlığının hakikatlerini çok iyi bilen Halikın tefsiri olduğundan en doğru tefsirdir. Bundan başka, insan tarafından bütün varlıkları, insan varlığının kıymetini ve insan varlığından gayeyi bilmen için yapılan her tefsir eksiktir ve yanlıştır. Çünkü insanın kendinden çok büyük olan varlığa şümullü bir tefsir yapmasında imkansızlık vardır. Ve Allah'ın mahlukatından neler istediğini ve insan varlığından gayeyi tayın ve tahdit edebilmek için, insanı yaratan Allah'ın ilmine ihtiyaç olduğu gibi, bu gayeyi tayin ederken de nefis ve hevadan tecerrüt etmek lazımdır. Bu da hiç bir zaman insanoğluna müyesser değildir. İşte bütün bu sebeplerden dolayı, insan hayatı için Cenabı Hakkın vazettiği nizamı yeryüzünde gerçekleştirmek gayesiyle çalışmaya mecburuz. Çalışalım ki, insanlık hakiki yaratanını bulsun. Çalışalım ki beşeriyet, bütün kainata şamil olan ilahi nizama avdet etsin.


Geniş ve derin manasıyla İslamiyet sadece son Peygamber ve Allah’ın en sevgili kulu Hz. Muhammed'in bize getirip öğrettiği dinin adı değildir. İslamiyet gerçekte ilk insan ve birinci Allah Resulü Hz. Adem’den günümüze ve hatta dünyanın son gününe kadar devam eden ve edecek olan biricik dosdoğru Allah yolunun adıdır.


Bu yol ne cüce insan mantığının mahsulü ve ne de doymak bilmez insan hırslarını perde arkasında taşıyan aldatıcı bir kurtarıcının temelsiz buluşudur, O esirgeyiciliği sonsuz ve kudreti hudutsuz olan Yüce Allah'ın insanlara sunduğu en değerli hediyedir. Hz. Adem 'den başlayıp basamak basamak yükselerek Kainatın efendisi Peygamberimizle mümkün olan yüksekliklerin son noktasına ulaşmış ve artık değişmez şeklini kazanmıştır. Hz. Adem ve Peygamberimiz arasında insanların idrakleri gelişip ihtiyaçları değiştikçe bu dinî yeniden öğretmeye gönderilen peygamberlerin gerçek sayısını yalnız Ulu Allah bilmektedir. Kur'anı Kerim de bize adları bildirilen peygamberler insanlığın sapıklığa fazlasıyla gömüldüğü devirlerde yeni ve kurtarıcı bir nizam müjdeleyen bir ilahi kitapla birlikte gönderildikleri için ve hakikat davası uğruna çetin mücadeleler, vermek zorunda kaldıkları için bize ibret dolu hikayeleri anlatılan kahramanlardır.


İslam dininin zuhur ve yayılma tarihleri göz önüne getirilirse, o çağlardaki milletlerin halleri nazara alınırsa bu yüksek dinin, ne mes'ut neticelere sebep olduğu, insanlık aleminde ne kadar muazzam bir inkilap vücuda getirmiş olduğu pek güzel anlaşılır. Malum dur ki, İslam’ın zuhurundan evvel bütün yeryüzü din bakımından büyük bir cehalet içinde kalmıştı. Hakiki dinler sönmüş, ilahi ilim ve irfan güneşi batmış, bütün ufukları bir zulmet kaplamıştı. İnsanlar yalnız kendi hırsları uğrunda çalışıyor, çarpışıyor, birbirini esir ediyorlardı. Elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı da bu hareketlerinden hiç sıkılmıyorlardı.


Kendi kız çocuklarını diri diri kumlara gömerek öldürüyorlardı da hiç bir acı duymuyorlardı. Asırlardan beri başka milletlerin hakimiyeti altında zilletle yaşıyorlardı da bundan hiç üzülmüyorlardı. Hasılı, hiçbir yerde güzel itikattan güzel amelden ve duygulardan e ser kalmamıştı.


Ne zaman İslam güneşi doğmaya başladı, derhal alemin seyri değişti, alem başka bir alem oldu. İnsanlık haktan, adaletten, müsavattan ve kardeşlikten haberdar oldu. Putların ve kendileri gibi insanların ayaklarına eğilip tapman başlar, kainatın ortaktan, benzerden münezzeh olan Haliki için secdelere kapanmak şerefine erdi. Böylece ruhlar yükseldi diller Hak Teala’nın zikriyle bezendi. Gözler büyük yaratıcının bed'i eserlerini temaşadan hasıl olan uyanıklık nurları içinde kaldı.


Tarihen sabit bir hakikattir ki, İslam Dini ilahi dinlerin son halkasıdır. Bu dini tebliğ eden Muhammed Aleyhisselam da peygamberlerin sonudur. Peygamberliği hususi değil, umumidir. Bütün beşeriyete gönderilmiştir. Teliğ etmiş olduğu dinin hükümleri, her zaman ve mekanda yaşayacak olan insanların ihtiyaçlarına kafidir.


İslam dini, hilkatten beri dünyanın herhangi bir yerinde gelmiş) geçmiş olan peygamberlerin hepsini, herhangi bir lisan ile vahyolunan mukaddes kitapları tasdik eder. Sonra olan şeyler, kendisinden evvelkilere nazaran daha mütekamil ve daha şümullü olacağı şüphesizdir. Nasıl ki tekamül kanunu da bunu iktiza eder. Aksini iddia etmek, tekamül kanunlarını inkar etmek demektir. İşte bunun içindir ki; bütün dinlerin sonu ve hepsinin en mükemmeli olan İslam Dini, kendisinden evvel gelen şeriatların ahkamını ilga ve nesh etmiştir. Güneş doğduğu zaman ay ve yıldızların ışığına nasıl ihtiyaç kalmaz ve güneşin ziyası karşısında onlar nasıl sönük ve hükümsüz kalırsa Müslümanlığa nisbetle diğer şeriatlar da böyledir. Onlar hususi birer kandil idi. Güneş çıkıncaya kadar bulundukları yeri bir müddet aydınlatacaklardır. Hakikat güneşi İslamiyet doğduktan sonra onlara ihtiyaç kalmayacağı tabiidir. Güneşi bırakıp ta yıldızların ışığı ile yol bulmağa çalışmak, şüphe yok ki bir dalalettir.


Ulu Allah'ın dinine sadece din denildiği gibi İslâm, şeriat, millet ve İslâm dini gibi birçok adlar da verilmiştir. İslâm dini, bazen güzel ameller, bazen de iman mânâlarında kullanılır. Şeriat dilinde İslâm ile iman eş manâlı kelimelerdir. Kişi dili ile tasdik edipte kalbi ile inanmazsa, münafıktır. Bu kimse görünürde İslâm muamelesine tabi olup gerçekte kâfirdir. Münafıklığı açığa çıkarsa kâfir muamelesi görür.[133]




İslam Karşısında Kara Bulutlar





Sayın okuyucu: Hayat hızla geçen bir fırtına ya da az bir zaman içersinde menzili kat eden bir su veya rüzgara, insan da bunların karşısında koşmakta bulunan bir kervana benzer. Bütün kuvvetiyle ilerlemekte, güvendiği yol yok, vahşet ve karanlık vadisinde kalarak inim inim inlemekte.


Bunun yanında yardımcısı ve yol göstericisi yok. Bastığı toprakların altında şehid düşen babası, kendisini güçlüklerle büyüten kahraman ve vefakar annesi ile kardeşleri yatıyor. Bu ızdırap içersinde kıvranan insanlar, İslam diyarında bulunan kimselerdir...


Bunlar, Allah’ın, peygamberin, din ve Kur'an’ın yolunda savaşan, İslam kahramanlarının diyarında geziyor, . Ruhu sızlıyor içindeki manevi boşluğu dahi dolduramıyor. Yıllardır geceli gündüzlü, hiç durmadan ağladığı halde, bir an dahi olsun yüzüne ışık gelmiyor ve gülmüyor. Kirli ve zehirli fikirlerin karşısında büsbütün eziliyor. Kötü insanların elinde bulunan basın ve dergilerin karşısında artık iyiden iyiye susuyor. Sanki başlarına tokmaklar indirilmiş, bir kere dahi- olsun başını kaldırıp da İslam müdafasını yapamıyor... Acaba bir kurtarıcı yok mu? Diye feryatlarla yalvarıp yakarıyor. Ailesinin yerine, ahlakı, çöküşmüş, keçi gibi bir tarafı açık, reklamını yapan ve İslam kıyafetinden tamamıyla çıkmış, belde, şeytanın birinci tuzağı olan gaflete düşmüş kadınlar tutuyor. Bu masum ve suçsuz yavrularımız, acı ile tatlıyı, hak ile batılı, eğri ile doğruyu birbirinden ayıramayan, Kur'an-ı bir kere dahi olsun açıp okumayan ve Allah kelimesini ağzına almayan sapık insanların ellerinde kalıyor. Ahlaksızlık ve sapıklık derecesinden bu küçük yavrularımızı kim çıkarır? İman aydınlığına ve selamet yoluna kim ulaştırır?


Ey şuurlu ve imanlı kardeşlerimiz!... Dinsizlik ve sapıklık çamuruna düşmüş ve gömülmüş binlerce soydaşlarımıza karşı, inlemek bize yaraşır mı?. .Rahmet hazinesi olan O peygamber; ağlayan gönlü, sızlayan ruhu, harap ve bozuk kafaları, eli kirli, yüzü kara, düşünceleri bozuk, hakikati görmekte gözlerinin kapakları kırık olan insanlar için bir vesile kaynağı olarak getirildi.


Nitekim yüce Allah, bu konuda şöyle buyurmaktadırlar:


“Ey sevgili Habibim! Bütün beşere de ki: Eğer siz, samimi bir yürekle Allah'ı seviyorsanız, benim peşimden geliniz. Çünkü Allah da sizi sever ve günahlarınızı af eder…


Soru: Ey Kur'an bahçesinden fikir incilerini çıkarmak isteyen şuurlu ve imanlı kardeşim!.. Bu ayetin altında yatan ne gibi gül fikirleri vardır?..


Cevap:Ey müslüman kardeşlerim!.. Şunu unutmayınız ki, sevmeden hiçbir zaman sevilemezsin. Bu yüzden de Allah'a karşı olan sevginde samimi ol. Allah’ın aşk çeşmesinden içmedikçe, kendini kirli ve zehirli benliğin hastalıklarından kurtaramazsın. Gururunu kırarak Allah’ın huzurunda secdeye eğilmedikçe, sen gerçek müslümanlardan olamazsın. Zira gerçek müslümanlar Allah'ın büyüklüğünü ve güçlülüğünü tasdik ederek O'nun önünde secdeye varıyorlar. Sevdiği uğrunda her şeyi göze alan ve canını feda ederek onun önünde diz çöküp yalvaran aşıkları düşün. Ve aşkı uğrunda kendisini, kurban ederek ateşin içine doğru menavra yaparak düşen rengarenk güzel kelebekleri düşün. Sevgilisi Leyla uğrunda çöllerde inleyen perişan ve sıkıntılı günler geçiren bahtsız mecnun'u düşün. Çünkü o aşk uğrunda çölleri divane divane dolaşarak mecnun, olmuştur. İşte, bütün bunları düşün de bir ibret dersi al.


Fani varlıklara canını feda eden aşıklar gibi, sende bütün kainatın sahibi olan Hz. Allah uğruna canını feda etmekten niçin çekiniyorsun. Bu tutumun sana yaraşır mı?..


Ey nurlu kardeşim!... Yüce Allah'ın tufsir edilmeyecek kadar büyük olan adını söylemekten korkma. Çünkü canlı ve cansız her varlık onun hakimiyeti ve idaresi altındadır. Bütün gücünle haykırarak açık bir dille bütün dünyaya ilan ederek de ki: “Ben bir müminim”


Evet, sayın din yoldaşlarım!... İslam hedefine kirli düşünce oklarını atanların arasına hiçbir zaman katılma. Hakiki bir dost olduğunu herkese karşı isabet et.


Putları kırdığından ve ilahlarına karşı geldiğinden Nemrut tarafından ateşe atılan Hz. İbrahim karşıdan koşa koşa bir bal arısının gelmekte olduğunu görünce, niçin geliyorsun diye sual sorar. Bal arısı:


“Ey Allah’ın resulü!.. Seni kurtarmak amacıyla bu ateşi söndürmeye geldim”. Bunun üzerine Hz. İbrahim:


“Sen, o bir damlacık su ile mi bu koskoca dağ ateşini söndüreceksin?”


Bal arısı:


“Eğer ben bu ateşi söndüremezsem Allah'a ve size karşı dost olduğumu isbat ederim” diyen bal arısından ibret al...


Nerede ve hangi yerde olursan ol dinine sahip çık, dinini lekeleyecek herhangi bir harekette bulunma. Çünkü İslam dini sana teslim edilen namusundan daha üstün ilahi bir emanettir.


Ey şuurlu kardeşim'... Sağlam bir İslam kalesine girerek, kuvvetli imanını elinde bir kalkan gibi tut. Sağ ve solunda, ön ve arkanda küfür karabulutlar ile zehirli şimşekle yüzüne bir kamçı gibi çarpıyor. Seni yolundan ayırmaya çalışıyor. Küfür yobazlığını yapan köpek sürüleri ahlaksızlık salmalarını dimağına akıtmak istiyor.Uyanık ol!.. Fani dünyanın lezzetine aldanma. Zira dünya gerek malıyla ve gerekse eğlenceleriyle seni birkaç dakikalık eğlendiriyorsa da ondan sonra seni kapana kıstırıp tokmaklarını şiddetle yüzüne indiriyor.


Ey imanlı gençler!.. Bugünkü karşılaşmış bulunduğum gençlik, peygamberin ahlakına uygun bir gençlik değildir. Bu gençliğin içerisinde küfrün zehirli ahlaklarıyla yoğrulmuş, imanlı gençlere yakış mayan kirli metotlarıyla senin gibi1 imanlı gençleri yoldan çıkararak kötü fikir uçurumuna yuvarlayan bir organ haline getirilmiştir.


Sana verilen gençliğin, güzelliğin, kudret ve kuvvetin günün birinde toz olarak ortadan kaybolacaktır.


Yüzünde iman nuru yoksa tersine küfür lekeleri bulunuyorsa hiçbir kimsenin bakamayacağı bir hale geleceksin. İnanmak istemiyorsan ihtiyar babana sor. Şimdi babanı dinleyelim.


Evladım kaybettiğim gençliğimi her yerde aradım ama bir türlü bulamadım. Çünkü anladım ki giden bir gençlik bir daha geri gelmiyor. Başıma oklarını indiren ihtiyarlık artık bana yaptırmadığı hiç bir dert bırakmadı. Ben gençliğimde annem ile babamın emir ve nasihatlerine karşı isyan ediyordum. Onlar huşu içinde namazlarını kılıp, ellerini açarak Allah'a karşı olan muhabbet, sevgi ve saygılarını dua ederek gösterirlerken, ben bir yarasa kuşu gibi sokak sokak dolaşarak meyhanelerin karanlık köşelerinde, altından çok daha değerli paha biçilmez kıymetli dakikalarımı ve ömrümü bir su gibi geçiriyordum.


Evladım!.. Şimdi ise ihtiyarım. Allah'ın emirlerini yerine getirmekten aciz, kötürüm içinde yaşayan zavallı bir insanım. Bir kedi gibi boynu bükük ailelerime karşı bir dilenci gibi ellerimi açıp onlara yalvarıp yakarıyorum.


Evladım!... Şimdi aklım başıma geldi. Fakat ne yazık ki iş işten geçti. Buna rağmen beni affeder ümidiyle kalan zamanımı Rabbime, adadım. İçki, kumar ve haram sayılan her şeyi bıraktım. Helal sayılan her şeye koparılmayacak bir bağ gibi sarıldım. Fakat elimden ne gelir. Nihayet aciz ve perişan bir kimseyim. Ben bu fani dünyaya kapılarak aldandım. Bari sen aldanma. Delikanlılık çağında iken, gençliği, güzelliğimi, kuvvetimi, elime geçen tüm servetimi şeytanın yolunda harcadım. Onu kendime kumar edinip tuzağının esiri oldum. Dünyanın eğlence ve güzelliğine aldandım. Yolumu şaşırarak perişan bir hale düştüm. Haktan ayrılıp batıl yolu kendime bir kurtarıcı olarak seçtim. Fakat aldandım. Çünkü o kötü yol beni karanlık dünyanın zindanlarında esir ederek uçuruma yuvarlanmama sebeb oldu.


Nitekim Hz. Allah bu konuda şöyle buyuruyordu:


“Dünya hayatı, aldatıcı bir oyuncak ve gelip geçici bir oyalamadır.” [134]


Soru: Ey Kur'an deryasında şuur incilerini çıkarmak isteyen imanlı kardeşim!... Bu ayetin altında yatan ne gibi ibret dersleri vardır?..


Cevap: Allah'ın fermanın ortaya koyduğu ibret incilerine kulak ver. Sonra pişman olursan “şöyle dedim” deme.


Allah'ın emirlerini okudum, fakat inci gibi ibret derslerine kulak verip dinlemedim. İmanımın yolunu bırakıp kötü yola saptım. Dişlerim dökük, dilim tutuk, ateşi bir nur sanan gözlerim artık görmez oldu. Emri Kur'an’ın karşısında bir isleket gibi kaldım. Ve artık gaflet ve bataklık çamurlarına batarak kurtarılması güç bir kimse haline geldim. Ama bunların acısını şimdi ihtiyarladıktan sonra çekiyorum. Gençliğime, dünyanın lezzet ve eğlencelerine harcadığım gaflet içersindeki geçen zamanlarımı ve ömrümü düşündüm de kendi kendime lanet edip acıyorum. Bari sen kendini kurtar. Aleme rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed'in prensiplerine sıkıcı bir kuvvetle bağlan. İslâm yolunda hızla ilerle. Şunu bilmiş ol ki dinsiz hiç bir kimse yoktur. Fakat şuurlu olmak, hak dini bulmaktır. Çünkü yücelerin en yücesi olan Hz. Allah kuranı kerimde şöyle buyuruyor:


“Kim İslam dininden başka bir din aradığı takdirde, aradığı o din kendisine kabul olunmayacaktır. Çünkü İslam dininden daha güzel bir din yoktur. Aynı zamanda o kimse ahirette büyük bir zarara uğrayacaktır.


Evladım!.. Bugünkü gençlerin gidişatı, İslamiyete uymayan bir harekettir. İslamiyete karşı bulunan Avrupa köpek sürüleri kirli ve zararlı fikir salyalarıyla İslamiyete saldırmak cüretinde bulunmuşlardır. Ancak İslam dininin yıkılmaması mümin İslam ailelerinin davranışına bağlıdır. Fakat Avrupalı köpek sürüleri bununla da kalmayarak açık ve saçık resimlerle yayınlanmış bulunan basın organlarını aralarımıza sokarak İslam ailelerini insanlıktan çıkarıp, tıpkı bir hayvan haline getirmişlerdir. Bugünkü İslam ülkesinde yaşayan kız, kadın, çoluk ve çocuklarımız Avrupalıların ahlaksızlık reklamını yapmaktadırlar.


Evladım!... İnsan dünyaya niçin geldiğini ve yarın ne olacağını kesinlikle bilmeli ve kutsal vazifesini yapmaya çalışmalıdır. Çünkü insanlar, yük taşıyan deve, Kurnazlık yapan tilki, gurur içersinde yürüyen kaplan, hayasızca hareket yapan domuz ve sağa sola saldıran canavar kurtlar gibi hayvan olarak yaratılmış değil ki, bunlar yapmış olduğu vazifelerini yapsın.


İnsanlar söz, kıyafet ve ahlaklarıyla örnek olacak nitelikte olmalı. Ve yaratıldığı vazifelerinin ne olduğunu bilip öyle yapmalıdır. Sevgili Peygamber efendimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyorlar: “Benden sonra, İslamiyete karşı en zararlı olanlar kızlarımız kadınlarımız olacaktır.”


Evladım!... Bu hadisin altında yatan zehirli yılanlara bakarak derin derin düşüncelere dal. Bugün Avrupa hayranı olan kız ve kadınlarımız zehirli birer yılan ve akrep haline getirilmiştir.


Sevgili kızım!.. Sen Avrupa hayvanı olan bedbahtlardan olma. Zehirli propagandaya kapılarak müslüman olduğuna pişman olma, Müslüman olmanın şerefiyle iftihar et. Maymunlar gibi oynamak, keçi gibi açılmak, namusuna, dinine ve milletine yakışır mı?


Hz. Allah, seni yılan, akrep, keçi ve maymun olarak yaratmış değildir ki; bunların yapmış oldukları vazifelerini yapasın. İşte, kardeşim!.. Gençliğinin kıymetini değerlendirip de bilmeyen ancak ihtiyarladıktan sonra gerçeği anlayan ve yaşlı gözlerle pişmanlığını anlatan şahsı dinledin.


Sen madde aleminin İslam diyarında manevi bir kahramanı olmak için yaratıldın. Bir gün ya da yarın dost ve dost ve düşmanlarının karşısında bütün kainatın hakimi olan Hz. Allah'ın önünde hesap vermek zorunda kalacaksın.


Gençliğin, güzelliğin, içinde bulunduğun cilveli hayatın bir rüya gibi canlanacak ve günün birinde dünyâya geliş gayemizi söyleyecek ve büyük bir imtihan vereceksin.


Nitekim Hz. Allah bu konuda şöyle buyuruyor:


“Sizi boş yere yarattığımızı (ve kıyamet günü) huzurumuza gelmeyeceğinizi mi sanıyordunuz?”


Soru: Ey dünya güzelliğiyle aldanmayan şuurlu kişi!.. Ayetin dile getirdiği inci hakikatlerini açıklar mısınız?..


Cevap: İmanlı kardeşim!.. Ayeti celilenin bizim için dile getirdiği birçok hakikat incileri vardır. İnsan başıboş bir varlık değildir. Her zaman Allah'ın murakkabası altındadır. Bitki gibi gelip geçici, bir varlık değildir. Yaptığı her şeyden sorumludur. Günün birinde Allah’ın) huzuruna gelecek ve yaptıklarının hesabını vermek zorunda kalacaktır. Cehennem ateşine atılmayı hak ediyorsa cebren oraya atılacaktır. Cennet'teki mükafatlarını almayı hak ediyorsa oraya gönderilecektir...


Öyle ise Cennet'te saadet bahçesi olan temiz yerlerde bülbül ol!. Yarın Allah'ın huzurunda hesabını vermek zorunda kalacağın hayat defterinin sayfalarına iyi notlar doldurtacak iyilikler yap. Yaşamakta bulunduğun güller filmini iyi çevir. İslam dinine uy, Kur'an’ın gösterdiği değerli meyvelerini ye. Son olarak vereceğin imtihanının cevabını vermeye hazır ol!..


İnsaf elini kalbinin üzerine koy. Hakiki bir mümin olduğunu açık bir delille isbat et. Çünkü bu konuda yücelerin en yücesi olan Hz. Allah, hakiki bir müminin alametini şu ayetle dile getiriyor:


“Hakiki bir mümin, Allah anıldığı vakit yüreği titreyen, karşısında ayetleri okununca imanı artan, Rabbine dayanıp güvenen kimselerdir.”


Şuurlu kardeşim!.. Gerçek bir müminin kalbinin titremesi için imanlı olması” şarttır. Ruhun gıdası, bedenin lambası olan iman, nurlandırmadığı bir kalb kokmuş bir mezara, yarasının barındığı rutubetli, karanlık yuvasına benzer.


Böylesine bir kalbde Allah korkusu yok ki, titresin ve gerçek bir mümin olsun. Kalbinde iman lambası bulunmayan bir insanın topluma karşı fenalığından başka ne yararı dokunabilir. Çeşitli kara bulutlarla kaplanmış olan dünya semasından insanların kafasına yıldırım ve şimşekler indiği gibi, kalbi kararmış olan kimselerden de kirli zehirli fikirler ve yıldırım, şimşek gibi düşünceler gelir. Böyle insanlar elleriyle taşlar, kalemleriyle kötü sözler, dilleriyle çirkin kelimeler, kafalarıyla tehlikeli düşünceler, dinin zararına çalışmaktan başka ne işe yarar. Günden güne hapishaneler kuruluyor, binlerce yuvalar yıkılıyor ve masum insanların boş yere kanları dökülüyor. Birbirlerine karşı güvenleri yok. Allah'a ve dine karşı yapılan isyanlar çok. Bunların hepsi iman lambasının bulunmadığı kişilerin zehirli mahsulleri değil de başka ne olabilir?


Şuurlu kardeşim!.. Ahlaksızlığın ve bütün felaketlerin baş sebebi namaz kılmamaktır. Namaz kılmayan bir insan günde beş vakit Allah'ın davetini ret ediyor demektir. Dolayısıyla Allah (c.c.) ile ilgisini kesip, din ile manevi bağlantısının bağlarını koparıyor ve böylece şeytanın amansız zehirli tuzağına düşerek bütün kuvveti, malı ve canıyla onun hesabına çalışmış oluyor.


Soru: Namaz bahçesinde ilahi mükafat güllerini derlemek isteyen imanlı kardeşim!.. Hüviyet cüzdanında müslüman yazanın neden camiye gitmediğini, ilahi ve manevi ibadet sofrasından niçin faydalanmadığını bize açıklar mısınız?..


Cevap: Aziz okuyucu!.. Hüviyet cüzdanında müslüman yazılı olanların bazılarının camiye girmemesinin başlıca sebebleri şunlardır:


a) Zamanında din düşmanlığını yapan bedenen ve ruhen satılmış olan kimseler tarafından gericilik damgası vurulduklarından dolayı, onlarda böylece camiye gitmekten çekiniyorlar. Oysa küfür yobazlığını yapan ve müslümanlara gericilik damgasını vurmakta bulunanlar bilakis kendilerinin sapık ve girici oldukları Kur'an diliyle ifade edilmektedir. Giricilik damgasını yiyen müslümanlar, bütün kainatın sahibi, yücelerin en yücesi olan Hz. Allah tarafından şuurlu ve nurlu kimseler oldukları ve ahiret aleminde mükafata kavuşacakları kesinlikle ifa edilmektedir.


b) Camiye girmekten çekinenlerin Allah'a, peygambere ve Kur’an’a karşı iman ve manevi bağlarının zayıf olmasındandır. Bu kötü derdin tek ilacı, ancak imanla sağlanabilir. İnsanlar Allah'a iman edip, peygambere ve Kur'an-a bağlanıp sarıldığı an, huzur ve selamete kavuşacaktır. Küfür yobazlığını yapan ve müslümanlara giricilik damgasını vuran sapık insanlar, zehirli salyalarını akıtmaktan hiç bir zaman çekinmezler. Çünkü, Allah'dan korkmayan,hakikati görmeyecek kadar gözleri körleşmiş, ateşi bir nur sanan bu sapık insanlar, zehirli salyalarını akıtmaktan hiç çekinirler mi?.. Fakat maddi, manevi ve varlığın gerçek sahibi ve bütün miislümanların hakiki dostu olan Hz. Allah oldukça müslümanlar hiçbir zaman o sapık insanlardan korkmayacaklardır.


Aziz okuyucu!.. Bütün kötülüklere engel olacak olan iman, hayasızlıkla yapılacak bütün hareketlere karşı bir kalkan gibi siper olacaktır. Allah'dan haya etmek zihniyeti insanların kalbinde amirlik vazifesi yapmadıkça insanlık bugün gördüğümüz hayvani yaşamaktan asla kurtulamayacaktır. Aynı zamanda kalblerine Allah korkusu yerleşmedikçe bugünkü gördüğümüz manevi zehirli tehlikelerden hiçbir zaman selamete ve iman saadetine kavuşamayacaktır. Bunun yanında memleketimizin her köşesinde bulanan sapık insanların dilleriyle, kalemleriyle, basın organlarıyla, İslamiyete karşı zehirli fikir tenkidinde bulunmakta ve zehirli küfür rüzgarlarını estirmektedir.


Çünkü her gün milyonları çalan bedbaht gangasterleri, selahiyetini kötüye kullanan memurları, hunharca işlenilen akibeti feci cinayetleri, hayasızca yapılan fuhuşları, okuyup görmekteyiz. Özet olarak şunu söyleyebiliriz ki, bugün İslam memleketinde yaşayan şikayetçi, kadın kocasından, koca karısından, amir memurundan, memur amirinden memnun değildir...


Maddi hastalığın belirtisi olan bu gibi şeyler, maneviyata yer vermeyen, teknik aleminin sahte vücudu arasında inim inim inleyen beşeriyat, sayfaları açık olan bir defterin yazı yazılmayan yaprakları gibi, imanın yerini dolduramamıştır. Kalbler, yanlız bütün alemlerin biricik Rabbi olan Allah'a yönelmeli. Diller onun adını zikretmeli, gözler onun Hz. Muhammed’in vasıtasıyla gönderdiği İslam yoluna büyük bir istekle bakmalıdır. Kalbinde Allah korkusunun zerresi kadar bulunmayanlar, bizim imanımız yok mu? Biz de müslüman değil miyiz? Diyecekler. Öyleyse buyursunlar imtihana. Allah deyince kalpleri bile titremeyen, sözünde durmayan, emrine sadık olmayan, Allah'ın huzurunda cevap bile veremeyen bu insanlar, nasıl bu kelimeyi ağızlarına alabilirler. İsterseniz size emrine sadık, sözünde duran, hakikati bilen birisinin hadisesini anlatayım.


Bir hoca talebeleri arasında bulunan bir çocuğu, diğer talebelerinden daha çok severmiş. Tıpkı Yakup peygamberin on iki çocuğu arasından Yusuf'u sevdiği gibi. Hocalarının sevdiği bu çocuğu kıskanan çocuklar hocalarına giderek:


“Hocam, onunla bizler arasında ne fark var. Biz de onun gibi değil miyiz? Onu bizden üstün tutmanızın sebebini açıklar mısınız?”


Bunun üzerine hocaları:


“Yavrularım!.. Madem öyle, arkadaşınızı da sizi de imtihan edeyim de, neden onu bu kadar çok sevdiğimi o zaman anlarsınız.”


Ve böylece hocaları sevdiği çocukla arkadaşlarına bir miktar para vererek bunları hiçbir kimsenin göremeyeceği bir yere saklamalarını emreder. Bütün çocuklar hocalarının verdiği paraları hiçbir kimsenin görmediği zannıyla saklayıp sevinçle hocalarının yanına gelir. Hocalarının sevdiği çocuk ise paralar aynen elinde olduğu gibi geriye gelir. Hocanın neden bu paraları saklamadan geldin sorusuna, çocuk:


“Hocam aradım fakat hiçbir kimsenin göremeyeceği bir yer bulamadım. Çünkü karanlıkta gezen karıncayı gören, içimizden geçenleri bilen Allah'ın görmediği ve bilmediği hiçbir yer yoktur. Çünkü o,her şeyi bilen ve görendir. Affedin hocam, huzurunuzda af dilemekten başka çare bulamadım. Çünkü siz hiçbir kimsenin göremeyeceği bir yere saklayın, bütün kainatın gerçek sahibi olan Hz. Allah'ı kast etmiştiniz. Oysa onun görmeyeceği ve bilemeyeceği herhangi bir şey yok ki, dediğiniz gibi, bir yere saklayayım. Onun için size imanımın sesini dinleyerek bir suçlu gibi geldim...


Bunun üzerine hocaları sevdiği çocuğu arkadaşlarına işaret ederek:


“Görüyorsunuz ya evlatlarım!... Onu niçin bu kadar sevdiğimi.”


Çocuklar gördükleri manzara karşısında mahcup, boyunları bükük, yaptıklarından utandıkları halde hocalarından özür dilediler.


Evet, imanlı kardeşlerim'... Verdiğim misal gibi, senin de Allah'a karşı olan imanın böyle olsaydı senin her yaptığını Allah'ın gördüğünü bilip de O'ndan haya etseydin hiç günah işler miydin? Elbette ki hayır.[135]




Velilerin Vazifeleri



Ey veliler!.. Size emanet olarak verilen yuvalarınızın gülü kalplerinizin meyvesi, saltanatlarınızın bekçileri olan çocuklarınız ahlaksızlık çamuruna düşmekten koruyunuz. Çünkü gelecekte millet için çırpınarak çalışacak, yetişecek büyük mevki ve makamlara geçecek olanlar, elbette ki bugünün küçüğü, yarının büyüğü olacaktır Bu itibarla memleketimizi bir Cennet diyarı haline getirecek veya Cehennem durumuna sokacak ve başında zebaniler gibi bekleyecek olanlar, yine onlar olacaktır. Öyleyse bunlara karşı din, terbiye ve ahlak hususunda ihmalkar olarak hareket etmeniz sizi ve memleketinizi perişan edecektir.


Ey cehalet gafletinden uyanan şuurlu veliler!.. İnci gibi gerçekleri taşıyan Allah'ın şu ayetine kulak veriniz.


“Ey iman edenler!.. Mallarınıza karşı hırsınız, çocuklarınıza karşı olan şefkatiniz, sizi Allah'ı anmaktan ve faydalı şeyleri yapmaktan alıkoymasın. Bunu yapanlar, hüsrana uğrayan kimselerdir Dünyaya sarılan ve dünya lizzetlerini tercih ederek Allah'ın emirlerine sırt çevirerek hüsrana uğramış Allah'dan uzaklaşarak ebedi saadete mahrum kalmış kimseler sizi şaşırtmasın.”


Evet, evladının dini terbiyelerini vermemekle ona yapmış olduğu zulmün vebalinden nasıl kurtulur? Yücelerin yücesi olan Hz. Allah'ın huzurunda nasıl hesap verebilir. Çünkü böyle yetiştirilen bir evlat, yarın dinine, namusuna karşı bir canavar kesilecek ve bunun mesulu de siz olacaksınız.


Ey veliler. İçinde bulunduğunuz cehalet gafletinden uyanın ve Allah'ın (c.c.) gelecek şu ayetine dikkat ediniz:


“Ey iman edenler, mallarınız, evlatlarınız her an sizlere bir imtihan örneğidir.”


Ayeti Celileden öyle gerçekler anlaşılıyor ki, imtihan için sizlere verilmiş olan evlatlarınıza karşı din ve terbiyesini öğretmeye hazır olun. Senelerce üzerinde titrediğiniz evlatlarımızı imansız, elleri ise Kur'an’sız, kulakları ezansın olarak büyütüp yetiştirmeyiniz. Ve saldırgan canavarlar gibi masum kimselere musallat etmeyiniz. suratmızı asmayınız. (Ben ne yapayım?) demeyiniz.


Ey veliler işte size bir misal:


Hocanın biri mahallede karşılaştığı delikanlıya şöyle sordu:


“Yavrum seni çok heyecanlı görüyorum, nereye gidiyorsun?”


“Maça gidiyorum, efendim.”


( Aksi ya, bu sırada ezan okunur.) Hoca yeniden sorar:


“Yavrum bu ses nedir bilir misin?”


“Ezan sesidir, efendim.”


Ezan okuyanlar o kadar aksi kimselerdir ki, tam maça giderken avaz avaz bağırıyorlar. Sabahleyin yine bağırıp çağırarak bizi tatlı uykumuzdan uyandırıyorlar. Babam da bu duruma oldukça sinirleniyor.


“Yavrum, siz namaz kılmıyor musunuz? Bu ezan, Müslümanları Allah'ın evine davet etmektedir. Siz Müslüman değil misiniz? Bu davete karşı nasıl isyan ediyorsunuz?”


“Öyle ama ben her zaman camiye gitmiyorum. Çünkü orada namaz kılmak için dakikalarca yatıp kalkıyorlar. Tam akşam sinama tiyatro zamanında camiye gidiyorlar.”


Sayın anne ve babalar:


Bu tipte olan bir çocuğun olmadığından emin misiniz?


Bu soruya elbette ki hayır demek gerekir. Çünkü kirli havanın içersinde dinsizlik yağmurlarını yağdıran kötü düşüncelerin arasında yetiştirilen çocuklarınız kafadan hasta, Kur'an’a karşı sağır gerçeklere karşı dilsiz ve imansız bir vücudu taşıyarak sarhoş olmaktan başka ne olabilir?


Sayın Veli:


Bütün maddi ve manevi kuvvetinle çocuğunu yetiştir. Ve böyle kirli bir havanın içerisinde kafadan sakat ve hasta olmaktan korumaya çalışınız.


Gelecek ayeti celilenin taşıdığı fikir ağaçlarının inci dallara konarak dikkatle dinleyiniz:


Ey iman edenler, hanımlarınız, kızınız, oğlunuz ve idarenizin altında bulunan kimseleri kendinizle birlikte yakacağı taş ve insan olan cehennemden koruyunuz.


Ey Veliler:


Akşamleyin tertemiz çocuklarınızı yanınıza alarak sinema, tiyatro ve barlara koşmaktasınız. Bu masum yavrularınızla birlikte Allah'ın evi olan camilere niçin götürmüyorsunuz? Yoksa şeytanların, yavusa ve savaş meydanı olan sinema ve tiyatro Allah'ın evinden sizce daha mı iyidir? Halbuki, kişinin attığı adımlardan yarın kıyamette hesabını vermek için sorguya çekilecektir. Siz evinizden çıkıp şeytanın yuvası olan sinema ve tiyatroya giderken bir adım değil, belki binlerce adımlar atmaktasınız. Bunların hesaplarını verip cezasını çekecek olan yine sizler olacaksınız. Bunun yerine ibadet yeri olan Allah'ın evine ve daha nice faydalı olan yerlere adımlarınızı atacak olursanız, ceza değil, ancak atacağınız her adımın karşılığı olarak, mükafat atıp ebedi saadete nail olacaksınız.


“Hepiniz idareniz altında bulunan herkese karşı birek çobansınız. Yaptıklarınızın da hesabını vermek zorunda kalacaksınız.”


Ey Müslüman çobansın, çoban.


Ehlini etme kurban


Bak ne diyor Hz. Kur'an,


Sende var ise iman ile izan.


Biraz olsun Allah’dan utan utan.


Evet, Sayın Müslüman Kardeşlerim. İşte, bugün görmüş olduğunuz masum yavruların hali budur. Mahalleden gençlerden birisi laubali bir hareketle bizim caminin imamına şöyle dedi:


“Merhaba Hocam,” diyerek selam verdi. Hoca da çocuğun yaptığı bu saygısızca hareketine karşılık ona bir ders vermek istedi


“Oğlum, bana bir türkü söyler misin?”


“Hemen, hayhay efendim ve içten gelen bir arzu ile “ Kızım seni Aliye vereyim mi” türküsünü söyledi. Yine sordum:


“Müslüman mısın?”


“Elbette efendim.”


“Mademki öyle bana bir “Kulhuvallahu ahed” süresini oku.” Çocuk utanarak başını eğdi.


“Niçin sustun?” Fakat çocuk yine aynı sükut halini almıştı.


“Yoksa abdestsiz okumaktan mı çekiniyorsun?”


“Şey, hayır efendim. Ben Evet, şey ben...”


Evet yavrum. Neden yüzün kızardı. Bir şey mi oldu sana?” Neden sonra on yedi ile on sekiz yaşları arasında görünen genç delikanlı hemen kendisini toparladı. Ve:


“Hayır, efendim, bilmiyorum,” dedi. Ama kabahat bende değil, annem ile babamdadır. Onlar bana İslam dinini ve terbiyesi öğretmediler. Böylece ben ona Hz. Muhammed’in doğum yerini ve tarihini daha sonra anne ve babasının adlarını sordum. Fakat alacağım cevap yine hayır olmuştu. Şaşırmıştım. Fakat hayretimi gizleyerek ona:


“Galiba fazla soru sordum. Sen bunları biliyorsun da mahsustan, söylemiyorsun.” dedim.


Delikanlı bana:


“Gerçekten bilmiyorum,” dedi. Bana Kur'an, peygamber ve din nedir? Hakkında hiç bir şey öğretmediler. İçimde her an bir suçluluk duygusu taşıyorum. Sanki içimde doldurulması mümkün olan bir boşluk hissediyorum. Her daima kulağıma ezan sesleri geliyor. O ses gide gide bütün benliğimi sarıyor ve ruhum ile bedenimi sıkıyor. Zira bana hocaları yalancılıkla suçlayarak dinimi yanlış tanıttılar. Güya hocalar, kalkınmanın ve din terakkinin manisidir. Sözlerle beni doğru yoldan ayırıp kötü yola şevkettiler. Ah, akılsız başım. Nasılda anlayamamışım. Beni gitgide cehalete sürüklediler. Ve ben, bugün bataklık çamuruna batmış ve gömülmüş bir cehennem Zebanisi oldum. Yazıklar olsun bana. Annem ile babam böyle yapmakla kendirine olan ailevi sevgimi sarstılar. Şimdi kumara, içkiye ve yalana dadandım. Mahvoldum hocam. Mahvoldum! Bu on sekiz senelik zamanım boşu boşuna geçti. Babamın dikkati, annemin şefkati bir kuş kadarda mı yoktu? Halime hiç mi acımadılar. Kendilerini mahvettikleri gibi, şimdi de beni mahvetmek istiyorlar. Ama bu böyle devam edemez. Ben masumum, masumum... Haksız mıyım hocam? Ama hakkımı alacağım.”


Zavallı bedbaht genç can evinden vurulmuş, vicdansız bir babanın elinde kaldığı için hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Belki de acısını bir pınar gibi akan gözyaşlarıyla dindirmek istiyordu. Bu gibi bazı gençlerin candan ağlayıp pişman olmaları bana çok dokunurdu. Ve kendimi tutamayarak haykırdım:


“İmanlı milletin asil evladı. Her Müslüman gibi senin de imanın, Kur'an’ın ve insanların en yücesi olan Hz. Muhammed gibi bir peygamberin var. Meyus olma. Biliyorum. Seni tuzağa düşürüp aldattılar. Fakat şeytanın tuzağından kendini kurtarmalısın.[136]




Küfür Yobazlığı



İmanlı, aziz kardeşlerim. İslam aleminde diyar diyar gezerken bu günkü Avrupa ahlaksızlık çamurlarına gömülmüş kafirlerin tuzağına düşmüş, zelil hakir olmuş, milyonlarca müslümünları görmektesiniz. Daha önce bütün dünyaya kahramanlık bayrağını açan ve İslam şerefine kavuşmuş iman sancaklarını dalgalandıran, her taraftan kafirlere saldırarak kalplerine korku yağmurlarını yağdıran o necib aziz ve asil atalarımız nerede kaldı? Onların bizlere emanet ettikleri İslam izinden ayrılarak küfür yoluna neden saptık? Bunun sebebi nedir?


Sebebi:


İslam nurunu görmeyen yarasa kuşu gibi küfür karanlıklarını tercih eden Avrupa'dan gelen bütün ahlaksızlıklara karşı kuçak açan ve hoş geldiniz diye karşılayan, küfür yobazlığını yapan kimselerdir. Senelerden beri dünya aleminde İslamiyete karşı bulunan fikir birliğine varan kafirler İslamiyeti ortadan kaldırmak için çalışmaktadırlar.


Aynı zamanda şöyle düşünmekteydiler:


“Biz, bugün etrafında toplanan ve büyük bir şerefe kuvuşan İslamiyetin nurunu söndürürsek ve bunun etrafında toplanmış olan milyonlarca insanları küfür karanlığına düşürdüğümüz takdirde kanatları kırılmış kuşlar gibi, gözleri görmeyen, amalar gibi ellerimize geçirmeye ve bunları kendilerimize köle yapmak bizler için gayet kolay


Bir iştir.


Aziz okuyucu:


Bugün Avrupa alemi arzularına kavuşmuş küfür salyalarını sözde Müslüman bir kaç kişinin ağzına akıtmış, iman nurundan ayırarak kendilerine hizmetçi yapmaya muvaffak olmuşlardır.


İşte size bir örnek:


Almanya'da çalışan ve kafirlerin kucağına bir bebek gibi düşmüş kız ve kadınlardan % 80 kadarı kafirlerin altında ezilmekte ve kölelere yapılan muameleyi çekmekte olduklarını görmektesiniz.


Evet, Sayın Müslüman kardeşlerim. Gözlerimiz önüne serilen bu acı gözler yaşartıcı manzara karşısında dillerimiz kenetlenmiş gibi başımızı eğim sukut etmekteyiz. Daha önce medeni toprakları üçte ikisine sahip olan bizler, bu gün böyle kanatları kırılmış, yol kenarına atılmış, zillet ve perişanlık içinde kıvranan kuşlar haline geldik.


Sayın Müslüman Din Kardeşlerim:


Umudunu kesme. Zira Allah'ın rahmeti bol ve geniştir. Elbette bir gün bize yardım edib yüzümüzü gülderecek ve bizleri tekrar İslam şerefine kavuşturacaktır. Umutsuz olma. İstek ve arzu kanatlarını aç. Yanık bir yürekle yücelerin en yücesi olan Ulu Allah'a yalvar. Elbette onun rahmeti sana herkesten çok daha yakındır. Gelecek ayetin taşıdığı inci hakikatlerine dikkat buyur.


“Kafirler küfür salyalarıyla Allah'ın seçmiş bulunduğu İslam nurunu söndürmeye yelteniyorlar. Kafirler hoş görmezse bile Hz. Allah, İslam nurunu tamamlayacaktır.”


Aziz Okuyucular:


Cehalet devrinde peygamberimizin devrine varıncaya kadar bir sürü firavunlar, Ebu Cehiller, bugün de vardır. Onlar İslamiyete karşı küfür silahlarını kullandıkları gibi, bunlar da kullanmakta ve bütün kuvvetleriyle İslam hedefine kirli fikir kurşunlarını saplamaktadırlar. Diğerlerine kalmadığı gibi, bunlara da kalmayacaktır.


Çünkü küçücük pirenin karıncanın mide fibrasının ağıtlarını birbirlerine taban, göz kulak gibi duyu organlarıyla teçhiz eden ve inceden inceye bu küçücük aletlerin niçin yaratıldığını bilen Hz. Allah (c.c.) küfür yobazlığını yapan kimselerin neler yaptıklarım bilmeyecek ve bunları cezasız mı bırakacaktır. Elbette ki hayır.[137]




Yobazlara İlahi İhtar



Hz. Allah buyuruyor ki:


“Allah'ın camilerinde onun adına yapılan ibadetlere engel olmaya çalışan ve tahrip etmeye koyulan kimselerden daha zalim başka kim olabilir?”[138]


Sayın okuyucu:


Bütün ruhunla dinle, aklınla üzerinde dur ve bu ayetin kutsal manalarının altında yatan gerçek hazinelerine dal ve fikir incilerini çıkarmağa çalış. Allah'a karşı gelmek, evlerini tahrip edip şeytanları memnun etmeye çalışan kimselerin arasına katılma.


Çünkü Allah'a karşı gelecek, onu yenecek ve seni de her türlü tehlikeden kurtaracak olan kuvvet, silah ve askerlerin yoktur. Zira Allah’ın yaratmış olduğu, görünen ve görünmeyen, maddi ve manevi, canlı-cansız yerde ve gökte mevcut olan yirmi dört bin varlık Allah’ın (c.c.) in askeri olup ve her an için seni bu askerlerinden biriyle mağlup etmeye kadir olan Hz. Allah'a karşı gelmeye nasıl cesaret edebiliyorsun?


Camilere girip Allah'a kulluk edenlere katılmıyorsun. Neden gitmiyorsun? Diye sorulduğunda:


“Efendim, benim kalbim temizdir, diyorsun ve zayıf bir cevap vermekle mesul olmaktan kurtulduğunuzu mu sanıyorsunuz?”


Meyve vermeyen bir söğüt ağacını, bu bir hurma ağacıdır diye iddia etmek serserilikten başka ne olabilir? Senin kalbince bir iman ağacı varsa ve vardır diye iddia ediyorsun. Dalları nerede ve meyveleri nelerdir?


Evet, kalbindeki meyve ağacını kötü düşünce ateşiyle tutuşturarak, tahrip edenlerin hali budur. Hiç bir şey yapmaz ve sonradan kalbim temizdir. Namaza lüzum yoktur. Kör gözleriyle gerçekleri görmez hakikat şimşeklerini işitmez, gerçek sözleri söylemez, kör, sağır, dilsiz, düşüncesiz yarasa kuşu gibi yobazlık küfür kayalarının yerine girmiş, benden daha iyisi yoktur diye saçma sözler söyler..


Sayın Okurum:


Böyle insanların hakkında yücelerin en yücesi olan Hz. Allah şöyle buyuruyor:


“Böyle düşünenler sağır, dilsiz, kör ve hakka dönmezler.”


Ey şuurlu ve imanlı kardeşim. Ellerinden pislik ağızlarından leş kokan, kalplerinde iblislerin cirit attığı, Allah düşmanlarını tanı, tanı da onlar gibi yobaz olup başımıza canavar kesilme. Evladını, efradını, bu sapıkların şirketine ortak etme. Bu gibi insanlar ağızlarından kuduz köpekler gibi salyalar akan kudurmuş ve milletine faydası olmadığı gibi, kendisini de yararı olmayan zavallı mahluklardır.


Ey İmanlı Kardeşlerim:


Bunların aksine olarak sen, ellerinden temizlik, ağızlarından iman kokuları fışkıran ve kalplerinde iman nuru sönmeyen Allah kulu yüce kişilerden ol.


Ağızdan etrafa güneş gibi saçana faydalı bilgiler ve inciler gibi sözler yayılsın. Sen de bunlar gibi bedbaht olup dinine ve vatanına isyankar olma. Onlar bir kere bataklığa saplanmış, yollarını şaşırmış, gerçeği görmeyen gözleriyle yobazlaşmışlar. Bari sen onlardan olma. Gözleri kör değil, fakat gerçeği görmediklerinden kendilerine kör gözlü denilmiştir.


Sana da böyle desinler ister misin? Sen de Allah'a isyan edip onun| kutsal evlerini tahrip etme ki, kafir olmayasın.


Sayın Okuyucu:


Bir Müslüman Türk çocuğunun bir Yuhudiye verdiği dersi düşünde ibret al. Yahudinin birisi şehire gelir ve bir çocuğa havranın nerede olduğunu sorar:


“Yavrum havarinin yerini bana gösterir misin? Ben buraya geldiğim için bilmiyorum. Şayet biliyorsan bir gösteriver.”


“Peki efendim.” Böylece çocuk Yahudiye gösterir. Bu sırada Yahudi çocuğa:


“Oğlum, ben, seni çok cana yakın buldum. Senden çok hoşlandım. Şu parayı al ve yarın gel de sana cennetin yollarını göstereyim, öğren, der.”


Bunun üzerine çocuk, Yahudinin bir haham olduğunu anlar ve bir ders vermek için şöyle der:


“Peki, Haham Efendi, Havranın yolunu bulamayan bir kimse, cennetin yerini nasıl gösterebilir.”


Ey imanlı Kardeşlerim:


Dinle de kulak ver. Gökyüzüne doğru yükselen minarelerde, Allah’ın ilahi emirleri söylenirken, müezzin:


“Ey cami yolunu bulamayanlar, cami varken meyhaneye gitmeyin. İşte Allah'ın kutsal evi burada, diye söylerken camiye gelemeyenler düşünmezler mi? Durumunu bilmediği, hiç görmediği o dehşetli kıyamet gününde cennetin yollarını nasıl bulacaklardır.[139]




İslam Ahlakını Kemiren Kör Fareler



Sayın Okuyucu:


Allah'ın varlığını ispatlayan 24 bin varlığın her birerleri birer sahifa gibi üzerinde yazılmış olan yazılarıyla ve lisan-ı halleriyle onun var olduğunu bütün beşere duyurmakta ve ilan etmektedir. Bunları gören insanların iki tane gözleri olduğunu, her şeyin mahiyet ve hüviyetini gören bir beşeriyet gözleri vardır. Yüzlerin sahasında bulunan gözler, insanlarda olduğu gibi hayvanlarda da bulunur. Bunun değeri hiç yoktur. İnsanların değerini ortaya koyan kalp ( basiret ) gözlerindir. Basiret gözleri kör olan bir insanın diğer gözleri kör olsa bile yine ama sayılır. Bu hususta Hz. Allah şöyle buyurmaktadır:


“ Kim dünya aleminde kör olursa, o kimse, ahirette kördür ve yine oraya kör olarak gelir.”


Sayın Okuyucu:


“Benim gözlerim sağlamdır. Çünkü doktorun raporu vardır ve bu ayetin dile getirdiği körlerden değilim.” deme. Çünkü doktorun verdiği rapor, yüz sahasındaki gözler için der. Oysa Allah' in verdiği rapor, kalbinde ki îman sahasında bulunan ve her şeyi gören gözler içindir. Eğer basiret gözlerin kör ise, öbür gözlerinde kördür. Fakat bunun tersine olarak dünya aleminde yüzündeki gözlerin kor olsa bile kalbindekiler daima sağdır.


Sayın Kardeşim:


Hakikati gördüğün halde, Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi inatçı olup küfür maskesini başına çekme. Her varlığın üzerinde ki manevi yazıları oku. Allah'ın varlığını kabullen. Peygambere bağlı ol. İslama bağlı ol. İslama hizmetçi olup Kur'an’ın yolundan ayrılma. Sonra ilahi tokadın altında inlersin. Hiç bir şeyden korkma. Çünkü sana karşı herhangi bir varlığın faaliyetine geçme yetkisi Allah'ın kuvvet ve kudreti elindedir. Gelecek hadisi dinle ve bu hadisin altından çıkan fikir incilerini toplayıp kulağına küpe yap.


“ Ya Ali, fani varlıklardan korkma. Ancak işleyeceğin günahlarının karşılından kork. “


“ Ya Ali, hiç bir kimseye yalvarma, ancak Allah'a yalvar. Çalış ve muhtaç olduğun her şeyi Allah'dan iste.”


Dünya menfaati için Allah'ı tanımayanların karşısına geçip yüzsuyu dökme. Seni, malini perişan eden günahlarındır. Kendi elinle dünyada iken cehennem dilekçesini yazma. Allaha karşı gelmekle mezarını kazma. Dünya nimetlerine alt anarak azma. Çünkü nimetler, seni azdırmak için değil, Allaha karşı kulluk yapmanız yaratılmışlardır.


Kardeşim. Gelecek ayetin altında yatan hikmet incilerine bak.


“Ey müminler, öz nefsine zulüm etmiş zalimlere ve kafirlere meyil edip onları dost edinme. Küfürlerinden dolayı gelecek Allah m azabı sana da çarpar. Ve seni kurtaracak Allahtan başka hiç bir yardımcı olmayacaktır.”


Sende bulunan mal, servet, makam, para ve rütbe gibi hiç bir şeye güvenme. Bunlar, sana emanet olarak verilmiş ve yarın yine senden alınacaktır ve sen anandan doğduğun gibi yine ona gideceksin.


Aziz Kardeşim:


Besiret ( kalbi ) gözleri kör olanlar, yalnız dünya hayatına inanır, ahret elimine inanmakla beraber İslamiyete dil uzatır. Türlü türlü iftiralar atarak isyan bayrağını açar ve küfür maskesini başına çekerek, hayat yoktur diye iddiada bulunur. Meslekleri olmadığı halde hoca kılığına bürünüp İslam’ın çekiklerini cüce mantığıyla yorumlayıp kör fareler gibi İslam ahlakını kemirir ve Müslüman dinsizlik şüphelerine iterek hak yolundan saptırır.


Sayın Okuyucu: |


Dikkatli ol. Vücudunu idare eden kafanı bozma. Vücudunu idare eden kafan bir arabayı idare eden şoföre benzer. Aklını kullanmayarak arabasını uçuruma deviren bir şoförün arabasını oradan çıkarması ne kadar zorsa, vücudu idare eden kafa bozulup, küfür uçurumlarına yuvarlandıktan sonra onu iman yoluna kavuşturmakla o kadar zordur.


Aziz Kardeşim:


Dünya eğlencelerine aldırma. Gelecek ayetin inci gibi sözlerine bir kulak ver. Ve bundan bir ibret dersi al.


“Bu dünya hayatı bir eğlence ve olunacaktır. ( Bir imtihan mektebidir ) Ahiret alemi ebedi ve asil hayatın bir karargahıdır,”


Bu konuda sevgili peygamber efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:


“Dünya, cazibeli ve hayatı tatlı olan bir yeşilliktir. Şüphesiz Hz. Allah sizleri kuşlar gibi salıverir. Dünyada nasıl işler yapacaktır?


Şükranı nimet mi, yoksa küfrani nimete (nimete) doğru hareket edeceksiniz. Dünyanın cazibeli ve hayatının tatlı olmasından kork. Zira İsrail milletinin yok olmasının başlıca sebebi kadınların fitnesi olmuştur. Dikkat ediniz. İnsanoğlu çeşitli olarak yaratılıyor. Bu yaratılan insanları başlıca dört grupta toplayabiliriz


a) Mümin doğar, mümin yaşar, mümin olarak ölür.


b) Kafir doğar, kafir yaşar, kafir olarak ölür.


c) Mümin doğar, mümin yaşar, kafir olarak ölür.


d) Kafir doğar, kafir yaşar, mümin olarak ölür.


Uyanık olun. Her zalimin kıyamet günü eline bir bayrak verilir... Bayrağın üzerinde:


“Bu adam bu kadar kişiyi küfre saptırarak zulüm etmiştir.” Cümlesi bulunur.


Caminin imamı vaaz veriyordu. Fakat cemaate bir ibret dersi olması için şöyle bir soru sordu:


Sayın Kardeşlerim:


“Ben üç gün sonra emekliye ayrılıp buradan gideceğim. Eğer beni seviyorsanız, dediğimi yapmanızı istiyorum. Bana derhal bir iki gün içinde bir apartman yapınız. O binada yatmadan da gitmeyeceğim.”


Cemaat şöyle bir dalgalandı. Neye uğradıklarını bilemediler. Şaşırıp kaldılar. Acaba bu hoca tımarhaneden mi, yoksa meyhaneden mi geldi? Diyecek hale geldiler. Fakat içlerinden biri bu şaşkınlığı yarıda bıraktı:


“Sayın hocam, dedi. İki gün kalacak iseniz apartman istemek hakkınız değildir. Seni bütün kalbimizle seviyoruz. Evlerimizin kapıları sana açıktır. İstediğiniz ev sizindir. Lakin biz, sizin iki gün için apartman isteyişinize çok şaştık.” Cemaat haklı idi. İki gün kalacak diye apartman istemesi, vaaz karşılığı olarak bu teklifi yapması bir delilikti.


Bunun üzerine hoca cemaate dönerek şöyle dedi:


“İki gün kalacağım diye bana bir apartman yaptırmayı lüzumsuz olarak görüyorsunuz da, fani olan dünya hayatınızı, ahiret günü içinde ebedi olarak kalacağınız cennet köşklerine niçin tercih ediyorsunuz?”


Ey gençlik ve ömrünü Allah için harcayan imanlı millet. Bu yurtta seninle gurur duyuyoruz. Yüce Allah’ın selamını almanın saadeti içer sinde olmak kadar zevkli acep ne olabilir?


İşte Allah aşığı tembel bir adamla evli olan salinane bir kadın. Her gün kocası uyuduktan sonra yatağından kalkarak yaşlı gözlerle secdeye kapanarak yalvaran kalp. Bu durum her gün devam ediyor. Bundan kocasının haberi yok. “Karım beni aldatıyor, yazıklar olsun.” Diye kalbine şüphe gelen sarhoş koca bir gün uyur gibi yapıyor ve karısının arkasından takip etmeye koyuluyor. Gece yarısı uykusunu bırakıp kıbleye doğru yönelmiş, elleri, dili Allah'a yalvarıp yakarıyor. Kocası peşinde, şüphe içinde gizli olarak dinliyor. Karısı feryadını artırıyor. Kocasından habersiz olan bu salihane kadın:


“Ey Allah 'un huzurunda günahkar gözlerimden akan gözyaşlarını senin yanında makbul ise, benim ve şimdi uyuyup benden şüphe eden ayyaş kocamın günahlarını af eyle. Onu hidayete erdir. Allah'ım o da benim gibi başını secdeye koysun. O zehirin ikrahını ver. Hanim ve rahman olan Yüce Rabbim, duamı kabul eyle.” Diye gözlerinden pınar gibi yaşlar akarak ağlar. Bunu duyan kocası da ağlar.


“Ey Allah'ım beni affet. Bu karım benim için ağlarken, ben nasıl ağlamayayım. Nasıl yal varmayayım. Beni İslâmiyet yolundan, iman nurundan mahrum eyleme. Allah'ım şu günahkâr yüzümle yalvarıyorum”.


Kardeşim, gördün mü hakiki bir aşık kadının gözyaşları sapık bir erkeği nasıl yola getirdi. Yeryüzünde Hz. Fatma gibi ahlaklı kadınlar ve kızlarımız pek çoktur. Sende insanlığını bir kadın kadar da mı göstermeyeceksin? Hak aşıklarına ne mutlu!...[140]




Zararlı Varlıklar



Şuurlu ve İmanlı Kardeşim: Dünyada üç şeyden titizlikle sakın,


a) Paralar: İkiyi ayrılır.


1- Haram Para: Harama uzanan insanın el ve ayaklarına benzer Harama uzanan el ve yürüyen ayaklar, sahibinin namına ne kadar zararlıysa, haramdan kazanılan ve halal olmayan yerlerde harcanan paralar da bu kadar zararlıdır. Elleri kesik, ayakları kopuk olan nasıl ellerini harama uzatmaktan ayaklarıyla meyhane gibi haram yerlere gitmekten acizse, parası olmayan bu kişi de haram şeyleri işlemekten acizdir.


2- Faydalı Paralar: Helaldan kazılan ve muşru olan yerlere harcanılan para, faydalı yerlere koşar ayaklar gibidir. Böyle paralar sahibinin namına sevabı kazandıran ve onu cennet “gibi mükafatlara kavuşturan değerli sebeplerdir.


b) Şehevi arzular: Bu da iki gruba ayrılır.


1- Zararlı şehevi arzular: Şeriat gemiyle gemlenmiyen sahibini peşinden koşuşturan ve tehlikeli şeylere kavuşturan kendisine hizmetçi yapan, şeytanla birleşip onun namına çalışan sahibinin ismini onun kayıt defterine geçirerek asker yaptıran ve uçurumlara sürükleyip Allah'a karşı getiren, iman ve hidayet yolundan saptıran, göl demetleri gibi şeytan sancaklarını eline veren ve türlü türlü günah rüzgarlarıyla isyan bayraklarını dalgalandıran ve sahibini hakimiyeti altına geçiren haram olan şehvi arzulardır.


2- Faydalı arzular: Ruhumuzu taşıyan vücudumuz bir araca benzer. Araçlar ne kadar bakılmaya muhtaç ise, vücudumuzun da bütün arzuları, dinin gösterildiği şekilde yerine getirilmeye ve beslenmeye muhtaçtır. Yedirilmeyen, içirilip bakılmayan tedavi edilmeyen ve tehlikeli şeylerden korunmayan ve haram olan yerlerde çalıştırılan, bir vücut her an için yıpranmaya tehlikelere yuvarlanmaya eğimlidir. Bir ehliyetsizin idaresi altında bulunan ve uçurumlara yuvarlanarak parçalanmış olan bir arabaya benzer.


Şuurlu, imanlı ve bilen kişi, ehliyetini bir şoför gibi kendi vücut aracını Hz. Allah'ın haram kıldığı uçurumlara yuvarlanmasından korur. Ve böylece vücut aracı ile Allah'a karşı kulluk görevini yapar. Hakikat hedefine ulaşır. İman ve saadet makamı olan cennete varır.


c) Kadınlar: Allah ve dine karşı fitne olan kadınlardır. İslamiyete göre hareket etmeyerek açılıp saçılan ve çıplaklığıyla şeytanın namına çalışan kötü ahlak hareketleriyle İslam hedefine terbiyesizlik kurşunlarını yağdıran, erkekleri zina ağına düşürmeye çalışan tehlikeli muhluklardır. Bütün bunlara karşı uyanık olup haram sayılan her şeyden yüz çeviren, gönülleri yalnız Allah aşkı ile çarpan hakiki aşıklar onlara ne mutlu. Dünyanın zehirli havasını içine çekmeyen şeytan gibi şehevi arzularını yenerek ebedi hapse mahkûm edenlere ne mutlu; Sizler çok bahtiyarsınız, Allah sizlere gelecek ayeti celilesinde şöyle buyuruyor:


“Ey sevgili habibim. Kur'an’ımıza iman edenlerden kim yanınıza gelirse, onlara şöyle diyin: Sizlere selam olsun Rabbiniz sizlere merhametiyle muamele etmesini vacip kılmıştır.”[141]




İyi Ahlaklar Katili



Yakıp kavuran, insanlığı inleten, İslam ahlakını çürüten, iman meyvasını kemiren, canıyla, malıyla kalemiyle Avrupa kötülüklerinin bariz reklamını yazıp yaymaya çalışan, ve Avrupa'nın kötü ve zehirli ahlaklarıyla çocukların masum yavruların damaklarını zehirleyerek keçi yavrusu gibi mahrem yerlerini açan, sokaklarda utanmadan gezen kadın ve kızlar vicdanları sızlamayan anne ve babalar, iyi ahlakın katilleridirler.


Müslüman kardeşlerim. Bunları inceden inceye biliyorsunuz. Sizin bitişikteki bir komşu, son yılların modasını benimseyerek kendilerine bir numune olarak kabul eden bir münevver taslağı. Oysa sizde, gördüğüm halde onların kucağında hiç bir çocuk görmüyorum. Nesillerimi tükendi? Yoksa Allah mı vermedi? İşte sana sunduğum bu sorularımın cevabını ver.


Bunu yapan kimseler iyi insan güzel kalmak isteyen ve bunun karşısında maddi sıkıntısı yüzünden çocuk yapmadıklarını veya canlan -diktan sonra düşürdüklerini ileri sürmüştür.


Çocuk yaparak çok zor yetiştirmek sıkıntılı olduğunu söylemişsin.


Peki, gizlisini niçin söylemiyorsun? De ki, madem öyle kalan yarısında ben tamamlayayım. Onlar hayvani ve nefsani duygularını tatmin etmek şehevi arzu ve isteklerinin peşinde koşan, yalnız dış güzelliği ile yetinenlerdir.


Ne luzumu var, gençliğimi ve güzelliğimi çocuk büyütmek uğruna yıpratayım, derler.


Bebek annesinin karnında 2 -3 aylık oldu mu, doktorluk şerefini lekeleyen 20-30 senelik tahsilden sonra canavar ruhuna bürünen, cemiyet hayatını söndüren, vicdansız doktordur.


Kendi öz yavrusunu dünya yüzü görmeden aldıran canavar, kalpsiz anne razı olup da yapılan cinayete ortak olan ruhsuz cani baba. Ve bunda en büyük rolü olan cellatlık damgasını yiyen canavar doktorlar. Göz göre göre Allah'ın verdiği bu masum yavruyu dünya gözü görmeyen toprağa verdikten sonra, milletin adaletini ayaklar altına alan bu üç ana, doktor olan katiller, halk masum ve suçsuz mu sanıyorlar. Hayır. Çünkü onlar şu Allah'ın (c. c.) gelecek ayeti celilesini, apaçık ki unutuyorlar:


“Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla öldürmeyiniz. Çünkü sizi doyuran biz onları da rızıklandırırız. Gerçekten onları öldürmek büyük bir suçtur.”


Çünkü bu ayette belirtildiği gibi Hz. Allah nasıl sizleri rızıklandırırsa, yavrularınıza da rızıklarını verecektir.


Şayet gayeniz Avrupa'yı taklit ederek yükselmek ve bu memleketi kavanoz mezarlığı yapmak ise yazıklar olsun sizlere. Ve yaratılan medeniyete bu canavarlık ve katliamın sonu gelmeyecek mi?


Sayın Okuyucu:


Dünyaya gelmeden evvel çocuğun ruhuna kast ederek aldırmak bir cinayet sayıldığı gibi, dünyaya geldikten sonra İslam ahlakı dışındaAv-rupalılarm kirli ahlaklarıyla yetiştirilmek, dimağlarını zehirlemek , kıyafetiyle kötü ahlaklarının reklamını yaptırmak ve böylece İslamiyetten uzaklaştırarak küfrün kucağına atmak, aynı prensip kılıcıyla boğazlamak daha büyük cinayettir.


Hatta eline aldığı bir hançerle yirmi yaşma girmiş dünya hayatına gözlerini yeni açmış olan bir delikanlıyı öldürmek ne kadar günahsa, İslam ahlakını küfür ve dinsizlik hançeriyle, öldürüp evladını sapıklık ve dinsizlik rejimine teslim etmek daha büyük günahtır. Zira birinci maddi olan cinayet sadece fani hayatına mal olmaktadır. Oysa ikinci manevi olan cinayet ebedi olan hayatına mal olduğu gibi, saadetini de bir kurşunla öldürmüş olur.


Aziz Kardeşim:


Gözlerine nefret perdelerini indirme. Cehalet perdelerinin arkasında şuurunu asla kaybetme. Hayvanların seviyesine değil, meleklerin seviyesine ulaşmak için bütün gücünle çalış. Kainatta mevcut her varlığın üstünde ki yazıyı oku. Allah'ın varlığını kabul et, bu gerçekleri kabul etmekten sana zarar değil, ancak inkarcılık çamuruyla kirlenmekten zarar gelir.


Fakat bu öyle bir hal olmuş ki, hiç bir kanun bu caniliği önleyemeyecektir. Çünkü her hanenin sırrına vakıf olmak yalnız Hz. Allah'a mahsustur. Bundan dolayıdır ki daha Peygamberimiz doğmadan evvel Allahsız kalan dünyanın zevk ve sefasına gömülen Araplar çocuklarını diri diri gömerlerdi. Peki, ama bizimkilere ne oldu? Zevkten kaçmayan vücudunun şekli ve cildi bozulur diye evladım öldüren bir ana ve baba acaba hangi yolun yolcusu?


Ey Müslüman kardeşim. Bir gün sende annen ve baban gibi bir anne ya da bir baba olacaksın. Sakın sende bunlar gibi olup da kendi ellerinle yavru nu öldürüp de yarının canisi olma...[142]




HAYA



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Allah'tan hakkıyla ediniz.” Orada bulunanlar:


Ya Resulallah, biz Allahtan haya deriz. Hamd ona mahsustur. Resulullah (s.a.v.) cevaben buyurdu ki:


“Öyle değil, lakin gerçekten Allah'tan hakkıyle haya eden bir kimse baş çevresinin göz, kulak ve burun gibi, Allah'ın haram kıldığı şeylerden korusun. Karnını ve de karnını kapsayan diğer uzuvlarım da Allah'ın yasaklarından korusun. Ölümü ve yarın ne olacağını düşünün.


Kim, ahireti isterse dünyanın zinetini terk eder. İşte böylece hareket eden kimse Allah'tan hakkıyle haya etmiş olur.”[143]


2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Her dinin kendine göre bir takım ahlak prensipleri vardır, bu dinin ana prensibi ise haya dır.”[144]


3- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Geçmiş peygamberlerden biz insanlara şu söz müştereken söylenmiş ve biz insanlara ulaşmıştır: “Haya etmezsen her kötülüğü yap.”[145]


4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İnsanlardan utanmayan Allah'tan da utanmaz.”[146]


5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İman, yetmiş kusur dalı bulunan bir ağaca benzer. Bu dallardan en üstünü Kelime'i Şehadet getirmektir. En zayıfı ise gelip geçen yolculara eziyet veren, tasdiken ve çalı gibi şeyleri yoldan temizlemektir. Haya îman ağacının, en kuvvetli dallarından biridir.”[147]


9- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


Bu ümmetten en önce kalkacak olan Haya ve emanete riayettir.”[148]




Resûl-i Ekrem'in Güzel Ahlâkından Bazıları



Resûl-i Ekrem (s.a.v.) insanların en yumuşağı, en şecaatlisi, en âdili, en çok iffet ve namus sahibi idi. Mahremi olmayan veya nikâhında bulunmayan veya cariyesi olmayan hiçbir kadın üzerine el değdirmemiştir.


Resûl-i Ekrem en cömerdi idi. Onun yanında para akşamlamazdı. Şayet elinde para bulunsa onu dağıtmadan evine gitmezdi. (Bâzı zevceleri nezdinde) azamî bir senelikten fazla nafaka bulundurmamıştır. Bu da hurma ve arpa gibi sâde bir yiyecekten ibaret idi. Eline geçen dîğer serveti Allah rızâsı uğrunda infâk ederdi. Kendisinden istenilen ve kendisinde bulunan her şeyi verirdi.


İnsanlarla güzel geçinmek ve onlara iyi muamelede bulunmak, alçak gönüllü olmak, elinden geldiği kadar herkese iyilik etmek, yemek yedirmek, selâm vermek, kötü adam da olsa müslümân bir hastayı ziyaret etmek, müslümân cenazesini teşyi, müslim ve gayr-ı müslim komşuları ile iyi geçinmek, yaşlı müslümânlara saygı göstermek, davete icabet etmek, davet sahibine duâ etmek, bağışlamak, ara-bulmak, cömertlik, kerem ve semahat, selâm vermeğe önce başlamak. hiddetini yenmek, insanların kusurlarını bağışlamak, İslâm’ın haram ettiği şeylerden kaçınmak, (oyun, kumar, türkü, şarkı vesaire gibi.) gıybet,.yalan, cimrilik, eziyet, hile, hıyanet, söz gezdirmek, ara bozmak, akraba ile alâkasını kesmek, kötü ahlâk, kibir, böbürlenmek, kendini beğenmek, insanlara karşı sallanmak, dil uzatmak, fazla övmek, fahiş sözler konuşmak, kusur araştırmak, kin, çekememezlik, teşe'um, azgınlık, düşmanlık ve zulm gibi kötü hâllerden sakınmak, iyi ahlâktandır.


Enes (r.a.) anlatıyor:


“Hiç bir iyilik yok ki, Resûl-i Ekrem bizi ona davet edip onu yapmamızı emretmemiş olsun. Hiç bir ayıp, kötü ve çirkin iş yok ki, Resûl-i Ekrem bizi onunla korkutup ondan men etmemiş olsun. Yâni dâima bize her türlü iyilikleri yapmamızı teşvik ve emreder, her türlü kötülükten bizi korkutur ve men ederdi.


Misafirine kendi minderini de verdiği ve oturuncaya kadar isrâr ettiği de olurdu.


Karşısına çıkan adama öyle samimi davranırdı ki, herkes kendisinin onun katında en sevimli kimse olduğunu zannederdi. Meclisde bulunan herkese ayrı ayrı yönelir ve sohbetten nasibini verirdi. Herkese teveccüh eder, onunla konuşur, ayrı ayrı hâl ve hatırını sorardı oturması, konuşması ve dinlemesi, güzel davranışları çok samimî idi Bununla beraber meclisi bir haya; tevâzû ve huzur meclisi idi.


İnsanlara en çok acıyan, en hayırlı ve en faydalı olan idi. Onun meclisinde asla sesler yükselmez ve yüksek sesle konuşulmazdı,


Meclisden kalktığı zaman:


“Allah'ım, sana hamd eder ve seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. İbâdete lâyık olan ancak sen olduğuna şehâdet eder, sana tevbe edev ve senden mağfiret dilerim.” der ve “Bunu bana Cebrail öğretti” derdi.


Bir gün Resûl-i Ekrem sıkıntın idi. Bedevinin biri bir şey sormak üzere huzuruna girmek istedi. Ashâb-ı Kiram bedeviye:


“Bırak, bu gün Resûl-i Ekrem'in canı sıkıntılı, bir şey sorma,” dediler. Adam:


“Beni bırakın, ben onu güldürmeden bırakmam,” dedi ve Resül-i Ekrem'e:


“Ey Allah'ın elçisi, duydum ki Deccal insanlara Tirid yedirecek yemeyen insanlar acından ölecek. Ne buyurursun, ben onunla karşılaşırsam yemeyerek acımdan mı öleyim, yoksa yiyip karnımı doyurduktan sonra, yine onu inkâr ve Allah'a imanım üzerine mi kalayım?” dedi. Bunu duyan Resûl-i Ekrem gülümsedi ve dişleri görüldü, sonra da:


“Hayır sen ondan yeme, Allahu Teâlâ seni acından öldürmez,” buyurdu.


Resûl-i Ekrem insanların en neşeli ve güler yüzlü olanı idi. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'in nüzulü veya Âhireti hatırladığı veya va'z u nasihat ettiği zaman çehresi değişirdi.


Onun gönül hoşluğu en güzel bir şekilde idi, va'zı ise çok ciddî idi. O yalnız Allah için gazab eder ve gazabı hâlinde bir şey yapmazdı. Bütün işlerinde hal ve tavrı bu idi.


Bir sıkıntı ile karşılaştığı zaman; “Lahavle velâ kuvvete illâ billâh” der ve işini Allah'a havale eder, O'ndan kurtuluş dilerdi. Sonra da şöyle duâ ederdi:


“Allah'ım bana hakkı hak olarak göster ki, ben ona uyayım. Bana kötüyü kötü olarak göster ve ondan uzak kalmağı nasîb et. Senin hidâyetin hilâfına nefsimin arzusuna uyacak karışıklıklardan beni koru. Arzularımı senin tâatine tâbi kıl, rızâm bana nasîb et. Beni hakka hidâyet et. Sen dilediğini doğru yola ulaştırırsın.”


Resûl-i Ekrem bulduğunu yerdi. En çok sevdiği kalabalıkla yemekti. Sofra kurulduğu zaman:


“Allah'ım, bu yemeği, kendisi ile Cennet nimetlerine ulaşacak şükrü ödenmiş nimetlerden kıl.” Derdi. (1067) Umumiyetle yemek yerken Namazda olduğu gibi otururdu. Ancak ayaklarını arkada birbiri üstüne koyup:


“Ben ancak bir kulum, kölenin oturduğu gibi oturur ve yediği gibi yerim.” (1068) Derdi. Sıcak yemek yemez ve:


“Sıcak yemekte bereket olmaz, Allahu Teâlâ bize ateş yedirmez, yemeği soğutunuz.” (1069) buyururdu. Dâima önünden ve üç parmağı ile yerdi. Bazen dördüncü parmağını da yardımcı olarak kullanırdı. İki parmağı ile yemez ve:


“O, şeytanca bir yemektir”, derdi.


“Yâ Âişe, tencere kaynattığınız zaman oraya fazla kabak koyun, zira kabak kalbi takviye eder. Buyurmuştur. Kendisi avlanmaz, fakat avlanan kuş etini yer ve kendisine avlanan kuşlardan getirilmesini arzu ederdi. Et yerken başını ete eğmez, belki eti ağzına getirir ve ısırarak koparırdı. Ekmek ile yağ yerdi. Koyun bacak ve butlarını severdi. Tencerede pişen kabağı, sirkeye doğranmış ekmeği Acve hurmasını sever ve bu hurmaya bereket ile duâ ederdi.


“Bu hurma Cennet meyvelerindendir. Zehir ve sihire karşı şifâdır.” derdi.


Yine Câbir'in (r.a.) rivayetinde; Resûl-i Ekrem Hayber gününde Bilâl'ın elbisesi içinde toplanan gümüşleri taksim ediyordu. Adamın biri:


“Ey Allah'ın Resulü, taksimatını adaletle yap,” dedi. Resûl-i Ekrem:


“Yazık sana! Eğer ben adalet etmezsem, kim adalet edebilir? O zaman bu hususta ziyan etmiş olurum!... Binaenaleyh nasıl adalet etmezmişim?” Buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):


“Bu adam münafıktır, bunun boynunu vurayım, diye ayağa kalkınca, Resûl-i Ekrem:


“Allah korusun, artık insanlar bunu dillerine dolar ve “Muhammed kendi adamlarını öldürüyor” derler, (1086) buyurdu.


Yine bir savaşta fırsatını bulan bir düşman ekinde kılıcı olduğu hâlde Resûl-i Ekrem'e yaklaşarak:


“ Şimdi seni benim elimden kim kurtarabilir?” Dedi. Resûl-i Ekrem:


“Beni Allah korur,” der demez adamcağızın elinden kılıç düştü ve Peygamberimiz hemen kılıcı alarak:


“Ya şimdi seni benim elimden kim kurtarır?” Buyurdu. Şaşkına dönen adam:


“Sen kılıcı eline alanların iyilerinden ol, yâni beni bağışla,” diye yalvardı. Resûl-i Ekrem kendisine:


“Şehâdet getir,” buyurdu. Adam:


“Hayır, bunu söyleyemem, ancak senin tarafına geçmeyeceğim gibi seninle savaşanlarla da arkadaş olmam ve seninle artık harb etmem,” dedi. Resûl-i Ekrem de kendisini serbest bıraktı. Adamcağız, kendi adamlarına döndüğü zaman:


“İnsanların en hayırlısının yanından geliyorum.” dedi.


Yine Enes'in (r.a.) rivayetinde, yahudi kadınlarından birisi Resûl-i Ekrem'e zehirli koyun eti getirdi. Resûl-i Ekrem:


“Bu zehirli eti niçin bana getirdin?” diye sordu. Kadın:


“Seni öldürmek için getirdim,” dedi. Resûl-i Ekrem:


“Allahu Teâlâ seni muvaffak etmez” buyurdu. Bu kadını katledelim.” diyenlere de:


“Hayır, bırakın gitsin.” Buyurdu.


“Bu, Rabbimin fazlındandır; beni imtihan etmek içindir. Şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü yapacağım? Kim şükreder; kim de nankörlük ederse, muhakkak ki Rabbim onun şükrüne muhtaç değildir, ona yine de nimet verir.”




“Ve düşünün ki, Rabbiniz şunu bildirdi: And olsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım ve eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun, gerçekten azabım çok şiddetlidir.”




“Ey Rabbim! Bana ilham et ki, hem bana, hem de ebeveynime ihsan uğun nimetine şükredeyim; ve razı olacağın iyi bir âmel yapayım. Rahmetinle salih kullarının arasına (Cennet’e) koy.”[149]




ALLAH’A ŞÜKRETMEK



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Her kim, sağlımı yerinde mal ve namus güvenliği içinde ve o günlük yiyeceği yanında sabahlarsa, sanki bütün dünya onunmuş gibi, Allah'a şükretsin.”[150]


2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kim, (amalık, topallık, kötürümlük gibi ) belaya müptela olan birisini görüp de Allah'a, bana sıhhat verdin diye hamd ederse, her türlü belalardan korunur.”[151]




“Allah'dan korkun ve münafıkların kaçışından kederlenmeyin. Ta ki, şükretmiş olasınız.”[152]




“Eğer küfre dalarsanız şüphe yok ki, Allah sizden müstağnidir; (hiç bir şeyinize muhtaç değildir). 0 kadar var ki. kullar küfrüne razı olmaz. Eğer şükreder de imana gelirseniz, sizin hesabınıza ona razı olur.”[153]




“Allah size bir güçlük dilemez, fakat sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister; tâ ki şükredesiniz.”[154]




“Allah âyetlerini size böyle açıklıyor ki, şükredesiniz.”[155]




Soru: Hamd ve şükür ne demektir?


Cevap: Alimlerimiz hamd ile şükrü farklı şekillerde açıklarlar. Bunlara göre hamd, zahirî (görünür) amellerdendir. Meselâ dille Allah'ı tesbih etmek ve Kelime-i tevhid getirmek gibi.. Şükür ise batinî (iç) amellerdendir.




3- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Emniyet ve sağlık, insanların çoğunun değerini bilemedikleri iki nimettir.”[156]


4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İnsanların Allah'a en çok şükredeni, insanlara teşekkürü en çok edenleridir.”[157]


5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Altın ve gümüş, Allah’ın yaratmış bulunduğu madenlerin arasında (Para gibi,) değer taşıyan bir madendir. Kim, bu madenlere konup, şükredip Allah’ın huzuruna gelirse,(kıyamet gününde) her isteği yerine getirilir.”[158]


6- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şükredip yiyip içen kimse, sabredip ( nafile ) oruç tutan kimsenin kazandığı sevabı kazanır.”[159]


7- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İmanlı kişilerin yaptığı işler sevindiricidir. Çünkü imanlıların her işleri hayırlıdır. Ve böyle hayırlı işler müminlere mahsustur. Zira mümine bir servet verilirse ona şükreder ve bu davranışı onun hakkında hayırlı olur, şayet mü'mine bir sıkıntı isabet ederse ona da sabretmesini bilir ve yine onun hakkında hayırlı olur.”[160]


8- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Müslümanların işine şaşıyorum: Müslümanın başına bir musibet isabet ederse o ona sabreder. Ve bu hal onun için hayırlı sonuç doğurur. Ona hayırlı bir servet isabet ettiği zaman da ona da sabreder ve bu da onun hakkında sonuç itibariyle hayırlı olur.”[161]




Şükür; Allah'ın verdiği nimetleri yerinde kullanmaktır.


Şükür; gizli-aşikâr bütün azalarla tüm yaratıkların gerçek sahibi olan Allah'a itaat etmektir.


Şükür; Allah'a yürekten saygı besleyerek çirkin günahlardan kaçınmaktır.


Şükür; nimeti verene hürmet ve saygı duymak, ona karşı küfran-ı nimette bulunmamaktır.




“Allah ne dilediyseniz hepsini size vermiştir. Eğer Allah’ın bunca nimetini birer birer saymaya kalkışırsanız bitiremezsiniz. Gerçekten insan pek zâlim ve nankördür.”[162]




9- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hülasa müslim, ağzına götürdüğü lokmaya varıncaya kadar her şeyden sevap kazanıyor.”[163]


10- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Gerçekten ümmetimden biri pazara gidip de yarım veya üçte bir altına bir gömlek aldığında ( Allah’ım bunu sen bana verdin ) diye hamdü sena ederse, giyeceği gömlek dizlerine inmeden Cenab-ı Hak o kulunu mağfiret eder.”[164]


11- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ey ümmetim, dünyalık bakımından sizden aşağı derecede olanlara bakın, dünyada sizden üstün olanlara bakmayınız. Bunu yapmak sizin için çok salim bir yoldur. Çünkü: Böyle düşünmekle hem Allah'ın size verdiği nimetleri hakir görmemiş hem de böyle düşünmekle nimetin kıymetini daha iyi anlamış olursunuz.”[165]


12- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hz. Allah buyurur ki: Gerçekten ben cin ve insandan büyük bir haber vereceğim. Yaratan benim, o başkasına ibadet eder, rızkı ben veririm, o yine bir başkasına şükreder.”[166]


13- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Allah'a şükreden bir kalb onu anan bir lisan, din ve dünya işlerinde sana yardım eden Salih bir zevce ( eş ) alsın, kıymet verip sakladıkları her türlü servet ve hazineden daha da hayırlıdır.”[167]


14- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şükrünü eda edeceğin az bir mal, şükrünü eda edemeyeceğin kadar çok bir maldan daha hayırlıdır.”[168]




Açıkça gözler önüne serilmektedir ki, Ulu Allah'ın bahsetmiş bulunduğu kuvvet ve imkânları, kötü yolda kullanmaktan kaçınmak, gerçek nimet sahibi olan Allah'a karşı şükür borcunu ödemektir. Daha başka bir deyimle kişi, sahip olduğu her türlü kuvvet ve imkânın kendisine Allah tarafından verilmiş bulunduğunu bilmeli, bu yüzden de bu kuvvet ve imkânları nimeti verenin, kullanılmasını dilemediği yerlerde kullanmamalıdır. İşte kişioğlunun böyle hareket edişi nimeti veren gerçek sahibine (Allah'a) karşı şükür etmek demektir.




15- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Allah'a, verdiği nimetlerinden dolayı hamd etmek, o nimetin elden çıkmamasını sağlar.”[169]


16- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İçinizden birisi servet, evlat bakımından kendisinden üstün olana baktığı zaman, (ona gıpta etmemek için ) derhal kendisinden bu nimetler bakımından aşağı durumda olan birisine baksın.”[170]


17- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Her kim yeni bir elbise bulup giyince, giydiği elbise vücudundan aşağı doğru indiği zaman: (Bu elbise ile hayatımı süsleyen ve avrat yerlerimi kapayan Allah' a hamd olsun ) der ve elbiseyi eskittiği zaman da başkasına tasaddük ederse o kimsenin ölüsü ve dirisi Allah'ın emniyetinde olur. Ve bu kimse Allah'a yakın olur.” [171]








Soru: Şükreden mi, yoksa sabreden mi daha üstün derecelidir? .


Cevap: Bu konuda çeşitli görüş ve fikirler vardır. Fakat benim kanaatıma göre, şükreden gerçekten sabır da ediyor demektir. Aynı şekilde, sabreden kimse şükür de ediyor demektir. Açıkçası sabırla şükür iç içe girmişlerdir.


Çünkü şükreden kimse şüphesiz bir takım çile ve sıkıntılarla yüz yüze gelecek ve bunlara karşı sabır gösterecek, var gücüyle dayanacak. Şükür, nimeti veren gerçek sahibine, isyan tanımaz şekilde hürmet ve saygı göstermek demek olduğuna göre, içinde bu manâ saklıdır. Çile ve sıkıntılara karşı dayanıklılık göstermemek, nimeti veren gerçek sahibine isyan tanımaz şekilde hürmet ve saygı duymamak demektir. Böylesine bir durumda ise kişioğlu şükretmiş sayılmaz.


Sabır, sırf Allah'a hürmet ve saygı beslemek kasdiyle belâ ve musibetlere katlanmak, dayanıksızlık göstermek demektir ki, bu da nimeti veren gerçek sahibine, açıkçası Ulu Allah'a karşı isyana kalkışmaya engel teşkil eder. Buna göre belâ ve musibetlere karşı sabır gösteren, bu dayanıklılığı ile nimete de kavuşuyor demektir.


'“Allah şükredenleri daha iyi bilen değil mi?”


Bu Allah kelâmının daha geniş manası şudur:


Ben şanı yüce Allah nimetimi, onun kadru kıymetini bilene veririm. Nimetin kadr ve kıymetini ise ancak ona yürekten istekli olanlar ve onu her şeyin üstünde tutanlar bilir. Bu da şekilde ortaya çıkar. Nimete gönülden istekli olanlar, nimeti tin elde edilmesi için didinip çırpınır ve bu yolda karşılarına çıkacak olan her türlü sıkıntı ve çilelere katlanırlar; ellerine geçirdikten sonra da bunu kendilerine bahşeden Ulu Allah'ına karşı şükür borcunu yerine getirirler ve bu nimeti aziz bir emanet olarak kabul ederler.


Böyle kendilerine verilen sayısız nimetleri takdir edenler, garip ve zayıf kimselerdir.. Böylesine kimselerin nimetimin kadr ve kıymetini bilecekleri ezelde benim bilgim içindeydi.


O yüzden bu kimseler benim nimetlerime daha lâyıktırlar. Sizin mal ve servet sahibi oluşunuzun, soylu ve rütbeli kimseler olmanızın bir kıymeti yoktur.


Benim katımda malın, servetin, soyluluğun, makam ve rütbenin hiç bir değeri yoktur; siz ise soya sopa, makam ve rütbeye değer veriyor; onlarla övünüp gururlanıyorsunuz. Tekrar ifade edeyim ki ben bunlara hiç, ama hiç kıymet vermem. Yine siz azgın nefsinizin kötü havasına kapılmış gidiyorsunuz. Peygamberlerimin size bildirmiş bulunduğu aydınlık dine karşı tereddüt besliyor, ona yan çiziyorsunuz. Demek oluyor ki, sizin yanınızda benim hak dinim önem taşımıyor, gönüllerinize gerçeğin aydınlığını yansıtmıyor.


Halbuki hak yolun yılmaz yolcuları böyle midir? Sizin küçük görmeğe çalıştığınız bu kişiler, benim aydınlık saçan dinimi gönüllerinde en ufak bir şüpheye yer vermemecesine kabul ederler, öğrenme zahmetine katlanırlar, bu uğurda canlan bahasına da olsa çetin bir mücadeleye girişirler.


Ya Allah'a yönelenler! Onlar tüm gayret ve çabalarını azgın nefislerinin kötülük işlemesine engel olmaya harcarlar. Bu gayeyle de nefislerini disiplin ve terbiye altına alırlar; bütün şartlarını yerine getirerek iki rek'at namaz kılabilmek umudu ile tüm hareketlerini kontrol ve baskı altında bulundurlar. Yine hiç değilse ömürlerinde bir kerecik olsun, samimi ve katıksız bir gönülle Allah'a yalvarıp yakarabilmek için yorulmaz bir gayret sarf ederler. Bir anlık da olsa Allah'a saf bir yürekle duada bulunmaları onlar hesabına nimetlerin en büyüğüdür. O yüzden uzun müddet bu hasret anının gelip çatmasını beklerler ve bundan da asla usanç duymazlar.


Öylesine kimseler de vardır ki, dindar olduklarını söylerler veya öyle gözükürler. Fakat bir lokmalık menfaat söz konusu olduğu zaman iş değişiverir. O zaman dinlerini de dindarlıklarını da bir lokmalık menfaat karşılığında satarlar. Bu tip kimseler sağa sola, ileri geri boyuna konuşurlar; dinimizin şiddetle yasak ettiği boşuna konuşmama prensibine ayak uydurmazlar. Yine bu kişilerin Allah rızası uğruna bir saatlik olsun, uykularından vazgeçtikleri görülmüş değildir. Aslında onlara göre bu nevi bir hareket, büyük bir nimet ve saadet değil, sadece basit bir davranıştır.


“Dileseydik o kişiyi ayetlerimizle yüceltirdik. Fakat o, yeryüzüne (dünyaya) sarıldı ve nefsinin havasına uydu. Onun hali tıpkı üstüne varıp kovsan da, kendi haline bıraksan da, dilini çıkarıp soluyan köpeğin haline benzer. Sevgili kulum, artık sen onlara bu kıssayı anlat. Anlat ki belki iyice düşünürler.” [172]


Bu âyetlerle dile getirilmek istenen manayı, dana çok açıklığa kavuşturmak istersek, şu şekilde gözler önüne serebiliriz:


Biz şanı yüce Allah, o kulumuza öylesine büyük ve erişilmez nimetler bahşettik ki, bu sayede o, büyük rütbelere yükseldi; yüksek derecelere kavuştu, bizim katımızda değer kazandı. Fakat ne yazık ki bu kulumuz bizim bu nimetlerimizin kadrini bilmedi; geçici ve aldatıcı dünyaya gönül kaptırdı, onun küçük ve düşük nimetleri peşinden koştu nefsinin havasına uymayı, bizim ulu nimetlerimize erişmeye tercih etti. Tüm dünyanın bile bizim en ufak bir nimetimize denk ve eş olamayacağını; onların nazarımızda sivrisineğin kanadına eş bir değer bile taşımayacağını takdir edemedi.


Sonra ne oldu? Ne olacak, hiç. O bu kötü hareketi ve yanlış düşünüşü ile ikramla hakareti, zilletle şerefliliği ayırt edemez bir durum içine düşmüş oldu. Tıpkı, bütün nimeti, bütün yiyeceği bir lokma ekmek veya bir parça kuru kemikten ibaret olan köpek gibi. -Ki köpeğe göre kendisinin de bir taht üzerine çıkartılması ile bir pislik yığını üzerinde oturtulması arasında hiç bir fark yoktur. Köpek bunların hangisinin yüksek, hangisinin düşük bir seviye olduğunu takdir edemez. Çünkü şuuru yoktur. Burada Önemli olan, köpeğe bir lokma ekmeğin veya bir parça kemiğin verilip verilmemesidir. -İşte tıpkı bunun gibi bu kulumuzda gayretsizlik göstererek kendisine verdiğimiz nimetin kadir ve kıymetini bilemedi; şükür borcunu yerine getiremedi.


İşte ey saadet yolcusu, âlimler ilimlerini dünyalık mal ve servet biriktirmek uğruna sattıkları, âbidler kötülük emreden nefislerinin havasına uydukları zaman, bu düşük ve âdi hizmetçi durumuna düşerler Çünkü ulu Allah, onlara ilim vermiş, dini ve din hükümlerini öğretmiş, sonra zevklerin en büyüğünü veren ibadet nimetini bahsetmiştir. Böyle olduğu halde onlar bu üstün nimetin kadri kıymetini bilmezler de, gönüllerinde barındırdıkları dünya sevgisini Allah sevgisinden üstün tutarlarsa elbette ki en küçük duruma düşmüş olacaklardır.


Ulu Allah kullarına, türlü türlü muvaffakiyetler bahşeder; onları çeşitli belâ ve musibetlerden korur. İbadet ederek ve-hizmet vererek, hizmet ve ibadet nurları ile süslenip bezenmelerini temin eder. O ulu, çoğu zaman kullarına merhamet nazarıyla bakar.


Bu nimetleri daha da çoğaltabiliriz. Hatta melekler bile Ulu Allah'ın kullarıyla övünürler; Allah katında onlar adına şefaat edebilme haklarını kullanabilirler; Onları efendiler derecesine yükseltebilirler. Öyle ki o melekler Allah'a yalvarıp yakardıkları vakit, hemen bu temiz seslerine cevap verilir; dilediklerine kavuşturulurlar; hatırlarından geçen bir şeyi dilleriyle söylemeden daha Allah verir.


Açıkça görülmektedir ki insanlar nice nice nimetlerle donatılmışlardır; Allah bütün nimetlerini onlar için yaratmış ve onların emrine vermiştir. İşte insanların Allah karşısındaki durumu budur. Şimdi düşünelim. Bu durumda olan insanlar, kendilerine verilen o üstün nimetlerin kıymetini bilmeseler de, geçici şehvetlerine ve dünyalık zevklerine dalsalar, ne olur?


Ne kadar alçalmış ve küçülmüş olurlar değil mi? Kaldı ki Ulu Allah'ın kullarına vermiş olduğu nimetler sadece bu dünyadakilerden ibaret değil öbür dünyada da sunacağı sayısız ve rengârenk nimetleri vardır.


Ulu Allah'ın bahşettiği rengârenk nimetlerin kadri kıymetini bilmek, bu nimetlerin karşılığında şükür borcunu yerine getirmek, dolayısı ile ebedi olan öbür dünya hayatını kazanmak her fâniye nasip olmayan erişilmesi güç büyük bir nimettir, işte gerçek kula düşen ve yaraşan bu büyük ve erişilmesi güç olan nimete kavuşmaktır. İslâm davasının kahraman yiğitleri olan Peygamberler, bu büyük nimete kavuşmanın ve kavuşturmanın lekesiz mücadelesini verdiler.


“Eğer bütün insanlar kâfirliğe imrenecek bir tek ümmet hâline gelmeyecek olsalardı (ki öyle bir durumda gelecekleri muhakkaktır.) O çok esirgeyici elan Allah'a küfredenlerin evlerinin tavanlarını, üstünden çıkacakları merdivenleri odalarının kapılarını ve üzerlerine oturup yaslanacakları tahtları da hep gümüşten yapardık.” [173]


Geçici dünya hayatının geçici ve aldatıcı güzellikleri, çılgın zevk ve eğlenceleri, kadınlı içkili ziyafetler Allah katında hiç bir değer taşımazlar. Bunlara kafir de erişebilir, câhil de, ahlâksız da kavuşabilir, zındık da!.. Dünyalık nimet ve servetlere herkes kavuşabilir. Ama unutmamak gerekir ki bunlar değersiz nimetlerdir. Değersiz nimetlere ise kimler kavuşur? Ancak değersiz kişiler. Bazen insanlıkta en yüksek noktaya, en üstün dereceye ulaşmış bir kişi, bu basit bir dünya nimetinden mahrum kalırken küfrün doruğuna çıkmış nâra atanlar, ahlaksızlık ve cahillik içinde bocalayanlar varlık ve bolluk içinde yüzerler; bütün dünyalık nimetler emirlerine amadedir. Ama bu onların hayrına mıdır? Hayır.


Bu konuda söylenecek söz çoktur; hatta o kadar çoktur ki daha binlerce sayfa yazılsa gene de biteceğini sanmam. Üstelik de vermeğe kalkışsak bile, yazmamız gereken binlerce sayfalık bu bilgi, sadece denizden bir damladır. Varın şimdi siz bu konunun derinliğini tasavvur ediniz. Bakınız Ulu Allah sevgili Peygamberimize bu konuda ne buyurmaktadır:


“Ey Muhammed!.. İşte biz sana da böylece emrimizle Cebrail'i gönderdik. Sen vahiyden önce kitap nedir, insan nedir, bilmezdin. Fakat biz o vahyi bir nur kıldık ki, kullarımızdan dilediğimizi onunla doğru yola eriştiririz. Şüphesiz ki sen de göklerde ve yerde bulunanların sahibi olan Allah'ın yolunu, doğru yolu göstermektesin. İyi bilin ki bütün işler sonunda dönüp dolaşıp Allah'a varacaktır.”[174]




“Ey Muhammed!.. Allah'ın sana lütfu ihsanı ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir kısmı seni bile şaşırtmayı kurmuştu. Fakat onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar. Hiç bir hususta sana zarar veremezler. Nasıl verebilirler ki, Allah sana kitap ve hikmeti indirdi, önceden bilmediğin şeyleri öğretti. Allah'ın sana olan nimeti büyüktür.”[175]


Ulu Allah bir kabile topluluğuna şöyle buyuruyor:


“Ey Muhammed!.. Onlar İslam’a girdikleri için seni minnet altında mı bırakmak istiyorlar? Onlara de ki: Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Tersine sizi imana muvaffak ettiği için size Allah minnet eder, eğer siz imanınızda sadık iseniz.” [176]


Bir gün birisi Peygamberimizin huzurunda, “Allah'a hamd olsun ki beni müslüman yarattı.” diye övünür. Bunu duyan Peygamberimiz şöyle der:


“Rabbinin sana bahşettiği en büyük nimete şükrettin.”


Zûnnûn Hazretlerine, “İnsanoğlu en çok hangi yüzden gurura kapılır, en çok neye aldanır?” diye sorarlar. O da, “Eriştiği nimet ve servetler yüzünden mağrur olur ve en çok da yine onlara aldanır.” diye cevap verir. Ve Zûnnûn arkadan da şu âyeti okur:


“Sen artık bu sözü (Kur'an'ı) yalan sayanları bana bırak. Biz onları kendilerinin bilemeyecekleri bir yoldan yavaş yavaş azaba yaklaştırıyoruz.” [177]


Marifet sahipleri bu âyeti şöyle açıklamaktadır:


“Biz şanı yüce Allah, bol bol nimetler veririz. Bu nimetlere erişenler de onların sarhoşluğu içinde gurura kapılarak şükür borçlarını yerine getirmeyi unutup giderler.”


Ey kardeşim, nimetin bolluğu, onun şükrünü yerine getirmeyi unutturur. Bol bol nimet içinde, onun şükür borcunu ödemek güçtür. Hatta nimet bollaştıkça şükretmek, de zorlaşır. Bir nimetten diğerine erişen, bir dereceden diğer bir dereceye ulaşan kimselerin karşılaşacakları tehlikeler de gitgide artar. Açıkçası dereceleri yüksek olanların maruz kaldıkları tehlike ve belâlar da büyüktür. O halde yapılacak şey nedir? Tek çıkar yol şudur: Elde edilen nimet veya dereceyi kaçırmamak için Allah'a yalvarıp yakarmak, onun şükür borcunu yerine getirmek, gafil bulunmamak ve nihayet sonumuzun nasıl ve ne şekilde biteceğinden emin olmamaktır. Evet, gerçek müslümana düşen ve yaraşan bu türlü hareket etmektir.


İbrahim Ethem diyor ki:


Biz sonumuzun nasıl ve ne şekilde biteceğinden nasıl emin olabiliriz ki, bir yanda İbrahim Peygamber;


“Rabbim, bu Mekke şehrini emniyetli kıl. Beni de, oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut!” demekte; diğer yanda, aynı şekilde Yû-


Ulu Allah sana müslümanlığı nasip ettiğine göre şimdi O'nun katında gözde ve itibardasın; O'na yakansın, O'na kavuşmuş durumdasın. Eğer sana verdiği bunca nimetlerine karşı şükretmezsen; O'nun gözünden düşebilir, kapısından kovulabilir ve ondan ayrı kalabilirsin.


Merhameti bol ve yaygın olan Allah'tan dileğimiz odur ki, bizi kendisinden uzak düşürmesin.


Buraya kadar söylediklerimizi özetleyecek olursak şunları ortaya dökmemiz gerekir. Ey saadet yolunun yılmaz yolcusu!.. Bu yedi çetin ve tehlikeli geçidi aştıktan sonra, sayamayacağın ve aklının alamayacağı kadar bol olan Allah nimetlerini düşünürsen gerçek ilme ulaşırsın. Basiretin açılır, günahlarından arınırsın. Bütün engelleri yıkar, zafere erersin.


Artık senin için nice güzel huylar, iyi meziyetler; nice yüksek mevki ve dereceler elde edilmiş olur. Önce basiretin açılır, sonra Allah'a yaklaşırsın. Eğer dilinle bunca sayısız nimetlerin sahibini, hamdü sena ederek zikreder, yüreğinde O’na karşı sarsılmaz sevgi ve saygı besler, vücudunla da ibadet borcunu yerine getirirsen, kâinatın ortaksız yaratıcısına şükretmiş olursun; hem de bu hareketin seninle günahlar arasına bir yıkılmaz set çeker.


Ey saadet yolcusu!. Bu tehlikelerle dolu çetin geçitleri bir bir aşarak boynuna borç olan şükür vazifeni de yerine getirirsen, Ulu Allah seni her işinde muvaffak eder, sana güç kuvvet verir. Umduğundan da daha çok rengârenk nimetlerle seni donatır. Doğruluk ve nimetin artması gibi iki büyük hazineye kavuşursun.


Şimdiye kadar eriştiğin nimetler hiç bir zaman geri alınmadığı gibi, üstelik daha da artar. Yeni kavuştuğun nimetler de asla kaybolmaz. Artık sen bu noktadan sonra ariflerden, âlimlerden ve ilmi ile âmil olanlardansın. Ahlaken tertemizsin. Dünyanın fazilet timsâli kişilerindensin. Hak yolundasın. İçin-dışın bir, tertemizdir. Geçici ve aldatıcı sonu gelmez arzu ve istekler peşinde koşmazlar.


Herkese iyiyi, kötüyü, doğruyu, eğriyi gösterirsin. Alçak gönüllüsün. Allah'tan korkarsın. Tevekkül sahibisin, kader ve kazaya razı olur, belâ ve musibetlere karşı sabredersin. Hem Allah'tan korkar, hem de rahmetinden ümidini kesmezsin. İhlâs sahibisin. Yaptığın her ibadeti, her iyiliği yalnız Allah'ın yüce rızasını kazanmak için yaparsın, Allah'ın senin üzerinde minnet ve şükür hakkı olduğunu unutmazsın. Kâinatın ortaksız sahibi olan Allah'ın sana vermiş olduğu sayısız nimetlerine karşı şükredersin. Ve bütün bu haslet ve meziyetlere sahip olduğun için de Allah'ın yaygın iltifatına mazhar olursun. İşte bütün bu saydığımız hususları göz önünde tut, ey saadet yolcusu!..


Başarı yalnız Allah'tandır.


Ey Hak yolcuları!.. İyi bilesin ki bu yol, uzunluk - kısalık bakımından, yaya olarak alınan ve alınması da tamamen vücudun güçlülük ve zayıflılık durumuna bağlı bulunan maddî mesafelere benzemez. Bu yol manevî ve ruhanî bir yoldur, onda yürüyen de ayaklar ve bacaklar, açıkçası vücut değil, kalb ve kalbin beslediği fikirlerdir. Kalb ve kalbin beslediği fikirler sağlam bir iman taşıyıp taşımamasına ve basiret sahibi olup olmamasına göre bu Hak yolu ya alır, ya da alamaz. Bu hak yolun aslı esası, kişinin gönlünde doğarak bütün varlığını aydınlığa kavuşturan ilâhî bir nurdur; ilâhî bir nazardır. Kişi o nurla baktığı zaman, ancak dünya ve âhiret hayatının perdesiz, gerçek yüzünü seyredebilir. Dolayısı ile kendi öz nefsini de doğru yola sevk eder.


Bazan kişioğlu bu ilâhî nuru ve ilâhî nazarı yüzlerce yıl arar arar bulamaz. Onun eserme bile rastlayamaz. Bunun sebebi gayet basittir. Arayıştaki hata, çalışmadaki kusur ve bilgisizlik... Bu aydınlık yolu böyle hiç bulamayanlar olduğu gibi, elli yılda, on yılda, bir yılda... Hatta Allah'ın yardımı ile bir anda bulanlar da vardır. Aslında hidayete eriştiren Allah’tır. Yalnız insan da çalışmak, doğru yolu aramakla mükelleftir. Allah mutak hâkimdir. Dilediğini işler, dilediği gibi hükmeder.


Imriül-Kays diyor ki:


“Arkadaşım sultanın sarayının kapışım görünce ağlamaya koyuldu. Kendisine dedim ki:


“Dostum, hükümdar gibi varlık sahibi olamadığımız için sakın tasalanma. Biz de mal ve servet sahibi olmayı arzu ederiz. Sahip olmadan ölürsek mazur sayılırız.”


Şimdi aklımızı başımıza alarak iyice düşünelim. Nasıl olur da bir kimse, iki rek'at namaz kılarak veya bir kaç kuruş sadaka vererek veyahut da birkaç gecesini ibadetle geçirerek karşılığında ebediyyen saltanat sürmeyi, ebediyen mutlu olmayı isteyebilir veya kendisine verileceğini umabilir? Arada bir denge var mı? İmrenilen istenilenin karşılığım tutuyor mu? Hayır, asla!


Değil böyle bir kaç ibadet ederek birkaç hayır işleyerek karşılığında sonsuz mutluluğa kavuşmayı istemek veya ummak insanoğlu binlerce ayrı ruh ve bedenden müteşekkil olsa aynı zamanda dünya gibi milyarlarca yıllık bir ömre sahip bulunsa bu uzun zaman süresi boyunca da ibadet etse, iyilik


İşlese, yine de kendisine verilen bunca nimeti hak etmiş olamaz. Bu zaman içinde yaptıklarıyla dünya ve âhiret kurtuluşuna hak kazanamaz.


Eğer insanoğlu kıt kanaat işlediği birkaç ibadet ve iyilikten sonra ebedî mutluluğa erişirse, yani aftan kendisine sonsuz hayatta ebedî saadeti ihsan ederse iyi bilmek gerekir ki O, büyük bir ganimete konmuş demektir. Bu gerçek böyle biline!


Hz. Allah buyuruyor ki:


“Artık onların yaptıklarına bir mükâfat olarak gözlerin aydın olacağı nimetlerden neler gizlenmiş bulunduğunu kimse bilemez.” [178]


Aynı konuda sevgili Peygamberimiz de (s.a.s.) şöyle sesleniyor:


“Cennette gözlerin göremeyeceği, kulakların işitemeyeceği ve hiçbir insanın hatırından bile geçiremeyeceği renk renk nimetler yaratılmıştır.”


Hz. Allah:


“Hakikat, sizin Allah'ı bırakıp taptıklarınız size bir rızık vermeye muktedir olamazlar. O hâlde rızkı Allah katında arayın. O'na ibâdet edin. O'na şükredin” [179]buyurmuştur. Diğer âyette de şöyle buyurmuştur:


“Allah'ı bırakıp taptığınız da sizin gibi kullardır”[180]


Dil ile şükür de şükür cümlesindendir. Nitekim rivayete göre hatife Ömer b. Abdülâziz'i ziyaret etmek üzere bir cemaat gelmiş ve bunlardan bir gene söze başlamıştı Ömer b. Abdülâziz:


“Sen dur, yaşlı olanınız konuşsun” dedi. Bu genç:


“Eğer mutlak surette, her iş yaşlıya verilmesi gerekiyorsa senden daha nice yaşlılar var, hilâfette sana sıra gelmezdi” dedi. Bunun üzerine Ömer:


“O hâlde konuş bakalım” dedi. Genç:


“Biz her hangi bir şey'i isteyen veya her hangi bir şeyden korktuğumuz için sizi ziyarete gelmiş değiliz. Çünkü senin üstün faziletin isteklerimize cevap vermiş, adaletin bizi korkudan emin kılmıştır. Bizim ziyaretimiz bütün bunlara karşı bir teşekkürdür. Size dilimizle teşekkür etmeğe geldik, hemen geri dönüyoruz” dedi. İşte şükrün bütün hakikatini ihata eden mânalarının asılları budur. Fakat şükür, in'âm edicinin nimetini saygı ile itiraftır, diyen, kalbin bâzı hâlleri ile dilin işini nazar-ı İtibara almıştır. Şükür, ihsanını' anmak suretiyle ihsan edeni övmektir, diyen de yalnız dilin işini nazar-ı itibâra almıştır.


“Şükür, hürmeti korumağı devam ettirmekle şuhûd minderi üzerinde oturmaktır” diyen de şükrün bir çok mânalarını bir araya toplayandır ki, yalnız dil ile ameli ortada bırakmıştır. Hamdûn-ı Kassar, nimete şükrü, nefsini şükürde tufeyli görmektir, demekle, marifetin yalnız şükrün mânalarından olduğuna işaret etmiştir. Cüneydî'nin:


“Şükür, nefsini o nimete lâyık görmemendir” demesi, özellikle kalbin hâllerinden bisine işarettir. Bütün bu zatların şükür hakkındaki sözleri, kendi hâllerine işaret olduğu için cevapları da ayrı ayrıdır. Aynı zamanda bunlardan birisinin aynı Soruya ayrı cevap verdiği de olur. Bu da başka bir hâle intikal etmiş olmasındandır. Zîra onlar, ancak kendilerine galebe çalan hâllerinden konuşurlar. Tevfik Allah'tandır.[181]




ALLAH'IN AZABINDAN KORKMAK



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Her göz kıyamet gününde ağlayacaktır. Ancak: Allah Teala’nın haramlarına bakmayan, Allah yolunda uyumayan ( Nöbet veya ibadet için uyumayan ) bir de Allah korkusundan ( kimsenin bulunmadığı bir yerde ) sinek başı kadar kendisinden yaş dökülen göz müstenadır.” (Yani bu gözler ağlamazlar gülerler.)[182]


2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benim bildiklerimi siz bilseniz (başınıza gelecekleri düşünür) ve az güler, çok ağlardınız”[183]




Allah'dan Korkmak



Bil ki havf (Allah'tan korkmak) büyük makamlardandır. Fazileti, sebeb ve neticelerine bağlıdır. Sebebi anlatılacağı gibi ilim ve marifettir. Bunun için Allahü Tealâ:


“Allah'tan ancak, âlim kulları korkar” buyuruyor. Resûlüllah (saltâllahü aleyhi ve sellem):


“Hikmet ve ilmin başı Allah korkusudur” buyuruyor. Neticesi ise, iffet, verâ' ve takvadır. Bunların hepsi de saadetin anahtarıdır. Çünkü şehvet ve arzular terke dilmedikçe ve bu yolda sabredilmedikçe, saadet yolu bulunamaz. Şehvet ve arzuları korku gibi hiç bir şey yakıp yok edemez. Bunun için Allahü Teâlâ kendisinden korkanlar için hidâyet, rahmet, ilim ve rızâyı üç âyette topladı ve:


“Hidâyet ve rahmet Allah için günahlardan kaçanlaradır”.


“Allah'tan ancak âlim kulları korkar Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdır” buyuruyor. Havfın neticesi olan takvayı Allahü Teâlâ kendine izafe ediyor ve; (Kurbanınızda Allah'a ulaşan et ve kan değil, kurbanda) “Takva üzere olmanız Allah içindir” , buyuruyor. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu: “Kıyamette insanları yüksek bir yerde topladıkları gün, uzak ve yakındakilerin duyabilecekleri bir ses der ki, ey insanlar, sizi yarattığım günden beri bütün sözlerinizi işittim. Şimdi siz beni dinleyin, dikkatli dinleyin ki, yaptıklarınızı önünüze sereceğim, Ey insanlar! Kendi nesebinizi koydunuz. Ben de nesebimi koydum. Su nefâbinizi çektiniz ve benim nesebimi bıraktınız. Ben? Allah'ın katında en büyüğünüz, en mütteki olanınızdır, dedim. Siz, hayır, büyük fite oğlu filândır. Bugün ben nesebimi tutarım ve sizin nesebinizi atarım. Müttekiler (Takva sâhipleri, Allah'tan korkanlar) nerededir? Bunun üzerine bir sancak açılır, ileri getirilir, müttekîler onun ardından gider. Hepsi hesâbsız Cennete girerler”. Bu sebebtendir ki Allah'tan korkanların sevabı kat kattır. Nitekim âyet-i kerîmede:


“Hesaba çekileceğinden korkana Cennette iki derece vardır” buyuruldu. Resulullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:


“Allahü Teâlâ buyuruyor: “İzzetim hakkı için, bir kulda iki korku ve iki emniyet bulundurmam. Dünyada benden korkarsa, âhirette onu emin ederim. Âhiret hususunda emin ise korkuturum” Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu:


“Allahü Teâlâ’dan korkandan her şey korkar. Allah'tan korkmayanı, her şey'le korkuturlar” Yine buyurdu: “Sizin en akıllınız, Allah'tan en çok korkanınızdır” Yine buyurdu:


“Sineğin başı kadar gözünden yüzüne yaş akan kimsenin yüzünü Cehennem ateşi yakmaz” Yine buyurdu:


“Allah korkusundan kulun tüyleri kalkarsa ve bu korkuyu düşünürse, ağaçtan yaprak dökülür gibi günâhları dökülür.”




3- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ey Ashabım. Benim bil diklerimi siz de bilseydiniz, muhakkak ki, az gülüp, çok ağlardınız. Çünkü: Nifak zuhur edecek, emanet kalkacak, merhamet kalmayacak, doğru ve dürüstler ayıplanacak, doğru ve emin olmayanlara emniyet edilecek, karanlık geceler, vahşi develer gibi, fitne ve fesat sizi saracak.”[184]


4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Allah'ın rahmetinden ümit ve gazabından korku kendisinde birleşen kalbe Allah ümit ettiğini verir ve korktuğundan da onu korur.”[185]


5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ben, dünya ve dünyada olanlara şu ayet sebebiyle sevmem: Çünkü Cenab-ı Hak bu ayette şu şekilde buyuruyor “Ey haddini aşarak türlü türlü günah işleyen kullarım, benim rahmetimden ümidinizi kesmeyiniz.”[186]


6- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Allah rızası için geceleyin ibadete kalkan kimse menziline erişir. Biliniz ki, Cennet ucuz değildir.”[187]


7- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hikmetin başı Allah korkusudur.”[188]


8- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Allah, kendisinden başkasından korkanların başına zalim kimseleri musallat eder. Şayet adem oğlu Allah'dan başkasından korkmazsa Allah (c.c.) da onun başına kimseyi musallat etmez. Keza, Adem oğlundan isteyeni Cenabı Hak ademoğluna muhtaç eder. Şayet adem oğlu Allah'tan isterse, Allah'ta onu başkasına muhtaç etmeden, onun rızkını kendisi verir.”[189]


9- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Cennete ancak Allah rahmetinden ümitli olanlar girecektir. Cehenneme de yalnız oraya girmekten korkan kimseler gireceklerdir. Allah ancak, merhametli olanlara rahmet edecektir.”[190]


10- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İnsanların en mükerremi, Allah’tan en çok korkanıdır.”[191]


11- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şüphesiz, Allah’tan en çok korkan ve onu en iyi bileniniz benim.”[192]


12- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Eğer siz Allah'tan hakkıyla korksaydınız, kendisiyle birlikte cehaletin yeri olmayan ilmi elbette ki tahsil ederdiniz. Şayet, siz Allah'ı layıkıyla bilmiş olsaydınız, anlasaydınız, dualarınızla dağlar yerinden oynardı.”[193]


13- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Allah, dünyada Allah korkusu ve ümidini, kalbinde birleşmeyen kimseye cehennem korkusunu koklatacaktır. Kalbinden bu iki duyguyu ayırmayana da Cennet kokusunu koklatacaktır.”[194]




Şiblî (rahmetullahi aleyh) buyurur:


“Havfın (korkunun) üzerimde gaalib olduğu bir günüm olmadı ki, o gün kalbime hikmet ve ibretten bir pencere açılmamış olsun”. Yahya ibn Muâz (rahmetullahi aleyh) buyurur:


“Mü'minin günâhı korku, ceza ve rahmet ümîdi arasında, iki aslan arasında kalmış tilki gibidir”. Yine buyurdu: “Zavallı insan, Cehennemden fakirlik gibi korksaydı, Cennete girerdi!” Kendisine kıyamette kim daha emindir dediklerinde:


“Bugün daha çok korkandır”, buyurdu. Bir kimse Hasan-ı Basrî'ye:


“Bizi, kalblerimizi parçalayacak şekilde korkutanların meclisi, sohbeti hakkında ne buyurursunuz?” dedikte: “Bugün sizi korkutup yarın emîn edenlerin sohbetini; sizi bugün emîn edip yarın korkuya düşüren kimselerin sohbetinden iyi biliniz ve böyleleri ile sohbet' ediniz”, buyurdu. Ebû Süleyman-ı Darânî (rahmetullahi aleyh) buyurur:


“Korku olmayan kalblerden, harâb olmayan bulunmamıştır”. Aişe (radıyallahü anhâ) buyurdu:


“Resûlüllah'a (sailâllahü aleyhi ve seliem) Kur'ân-ı Kerîm'de; “Yaparlar ve korkarlar”, buyurulması ne içindir”? hrsızlık ve zina mıdır? dedim.


“Hayır, namaz kılarlar, oruç tutarlar, zekât verirler ve kabul olmadı diye korkarlar demektir” buyurdu. Muhammed ibn Münkedir ağladığı zaman, vücûdunu gözyaşı ile siler ve: “Duydum ki gözyaşı değen yeri Cehennem ateşi yakmaz”, derdi.


Sıddık (radıyallahü anh) buyurur:


“Ağlayınız, ağlayamazsanız, kendinizi zorla ağlatınız” Kâ'bü'l-Ahbâr buyurur:


“Allahü Teâlâ'ya yemin ederim ki, ağlayıp gözyaşımın yüzüme akmasını, dağ kadar altın sadaka vermekten çok severim” Abdurrahman İbn Ömer (radıyallahü anh) buyurur:


“Allah korkusundan akan bir damla gözyaşını, bin altın sadaka vermekten çok severim.”[195]




Korkunun Hakikati



Bil ki havf, kalb hâllerinden bir hâldir. Kalbde meydana gelen uzaklık ateşidir. Bunun da bir sebebi ve neticesi vardır. Sebebi ilim ve marifettir. Âhiret işlerinin tehlikesini ve kendi helakinin sebeplerini hâzır ve kuvvetli görürse bu ateş elbette can evinde meydâna gelir. Bu do iki marifetten doğar:


Birinci marifet, kendi ayıplarını, günâhlarını, tâatteki kusurlarını, ve kötü ahlâklarını hakkıyla görür. Bütün bu kusurları yanında Allahü Teâlâ'nın kendisine verdiği nimetleri de görür. Böyle olan kimse, pâdişâhın nîmet ve iltifatlarına kavuşup, harem ve hazînesine hıyanet eden kimseye benzer. Sonra aniden pâdişâhın, onun bu hıyanetlerini gördüğünü anlar. Ve bilir ki pâdişâh çok gayyur, intikam alıcı ve korkusuzdur


Korkunun dereceleri çoktur. Arzulardan men ediyorsa iffet denir. Haramlardan men ediyorsa verâ1 denir. Şüphelilerden veyû haram korkusuyla helâllerden men ediyorsa takva denir. Allah'a yaklaştıranların gayrisi olan her şey'den men ediyorsa, sidk denir. Böyle kimseye sıddik denir. İffet ve verâ takvanın ve hepsi sıdkın altında kalır. Havf da (korku) hakikatte budur. Amma gözyaşı akıtan ve silen ve, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-aliyyi'l-azîm”, deyip kalbi gaafil olan kimseye, kadın gibi yumuşak kalbli denir. Bu, korku olmaz. Çünkü bir şey'den korkan kimse, ondan kaçar. Bir kimse eteğinde bir şey saklar. Bunun yılan olduğunu bilirse, “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” ile yetinmez, belki yılanı atar. Zinnûni Mısrî'ye Allah'tan korkan kul kimdir? dediklerinde:


“Kendini hasta görüp ölüm korkusuyla bütün isteklerinden kaçandır”, buyurdu.[196]




Korkunun Dereceleri



Havfın üç derecesi vardır: Zayıf, kuvvetli ve mutedil. Beğenileni mûtedil (orta) olanıdır. Zayıfı kadınlar gibi ince kalbli olmak, kuvvetlisi de ümitsizliğe kapılmak olup, hasta olma, kendini bilememe ve hattâ ölüm ihtimâli olabilir. İkisi de kötüdür. Çünkü korkunun, kendi nefsinde bir kemâli, olgunluğu yoktur. Tevhîd, marifet ve muhabbet gibi değildir. Bu sebeptendir ki, Allahü Teâlâ'nın bir sıfatı olamamıştır. Zîra havf (korku) cahillik ve acizlik olmadan olmaz. Cahillik ve acizlik olmazsa, sonu meçhul olmaz ve tehlikeden sakınmak acz ve korku olmaz. Lâkin havfın gaafillerin hâline izafetle bir kemâli vardır. Zîra onlar için, çocukları okuturken veya hayvanı yolda sürerken dövmek ve kamçılamak gibidir Çocuğun hâtırına getirecek, çalıştıracak veya hayvanı korkutacak kadar kuvvetli ise bunları yapması noksanlık olur. İkisi arasında olması gerekmektedir. Günâhlardan sakındıracak tâatleri yaptıracak hâlde olmalıdır. Âlim olanın havfı da o derece mutedil olur. Çünkü ifrata varınca recâ (ümîd) sebeblerini düşünmemeye başlar. Zayıf olunca da işin zararını anlayamam. Korkmadığı hâlde kendine âlim diyen, ilim elde etmemiş boşa zaman harcamıştı. Tıpkı çarşılarda dolaşan, kendine hikmet sahibi diyen ve hikmetten hiç haberi olmayan falcılar gibidir. Çünkü bütün marifetlerin başı, kendini ve Allahü Teâlâ'yı tanımaktır. Kendini ayıplı ve kusurlu Allahü Teâla'yı ise, Celâl, Azamet ve Hâkimiyet sahibi olarak bilmektir. Kendini ve Allahü Teâlâ'yı böyle bilmekten, korkudan başka bir şey doğmaz.


Korkanların çoğu akıbetinin kötü olmasından korkmuşlardır. Çünkü inşânın kalbi değişebilir. Ölüm zamanı müdhiş bir zamandır. O vakitte kalbin neye karar kılacağı bilinemez. Hattâ ariflerden biri şöyle der:


“Bir kimsenin elli sene tevhîd üzere olduğunu bilsem, yanımdan bir duvarın arkasına gitmek kadar uzaklaşsa, tevhîd üzere olduğuna şâhidlik edemem! Çünkü kalb hâli değişebilir ve neye döndüğünü bilemem”. Bir başkası da der ki:


“Evin kapısında şehîd olmayı mı, yoksa odanın kapısında müslümân olarak ölmeyi mi seversin deseler, odanın kapısında ölmeyi istemem. Çünkü evin kapısına çıkıncaya kadar İslâm üzere kalacağımı bilemem”. Ebû'd-Derdâ (radıyallahü anh) yemin etti ki:


“Hiç kimse, îmânın ölüm zamanında geri alınmayacağına emîn olamaz”. Sehl-i Tüsterî buyuruyor ki:


“Sıddîklar her nefeste sû-i hâtemeden korkarlar. Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi aleyh) ölüm zamanında inledi ve ağladı. Allahü Teâlâ'nın afvının senin günâhından büyük olduğunu bilmez misin? Dediler.


“Tevhîd üzere (îmânla) gideceğimi bilsem, dağlar kadar günâhım olsa yine korkmam”, buyurdu. Büyüklerden biri vâsîyet eyledi ve elinde olan şey'i bir kimseye verdi ve:


“Tevhîd üzere (îmânla) ölmenin nişanı şöyle şöyledir. O nişanları görünce, bu para ile şeker ve badem içi satın al ve şehirdeki çocuklara dağıt ve bugün filânın sevinç günü saadete erdiği gündür de. Eğer bunu görmezsen, İnsanlara söyle namazımı kılmasınlar benimle meşgul olmasınlar. Hiç olmazsa öldükten sonra mürât olmayayım”, dedi. İsâ aleyhisselâm havarilerine:


“Siz günâhtan korkarsınız biz peygamberler küfürden korkarız”, buyurdu. Peygamberlerden biri, açlık, susuzluk, elbisesizlik ve daha birçok sıkıntılara mübtelâ oldu. Senelerce sürdü. Nihayet Allahü Teâlâ'ya inliyerek yalvardı. Allahü Teâlâ:


“Kalbini küfürden koruyorum, buna razı olmuyorsun da, hâlâ dünyâyı mı istiyorsun?” buyurdu. Yâ Rabbît tevbe ettim, razı oldum, deyip dünyalık istediği için başına toprak saçtı. Su-i hâtemenin işaretlerinden biri nifaktır Bunun için Ashâb-ı Kiram (aleyhimürrıdvân) kendileri için dâima nifaktan korkarlardı. Hasan-ı Basri (rahmetullahi aleyh) buyurur:


“Bende nifak olmadığını bilseydim, bunu yeryüzünde olan her şey'den daha çok severdim”. Yine buyurdu: “İçin dışa, kalbin dile uymaması nifaktan arzu ve şehvetlerinin kendisinden alındığını, dünyâdan kahır ile çıkarıldığını ve istemediği yere götürüleceğini görür ve kendisine böyle yapıldığını görünce, kotu düşüncesi artar, o az sevgi de kalmaz. Tıpkı çocuğunu az seven bir babanın, çocuğundan çok sevdiği bir şeyi bu çocuğu alırsa, çocuğun düşman olması gibi olup eskiden olan o az sevgisi de kalmaz. Bunun için şehidlik mertebesi büyüktür. Çünkü o anda dünya gözünden kalkmış- Allah sevgisi kalbini kaplamış, gönlü ölmeye hazırlanmıştır. Böyle bir zamanda gelen ölüm büyük bir kazançtır. Zira böyle bir hâl çabuk değişir, kalp her zaman o güzel hâlde kalmaz. O hâlde kalbinde Allahü Teala'nın sevgisi her şeyden kuvvetli olanı bu sevgi, kendini bütün varlığı ile dünyâya vermekten men eder. O bu tehlikeden daha emîn olur. Ölüm zamanı gelince, sevgiliyi görmek zamanının geldiğini bilir, ölümü hakîr görmez. Allah sevgisi daha da artar, dünyâ sevgisi büsbütün yok olur. Bu hüsn-i hâteme (îmânla gitme)nin alâmetidir. Bu tehlikeden uzak olmak isteyen, bîd'atten, uzak olmalıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadîs-i şeriflerde olanlara inanır, anladığını kabul eder, anlamadığı için doğrudur der ve hepsine inanır. Allah sevgisinin kendini kaplamasına, dünyâ sevgisinin azalmasına uğraşır. Bu da ancak, şerîatin hududunu gözenekle olur. Böylece dünyâ kendisine aşağı gelir ve ondan kaçar; Buna mukaabil- Allah sevgisi kalbinde kuvvetlenir. Dâima O'nu zikreder, O'ndan konuşur. Dünyâyı sevenlerle değil, O'nu sevenlerle sohbet ve arkadaşlık eder. Demek kî dünyâ sevgisi gaalib olunca tehlike başlamış demektir Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:


“Ey Muhammed, Hicreti terk edenlere de ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesâddan korka geldiğiniz bir ticâret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah'dan, O'nun Peygamberinden ve O'nun yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceya kadar bekleye durun. Allah fâsıklar güruhunu hidâyete erdirmez.”


“Birinizin yaradılışı ana karnında kırk gün nutfe olarak toplanılır. Sonra olusu kadar bir müddet pıhtılaşmış kana döner, sonra o, bu kadar müddet bir çiğnem et paçası olur. Sonra ona bir melek gönderilir de ona ruh üfler. Ve dört (şey)le emrolunur: Rızkını, ecelini, amelini, şakî veya saîd olacağını yazar. Kendinden başka (ibadete lâyık) hiçbir ilâh bulunmayan (Allah) a yemin ederim ki biriniz cennet ehlinin işini yapmaya devam eder, nihayet kendisi ile cennet arasında ancak bir arşın (kadar açıklık) kalır da (ana karnındaki) yazı (lan kader) onun önüne geçer (ek kendisini mağlûb eder) de âteş(-i cehennem) ehlinin işini yaparak cehennemi boylar. Sizden bir kimse, cehennem ehlinin işlediğini yapmaya devam eder, nihayet kendisi ile cehennem arasında ancak bir arşın (kadar açıklık) kalır da (ana karnındaki) yazı(lan kader) onun önüne geçer (ek kendisini maglûb eder) de cennet ehlinin işini yaparak cennete girer.”


İblis mel'ûn olduğu zaman, Cebrail ve Mîkâil dâima ağlıyorlardı. Allahü Teâlâ onlara vahiy gönderdi ve:


“Niçin ağlıyorsunuz?” buyurdu. “Mekrinden emîn değiliz,” dediler. “Böyle olmak gerek, emin olmama) lı”, buyurdu. Muhammed İbn Münkedir der ki:


“Cehennem yaratıldığı zamân, bütün melekler ağlamaya başladı. İnsanlar yaratılınca, ağlamayı kestiler. Cehennemin kendileri için yaratılmadığını anladılar. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve seüem) buyurdu:


“Cebrail aleyhissslâm bana her geldiği zaman, Allah korkusundan titriyor görürdüm”. Enes (radıyallahü anh) der ki, Resûlüllah (aleyhisselâm) buyurdu:


“Cebrail'e Mîkâil'ın (aleyhisselâm) hiç güldüğünü görmedim. Sebebi nedir? Diye sordum. Cehennem yaratılandan beri hiç gülmedi dedi”. İbrahim aleyhisselâm namaza durduğu vakit, kalbinin coşması, kaynaması, iki mil uzaktan duyulurdu. İmâm-ı Mücâhid (rahmetullahi aleyh) der ki:


Dâvud aleyhisselâm başını secdeye koyup kırk gün ağladı. Gözyaşının aktığı yerde otlar büyüdü.


“Yâ Dâvûd, niçin ağlıyorsun? Açsan, sana yemek vereyim, elbisen yoksa elbise göndereyim” diye bir ses geldi. Hazîn bir sesle inledi. Nefesinin ateşi oradaki odunu yaktı. Sonra Allahü Teâlâ tevbesini kabul etti. Yâ Rabbî, kusurumu elime yaz da, unutmayayım, dedi. Duası kabul edildi. Elini yemeye ve içmeye uzatmadı ki, önce o kusuru görmesin ve ağlamasın. Bâzen kendisine bardakla su verirlerdi. Bardak dolu olmazdı. Gözyaşları ile dolardı. Anlatırlar ki, Dâvûd aleyhisselâm o kadar ağladı ki, takati kalmadı ve:


“Yâ Rabbî, ağlamama merhamet etmez misin?” dedi. Vahiy geldi ki: Ağlamaya âit sözler söylersin, kusurunu unuttun mu?


“Yâ Rabbî, nasıl unuturum, kusurumdan önce Zebur okuduğum vakit, akan sular durur, kuşlar başıma toplanır, dağlardaki vahşî hayvanlar mihrabımı, etrafımı sarardı. Bugün bunlardan hiçbirisi olmuyor. Yâ Rabbî bu ne büyük korku ne müthiş iştir” dedi. Allahü Teâlâ buyurdu ki:


“O tâattaki ünsten, bu ise kusurun korkusundandır. Ey Dâvûd! Âdem benim kulum idi. Onu kudret elim ile yarattım. Ona kendi ruhumdan üfledim. Meleklerin ona secde etmesini emrettim. Ona keramet hil'atını verdim. Vakar tacını başına koydum. Yalnızlığından yakındı, Havva'yı yarattım. İkisini de Cennete koydum. Bir kusur işledi. Mahcûb ve çıplak huzurumdan uzaklaştırdım. Ey Dâvûd! Dinle, doğru dinle! Bana tâat ettin. İstediğini verdim. Kusur ettin, mühlet verdim. Şimdi bütün bunlarla bana geldin, kabul ettim”. Yahya İbn Ebî Kesîr der ki:


“Bildirdiler ki Dâvûd aleyhisselâm kusuru için seste ağlamak istediği zaman, yedi gün bir şey yemedi, hanımlarının yanına gitmedi. Sonra sahraya çıktı. Oğlu Süleyman aleyhisselâma, Davud'un (aieyhis-selâm) ağlamasını duymak isteyen mahlûkatın toplanması için, seslenmesini söyledi. Alî İbn Hüseyin Zeynelâbidîa abdest aldığı zaman, yüzünün rengi sararırdı. Sana ne oldu? Dediklerinde:


“Kimin huzuruna çıkacağımı biliyor musunuz?” derdi. Müsevver ibn Muhrebe Kur'ân-ı Kerîm okumaya dayanamazdı. Bir gün tanımadığı bir kimse:


“Hatırla o günü ki, müttekîleri binekler üzerinde Cennette bulundururuz, mücrimleri susuz olarak Cehennem ateşini tatmaya göndeririz” âyet-i kerîmesini okuyordu. Ben müttekîlerden değil, mücrimlerdenim, deyip bu âyeti bir daha oku dedi. Bir daha okudu. Feryâd etti ve can verdi. Hâtem-i Âsem der ki:


“Güzel, süslü yerlere aldanma. Cennetten daha iyi yer yoktur. Adem aleyhisselâmın ne gördüğünü biliyor musun? Çok ibâdet ediyorum diye övünme. İblis'in ne gördüğünü biliyor musun? Binlerce sene ibâdet etti. İlminin çokluğuna güvenme. Bel'am-i Baur ilimde o derecede idi ki, İsm-i Âzami bilirdi. Hakkında ise:


“Onun gibiler köpek gibidir” buyuruldu. İyi dostlara güvenme. Resulüllah'ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) akrabası, yakınları, onu çok gördüler, onun sohbetinde bulundular ve fakat müslümân olmadılar. Sırrî Sekâtî buyurur:


“Her gün birkaç defa burnuma bakar, yüzüm karardı mı diye düşünürüm”. Atâ Sülemî, çok korkanlardan idi. Kırk sene gülmedi. Gökyüzüne bakmadı. Bir defa göğe baktı ve korkusundan düştü. Her gece birkaç defa kendini yoklar, insanlık şeklinden çıkıp çıkmadığını araştırırdı. İnsanlara kıtlık ve bir belâ gelse, benim yüzümden geliyor derdi. Ahmed İbn Hanbel der ki:


“Korkudan bir kapının bana açılması için duâ ettim. Kabul edildi. Korktum ve aklımı yitireceğimi sandım. Yâ Rabbî, dayanabileceğim kadar ver, dedim. Sonra sükûnet buldum”. Kullardan birini ağlarken gördüler.


“Niçin ağlıyorsun?” Dediler.


“Kıyamette insanları suâle çektikleri saatin korkusundan ağlıyorum” dedi. Hasan-i Basrî'ye bir kimse, nasılsın? dedi.


“İnsanlarla beraber bir gemide bulunan ve gemi parçalanıp deniz ortasından herkesin bir tahta üzerinde kaldığı kimsenin hâli nasıl olur?” Buyurdu. Çok korkunç olur, dedi. İşte benim hâlim öyledir, buyurdu. Yine buyurdu ki: Haberde geldi ki bir kimseyi bin sene sonra Cehennemden çıkarırlar. Keşke ben o kimse olsaydım. Bunu son nefeste îmânsız gitmek ve ebedî Cehennemde kalmak korkusundan söyledi.[197]




(Allah'dan) Ümid Etmek



Hz. Allah buyuruyor ki:


“Hakikat şudur ki, kafirler güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez.”




Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:


“O günde ki nice yüzler bembeyaz olacak; nice yüzler de kapkara kesilecek.”


Mevlâ-i Zül-Cemâl buyuruyor ki: .


“Şübhe yok ki, Rabbin cezayı çabuk verendir. Muhakkak ki, çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir de.”




Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:


“İyiler, hiç şübhesiz Naiym (cennetin) de, kötüler ise muhakki ateşdedirler.”




Allah Teâlâ buyuruyor ki:


“Şimdi siz bu söze mi şaşıyorsunuz? Ve (istihza ederek) gülüyorsunuz, (günâhlarınıza) ağlamıyorsunuz?




“İşte (o gün) kimin tartılan ağır gelirse, artık o, hoşnud (olacağı) bir yaşayıştadır. Amma kimin de tartılan hafif gelirse, artık onun anası: Hâviye (uçurum) dur.”




Ulu Allah buyuruyor ki:


1- “(Sevgili Peygamberim, Muhammed!...) de ki: Kendisinden (bucak bucak) kaçtığınız ölüm (günün birinde) sizi mutlaka yakalayacaktır. Sonra gizli - aşikâr (her yer) i bilen (Allah) a döndürüleceksiniz de O, yaptıklarınızı (bir bir) önünüze serip anlatacaktır.”[198]




Ulu Allah buyuruyor ki:


1- “(Tüm varlığa dilediği gibi tasarruf etmek kudretini) elinde bulunduran (Allah)'in şanı ne yücedir!... Şüphesiz ki O, her şeye kadirdir; “hanginiz daha iyi ameller işleyecek” diye sizi denemek için yaşamayı ve ölümü yaratmıştır. O, Ulu ve çok affedicidir.”[199]




ÖLÜMÜ VE KABRİ ANMAK



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Dikkat ediniz. Eğer siz dünya zevkü safa ve eğlencelerine son verdiren ölümü çok hatırlayıp anlasaydınız şimdi gördüğüm durumdan ölüm sizi vaz geçirirdi. Öyle ise lezzetleri kesen ölümü çok hatırlayınız. Çünkü her gün kabir ( lisanı hal ile ) şöyle der:


Ben yalnızlık, gariplik, toprak ve haşereler eviyim.


İmanlı kul kabre konduğu zaman kabir ona şöyle seslenir: Merhaba, hoş geldin. Sen yeryüzünde yaşayan insanların en iyisi olanısın. Çünkü sen bütün kainatı yaratan Allah'a iman etmiş bir kimsesin, seni bir dost gibi içime aldığım zaman sana lütuf edeceğim, benden iyilikler göreceksin.”[200]




Ölümü Hatırlamak



Bütün işlerin sonunun ölüm, duracağı yerin mezar, kendisine gelenlerin Münker ve Nekir, gideceği yerin kıyamet, ebedî kalacağı yerin, Cennet veya Cehennemden biri olduğunu bilen bir kimse için, ölümü düşünmekten daha mühim, ölüm için azık toplama çaresinden daha yüksek bir tedbir olamaz. Bunu yapanlar ancak akıllı olanlardır. Nitekim Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem):


“Akıllı şu kimsedir ki, nefsini emre uydurur ve ölümden sonrası için amel işler, hazırlık yapar” , buyurdu. Ölümü hatırlayan bir kimse, bunun için azık toplamakla elbette meşgul olur. Kabrini Cennet bahçelerinden bir bahçe bulur. Ölümü unutup bütün maksadı dünyâ olan, âhiret azığını aklına bile getirmeyenin mezarı Cehennem çukurlarından bir çukur olur. Bunun için ölümü hatırlamak büyük fazilettir. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem):


“Ey dünyâ lezzetlerine dalmış olanlar, bütün lezzetlerin yağma edildiği, yok edildiği zamanı düşünün” , buyurdu. Ve yine buyurdu:


“Ölüm hakkında sizin bildiklerinizi koyun ve sığırlar bilse idi, hiçbir zaman yağlı et yiyemezdiniz.” Âişe (radıyallahü anhâ): Yâ Resûlâllah, bir kimse şehidler derecesinde olabilir mi? diye Sorunca:


“Evet, günde yirmi defa ölümü hatırlayan kimse şehidler derecesinde olur” buyurdu. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) yüksek sesle gülen insanlar gördü. Buyurdu ki:


“Bu toplantınızı bütün lezzetleri bozan ile karıştırınız”. O nedir dediklerinde:


“Ölümdür” buyurdu. Enes (radıyallahü anh) der ki:


Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve seilem) buyurdu ki:


“Ölümü çok hatırla, seni dünyâda zâhid yapar, günâhlarına kefaret olur” Ve yine buyurdu:


“İnsanlara nasihat için ölüm kâfidir”. Ashâb-ı Kiram (aleymümdvân) bir kimseyi çok övdüler.


“Kalbinde ölüm için ne vardır?” buyurdu. Ölümden bahsettiğini duymadık dediler.


“O hâlde sandığınız gibi değildir”, buyurdu.


Bunu müteakip kabir geniş bir alan halini alır ve kabirden cennete bir kapı açılır.


Böyle bir kul cennetin her nimetinden kıyamete kadar faydalanır.


Yalancı, dinsiz ve facir düşünce ve fiilini taşıyan bir kimse kabre konulduğa zaman kabir ona hitaben şöyle seslenecektir.


Ne diye geldin senden memnun olan var mı ki? Yüzünü bile görmek istemiyorum. Çünkü sen yeryüzündeki insanların en fenası ve en kötüsüsün. Seni içime aldığım zaman yapacağım azap ve eziyetleri, göreceksin. Bundan sonra kabir onu sıkıştırmaya başlar, ta ki kaburgalarını bir birine geçirir. Ve de Hz. Allah o kafir veya facire yetmiş tane zehirli yılanı musallat eder. Kafire türlü türlü eziyetler verir kabir. Bu eziyet ve azaplar ona kıyamete dek devam eder. Çünkü kabir, ölü için ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da Cehennem derelerinden bir çukurdur.”


2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Herhangi bir kimse dünya hayatında iken tanıdığı bir kimsenin kabri yanından geçerken, ona selam verirse, selam verdiği ölü selam vereni tanır ve salamını alır.”[201]


3- Resulullah (s.a.v.)buyuruyor ki:


“Kim, Allah'tan korkarak Allah'ın emirlerine itaat ederse, Allahu Teala o kimseyi bulunduğu insanlar arasında heybet ve azametli kılar, herkes o kimseye hürmet hissi duyar. Kim de Allah'ın emirlerine itaat etmez, Rabbini saymazsa, Allahu Teala o kimseyi her şeyden korkak ve rezil eder.”[202]


4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Allahtan korkmalısın. Bütün mevcudiyetinle onun emirlerine itaat etmelisin. Çünkü: Allah korkusu bütün mükemmel ve hayırlı olan şeyleri toplayan bir varlıktır. Nefsin insaf bilmeyen şehevi arzularına ve din düşmanlarına karşı, dinini kalem ve geçerli her türlü silah ile savunmalısın. Müslümanlar için en makbul ibadet budur.


Allah'ı çok an ve Kur'an-ı Kerim-i okumaya devam et. Bunlar yeryüzünde senin için bir nur, semada da Rabbinin ve meleklerinin seni anma sebebidir.


Dilini hayırsız şeylerden korumalısın. Çünkü lisanına sahip olmakla şeytanı yenilgiye uğratırsın.”[203]


5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ey insan oğlu, kainata ibret nazarı ile bak. Çünkü, sen dış görünüşlü ve güzellik bakımından kırmızı veya siyah renkli insanlardan hayırlı değilsin, İyi olman ancak Allah korkusuna sahip olmanda, yani takva sahibi bulunmandadır.”[204]


6- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ey insanoğlu. Gizli ve aşikar bütün yapacağın işlerinde Allah korkusu ve takvalı olmanı sana tavsiye ederim. Cahillik yaparak bir kötülük yaparsan, arkasından hemen onu silecek bir sevap ve iyilik işle, başkasından dilencilik suretiyle bir şey isteme, emanet olarak bir şeyi, zaruret olmadıkça, yanına alma, çünkü nefsin zaafı sonucu onu korumaya muktedir olamazsın, herhangi bir davada iki kişi arasında hakemlik yapma. Çünkü, Allah'ın emirlerine aykırı bir hüküm verirsen büyük bir günah işlemiş olursun. Bununla beraber, Allah'ın emirlerini hakir görerek başka türlü hükme varırsın ve bunun için küfür sandalyesine oturmuş olursun. Cezası ise türlü pişmanlık ve üzüntü içinde kalıp başını dağlara ve taşlara vurmaktır.”


7- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ey insanoğlu, sana Allah’a karşı gelmekten sakınmanı tavsiye ederim. Çünkü Allah korkusu her şeyin başıdır.


Cihada devam etmelisin. Çünkü Cihad, ibadettin en yüksek mertebesidir. Allah'ı anmaya devam etmelisin. Kur’anı Kerim'i tilavete devam etmelisin. Bu ikisi seni semada melekler ile buluşturur. Allah'ın rahmetine kavuşturur. Ve de yeryüzünde bulunan herkes seni rahmetle anar.”[205]




Ölümü Hatırlamanın Kalbe Te'sîri



Ölüm büyük bir iştir büyük bir tehlikedir, İnsanlar bunu bilmiyorlar. Hatırlasalar da kalplerine fazla te'sîr etmiyor. Çünkü kalpleri dünya meşgalesine öyle dalmıştır ki, kalplerinde başka bir şey'e yer kalmamıştır. Bunun için zikir ve teşbihten de lezzet almazlar. Bundan kurtuluş çaresi yalnız bir yere çekilmek ve bir saat kadar kalbini dünya meşgalelerinden uzak tutmaktır. Nitekim ıssız sahralarda dolaşan bir kimse başkalarından kendisine bir yardım geleceğini düşünmez, başının çaresine bakar, önceden tedbir alır. İşte yalnız bir yerde oturup, kendi kendine demelidir ki: Ölüm yaklaştı, belki bugün gelir. Eğer sana bilmediğin karanlık bir dehlize gir deseler, içerisinde kuyu var mı? Yoksa köpeğe rastlar mıyım veya ne var ne yok bilmiyorum? Deyip dizlerinin bağı çözülür. Ölümden sonraki işin mezardaki korkulu hâlinin bundan aşağı olmadığı, gün gibi meydândadır. Bunu düşünmemek ne biçim bir cesarettir Bunun en güzel çaresi ölen arkadaşlarına bakmak onları düşünmektir Onları hatırlayıp dünyâda her birinin mevkisini, İşlerini, sıkıntılarını, neş'elerini dünyâda neye kavuştuklarını ölümü nasıl unuttuklarını ve beklemedikleri bir zamanda, âhiret için ellerinde azık yokken ölümün gelip onları götürdüğünü düşün! Şimdi mezardaki şekillerin nasıl olduğunu, âzalarının birbirinden nasıl ayrıldığını, etlerini, derilerini, gözlerini ve dillerini böceklerin, kurtların nasıl yediğini, onlar bu hâlde iken, vârislerinin mallarını taksim edip rahat rahat nasıl yediğini, hanımlarının kendilerini unutup başka koca aradıklarını, göz önüne getir! Sonra teker teker bütün arkadaşlarını düşün, seyretmekten, gülmekten, gafletten ve onların meşguliyetinden vazgeç! Onlar bu hâlde yirmi seneden fazla kalmadılar ve bunlar için çok sıkıntılar çektiler. Kefeni dokunurken, yıkanırken haberleri yoktu, düşünmelidir. Sonra yine kendi kendine demelidir ki, sen de onlar gibisin, gafletin, hırsın, ahmaklığın, onların gafleti, hırsı, ahmaklığı gibidir. Halbuki sana, onların senden önce gitmesiyle ibret alıp kurtulmak saadeti verildi.


“Ne bahtiyardır o kimse ki, bir başkasını ona nasîhata gönderirler”, buyuruldu. Böylece elini, ayağını, parmaklarını, gözünü, dilini düşünmeli, birbirinden ayrılacaklarını, böceklere, kurtlara yem olacaklarını göz önüne getirmeli. Mezarda pis kokulu bir leş, çürümüş birbirinden ayrılmış bir yığın olduğunu hatırlamalıdır. Bu ve bunun gibi sözleri her gün bir saat kendisine söylemelidir. Belki böylece kalbi ölüme karşı uyanık olur. Çünkü zahiren hatırlamak kalbe tesîr etmez.


Ağzıma koyduğum bir lokmanın ölüm sebebiyle boğazımda kalmayacağını bir kere düşünmemiş değilim”, buyurdu. Sonra buyurdu:


“Ey insanlar! Aklınız varsa kendinizi ölü kabul ediniz. Nefsim, kudretinde olan Allahü Teâlâ'ya yemin ederim ki, sizin için vâd olunan elbette gelecektir. Ondan kurtulamazsınız” Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) küçük abdest bozunca arkasından hemen teyemmüm ederdi. Su yakındır dediklerinde:


“O zamana kadar yaşayacağımı bilmiyorum”, buyurdu. Abdullah İbn Mes'ûd (radıyallahü anh) diyor ki: Resûlüllah (aleyhisselâm) bir kare çizdi. İçerisinde doğru bir çizgi, her iki tarafında, balıksırtı gibi girintili çıkıntılı küçük çizgiler çizdi ve buyurdu ki:


“Bu karenin içerisindeki bir insandır. Etrafında bulunan bu kare eceldir. Onu kuşatmıştır, ondan kurtulamaz. İki tarafındaki küçük çizgiler yolundaki âfet ve belâlardır. Birinden kurt ulursa, diğerinden kurtulamaz. Sonra düşer, bu düşüş ölüm düşüşüdür. Karenin dış çizgisi onun amel ve ümitleridir. Dâima Allahü Teâlâ'nın ilminde, ölümünden sonra olacak işleri düşünür” Yine buyurdu:


“İnsan her gün biraz daha ihtiyarlıyor, fakat iki şey'i gençleşiyor. Mal hırsı ve yaşamak arzusu” Haberde geldi ki: İsâ aleyhisselâm bir ihtiyar gördü, elinde sapanı, tarlada çalışıyordu.


“Ya Rabbî, onun kalbinden emeli çıkar,” diye duâ etti. Sapan elinden düştü ve uyudu. Bir müddet geçince:


“Yâ Rabbî emelini ona ver”, dedi. İhtiyar, kalkıp işine devam etti. İsâ aleyhisselâm, hayrola ne oldu, buyurdu. İhtiyar, kalbime geldi ki, niçin böyle çalışırsın? İhtiyarladın, bugün yarın öleceksin, sapanı bıraktım. Sonra yine kalbime geldi ki, ölünceye kadar yemek lâzımdır. Tekrar kalktım. Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Cennete gitmek ister misiniz?”


“İsteriz” dediler.


“Kısa emelli olun, ölümü dâima göz önüne getirin ve Allahü Tealâ'dan nasıl haya edilecek ise öyle haya ediniz” Rey şehrinden bir ihtiyar, bir kimseye mektup yazdı ve dedi ki:


“Dünyâ rüyadır, âhiret uyanıklıktır. Arada ölüm vardır. Bizim içinde bulunduğumuz hâl, dağınık boş rüyalardır vesselam.”[206]




Uzun Emelli Olmanın Sebebleri



İnsanın kalbinden çok yaşamayı geçirmesi iki sebebledir. Biri câhillik, ikincisi dünya sevgisidir. Dünya sevgisi gaalib olunca, ölüm sevdiği şey'i ondan alır. Bunun için ölmeyi sevmez. Kendine uygun bulmaz. İnsan kendine uygun bulmadığı şey'i, kendinden uzaklaştırmak ister. Kendini yemeye, içmeye, eğlenmeye ve oyuna verir. Hepsi kendi kalbinde, kendi arzusuna uygun bir şekil alır.


İnsanlar tûl-i emelde farklıdırlar. Bâzısı devamlı dünyâda kalmak ister. Nitekim Allahü Teâlâ buyurun “Onlardan biri, bin sene yaşasaydım ne olurdu der” Bâzısı ihtiyarlamak ister, bâzısı da bir seneden fazla yaşamayı düşünmez, bir sene sonrası için hazırlıkta bulunmaz. Bâzısı da bir günden fazla yaşamayı ümîd etmez, ertesi günü aklına getirmez. Nitekim İsâ aleyhisselâm buyurdu: Yarınki gün için üzülmeyin. Yaşarsanız rızkınız da devam eder. Yaşamazsanız yarınki gün için niye üzülmüş olacaksınız. Bâzısı da bir saatten, bir ândan fazlasını düşünmez. Nitekim Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) küçük abdest bozunca, suyun yanına gidinceye kadar yaşayıp yaşamayacağımı bilmem buyurup. teyemmüm eylerdi. Bâzıst da ölümü dâima gözünün önünde bulundurur, hiç unutmaz. Nitekim Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Muâz ibn Cebel'e (radıyallahü anh) îmânın hakikatini sorduğu zaman, bir adımımı atınca, diğerini atacağımı düşünemiyorum, dedi. Esved-i Habeşî namaz kılıyordu. Nereye baksa, ne için baktın? Diye sorarlardı. Ölüm meleğinin hangi taraftan geleceğini kolluyorum, derdi.


Velhâsıl insanlar tûl-i emelde farklıdırlar. Bir ay yaşamak isteyen, kırk gün yaşamak isteyenden daha faziletlidir. Bunun te'sîri işlerinde belli olur. Bir kimsenin uzakta iki kardeşi olsa, biri bir aya kadar, diğeri de bir seneye kadar gelecek olsa, önce bir ay sonra gelecek olan kardeşi İçin hazırlık yapıp, diğerini te'hir eder. Herkes kendini kısa emelli sanır. Kısa emelli olmanın alâmeti, amel etmeye başlamak, bunun için çok acele etmek ve kendisine verilen bir nefeslik zamanın kıymetini bilmekle olur. Nitekim Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem):


“Beş şey'den evvel, beş şey'in kıymetini biliniz: İhtiyarlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin, fakir olmadan önce zenginliğin, meşguliyetten önce boş zamanın ve ölmeden önce hayatın kıymetini biliniz” , buyurdu. Yine buyurdu:


“İki nîmet vardır ki, insanların çoğu bunda aldanmıştır; Sıhhat ve boş zaman” , Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) eshâbında gaflet eseri görseydi, aralarında:


“Ölüm geldi ve götürdü, kimini şaki, kimini saîd” diye söylettirirdi. Huzeyfe (radıyalfahü anh) diyor ki:


“Hiçbir gün yoktu ki, sabahleyin bir kimse yüksek sesle bağırıp:


“Ey insanlar, göç için hazırlanın”, dememiş olsun. Dâvûd-i Tâî'yi gördüler. Acele ile namaza gidiyordu. Bu acelelik nedir? Dediler. Askerler şehirdedir beni gözlüyorlar, dedi. Yani kabristandaki ölüler, ben oraya gitmeyince yerlerinden kalkmazlar demek istedi.[207]




Can Çıkmanın Dehşeti



Ölüm açısından önce üç korkunç musibet karşısındadır. Birincisi, can alıcı meleği görmesidir. Hadîs-i şerifte geldi ki:


“İbrahim aleyhisselâm can alıcı meleğe, günahkârların canını aldığın şekilde seni görmek isterim, deyince, melek:


“Dayanamazsın,” dedi.


“Olsun istiyorum,” dedi. Kendini o surette gösterdi: Siyah yüzlü, tüyleri diken diken, siyah elbiseler giymiş, burnundan ve ağzından ateşler çıkıyordu. İbrahim aleyhisselâm kendinden geçip, düştü. Kendine gelince meleği kendi şeklinde gördü ve ey can alıcı melek, bir günahkâr senin bu şeklini gördükten sonra bir şey görmese ona yeter!” Dedi. İyi amel işleyen, Allahü Teâlâ'ya itaat eden kullar için bu korku yoktur. O meleği, en güzel bir şekilde görürler. Onun güzel yüzüne bakmaktan başka rahatlık bilmezler.


Süleyman İbn Dâvûd (aleyhisselâm) can alıcı meleğe, insanlar arasında niçin eşitlik yapmıyorsun? Birini çabuk götürüyor, diğerini bekletiyorsun, deyince: Bu benim elimde değildir, Hepsi için elime ayrı, ayrı bir sahife veriliyor. Emrolunduğum gibi yapıyorum, dedi. Veheb İbn Menbe diyor ki:


“Pâdişâhın biri bir gün ata binmek istedi, elbise giyecekti. Yüz çeşit elbise getirdiler, hiç birini beğenmedi. İçlerinden en iyisini giydi. Birkaç at getirdiler, en güzeline bindi. Arkasında bir süvari birliği ile dışarı çıktı. Kibrinden, gururundan kimseye bakmıyordu. Can alıcı melek bir fakir şeklinde, yırtık elbiselerle önüne çıktı, selâm verdi, selâmını almadı. Atının dizginlerini tuttu. Elini çek, ne yaptığını bilmez bir delimisin, dedi. Benim bir işim var,” dedi. “Bekle attan ineyim,” dedi.


“Hayır şu anda,” dedi.


“Peki, söyle bakalım,” dedi.


“Ağzını kulağına yaklaştırdı ve ben can alıcı meleğim. Şu anda canını almak için geldim,” dedi. Pâdişâhın rengi attı! Müsâade et ve gideyim; karıma, çocuklarıma veda edeyim dedi. Mühlet vermedi, hemen canını aldı. Padişah attan düştü. Melekü'l-mevt (can alıcı melek) aleyhisselâm oradan gitti. Bir mü'min gördü,


“sana bir sözüm var?” dedi.


“Nedir?” diye sordu


“Ben Melekü'l-mevt'im,” dedi.


“Hoş geldin, geç mi kaldın? Senin yolunu gözlüyordum, bana gelenler içerisinde senden çok sevdiğim yoktur. Hemen canımı al,” dedi.


“Önce işini bitir” buyurdu.


“Benim Allahü Teâlâ'yı görmekten mühim hiçbir işim yoktur. Şimdi istediğin gibi canımı al, dedi. Amma bekle abdest alayım, namaza durayım, başım secdede iken canımı al,” dedi. Melek de dediği gibi yaptı. [208]




Münker Ve Nekir'in Suâli



Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki;


“Kul ölünce yanına iki siyah ve gökyüzlü melek gelir. Birine Münker, diğerine Nekîr denir. Peygamber hakkında ne dersin, derler. Eğer mü'min ise Allahü Teâlâ'nın kulu ve Resûlü'dür, şehâdet ederim ki, Allahü Teâlâ birdir. Muhammed (aleyhisselâm) onun Resulüdür, der. Mezarını enine boyuna yetmiş arşın büyütürler. Nûr ile doldururlar. Bir gelin gibi neş'eli uyu, seni en çok sevdiğinden başka hiç bir şey uyandırmaz, derler. Münafık ise bu suâle, bilmiyorum, insanlardan işittim, bir şey'ler söylediler, ben de söylerdim, der, Bunun özerine toprağa, onu sıkıştır, denir. Kaburga kemikleri birbirine geçer, böylece azâb içinde kalır” Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Ömer'e (radıyallahü anh) buyurdu ki:


“Yâ Ömer, kendini nasıl görüyorsun? Ölünce sana eni bir arşın boyu dört arşın bir mezar kazarlar, sonra seni yıkarlar, kefenlerler, mezara koyarlar, sonra doluncaya kadar toprak doldururlar ve dönüp giderler. Münker ve Nekîr gelir. Sesleri gök gürültüsü gibi, gözleri şimşek gibi, sakallarını yere sürerler, dişleriyle mezarını eşerler, seni hareket ettirirler”. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh):


“Yâ Resûlâllah (aleyhisselâm), o zaman aklım başımda mı olur?” Diye sordu.


“Evet” buyurdu. Öyleyse korkmam, onlara yeterim”, dedi. Hadîs-i şerifte geldi ki:


“Kâfire mezarda iki azâb meleği musallat ederler. İkisi de kör ve sağır olup, her birinin de elinde demirden, develerin su içtiği kovalar gibi, topuzlar bulunur. Kıyamete kadar onu döverler, Gözleri yoktur ki, hâlini görüp acısınlar, kulakları duymaz ki, acı feryâdlarını işitsinler”. Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) diyor ki:


“Resûlüüah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki:


“Kabir sıkması vardır, ölüyü sıkar. Ondan bir kişi kurtulsa idi Saîd ibn Muâz (radıyallahü anh) kurtulurdu”. Enes (radıyallahü anh) diyor ki:


“Mustafa'nın (sallâllahü aleyhi ve selem) kızı Zeyneb (radıyallahü anhâ) vefat etti. Onu mezara koydu, mübarek yüzü çok sarardı. Mezardan çıkınca yüzü tekrar eski hâline geldi. Yâ Resûlâllah (aleyhisselâm), bu ne haldir? Dedim.


“Kabir sıkmasını ve kabir azabını hatırladım, ona bunların çok az olacağını bana bildirdiler. Bu az kabir sıkması ile beraber onun feryadını bütün âlem duydu”, buyurdu. Yine buyurdu ki:


“Kâfirin mezardaki azabı, doksan dokuz ejderha iledir. Ejderhanın ne olduğunu bilir misin? Her birinin doksan dokuz başı olan doksan dokuz yılandırlar. Onu sokarlar, emerler ve üflerler. Kıyamete kadar böyle devam eder”. Yine buyurdu:


“Mezar, âhiret yolculuğunun ilk konağıdır. Bu kolay olursa sonrakiler daha kolay olur. Zor olursa sonrakiler daha zor ve çetin olur”


Bundan sonra olanların birincisi sûr'a üflendiği zamanki korkudur. Sonra kıyamet günü korkusu, Onun uzunluğu, sıcaklığı çok ve şiddetlidir. Sonra hesâb ve günâhlardan Sorulma korkusudur. Daha sonra amel defterlerinin sağdan veya soldan verilme korkusudur. Sonra amel defterlerinde görünen kabahat ve kötülüklerin korkusudur. Sonra terazinin sevap kefesi mi, yoksa günâh kefesi mi ağır gelecek korkusudur. Sonra hakları yenen mazlumların ve onlar için verilecek cevâb korkusudur. Sonra Sırat, Sonra Cehennem, zebaniler, bukağılar, zincirler, zakkum, yılan, akrebler korkusudur.


Susuz çöller yahut şimal kutbu, cenup kutbundaki azap verici yerler, yanardağlar, volkanlar cehenneme alâmet ve remzdir. Oradan çıkan lâvlar cehennem derelerine alâmettir. Korkunç denizler cehennemde bulunan ateş denizlerine işarettir. Acı, yenmez meyveler cehennem meyvelerindeki zakkumları, kaynar sular da ma-i hamime işarettir. Binlerce korkunç hastalıklar, cüzzamlar, firengiler, firengiden dökülmüş yüzler, cehennemdeki azaplara işarettir. İnsanda bulunan irinler ve cerahatler cehennemde bulunan derelerden akan pis sulara alâmettir. Dünyadaki körler, kâfirlerin gözlerinin kör edilip cehenneme öylece atılacaklarına işarettir. Dünyada sar'alı, nüzullü olanların hastalıkları, dünyada tefecilik yapan, insan hakkına riayet etmeyenlerin sıfatlarına işarettir. Hapishane cehenneme alâmettir, orada bulunan koğuşlar, derekâtı cehenneme işarettir. Katiller, hırsızlar, ağır cezalılar, mahkûmlar cehennem ehline işarettir. Hücreler, zincirler, cehennemde olan azap âletlerine işarettir.


Hapishane müdürü, cehennemin baş meleği olan Malik namındaki meleğe, gardiyanlar cehennemde vazife gören zebanî namlı on dokuz meleğe alâmettir. Kur'anı Kerim her memleketin kendi kanununa alâmettir. Kanunları çiğneyen hâkimin huzuruna sevk edilip ceza gördüğü gibi, hakkın kanununu çiğneyenin de ceza göreceğine alâmettir. Suçluyu mahkemeye sevk ederken, o memleketin kanununu temsil eden inzibat kuvvetleri, polis ve jandarmalar vazife görürler. Bunlar Allah’ın emri ile vazife gören meleklere işarettir. Dünya âleminde bazı kimseleri, gizli polis veya millî emniyet, takip edip yaptıklarını tespit eder ve vakti geldiğinde kendilerine yaptıklarından sual sorarlar. İşte bunun gibi insanda da iki melek vardır ki, onlar bizden ayrılmayıp “hayır ve şer” fiillerimizi tespit ederler. Bu melekler de Allah’ın emniyet memurlarıdır. Bizimle beraber olan bu melekler gizli polislere alâmettir. Bunlara (Kiramen Kâtibin) denir. Yaptığımız hayır ve şer işlerimizi yazarlar. Bunları biz görmeyiz. Onlar bizimle beraberdir, bizi takip ederler.


Bir memlekete vardığımız zaman, o memleketin hududuna yaklaştığımızda, bizi hudutta o memleketin polisi karşılayıp pasaport sorduğu gibi, kabre vardığımızda iki melek gelir bizden pasaport sorar. Yani Allahtan, Peygamberden, dinden imandan ve kitaptan sorarlar. Bir memleketten diğer bir memlekete gitmemiz, dünyadan âhirete, memurların pasaport sormaları, meleklerin bize birtakım Sorular soracağına alâmettir. Pasaportta gideceğimiz memleketin sefaretine tasdi ettirmemize alâmet de, hükümet-i ilâhiyyenin sevgili sefir olan Muhammed (s.a.v.)’in imanımızı tasdikidir, Pasaport tasdik mührü yoksa kabul edilmeyişimiz ve icap ederse tevki edilmemiz imansızların kabirde tevkif olunacaklarına işarettir.


Zelzeleler kıyametin şiddetine, ezan sûr'un üflenmesine mahkemeler mahşer yerine, hesap vermeye, hâkimler Allah; müddeiumumiler Nebilere, suçlarımız dosyalara, mübaşiri münadî olan meleklere, mîzan adalete işarettir. Mahkeme olup davayı kazananın sevinmesi, beraat edenin meserre mü'min kulların hesaptan sonraki sürûruna, cennete lâyık olanın beşaretine alâmettir. Mahkeme olup hapiste yahut idam mahkûm olan kimsenin me'yusiyeti, nedameti âh-u figanı cehenneme sevk olunan günahkârın ve cehennemde ebedî kalacak olan kâfirlerin nedamet ve helâkına işarettir.


Ömür bahçesinin gülü solmadan


Uyan hey gözlerim gafletten uyan


Âcil bir gün bize devran dönmeden


Uyan hey gözlerim gafletten uyan


Nice gafletine mağrur olursun


Kervan geçer gider yolda kalırsın


Billahi sonra pişman olursun


Uyan hey gözlerim gafletten uyan


Derviş Yûnus söyler sözü tutulmaz


Senin kumaşın bu yerde satılmaz


Böyle yatmak ile Hakka varılmaz


Uyan hey güzlerim gafletten uyan..


Ey mü'minler!... Ayaklarımız yürürken, hak için yürüsün. Dillerimiz, hakkı zikr eylesin. Ömür bahçesinin gülleri solmadan, dillerimiz susmadan, çenelerimiz kilitlenmeden gözlerimiz gaflet uykusundan uyansın. Zira ömür denilen o aziz nimet çok çabuk gelir, geçer. Cansız binek bir gün olur, kapıya dayanır. Evin, yuvan matemlere boyanır, Son pişmanlık fayda vermez. Kabrinde, karanlıkta ağlamanın sana hiç faydası olmaz. Geçen ömrün geriye dönmez. Daha dün, çocuktuk. Sonra genç olduk, delikanlı olduk. Bak, şimdi saçımıza, sakalımıza aklar düştü. Yakında, amel sandığı olan kabire gireceğiz. Hakka lâyık ne amel işledik? Sonumuz ne olacak, bir düşündük mü? Bu fâni dünya için, mirasçılarımıza mal ve mülk bırakmak için, haram-helâl demeden mal ve para cem' ettik. Âhiretimiz için ise, hiç bir hazırlığımız yok!... Ellerimiz boş, yüzlerimiz kara. belki de bir çok suçu ve günahı beraberimizde götürüyoruz. Gelin; tövbe edelim. Hakka rücû edelim. Ömür kuşu uçmadan, fırsat elden kaçmadan, ecel bize gelip çatmadan, hak bizleri rahmet ve mağfiretine çağırıyor. Derdine deva, marazına şifa bul. Geride bıraktığın zamanlara nazar eyle, neler oldu? İleriye bak, neler olacak? Akıllı isen, ibret al!...


Dinleyin ahbaplar bir mânâ gördüm


Bir yere vardım gömlek biçerler


Bize de varandır diyerek sordum


Dediler bir yakasızda sana biçeriz bir gön


Kabir dünya gibi bol mu sanırsın


Mindersiz yastıksız yere konursun


Eriyip çürüyüp toprak olursun


Karanlık kuyular açarlar bir gün


Kabir diyorlar bu karanlık yere


Girmeden uğrarsın âh ile zâre


Şifası bulunmaz bir derin yâre


Merhemsiz yâreler açarlar bir gün


Ey Aşkî söylersin ibret almazsın


Ahvali mevtadan haber sormazsın


Hakkın rızasına suvar olmazsın


Bu handan elbet göçeriz bir gün.


Ey cenazeye hazır olan imam ve cemaat efendiler! Cenaze namazını kıldığınızda, bunları düşünmeniz lâzımdır. Bunları düşünmezsek, bizlere ölüm yokmuş gibi hareket edersek, gaflette bulunursak ki bir gün de, bu halin bize gelmesi mukadderdir. Cenaze namazı kılarken yüz bin türlü dalavere düşünen kimsede, iman var mıdır, Yok mudur, size sorarım? Böyle gafletle namaz kıldıran imam efendinin, yakın bir zamanda başındaki sarık yılan olup boynuna dolanacak. Onu nâra iletecektir. Ey İmam Efendi! Senin azabın hiç bir kimsenin azabına benzemez. Sen, Nebi (s.a.a.)’i temsil edensin. Yaptığın cürmün azabı çok büyüktür. İnsafa gel, ölüden ibret al! İnsan olmaya bak. Keçi can kaygusunda, kasap et kaygusunda kabilinden hareket etme. O sarık, o cübbe senin gibi çok imamdan kaldı. Daha nicesinden kalacaktır. Bunu böyle bil de ona göre hareket et. Seni irşad ettiğim için bana kızma. Aleyhimde bulunma. Bunları bana Allah söyletiyor. Söyleyene bakma söyleteni gör. Sana nimeti verene bakma, verdirene nazar et. Sana sopayı vuranı nazar-ı itibara alma, vurduranı anla!


Ey ölümü düşünmeyen, öleceğini hatırına getirmeyen! İyi bil ki, bu ölüm denen korkunç hal senin ve benim de başımıza gelecek, sinelerimizde umulmaz yaralar açacak. Sevgililerimiz bizden kaçacak, sevdiğimiz mallarımız sevmediklerimize kalacaktır.


Bir gün Resul (a.s.) ashabına nasihat ediyordu. Onun bu tatlı sözlerini dinleyen ashab efendilerimiz, kimi hak korkusundan, kimi hak sevgisinden ağlıyorlardı. İçlerinde yalnız Üsame (r.a.) ağlamıyordu. Resûlullah (s.a.) e halinden şikâyet etti. Efendimiz onun göğsüne mübarek ellerini koyup:


“(Uhruc ya iblis)” dediler; yani “çık yâ şeytan!” demektir. Üsame ağlamaya başladı. Sonra ashabına dönüp şöyle buyurdular: Gözün ağlayamaması kâlb katılığından, kâlb katılığı günahın çokluğundan, günahın çokluğu ölümün unutulmasından, Ölümün unutulması tûlu-u emelden, tûlu-u emelin sebebi dünya hayatını fazla sevmekten ileri gelmektedir, buyurdular. Dünyayı İslâm dini, Kur'ani Kerim zemmeyledi; dünya nedir? Dünya mal, mülk, masa, kasa, rütbe, kumaş, evlâd değildir. Her ne şey seni Rabbinden men ederse işte dünya odur. Meselâ, bütün dünyanın her nimetine sahip bir kişi Rabbini unutmaz, ona karşı kulluğunu tam yaparsa bu kişi dünya perest olmayıp, hakkın sevgili kulu, Peygamberimizin ümmetidir. Bir kişi fakir olup dilense o dilenciliği yüzünden Rabbine karşı olan kulluğunu yapmasa, bu kişi dünya peresttir. Hak katında Resûlullah’ın indinde makbuliyyeti yoktur. Sözün kısası elin kârda, gönlün yârda olacak. Bütün dünya senin olacak, sen Hak'kın olacaksın. Hiç ölmeyecek gibi dünyaya çalışacaksın, yarın ölecekmiş gibi âhirete hazırlanacaksın. Herkes senden iyilik görecek. Her mahlûka merhametli olacaksın. Adil, sâdık, dürüst, çalışkan ve doğru olacaksın. Böyle olman lâzım. Zira mü'minler böyle olur. Hem Rabbini, hem peygamberlerini hem de insanları memnun eder. Mü'min demek Allaha inanmış, nebilere, kitaplara, meleklere, kıyamete hayrın ve şerrin, kaderin haktan olduğuna, öldükten sonra dirilip dünya hayatından Allaha hesap vermeğe iman eden kimsedir. Peygamberimiz, Müslüman o kimsedir ki elinden ve dilinden kimseye zarar vermez, buyurmuşlardır. İyilik edemezsen, hiç olmazsa kimseye zararın dokunmasın. Bu sözleri söyleyip kalbiyle inanan kimse fiili ile ispat ederse işte o, kâmil mü'mindir. Yalnız dili ile söyleyip kalbi ile de inanıp fiili bu inandığına uymazsa fâsıktır, günahkârdır. Onun affı Allah’ın rahmetine kalmıştır.


Mü'minler! nâr'dan yani, cehennemden çıkmak var diye, bu nâr'a girişe ehemmiyet vermemezlik yapmayalım. Elini bir defa ateşe daldır, ne kadar tahammül edebileceksin? Cehennem denilen yer, hamam sıcağı kadar hararetli olsa, ne kadar tahammül edebiliriz? Bir düşünelim. O ateşlerin içerisinde yaşayan bir takım hayvanlar var ki, bunlar ehl-i nâr-ı sokacak incitecektir. Yaz geceleri sivrisinek, tahtakurusu, pire ve karasinek gibi insanları ta'cîz eden hayvanların iz'acma tahammülümüz yok, hem de bunlardan kurtulmak elimizde iken, gördüğümüz huzursuzluğu, bir düşünün. Halbuki orada irademiz elimizde olmayıp korkunç azaplara nasıl tahammül ederiz? Hele imansızlar hakkın nimetini yiyip, devletini sürüp, hakka karşı gelen Resulleri tekzip edip, onlara iman etmeyenler ebediyyen orada kalacaklar Allanın azabına dayanamayacaklardır. Fakat ne faydası var! Ciltleri yanıp kül olduktan sonra tekrar ciltleri meydana gelecek ve bu azabı ebediyyen tadacaklardır.


İsa aleyhisselâm, bir gün otlakta otlayan bir sürüden bir koyun yakalayarak, kulağına bir şeyler söyledi. Koyun, ot yemez, su içmez oldu.


Birkaç gün sonra, yine aynı otlaktan geçen İsa aleyhisselâm, çobana o koyunu göstererek:


“Bu hayvan hasta mı? Neden, diğerleri gibi ot yemiyor ve su içmiyor?” Diye sordu. Kendisini tanımayan çoban da:


“Geçenlerde, buradan bir zat geçti ve bu koyunun kulağına bir şeyler söyledi. O günden beri, bu hayvana bir durgunluk geldi,” cevabını verdi.


Acaba, Hazreti İsa koyunun kulağına ne söylemişti?


İsa aleyhisselâm, o koyunun kulağına: “(Ölüm var!)” demiş ve hayvan olduğu halde, ölümü işiten koyun yemeden, içmeden kesilmiş ve bu hale gelmişti.


Ya, biz insanlar? Gözlerimizin önünde, en sevdiklerimiz ölüp, göçtüğü halde sanki ölüm sırası bize gelmeyecekmiş gibi, gülüp oynuyor, Allaha karşı yüz bin isyandan geri durmuyoruz. Halbuki, bize hayvanlardan daha fazla yaslanmak, tasalanmak düşer. Çünkü ölüm bize, hesap ve sual de bizedir. Ölümden ibret almayan, hiç bir şeyden ibret alamaz. Böyle olanlar da, kendilerini çekip çeviremezler ve Allaha kulluk edemezler. Âkil olan, ölümden ibret alır ve bir gün kendisinin de öleceğini düşünür. O korkunç gün için hazırlık yapar. Yaşadığı her günü, Allaha ibadet ve itaatle geçirir. Kıldığı her namazın, belki de son namazı olduğunu hatırına getirir de, Rabbine öylece ibadet eder. Bu şekilde ibadet edenlerden, hiç bir kimseye kötülük gelmez. Çünkü onlar Allah’ın emirlerinden dışarı çıkmazlar. Allanın menettiği şeylere el uzatmazlar.


Bir düşünelim!... Hani babalarımız? Hani dedelerimiz? Hani firavunlar, hani Nemrud'lar hani o dünyaya sığmayanlar? Hani, o Allahlıklarını ilân edenler, hiç ölmeyeceklerini zannedenler? Nereye gittiler, nice oldular?


Şimdi, onların hiç yıkılmayacak sandıkları sarayları, kâşaneleri örümceklere, yılanlara, akreplere mesken oldu. Ey âşık-ı-sâdık:


Bugün tövbe edeyim, yarın tövbe edeyim diyerek ömürlerini nevaya verenler, bu nimetlerden mahrum kalırlar. Yalancılıkla, düzenbazlıkla, hilekârlıkla nefeslerini ve nefislerini tüketenler, ebedî hüsrana uğrarlar. Nefislerine zulmedenler o kimselerdir ki, Allahu Teâlâ'yı inkâr ederler, Resullerine tâbi olmazlar, hiç ölmeyeceklerini, dünya yüzünde baki ve ebedî kalacaklarını sanırlar. Bu gibiler, bütün bu nimetlere erişemedikten başka, azap günü gelip çattığında pek korkunç azaba uğrarlar ve o azap içinde ebediyyen kalırlar. Bu azabın dehşet ve şiddetinden kurtulmaya çalışırlar ama bütün bu gayretlen boş ve beyhudedir. Zira onlar bu azaba daha dünya hayatında iken istihkak kesbetmişler, ölümleri ânından itibaren de ebedî azaba mahkûm olmuşlardır.


Ey mü'min:


Ölüm günü gelip çatmadan tövbe et.. Yaptığın bütün kötülüklere, fenalıklara, kabahatlere, suçlara ve günahlara tövbe et. Bir daha işlemeyeceğine söz ver, nadim ol, ağla ve gözyaşı dök, bir daha kötülük yapmamağa azm-ü-cezm eyle. Allahu Teâlâ, tövbe eden kullarını sever. Allahu Teâlâ, kötülüklerden kaçınan, mâ'nen ve maddeten arınmasını bilen temiz ve tâhir kullarım sever. Ebedî saadet ve ni'metlerini de böylece tövbe eden, arınan ve kötülüklerden sakınan kulları için hazırlamıştır. Bunu bil, bu gerçeğe inan, Hakkın vâ'dine bağlan, gayret kemerini beline kuşan. Tevhidi, tehlüi, temcidi, doğru konuşmayı, hak söylemeyi diline vird edin. Yalandan, gıybetten, boş ve faydasız sözden, seb'den, küfürden, haram yemekten, inciten ve kalp kıran acıt konuşmalardan, şahitliği ketmetmekten dilini temizle ve koru. Gözlerinden gaflet ve hıyanet perdelerini kaldır. Gözlerini, gördüklerinden ibret alır hale getir. İyiyi, güzeli ve doğruyu görmeğe alıştır. Kulaklarını hak kelâmına ver, Allahu Teâlâ'nın sevmediği sözlere kulaklarını tıka. Gıybete, kötü söze, boş ve faydasız konuşmalara kulaklarını kapalı bulundur. Ağızdan alınan zehir; vücudu ifna ettiği gibi, kulaktan alman zehirli kelâm da insanın ruhunu ifna eder. İki çenen arasındaki et parçası ile iki budun arasındaki et parçasına sahip ol. Ayaklarım da daima doğru yolda bulundur. Sapıkların, azmışların, fısk-ü-fesat yolunda gidenlerin yollarına saptırma. Unutma ki, ölüm bir gün bize de gelecek, bize de yetişecektir. Ölümden kurtuluş yoktur. Bir gün gelecek, bizi de alacaklar, evlât ve ıyalimizi yetim koyacaklar, kabrimize bırakıp savuşacaklardır. Kabir denilen yer, ya cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut cehennem çukurlarından bir çukurdur. İşte, o çukurda amellerimiz ile baş başa kalacak, ya feci bir azaba uğrayacak veya rahat ve güzel yeni bir âleme kavuşacağız. Orada, bizlere ihsan buyurulacak mükâfatları bekleyeceğiz.


Dünya, âhiretin tarlasıdır. Ebedî hayat, buradan kazanılır. Şu var ki, bu ebedî saadeti, bu zevali olmayan baki mülkü; fâni âleme tercih edenler altını teneke ile değişen gafiller gibidirler. Her gün yakınlarından dostlarından, ahbap ve arkadaşlarından ölenleri gördükleri, dünya hayatının fâni ve geçici olduğunu da bildikleri halde, bundan ibret almayanlar, âhiretleri için hazırlık yapmayanlar bu gafletlerini elbette nedametle ödeyecekler ve elbette bu gibilerin âkibetleri iyi olmayacaktır.


Allahu Teâlâ, zâlimlerin mü'ini, yardımcısı değildir. Allahu, Teâlâ muhsinlerin, müttekilerin yardımcısıdır ve onlarla beraberdir. Nereden gelip nereye gittiğini, ne için gelip ne için gittiğini bilmeyen, ne için halk olunduğunu sezemeyen, hilkatinin sebebini arayıp araştırmayan, nefsinin aczini öğrenemeyen, Allahu Teâlâ'nın izzetine iyman etmeyen kişiler, elbette baki âlemde sefil ve rezil olacaklardır.


Hakka gönül veren âşıklar ise, sevdikleri ile haşrolacak, sevdikleri ile ebediyyen beraber kalacaktır.


Kafile kalkacak, günler yaklaştı;


Yakında çıkarsın bâb-ı gafletten.


Yarandan, ihvandan göçler sıklaştı;


Uyan ey gözlerim hâb-ı gafletten.


Yaptığın hesaplar bir gün bozulur


Kafile sessizce yola düzülür.


Düşmanın sevinir, dostun üzülür;


Uyan ey gözlerim hâb-ı gafletten.


Çırçıplak ederler, soyarlar seni;


Bembeyaz kefenle boyarlar seni.


Bir tabut içine koyarlar seni.


Uyan ey gözlerim hâb-ı gafletten.


Cansız binek gelir o gün kapıya.


Vârislerin gelir malın yağmaya.


Var mı kimsen sana Kur'an okuya


Uyan ey gözlerim hâb-ı gafletten.


Üç beş dostun ağlar, ağyar sevinir;


Anan saçın yolar, ehlin döğünür;


Sessizlik evinin yolu görünür.


Uyan ey gözlerim hâb-ı gafletten.




“Fe-İzâ câ'e ecelühüm lâ yeste'hirûne sâ'aten ve la yestakdimûn.”[209]




“(Ecel geleli mi, ne bir lâhza geri kalırlar, ne de bir lâhza ileri gedebilirler.)”




Kâfirlerin, zâlimlerin ölümleri çok acı, çok korkunç ve çok fecidir. Kâfirlerin ve zâlimlerin, ölüm ânında çektikleri azabı, Kur'an-ı-kerim şu yolda haber vermektedir. (Allahu Teâlâ'ya sığınırız).


Dünyayı alırsın boynuna


Hiç ölüm korkusu gelmez aynına


Azrail geldiğinde yanına


Hazine dolu paran olsa ne fayda?


Mü'minler ölmezler. Fâni ve geçici dünya evinden, baki ve ebedî olan âhiret evine göç ederler.


“Herkese yaptığı işin karşılığı tastamam verilir. Zaten Hak Teâlâ onların yaptığını en iyi bilendir.”


Allah celle, Hadis-i-kudside:


“İzzet ve celâlime kasem ederim ki, kulumun kalbinde iki korkuyu ve iki emniyeti cem'etmem. Benden dünyada korkanları ve her işlerinde benim rızamı arayanları, kıyamet günü bütün korkularından emin ederim, onu o müthiş gün korkutmam. Dünyada benden korkmayanları ve emin olanları da, kıyamet günü korkuturum.” buyurmuşlardır.


Bir adam, mescitte namaz kılıyordu. Namazdan çıkınca, bir heybe içinde bıraktığı bin altının yerinde yeller estiğini gördü. Aynı mescitte namaz kılmakta olan Hazret-i Ali (Kerremallahu vechehu) Efendimizin hafidi İmam Cafer sadık efendimize:


“Mescitte ikimizden gayrı kimse yok, paramı ve heybemi sen çaldın, diyerek iftira etti. Hazret-i-İmam, her ne kadar:”


“Ben, Evlâd-ı Resuldenim. Böyle şeylere tenezzül etmem,” dediyse de, dinletemedi:


“Mescitte senden başka kimse yoktu ki başkası almış olsun,” diyerek diretti. Hazret-i-İmam sordu: “Heybende ne kadar para vardı?”


“Bin altın vardı.”


“Öyle ise gel benimle beraber, diyerek parası kaybolan adamı saadet-hanesine götürdü ve şahsına ait paradan kaybolduğu iddia olunan bin altını adama verdi. Parasını aldığı halde, küstahlığı elden bırakmayan müfteri:”


“Almadınsa bana bu parayı neden verdin?” Diye Sorunca da:


“Evlâd-ı-Muhammed'e iftira ettiğinden nâra girmeni istemedim ve bu parayı sana helâl ettim,” buyurarak adamı savdı.


Hazret-i-İmam, bir müslümanı yalancı çıkarmak istememişti. Fakat gelin görün ki, parasının çalındığını iddia eden adam, arkadaşlarının yanına gelince, gülerek kendisine:


“Geçmiş olsun, dediler ve şaka olsun diye kendisi namaz kılarken, içinde bin altın bulunan heybeyi gizlice alıp sakladıklarını söylediler ve heybeyi sahibine teslim ettiler.”


Adamcağız, yaptığı hatayı anlayarak büyük bir üzüntüye kapıldı. Parasını kendi arkadaşları alıp sakladıkları halde, hiç suçu olmayan ve mescitte kendisi gibi namaz kılan bir zatı hırsızlıkla itham ettiğinden utandı. Şahsını tarif ederek bu zatın kim olduğunu sordu. Kendisine:


“O zat, Peygamber-i zişânın amcası oğlu Hazret-i Ali'nin torununun çocuğudur, denilince doğru Hazret-i İmam Cafer Sadık'ın evine koştu, ellerinden öperek affını ve rızasını diledi ve haksız olarak aldığı bin lirayı iade etmek istedi. Hazret-i-İmam kabul etmedi ve adama şöyle buyurdu:


“Bu hane, Evlâd-ı-Muhammed hanesidir. Bu hane, mâ'den-i-nübüvvet, sırrı velayet, vâris-i ulum-u Nebevi hanesidir. Bizim mülkimizden bir şey çıkarsa, tekrar bize avdet etmez. Verdiğimizi geri almak, bizim şânımıza münasip ve lâyık değildir. O altınlar, sana hediyemiz olsun, güle güle harca.


Fânî dünyaya meyleden, dünyası için dinini terk eden, dünya malı için Hak binasını yıkan, ölümden ibret almayan gafil!.. Artık, kötülüklerden elini, eteğini çek. Ölümünü düşün... Neler gördün, daha neler göreceksin... İş, ölmekle bitmiyor. Asıl hayat, ondan sonra başlıyor. Şimdi uykudasın; bu gördüklerin rü'yadan başka bir şey değildir. Yalnız şu farkla ki, rü'yada yaptıklarından mes'ul değilsin amma, dünyada yaptıklarından sorumlusun. Yakında uyanacaksın; bütün insanlar uykuda öldüler mi, uyanırlar diyor Allah Resulü.


Yâ Rab. Bizi, ölmeden uyandır, ibretle bakacak, gerçekleri görecek bir göze sahip kıl. Haya sahibi bir yüz, ağzımıza tatlı bir dil ihsan eyle.. Bize hayatımızda dua edenleri, mematımızda rahmet ve Fatiha ile ananları iki cihanda aziz eyle. Âmin diyen dilleri nârından azad eyle. Âmin, bi-hürmeti seyyid-il-mürseliyn vel-hamdü lillahi Rabbil-âlemiyn, kabul-üd-dua el-Fâtiha.


Her şeyin yaratıcısı, ancak Ulu Allah'tır. O'ndan başka yaratma gücüne sahip bir kuvvet yoktur. Yaratıcılık vasfı, sadece Yüce Allah'a mahsustur.


Bu âlemde meydana gelen her şey Yüce Allah'ın bilmesi, dileme ve yaratmasıyla var olur. İşte herhangi bir şeyin, belirli bir şekilde meydana gelmesini Ulu Allah'ın ezelde dilemiş olmasına Kader denir. Ve Ulu Allah'ın dilemiş olduğu şeyi, istediği zaman var etmesine de Kaza denir.


Ulu Allah'ın falan kişiyi, filân günde yaratmayı ezelde dilemiş olması kader'dir. O kişinin takdir edilen günde dünyaya gelmesi de yaratma, bir kaza'dır. Burada kader ile kaza birbirinden ayrı şeylerdir.


Ulu Allah'ın takdir ve kazasının dışında hiç bir şey düşünülmez. Gerçekten inanmak, aynı zamanda razı olmaktır. Ancak, kaza kadere boyun eğmek, bizi Sorumsuzluğa ve miskinliğe sevk edemez. Çünkü insanoğlunun da bir iradesi vardır. Bu irade ve çalışmanın sonucu olan her şeyden insan, sorumludur. Bu sebeple insan, Yüce Allah'ın rızasına uygun hareket ederek, kötü yollara düşmekten kaçınmak zorundadır. Bir insan günah işlemek ister ve iradesini bu yolda kullanırsa, Ulu Allah da o günahı yaratır. Fakat bundan memnun olmaz. Ve müslümanlara yakışan, en doğru hareket şekli, Yüce Allah'ın memnun kalmayacağı emirlerine aykırı olan her şeyi yapmamaktır. Kaza ve kadere inanmanın birçok fayda ve hikmetleri vardır.


Bir kere, kazaya ve kadere inanan kişi, her şeyin tek yaratıcısı hâkimi olarak, sadece Ulu Allah'ı tanır. Böylece, ruhu yükselir. Kabirlik için atar, karakteri ve ahlâkı düzelir. Gene o kişi, hayatta her şeye girişir, başına gelene göğüs gerer. Ömrü boyunca cesaret ve gücünü kaybetmediği için, basardan başarıya ulaşır. Çünkü kaza ve kadere boyun eğen kimse, bir iş de başarısızlığa uğrarsa; “Bunda bir hikmet ocak.” diyerek aynı şeyi başka yollardan başarmaya çalışır, bunu da yapamaz ise: “Allah bana bu kadar güç vermiş, buna da çok şükürler olsun.” der ve tevekkül eder.


Hemen belirtelim ki, kaza ve kader, insanoğlunun mesuliyetine sorumluluğuna engel değildir. İnsanlar, kendi irade ve güçlerine dayanarak çalıştıkları, kazandıkları, kaybettikleri; tek kelime ile yaptıkları her şeyden, Ulu Allah'a karşı sorumludurlar... [210]




Kaza ve Kadere Rıza Göstermek



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kim, Rab olarak Allahı, din olarak İslamı, Peygamber olarak da Hz. Muhammed'i kabul ederse imanın zevkini tadar ve dini vecibeleri ifa ederken rahatlık duyar.”[211]




Gökleri ve yeri yaratıp melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan, (peygamberlere gönderen) Allah'a hamd olsun. Allah yarattığı şeylerde dilediği kadar (vasıflar) ziyade eder. Muhakkak ki Allah, her şeye kadirdir.[212]




2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kim, Hz. Allah'ın kaza ve kaderine razı olmazsa kendisi için Allah'dan başka bir ilah arasın.”[213]




O Allah ki, göklerin ve yerin tasarrufu hep onun. Hiç bir çocuk edinmemiştir, mülkünde de onun hiç bir ortağı yok... Her şeyi yarattı da ona bir nizam verdi; onun mukadderatını tayin buyurdu.[214]




3- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bir kimse bir gece hastalanıp da bu hastalığın Allah'tan olduğuna inanarak rıza gösterirse, günahından anasından doğduğu gibi temizlenir.”[215]


4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Nerde kaza ve kadere razı olanlar? Nerde cennet ve cennetin içindeki saadete ulaşmak için çalışanlar? Ebedi saadet yurdu olan bir cennetin varlığına inanıp da sadece aladatıcı dünya, servet ve saadeti için çalışanlara şaşarım.”[216]


60- “Aranızda ölümü (ve ecelleri) biz takdir ettik ve biz, dilediğimiz şeyi yerine getirmekten âciz de değiliz.”


61- “Kılıklarınızı değiştirmeğe ve bilemeyeceğiniz bir surette sizi yaratmağa da gücümüz yeter.”


29- “İçinizdeki kâfir dostluğunu gizleseniz de, açıklasanız da Allah onu bilir, diye söyle. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini O bilir ve her şeye hakkıyle kadirdir.”[217]




SABIR



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kula, Allah'tan yardım kulların ihtiyaçları miktarında olur. Sabır da Allah tarafından kulun başına gelen musibetlere göre verilir.”[218]


2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Size verilen ( Her nimet) Allah'ındır. Her şeyin Allah'ın indinde bir eceli vardır.”[219]


3- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benden sonra çok fitnelerle karşılaşacaksınız. Havuzumun başında benimle buluşuncaya kadar o fitne ve fesada karşı sabırlı olunuz. (dininizden ayrılmayın)”




“Innallahe mâ'as-sâbiriyn”[220]




“Sabır, insanı hayvanlıktan kurtarır. Bir maksûd için sabır eyleyen, o maksuduna erer. Fakirliğe sabır eden zenginliğe, gedâlığa sabır eden kişi, baylığa erişir. Düşman zahmetine sabır eden, düşmanına muzaffer olur.”




“Kem min fietin kaliletin galebet fieten kesiyereten biiznillahi vattahu maassabiriyn”.[221]




“Birçok küçük kuvvetlerin, büyük ordulara sabır ile galip oldukları muhakkaktır. Allah, sabırlılar ile beraberdir. Ayrılık zahmetine sabr-u-tahammül gösteren de bir gün olur hasretine kavuşur. Bundan dolayı, (Essabru miftahül-ferec)” denmiştir.




4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hz.Allah İsa Peygambere şöyle demiştir: Ya İsa, senden sonra yeryüzüne öyle bir ümmet göndereceğim ki, onlara sevdikleri, hoşlandıkları bir şey isabet ederse, bana hamd ve şükredenler, hoşlanmadıkları bir felaketle karşılaştıkları zaman da sabrederek sevabını benden isteyeceklerdir. Onların hilm ve ilimleri de yoktur. Hz. İsa, Allah'ın buyruklarına, hayret ederek şöyle sordu: Yarab, ilim ve hilm olmadan bunlar nasıl böyle olabilirler Cenab-ı Hak cevaben şöyle buyurdular: Ben onlara kendi hilm ve ilmimden vereceğim.”[222]




Bunlar Muhammed'e ümmet olmak şerefine kavuşacak Müslüman olan kimselerdir.[223]




5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Biz, (her kötülüklere karşı) sabredelim ve cezalandırmayalım.”[224]


6- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Cenab-ı Hak Teala şöyle buyurmuştur: İmanlı olan kullarımdan birine sıkıntı veren bir bela verdiğimde beni ziyaretçilerine şikayet etmeyip sabır ederlerse ben onu, o hastalıktan şifaya kavuştururum. Sonra da kaybettiği kanını, etini değiştirerek ona daha hayırlısını vererek yepyeni bir vücutla ibadete başlatırım.”[225]


7- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bir kimse için kendisine verilen en iyi ve hayırlı şey sabırdır.”[226]


8- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kimin başına bir bela, bir musibet gelip de o kimse musibeti hatırlayıp, ey Rabbim, senden geldik ve sana gideceğiz, derse, zamanı geçtiği vakit Cenab-ı Hak o kimseye başına gelen belalar kadar sevap yazar.”[227]


9- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Erginlik çağına varmadan üç çocuğu ölen bir Müslüman, cennetin sekiz kapışında bu çocukları ile karşılaşır ve istediği kapıdan cennete girer.”[228]


10- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Herhangi mü’minin ayağına diken ve benzeri bir şey battığında Allah-ü Teala o mü'mine bir sevap yazar ve onun bir hatasını bağışlar.”[229]


11- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bir kimse belaya maruz kalır ve sabrederse, nimete mazhar olur ona karşı şükranı nimette bulunur. Zulma uğradığı zalimin zulmünü bağışlarsa, kötülük yaptığı zaman istiğfar ederse, böyle kimseler için felaketlerden kurtuluş yolu vardır ve böyle kimseler hidayete ermişlerin ta kendileridir.”[230]


12- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Rekub: ( Nesilsiz olan) Çocuğu yaşamayan değil, hayatta iken çocuğu ölmeyen kimsedir.”[231]


13- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Rakub: Çocuğu olup da kendisinden önce ölen ve geriye evladı kalmayan kimseleri denir.”[232]


14- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Rakub: evladı kendisinden önce ölen sonraya evladı kalmayan kimsedir.”[233]


15- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Cebrail, bana taun ve veba hastalıkları ile geldi. Ben de taun ( sıtma ) hastalığı Medine'de bıraktım, vebayı da Şam'a gönderdim.” Çünkü sıtma hastalığı günahların af ve mağfiretine sebep olduğundan dolayı ümmetim için bir rahmet, bir şehitlik vesilesidir. Kafirler hakkında ise bir ikabdır.”[234]


16- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kul, ibadeti kısalttığı zaman Cenab-ı Allah onu hüzün ve kedere mübtela eder.”[235]




“Vel-asri innel-insâne lefiy husrin iltelleziyne âmenû ve amiî-us-sâlihati ve tevâ sav bil-hakkı ve tevâ sav bis-sabr.”[236]




Meali hâkimi: “Asr'a yemin ederim ki; bütün insanlar hüsrandadırlar. Ancak, îyman edip âmal-i-saliha işleyenlerle, hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna...”




“Innemâ yuveffes sâbirûne ecrehüm bigayri hisâb”[237]




17- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hz. Allah bir kimsenin hayırlı olmasını dilerse, ( yaptığı kötülüklere keffaret olsun diye) onu dünyada üzecek hastalık ve fakirlik gibi şeyleri verir. Kötü olmasını istediği bir kimse için de dünyada sağlık ve esenlikler verir. Günahının bağışlanması için sebep olan şeyleri vermez ki, kıyamette, hak ettiği cezayı tam olarak versin. Mükafatın büyüklüğü cezanın büyüklüğü oranındadır. Cenabı Hak, bir kavmi severse onlara belalar verir. Bu hale rıza gösterene Allah da rıza ve mağfiret eder, rıza göstermeyene de Allah'ın gazabı vardır.”[238]


18- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İmanlı bir kişi hastalandığı zaman, Allah (c.c.) onun günahını, körüğün demirin pasını erittiği gibi eritir.”


19- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Mü'minin çocuğu öldüğü zaman, Cenab-ı Hak meleklere, şöyle seslenir: (Ey ölüm melekleri kulumun çocuğunun canını aldınız mı? Melekler evet, derler. Hz. Allah, kulumun kalbinin meyvasını kopardınız mı? Diye sorar. Melekler, yine, evet derler. Bundan sonra Cenabı Hak şöyle sorar: Kulum buna ne dedi? Melekler şu cevabı verirler: Sana hamd ve istirca etti. ( Yani, veren de Allah, alan da Allah, hepimiz ona varacağız, dedi, derler.) Bunun üzerine Yüce Allah meleklerine şu emri verir: Derhal o kulum için cennette bir köşk inşa edin ve o köşke ( Hamd Evi ) adını verin.”[239]


20- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İmanlı bir kulun yolculuk veya hastalık sebebiyle, ibadetlerinde bir eksiklik meydana gelirse Cenab-ı Hak o kuluna sağlık ve ikamet halinde iken yaptığı noksansız ibadetlerin sevabını yazar.”[240]


21- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki;


“Benim üretim rahmeti ilahiye mazhar olmuş bir ümmettir. Onlara ahirette azap yoktur, onların azabı ancak dünyada maruz kalacakları fitne depremler ve belalardır.”[241]




“Sâbirlere ve şâkirlere mükâfat ölçüsüz ve hesapsızdır.”


Ebu Aliyyul Dekkak. (Allah ondan razı olsun). Sabır edenler dünya izzetini ve âhiret saadetini kazandılar. Zira, Allahu zülcelâl hazretlerinin maiyetine nail oldular. Bezm-i-lâhuti ilâhiye nail oldular.




22- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Gerçek sabır, musibetin, insanı ilk sarsmasına karşı gösterilen sabırdır.”[242]




Bu hadisi şerifte, musibetin ilk geldiği anda gösterilen sabrın önemi belirtilmekte ve aradan zaman geçtikten sonra onun uhuneti azalacağından, sabrın mükafatı da o nisbette azalacaktır.[243]




23- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bir kimsenin malına, yahut cesedine bir musibet gelir de, o kimse onu gizler ve kimseye şikayette bulunmaz ise Allah1 in onu affetmesini hakk eder.”[244]


24-Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Belanın büyüğü: Az kazançla beraber çok çoluk-çocuk sahibi olmaktır.”[245]




Bu hadisi şerifte de “Yoksulluk ateşten gömlektir” atasözünün en veciz şekli ifade buyurulmakta ve özellikle nüfus kalabalığı karşısında aile reislerinin kuruz kalacakları geçim derdinin ne büyük bir sabrı gerektiği ifade edilmekte ve bu hale sabredenlerin, ecir ve mükafatlarının da büyük olacağı anlatılmaktadır.[246]




25- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Sabır imanın yarısıdır. Yekin ise ( Allah'tan geldiğine kesinlikle kanaat etmektir.) imanın tamamıdır.”


26- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Sabrın manası rıza göstermektir. Yani: Bela ve musibetin Allah'tan geldiğine inanmak ve rıza göstermektir.”


27- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Sabır, belâya maruz kalındığı ilk andaki sabırdır, gözyaşı kimseye söylenmeden, dökülen gözyaşıdır ki kişi bunu kardeşi için döker.”




Bu hadisi şerifte Peygamber efendimiz, özellikle musibete ilk anda maruz kalındığı zaman duyulan acının dehşet verici olduğunu ve bunun bir neticesi olarak gözden yaş akacağını, ancak bunu dövünüp, vurunmadan sessizce akıtabilmenin büyük bir sabrın mahsulu olacağını ve sevabının da büyük olacağını beyan buyurmaktadır.[247]




28- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hangi kadının üç çocuğu ölürse, bu çocuklar onun için cehennemden perde olurlar.” [248]




“Vallâhû yuhibbus-sâbiriyn”[249]




“Allah, sabredenleri sever” buyurarak, sabredenlerin makamlarını ve nail olacakları şerefi ebediyen ilân eylemiştir.




“Ya eyyühellezine amenu esteiynû bissabri vessalâh innallahe maassairin”[250]




Bu âyetin meali şerifinde: “Ey beni tevhid edenler, bana ve benim Resulüme muhabbet edip, itaat edenler! Kıyamet gününe inananlar, yapacağınız ve terk edeceğiniz her şey de sabır ve namaz ile benden yardım isteyiniz. Muhakkak ki benim yardımım sabredenlerle beraberdir. Ben sabredenlerle beraberim, ben namaz kılanlarla beraberim, benden yardım isteyenlerle beraberim” buyuruluyor. Ne büyük şeref, ne büyük fazilet, hak ile beraber olmak.


Âyeti kerime’de de sabır ile namazın birbirinden ayrılmaması, beraberce zikredilmesi, sabrın vücutta gizli amellerin en ziyade şiddetli olması, namazında vücudun zahirinde, haricinde en ağırı ve türlü taatı toplayıcı olmasındandır. Sabır, ruh ve namaz ise ceset oluyor. Ruhsuz cesedin kıymeti olmadığı gibi, sabırsızın kıldığı namazın kıymeti de kalmaz. Zira, o kimse, yapacağı fenalıklar ve nefsin arzularına uyması ile kıldığı namazın sevabını giderecektir.


“Yine Rabbül-âlemin, sabır edenleri, müttakilere, Allah’tan korkanlara imam kıldığını beyan buyuruyor. Yâni, müttakilerin, en ön safındakilerin sabreden kimseler olduğunu bildiriyor.”[251]




Her şeyin başı sabırdır. İslâm’ın başı sabır, iymanın başı sabır, âmâli salihanın başı sabırdır. Fenalıklardan korunmanın başı, nefsin ile mücadele edip harama sabır eylemendir. Sabırsız kişide ne iyman, ne âmâli saliha ne de namus kalır.


Sabrın bir çok nevileri vardır: Evvelâ iymâna sabır, sonra tâata sabır. Üçüncüsü musibete ve mâ'siyyete sabır. Bir de eşek sabrı vardır ki, buna sabır diyemeyeceğim. Bu ancak inaddır. Zira, sabır esmai-ilâhiden bir mübarek isimdir.


İymana sabır nedir? Bizden evvel gelen ümmetlerden bazılarını, kâfirler îymândan döndürmek için ateşlerde yaktılar, çarmıhlara gerdiler, Velhasıl yüz bin türlü eza ve cefalara lâyık gördükleri halde bunlardan bir tanesini dahi dinlerinden ve hak yolundan döndüremediler. Bunlardan, ashab Uhdud'u, Allah bizlere Kur'anı keriminde bildiriyor. Yine ashabı-kiram-dan mazharı-nûr Bilâli-Habeşi ve Ammârın babası Yaser ve Sümeyyeye yapılmadık eza ve cefa kalmamış, fakat bunlar dini Ahmedîden, mahbubu rahman olan Muhammed'den yüz çevirmemişlerdir.


Birçoklarının gözlerini çıkarmışlar, bir ayağını bir deveye, diğer ayağını başka bir deveye bağlayıp, develeri başka başka istikametlere doğru kamçılayıp, bu mü'minlerin ayaklarını yırtarak parçalamışlar; fakat onlar katiyyen iymanlarını terk etmemiş, bilâkis onların eza ve cefalarına karşı sabır ile tahammül gösterip, Allahu-ehad resül-Ahmed diyerek ve ölüm şerbetini yudumlayarak derecei-şehadeti ihraz eylemişlerdir. Ebul-Hakemin cariyesi Zeyneb'de iyman uğruna Ebû Ezcümle, ehli-salip seferlerinde iymânları uğruna fedayı can eyleyen binlerce mü'minin ruhu adalet-i-İlâhiyyenin tecellisi için, mahkeme-i-kübrayı, arşın altında beklemektedirler. Yine İspanya’da, müslümanlara dinlerini terk etmeleri için yapılan ezâ ve cefâyı tarih kitaplarında okumaktayız. Balkan harbinde, elimizden çıkan ülkelerde oturan müslümanlara, dinlerinden dönmeleri için yapılan zulüm, küçümsenecek bir şey değildir. Şimdi, bile birçok memleketlerde, müslümanları dinlerinden çevirmek için yapılmadık zulüm kalmamakta ve buna tahammül ederek dinlerini ve iymanlarını, namuslarını muhafaza eden din kardeşlerimizin, göğsümüzü kabartacak derecede sabır ve tahammül göstermektedirler. Bu sabır ve tahammüllerinin mükâfatım yakın bir zamanda vacibül-vücûddan alacaklardır.


Bu mazlum kimselere zulm eyleyen kâfirler ise, pek yakın bir zamanda belâlarını bulacaklardır. Ey aşıkı sadık! Gözünü açıp düşmana karşı savaşmazsan, Allah korusun senin de dinin, iymanın, Kur'an’ın, mescidin, medresen, mektebin, türben, ana.ve babanın kabri, ashabı-resülün kabri düşmanların pis çizmesi altında ezilecek, ailenin, evlâdının, vatan evlâtlarının iffet, ırz ve namusu düşman tarafından kirletilecektir.


Vaktiyle Rumeli faciasını gözünün önüne getir. Bütün müslümanlara, bahusus Türk milletine yapılan bu faciaya sebeb, bir avuç Allahsız insanların o günkü günde Türk milletinin başında bulunup; adalet yerine, zulüm, ilim yerine cehil, Sadâkat yerine yalan dolan ve kötülükle memleketi idare etmeleri, namerd düşmandan hakaret görmemize ve masum ahalinin binlerce belâya duçar olup yerlerinden ve yurtlarından; ırz, iffet, namus ve mukaddesatlarının ayak altında çiğnenmesine sebep olmuştur.


Milletimiz bunca zulüm ve hakareti gördüğü halde, dinde ve iymanda sabrü-sebat gösterip dinlerinden dönmemişlerdir. Başımıza gelen bunca felâket, cehlimiz, dinden ve iymandan uzaklaşmamız sebebiyledir.


îlim oku, Ahlâk sahibi ol ki; dinine, devletine sahip bulunasın. Vatanını çok sev! Bu vatanda yaşayanlarla dost ol! Tembelliği, adiliği terk eyle! Hakta ol! Hakkı tavsiye eyle! Fenalara ve din, vatan, millet düşmanlarına göz açtırma! Benliğini kaptırma! Evlâdını okut! Dindar insan, vatana bağlı, vatanını seven, doğruluk önünde can verecek fertler yetiştir! Böyle yapmaz da bu tembellikte kalacak olursak, Allah muhafaza buyursun düşman gelip bizleri dinimizden çevirmek isteyecektir. Acaba böyle bir durumda aşağıda yazacağım hikâyedeki kadının gösterdiği sabır ve metanet kadar bir sabır gösterebilecek miyiz?[252]




Hikaye



İbrahim Edhem, (Allah sırrını takdis etsin) anlatıyor.


“Tevekkül edip yola çıktım, yani yanıma yiyecek, içecek bir şey almadım. Param da yoktu. Olsa da yolumda alınacak bir şey yoktu. Önüm çöldü. Bir gün, bir gece yol aldım. Ertesi günü, iyice acıktım ve susadım. Sabır edip yoluma devam ettim, İkindi vakti olduğunda, fenalıklar geçirmeye başladım O anda, karşıda uzaktan bir kervan göründü. Nefsime bir ümit geldi. Yeniden hayata kavuşuyordum. Birden bire içimden bir his: “Hani, Allaha tevekkül etmiştin, kervandan meded umuyorsun?” dediğinde yolumu değiştirip beni görmesinler diye bir çukura sırt üstü yattım. Bir müddet sonra bir deve geldi, başım üzre durdu. Arkasında bir adam deveyi tutmak için koştuğunda, kervana seslendi


“Burada bir zat var, ölmek üzere. Yatıyor. Yetişin, su getirin” diye çırpınıyordu. Kervandan birçok kimseler geldi. Ben mahsus gözlerimi kapamıştım. Çenemi kilitlemiştim. Yattığım çukura indiler “Vah vah, zavallı açlıktan, susuzluktan ölmek üzere” deyip zorla ağzıma sopa sokup, kilitli çenemi açarak, bal şerbeti, süt ve kaymak yedirip içirdiler. Kervana alıp beni beraberlerinde Mekke'ye götürdüler. Beni, orada nasıl bulduklarını sordum. Kervan, benim yakınlarıma geldiğinde bir devenin ansızın köpürüp, ipini kopararak benim yattığım hendeğe doğru kaçtığını, benim yanıma gelip durduğunu, deveyi tutmak için kovalayan zat da gelip beni ona da bulduğunu ifade ettikleri zaman Rabbime hamdü senalar eyledim.”


Dinde yüksek dereceye vasıl olan kişinin, işte böyle tevekkül etmesi şarttır. Dinde, avam olan kişiler; böyle velilerin tevekkülü gibi tevekkül yapıp ta sabrı metanet gösteremediklerinden, iymanları sarsılabilir. Onun için, Hz. Ömer “Biz tevekkülüz” diyen kişilerin bu makamda olmadıklarım görüp, onlara tarlanızı ekin, devenizi bağlayın, sonra Allaha tevekkül edin buyurdu. Zira, bazı kişiler tembel, ve tembelliğini halka bildirmemek için dini kisveye sokup; bâtılı, hak ile öterler. Hz. Ömer radiyallahu anh, işte bu zatlarda bu kemâli göremediğinden hallerini Sorup, bu tavsiyede bulundu. Aynı mescitte, Oturan başka zatlar da var idi. Onlara ne için orada oturduklarını sormadı? İnsan, nerede ne yapılacağını, nerede evet, nerede hayır deneceğini bildi mi kemâle erdi demektir.[253]




Sabrın Hakikati



Sabır insana mahsûstur. Hayvanlarda sabır yoktur. Çünkü çok noksandırlar. Meleklerin ise sabra ihtiyaç, yoktur. Çünkü çok kamildirler ve şehvetten emindirler. O halde hayvan şehvete, isteklere esirdir. Onu şehvetten, istekten başka hâli yoktur. Melekler ise, Allahü Teala’nın aşkına gömülmüşlerdir. Onlar için bu aşka hiçbir engel yoktur ki, o engeli def etmede sabretsinler. Amma insan başlangıçta, hayvanlar sıfatında yaratılmıştır. Elbise, süs, oyun ve çalgı şehvetlerini (arzularını) ona musallat eylediler. Sonra, bulûğ zamanında, kendisine meleklerin nurundan bir nûr verilip, o nûr ile işlerin sonunu görür. Hattâ ona iki melek de verildi. Hayvanlarda ise bu yoktur. Melek ona hidâyet eder ve doğru yolu gösterir Bu onun nurundan kendisine geçen nûr sebebiyle, işlerin sonunu anlar ve işlerin ne için olduğunu bilir. İşte bu nur ile kendini ve Rabbini tanır ve bulunduğu anda tatlı iseler de, şehvetlerin sonunun helâk olduğunu bilir. Yine bilir ki; rahat ve iyiliği çabuk geçer ve uzun bitmeyen sıkıntılar kalır. Bu hidâyet hayvanda yoktur. Fakat bu hidâyet de, yetişmez. Ziyan ve zararda olduğunu bilip, bunu giderecek kudreti yoksa ne faydası olur? Tıpkı bir hastanın, hastalığın kendine zararlı, olduğunu bildiği halde, bu hastalığı gidermemesine benzer. Bunun için Allahü Teâlâ diğer meleği, kuvvet ve kudret vermesi ve kendisi için zararlı bildiği şey'den sakınması için ona verdi. İçinde bir arzu, şehvetini yaptırmak istediği gibi, gelecekteki bir zararı önlemek için şehvete muhalefet eden ikinci bir arzu da meydana gelir. Karşı koyan bu arzu melektendir. Birincisi, yani şehvetlerini yaptırmak arzusu şeytanın askerindendir. Biz bu şehvete uymayan ve arzu ve kuvvete dînî sebeb diyoruz. Şehvet kuvvetine ve arzusuna da hevâ diyoruz. O hâlde bu iki asker arasında daima kavga vardır. Biri yap, diğeri yapma der. İnsan ise bu iki arzu ve kuvvet arasında kalmıştır. Eğer din sebebi, yani dîn kuvveti hevanın, yâni nefsin arzularına kavgada diretirse ve bunda devam ederse buna sabır denir.


Bil ki, îman tek şey değildir. Birçok dalları ve kısımları vardır. Nitekim hadîs-i şerifte:


“İman yetmiş bu kadar babdır. En büyüğü “Lâilâhe illallah” kelimesidir. En küçüğü de yoldaki dikenleri kaldırmaktır”. Bu kısımları çok ise de, aslı üç cinstir: Marifetler, hâller ve ameller. Dinde hiçbir mertebe bu üç şey'in dışında kalmaz. Meselâ tevbenin aslı, pişmanlıktır. Bu kalbe ait bir hâldir. Aslı marifettir. Günâhın öldürücü zehir olduğunu bilmektir. Neticesi, günâhdan el çekmek ve hayırlı amellerle meşgûl olmaktır. O halde, bu hâl, bu marifet (böyle bilmek) ve bu amelin üçü de imandandır. İman da bu üçünden ibarettir. Fakat marifete, bilmeye tahsis edebilir. Çünkü onun aslıdır. Hâl ise marifetten meydana gelir. Hâlden de amel meydana gelir. O halde marifet ağaç gibidir. Kalbin marifet sebebi ile değişmesi, ağacın dal vermesi; bu hâllerden meydana gelen ameller de, meyveleri gibidir. O halde îmân iki şeydir Görme ve yapma. Yapma ise sabırsız olmaz. O halde sabır îmânın yarısıdır. Sabır ise iki kısımdır: Biri şehvete (arzulara) sabır, diğeri ise kızmaya sabırdır. Oruç ise arzûlar kısmından olan sabırdır. O halde oruç da sabrın yarısıdır. Diğer taraftan olduğu gibi amelle bakılırsa, îman ondan ibaret olur. Mü'minin ameli ise sıkıntılara sabır ve nîmete şükürdür. Bu sebepten de sabır îmanın varışıdır. Şükür de îmânın yarısıdır.[254]




Her Zaman Sabra İhtiyaç Vardır



Bil ki kul, her anda nefsinin hoşuna giden veya gitmeyen bir işten ayrı değildir. Her iki halde de sabra muhtaçtır. Fakat arzularına uygun olanlar, mal, nîmet, makam, sıhhat, kadın, istediği çocuk ve buna benzer şeylerdir. Hiçbir halde sabır, bunlardakinden mühim değildir. Çünkü kendini tutmayıp bu nimetlere dalar ve kalbini bunlara bağlarsa ve bu halde olursa, onda nimetlere aşın derecede dalmak ve haddi aşmak meydana gelir. Nitekim herkes mihnete katlanır amma sıddîklar hâriç afiyete sabredilmez demişlerdir. Mal ve nîmet Ashâb-ı Kiram zamanında çok olunca:


“Mihnet ve sıkıntı içerisinde bulunduğumuz zamanlar sabretmek, bugün içerisinde bulunduğumuz nîmet ve zenginliklere sabretmekten daha kolay idi”, dediler. Bunun için Allahü Teâlâ:


“Mal ve çocuklarınız ancak imtihan içindir” buyurdu. Velhâsıl zenginliğe sabretmek zor olur. Günâh işlememenin en büyük yolu zengin olmamaktır. Nîmete sabır ise, kalbi ona bağlamamak, ona sevinmemektir. Ariyet olduğunu, çabucak elinden alınacağını bilmelidir. Belki aslında bunu nîmet bilmemelidir. Çünkü kıyamette derecesinin noksan olmasına sebeb olur. O halde, Allahü Teâlâ kendisine mal, sıhhat ve elindeki her nimeti verdiği için şükür ile meşgul olmalıdır. Bunların her birinde sabra ihtiyâç vardır. Amma nefsin arzularına uygun olmayanlar üç kısımdır: Biri, kendi isteğiyle olanlardır. Hayırlı amelleri işlemek ve günahlardan kaçmak gibi. Biri, kendi isteğiyle olmayanlar. Belâ ve musibetler gibi. Biri de, aslı kendi isteğinde olmayan fakat defedilmesi ve karşılık verilmesi isteğinde olanlardır. İnsanların kendisine sıkıntı vermesi gibi.


İyi ameller işlemek gibi kendi isteği ile olan şeylerde, sabra ihtiyâç vardır. Çünkü ibâdetlerin bir kısmı tembellikten dolayı zor gelir; namaz gibi. Bâzısı da cahillikten dolayı zor gelir; zekât gibi. Bâzısı da her ikisinden dolayı zor gelir ve sabırsız yapılamaz; hac gibi. Her iyi amelin başında, ortasında ve sonunda sabra ihtiyâç vardır. Başında olan, niyeti ihlâsla yapmak, riyayı kalbinden çıkarmak gibi. Bunlar ise zordur. Tâat esnasında sabretmek ise, şart ve edeblerini hiçbir şeyle karıştırmamaktır. Meselâ namazda ise, hiçbir tarafına bakmamalı, hiçbir şey düşünmemelidir. İbâdetten sonraki sabır da, yaptığını izhâr etmekten, söylemekten kaçınmak ve bununla ucûbdan sabreylemektir.


Günâhlara gelince, sabretmeksizin el çekmek imkânsızdır. Şehvet ne kadar kuvvetli ve günâh işlemek ne kadar kolay olursa o günâhı işlememeye sabretmek o kadar zor olur. Bunun için dil ile işlenen günâhlara sabretmek daha zordur. Çünkü din hareketi kolaydır. Hele çok konuşursa âdet hâline gelir ve tabiatının âdeti olur.


Buraya kadar olanlardan anlaşıldı ki, kulun her halde sabıra ihtiyâç vardır. Hattâ, bütün şehvetlerinden kurtulup, uzlete çekilse, uzlette yüz binlerce vesvese ve dağınık düşünce kalbinde doğar ve onu Allahü Teâlâ'nın zikrinden meşgul eder. Bu düşünceler, mübâh olsa da, vakti geçiriyor ve sermayesi olan ömrünü ziyan ediyor. Büyük üzüntü meydana gelir. Bundan kurtuluş çaresi evrâd ile meşgul olmaktır. Eğer namazda iken böyle olursa, gayret edip o düşüncelere müsâade etmemeli, kalbin karar kıldığı şeyler olmalıdır. Hadîs-i şerifte:


“Allahü Teâlâ boş duran genci sevmez” buyuruldu. Bunun için buyurdu ki, boş oturan genç, şeytânın vesvesesinden kurtulamaz ve şeytân onun arkadaşı olur Kalbi şeytânın yuvası ojur. Ailahü Teâlâ'nın zikri hâriç onu bir şey oradan atamaz. Ya bir meslekte, ya bir hizmette yahut da bir işte çalışmalıdır kî, kendisini şeytândan meşgul etsin. Böyle bir kimsenin halvette (yalnız bir yerde) oturması doğru olmaz. Kalb işinden âciz olan kimselerin, bedenlerini meşgul etmeleri gerekir.[255]




Sabrın İlâcı



Sabır bir kısım değildir. Her birine sabretmek ayrı bir zorluktur ve her birinin ayrı ilâcı vardır. Evet, hepsinde olduğu gibi bunun da ilâcı ilim ve amel terkibidir. Mühlikât kısmında anlattıklarımızın dörtte biri sabrın ilâcıdır. Burada bir misal ile bir ilâçtan daha bahsedelim. Diğerleri buna benzetilerek anlaşılabilir. Sabır, şehvet kuvvetine karşı, din kuvvetinin dayanması, direnmesidir demiştik. Bu da iki kuvvetin çarpışmasıdır. Bir kimse, iki kişiyi çarpıştırırsa, kavga ettirirse, birinin vermesini ister. Onun yenmesi için çare arar, ona kuvvet vermek ve yardım etmek ister. Bir kimsede şehvetini tatmin isteği kuvvetli olursa yahut fercini koruyamazsa ve sabredemezse, gözünü bakmaktan, kalbini düşünmekten, istediği halde koruyamazsa ve sabredemezse, bunun ilâcı onun şehvet kuvvetini kırmamız, zayıf düşürmemizdir. Bu da üç şeyle olur:


1- Biliyoruz ki, şehvete yardım ve takviye iyi yemeklerden ve gıdalardan meydana gelir. O halde, yardım etmeyiz ve oruç tutmasını söyleriz. Şöyle ki: Geceleri kuru ekmek yer, et ve kuvvetli yemekleri kafiyen yemez.


2- Şehveti harekete geçiren, uyaran yolları tıkarız. İkaz, güzel yüzleri görmekle olur. O halde uzlet etmeli, gözünü korumalı ve kadınların ve çocukların geçtiği yollarda durmamalıdır.


3- Onu mübâh ile yatıştırmaktır. Böylece haram istekler peşinde gitmez. Şehvetinin yatışması için evlenmelidir. Ekseriya, evlenmeden bu şehvetten kurtulamaz. Nefis azgın bir hayvan gibidir. Onu zapt etmek önce, yem vermemekle olur. İkincisi yemi uzak tutarız, yemi görmez. Üçüncüsü, azgınlık yapmayacak kadar yem veririz. Bu üç şey de şehvetin ilâcıdır ve bunlar şehvet kuvvetini kıran, zayıf düşüren ilâçlardır.


Cesaret gelinceye kadar, din kuvvetini ağır ağır şehvetlere muhalefete alıştırmalı ve bunu ödet edinmelidir. Kuvvetlenmesini isteyen kimse, kuvvetini denemelidir. Kuvvetle yapılacak işleri tedricen yapmalıdır ki, ağır ağır tamam olsun. Nitekim Kuvvetli bir kimse ile güreşmek isteyen kimse, önceden ondan kuvvetsizlerle güreşmeli, kuvvetini denemeli idman yapmalıdır. Çünkü bunlar kuvveti arttırır. Bunun için ağır işlerde çalışanların kuvveti çok olur. Bütün işlerde sabır ilâcını elde etmek böyledir.


Yarabbi! Bizleri, ilâhi musibetlere sabırlı kullarından eyle! Allah’ım! Bizleri, şâkir zümresinden eyle! Bizleri, nefsimize mahkûm eyleme, bizi nefsimize hâkim kılıp nefsimizi bizlere mahkûm eyle! Buradan kalkmadan mağfiretinle şâd eyle! Âhir ve âkimetimizi hayır eyle! Son nefeste habibinin cemali ile müşerref eyle! Iyman ile göçür. Salihlere, âşıklara ilhak eyle! Ruhumuzu, habibinin ruhu ile aşina eyle! Son. nefeste bizi korkutma. Ölüm acısı, kabir vahşeti, mahşer dehşeti, hisabta hacâlet, mizanda nedamet, sıratta felâket verme ölümü sevinerek bekliyenlerden, kabirleri cennet bahçesi olanlardan, mahşerde arşın gölgesinde gölgelenenlerden, hesab defteri sağ tarafından verilenlerden, mizanda, sıratta selâme te erenlerden, duhûlü-evvelin ile cennete girenlerden, cennet ten cemalini görenlerden, firdevsten visaline erenlerden ey


Dünyamızı mâmur, ahiretimizi mâmur, gönlümüzü, yüzümüzü pürnûr eyle! Cismimizi hafif, ırzımızı afif, ahlâkımızı nezih eyle! Kalbimizde iyman, aklımızda irfan ve izan, dilimizde Kur'ân, senin zikrinde her an vücudumuza derman ihsan eyle! Gözümüzde ibret, gönlümüzde gayret, fuâdımızda lezzet din ve iymanımızda izzet ihsan eyle! Amelimizi ihlâs ve takva ile ilbas, kalplerimizden ve kalıplarımızdan ihracı vesvas eyle! Gazabtan, riyadan, hasedden, hülyadan, hubbu sıvadan, kibir ve gururdan bizleri halâs eyle! Hisabı mürurda, edayı duyunda bizlere inayet eyle! Mala gönül vermekten, Câha ehemmiyet kılmaktan, zâlime meyi etmekten, namerde muhtaç olmaktan, tövbesiz ecel erişmesinden, amelsiz kabre girmekten rabbim bizleri muhafaza eyle! Âsileri ıslah, gafilleri agâh, müznibleri affın ile şâd eyle! Yurdumuzu âbâd, münafıkları ibâd, düşmanlarımızı berbâd eyle! Kâmilleri teksir, salihleri tenvir eyle! Gariplere inayet, âşıklara vuslat nasib eyle!


Vücudümüze sıhhat, kalbimize şefkat, suçumuza rahmet eyle! Kâfirlere zillet, müminlere izzet, taatında lezzet ihsan eyle! Cümlemizi canımızla, malımızla dini İslama hadım eyle.


Âmin, bi hürmeti-seyyidil-mürseliyn.[256]




DİNDE KOLAYLIK GÖSTERME



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kolay ve temiz olan bu dine sarılın. Meşru kılınan dini emirlerin üzerine bir şey artırıp da dini zorlaştırmayın, zira sonra bu zorluklara mağlup olursunuz.


Meşru olan emirleri de kısaltmayın, sonra yapılması lazım gelen hususları yapmaktan mahrum kalırsınız, (Demek oluyor ki, İlahi müessese olan dinin esası üzerine ne bir ilave, ne de eksiltme yapmaya kimsenin hakkı olmadığı gibi, bu ikisini yapmak da tehlikeli yoldur.)”[257]


2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Dîni ameli yaparken gücümüz yettiği kadar yapınız. Kendinize meşakkat verecek şekilde ibadet yapmanız sizi usandırır. Sonunda ibadeti terkedersiniz. O halde şunu biliniz ki, siz usanıp ibadeti terketmedikçe Allah’da sevabı terk etmez.”[258]


3- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bu din haddi zatında metin ve sağlam temeller üzerine oturtturulmuştur. Mugalata ve zorlaştırmaya muhtaç değildir. İbadetlerinizi zorlaştırmayın, nefsinizin yapamıyacağı ibadetlere koyulmayınız, çünkü bu tutum sizi usanç ve amelin terkine zorlar.”[259]


4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ben ancak rahmet ve kolaylık yolu göstermek için gönderildim.”[260]


5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ben başkalarına azap ve eziyet vermek için değil, rahmet ve iyilik yapmak için gönderildim.”[261]


6- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Sizler insanlara kolaylık göstermek ve iyilik yapmak için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.”[262]


7- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Dininizin en iyi tarafı kolay olmasındadır.”[263]


8- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Gücünüzün yettiği ameli işleyiniz. Çünkü siz usanıp da ibadeti terketmezseniz Cenab-ı Hak da sevap yazmaktan vaz geçmez. Allah'ın en çok sevdiği ibadet, azda olsa, devamlı yapılanıdır.”[264]


9- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İslam kolay bir dindir, bu dinde taassuba ( zorluğa ) kaçan kimse bir gün usanır ve o zorluklara mağlup olur. O halde doğru yoldan ayrılmayın, yaptıklarınızı iyi yaparak en mükemmelini yapmaya çalışınız, müjde veriniz ( korkutmayınız ), sabah, akşam ve gecenin bir cüz'ünde ibadete sığınınız çalışınız.”[265]


10- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Suyu bulamadığınız zaman sadece toprak sizi temizleyicidir. -On haç da olsa- yani on sene devam etse de, Suyu bulduğunuz zaman onunla abtest ve guslediniz.”[266]


11- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Düşmanla karşılaştığınız zaman orucu açmak sizin için daha kuvvet ve dinçlik verici olur.(yani oruçlu iken düşmanla karşılaşırsanız orucunuzu bozabilirsiniz.)”[267]


12 - Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Siz, dini emirleri zorluk çıkararak yapmış olamazsınız.”[268]


13- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Dini emirlerden gücünüz yettiğine başvurunuz. Çünkü siz ibadetten usanmadıkca Allah da sevap yazmaktan usanmaz.”[269]


14- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Dinde en doğru olam yapınız ve mükemmelini yapmaya gayret ediniz ve kolaylık göstererek müjdeci olunuz. Ve biliniz ki: Biriniz ameli ile cennete giremez hatta ben de. Ancak, Cenab-ı Hak benim bütün günahlarımı af ve mağfiret etmiştir.”[270]




Din Nedir?



Yüce İslâm mütefekkirleri (düşünürleri) din hakkında daima birbirini tamamlayan bir çok tarifler ortaya atmışlardır. Biz burada aşağı yukarı bütün tarifleri içine alabilecek bir tarifi sunmakla yetineceğiz:


“Din, akıl sahibi insanları, kendi arzıı ve iradeleriyle bizzat hayrolan şeylere götüren, Peygamberin tebliğine dayanan, kemâl gayesine ermek için en doğru ve nurlu yolu gösteren ilâhî bir kanundur.”


Bu tariften açıkça anladığımıza göre, dinin kurucusu ve koruyucusu, her şeyin yaratıcısı olan Ulu Allah’tır. İnsanlar şöyle dursun, Peygamberler bile din kuramazlar. Din, insanoğluna nereden geldiğini nereye gideceğini, niçin geldiğini niçin gideceğini, hülâsa kendi mahiyetini başlangıç ve sonunu, yaratılışmdaki gayeyi, Ulu Allah'a karşı yapmakla mükellef olduğu vazifelerini, insanlar arası hak ve vazifelerini, iyiyi kötüyü, fazilet ve rezileti, kendi hür ve muhtar iradesine dayanarak yaptığı işlerin doğuracağı iyi veya kötü sonucu, yâni sevap ve azabı tayin ve tespit eder. Böylece din insana, hidayet ve saadetin nurlu ve ışıklı yollarını gösterir. Hemen belirtelim ki, cehaleti, delâleti, zulmeti, meskeneti ve zilleti kökünden söküp atan bu aydınlık ilâhî kanuna (dine) gerçekten uyanlar, dünyada selâmete, ahirette saadete mutlaka kavuşacaklardır.[271]




Dinin Gaye Ve Hedefi



Hak dinin bir terbiye kanunu olduğunu söylemiştik. Bu itibarla yüce Hak dinin hedef ve gayesi, kişioğlunu önce dünyada sonra da ahirette selâmet ve saadete ulaştırmaktır.


Gerçekte din, bizzat hayrolan şeylere sevk eder. Bizzat hayrolan şey sonsuz saadet demektir. Bu saadet de hem dünya ve hem de âhiret saadetini şümulü içine alır. Dinin hedef olarak aldığı sadet yalnız dünya veya yalnız ahirete ait değildir, bu saadet, mutlaktır. Bundan anlıyoruz ki Ulu Allah'ın koymuş olduğu din insanoğlunu dünyada da ahirette de huzur ve mutluluğa kavuşturucu temel prensibe dayanmaktadır. Bu yüzden, tüm ilâhî kitaplar âdemoğlunun huzur ve mutluluğu içindir.


Hak din, hayat ve hayatı bizlere bahşeden yüce Allah hakkında en doğru bilgiyi veren ve insanları yavaş yavaş dünyamızın nefsanî ve hayvanî aşağılık âlemlerinden alarak insanlığın kutsal seviyesine yükselten en doğru ve en temiz yoldur. Bu bakımdan ölçülemeyecek derecede hayatî değer taşır.


Ve esasta dindar olmak, kamçılayıcı, şehvet duygularından, aldatıcı hayvanı yaşayıştan uzak kalarak aydınlığa götürücü Hak dinin dosdoğru ve tertemiz yolunda koşar adımlarla ilerlemek demektir. Bu gerçek ilâhî yaşayışı tüm benliğinde duymaktır, insanoğlu, yüce yaratanı Ulu Allah’a karşı olan kopmaz bağlılığını ve sonsuz sevgisini ne kadar sağlamlaştırsa, onun cüz'î iradesi (küçük iradesi) ilâhî irade ile o nispette birleşir ve yükselir. İşte gerçek dinin vazifesi, insanı bu yüksek dereceye eriştirmektir.


İnsanın Ulu Allah ile münasebetinin yükseklik ve temliği onun insanlarla olan münasebetlerinin yükseklik ve temliği ile doğru orantılıdır. Yani bir insan Ulu Allah'ı ne kadar sever va sayarsa, insanları da o derece sever ve sayar. Hemen belirtelim ki dinin insanları bu yüksek gayeye sevk edişi, yukarıda da söylemeye çalıştığımız gibi cebri değil, tamamen insanın hür ve muhtar iradesine bağlı bir durumdur. Ve akim bulunması da şarttır. Özet olarak gerçek saadete kavuşmak için insanın bu gerçek aydınlık yolu kendi isteği ile tutması ve bu yolda sapmadan devamlı yürümesi gerekmektedir. Demek oluyor ki, dinin sadete yöneltmesi şüphesiz, onu yaşamamızda mümkün olacaktır. Bu sadetten de herkes ancak kabiliyeti kadarlik çalışmaları ile hakettiği nasibini alacaktır.[272]




Dinin Esas Hükümleri:



Yüce İslâm dininin esasları üç bölümde incelenir. Bunlar; itikat, ilim ve ameldir.


1- İtikat; inanılması gerekli esaslardır.


2- İlim ve iman; mahiyet ve hakikî anlamını etraflıca bilme zaruretini gideren, usûl (temel) ve furu (talî) olmak üzere iki bölümde incelenen iman, koruyucusu ve kalesi olarak bilinen, birbirine dayalı ve bağlı bir kaideler ve açıklamalar zinciridir.


3- Amel; işlenmesi veya işlenmemesi gerekli şeyler ve bunlara ait hükümler, Ulu Allah'a ibadet ile insanlar arası münasebetleri düzenleyen hükümler.


Bu üç temel esas, tüm semavî hak dinlerde mevcuttur. Gerçekte hak, bir dinde itikada, ahlâka ve yaratıklara ait vazifeleri belirten esasların bulunması şart ve zorunludur. Başka bir deyimle, insanların ilmî, amelî ve vicdanî vazifelerinin tayini dinin esas temelini teşkil eder. Bunlar, o dinin prensip olarak asla değişmeyen temel taşlarıdır. Ancak zamana ve mekâna göre değişen şeklî kısımlarıdır. Fakat şu anlamda, meselâ ibadet bir esas ve tüm dinlerde ortaktır. Ama en son mükemmel şeklini yüce islâm dininde bulmuştur. Bunu şu şekilde açıklayabiliriz: Dini, bize öğettiği gerçekler (hakikatler), iki bölümde özetlenebilir:


1- İtkatımızı teşkil eden ezelî gerçekler,


2- Günlük yaşayışımız ile ilgili gerçekler.


Birinci bölüm gerçekler, mahiyetleri itibarı ile her dinde birdir. Zamana ve mekâna göre asla değişikliğe uğramaz ve uğratılanıazlar.


Yüce İslâm dininde zaman, mekân, kişi ve karakter mefhumları gözönünde bulundurularak, ikinci tip gerçeklerin yalnız umumî (genel) çizgileri çizilmiş ve hususî (özel) seyirleri ilme ve içtihada terk edilmiştir. Bunun için, yüce İslâm dini içtihada, büyük din bilginlerinin tarafsız görüş ve buluşlarına müstesna bir yer ve değer vermiştir. Ve gerçeğe ulaşabilmek için içtihada dayanan hükümlerde ilim metodu ile münakaşa etmeyi bir vazife olarak kabul ve teslim etmiştir.[273]




İslâm Dininin Dayandığı Temel Esaslar



İnsanoğlu öyle devirler yaşamıştır ki, o zamanlar din namına inandığı ve tanıdığı sistem, hiç bir zaman akıl ve mantıkla bağdaşamayacak birtakım safsatalardan ibaretti. Bu sistemlerde insan, yaradılışına karşı direnmiş, kendi öz nefsine azap çektirmiş, akıl ve sağduyusuna karşı inatta İsrar etmiş ve din diye bunları telkin eden din adamlarına da boyun eğmişti. Tüm bu çileleri dolduran insanoğlu, dünyada selâmeti, ahirette saadeti elde edeceğine inanıyordu. En sonunda Ulu Allah, son elçisi Hz. Muhammed'i (s.a.s.), insanlığı kurtarmak üzere Peygamber olarak gönderdi. 0, biricik gaye-ufuk insan, Ulu Allah'ın, her yana ışık saçan ve iman hakikatine ulaştıran kurtarıcı âyetlerini; insanlara okudu. Onlara kitap ve hikmeti öğretti, insanları düştükleri sapıklık bataklığından çıkarıp, ışığa kavuşturdu. Ulu Allah'ın son ve en mükemmel dini olan İslâm’ın ilim, fikir, akıl, vicdan (hürriyet), eşitlik, adalet ve istiklâl dini olduğunu, insanın ruhu, aklı ve vicdanı üzerinde hiç bir kişinin saltanat kuramayacağını herkesin insan olmak bakımından eşit bulunduğunu, Peygamberlerin vazifelerinin bile yalnız tebliğ ve yol göstericilik olduğunu, hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açıkça beyan etti.


İslâm’ın itikat, ahlâk ve amel bölümleri üzerine buraya kadar vermiş olduğumuz klsa açıklamalardan anlaşıldı ki, düşünen insanlığın aramakta olduğu, insan tabiatına en uygun din, yüce islâmdan başka bir şey değildir. Tüm insanları tatmin edecek din, yalnız İslâm'dır. Çünkü insanın ruhî ve bedenî bütün ihtiyaçlarını, birini diğerine feda etmeksizin, birlikte temin ederek, madde ile mânâyı, beden ile ruhu, dünya ile âhireti yanyana yürüten, hem akla, hem duyguya hitabeden, kişinin mutluluğunu, toplumun mutluluğuna bağlayan din, yalnız ve yalnız yüce ialâmdır. Biz bu dinin itikadında, ahlâkında, ibadetinde içtimaî ve iktisadî alanlarında, akıl, mantık ve varlık âlemi ile çatışacak hiç bir yanmı göremiyoruz. Yüce islâm dininin iman temelleri, hârikalar (akıl üstü şeyler) üzerine değil, aklın alacağı açıklıklar üzerine atılmıştır. Demek istiyoruz ki; yüce İslâm dini, pozitif (müsbet) ilimlerle, akılla, çağdaş fikirlerle asla çatışmaya düşmez.[274]




İslâm Dininde Aklın Yüksek Yeri:



Yüce İslâm dininin dayandığı birinci temel esas, akıl ve muhakemedir. Müslümanhğa göre doğru ve sarsılmaz bir imanm ilk şartı, akıldır. Çünkü, müslümanlığm birinci temel direği, Yüce Allah'a inanmaktır. Ulu Allah'ı bilmek, tanımak ve O'na iman etmek, her mükellef kişinin üzerine ilk farzdır. Bu bilginin doğru yolu, doğru görüştür. Demek istiyoruz ki, tüm âlemi ibret gözü ile seyrederek ve bunlarda cereyan eden terbiye ve tekâmül düzenin oluş şeklini düşünerek ve de fikrî bir sonuca vararak Ulu Allah'ın varlığını, birliğini ve sonsuz gücünü anlamaya çalışmak, aklın seçtiği doğru yoldur. Önce fikri işleterek, tam ve sarsılmaz bir kanaat elde etmeksizin bir inancı yahut kendi esaslarından birine iman müslümanlığm farzları arasında yoktur. İslâm dini, aklı hâkim tanıdığı için, yüce yaratanı bulmaya yarayacak yegâne delil, ancak kâinatımız ve varlıklar âlemi üzerinde gözlerimizi gezdirerek, derin derin düşünmektir. Evet, müslümanlık, aklı hâkim tanıdığı için, hüküm ve tüm nüfuzunu ona teslim etmiştir. Ve ona, kâinatımızın koca kitabını; “Oku!” diye emretmiştir.


Akla ve düşünceye verilen önemi anlatmak için Kur'an-ı Kerim den bazı âyetlerin mânâlarını vermeye çalışalım:




“Yerin ve göklerin sahibine ve Allah'ın yarattığı şeylere bakmıyorlar mı?”[275]




“İslâm'ın hak olduğu anlaşılıncaya kadar onlara, gerek kendilerinde ve gerekse kendi dışlarında var olan delillerimizi, gücümüzü ispat ve ilân edici hârikaları göstereceğiz.”[276]




“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbirini izlemesinde, insanların menfaatini yüklenerek, denizin üzerinde akıp giden gemide, Allah'ın gökten indirerek kendisi ile ölmüş toprakları diriltip, üzerinde her türlü yaratığa yaydığı su da, rüzgârların şevkin de, yerle gök arasındaki bulutlarda akıllı bir kavim ve millet için, şüphesiz, hakkın varlığına, birliğine ve sonsuz gücüne ait yığın dolusu deliller vardır.” [277]




“(Ey Muhammed!) De ki: Göklerde ve yerde olanlara bir kere bakınız...”[278]




Kur'an-ı Kerim'de daha birçok âyetler, insanları, varlıklar ve yaratıklara üzerinde mevcut olan ve var edicinin varhğmu birliğini vej sonsuz gücünü ispatlayan birçok delilleri düşünmeye ve incelemeye sevk ediyor.


İşte tüm bunlar, şüphesiz yüce İslâm dininde akla ve muhakemeye verilen yüksek dereceyi göstermektedir, iman konusunda aklın hâj kim olması meselesi, islâm düşüncelerini bakınız nereye kadar götürmüştür. Sünnet ehli bilginlerinden birçoğu diyorlar ki: Gönlüne düşei şüpheyi kaydırıp atmak ve gerçeğe ulaşmak için, tüm gücünü kullandığı halde maksadına erişmeden ölen, fakat tereddüt içinde durmayarak, hakkı bulmak uğruna çalışmış olan kişi, selâmet ve saadeti bulmuştur. Çünkü bu kişi, şüphe ettiği noktada durmayarak, gerçeği aramaya koyulmuş ve aklını durmadan kullanmıştır. Şimdi insaflı vicdanlara sesleniyoruz: gerçek uğrunda çalışan akıl ve fikir sahipleri için bundan daha büyük hoşgörü ve daha geniş hürriyeti olur mu? Hangi din bu kadar geniş serbesti ve hoşgörü tanımıştır?




“Allah, kimseye gücünün dışında bir şey teklif etmez.”[279]




“Allah, kimseye gücünün dışında bir şey teklif etmez.”[280]




“Dinde cebir ve zorlama yoktur.”[281]




Şu âyetlerde de açıkça görüldüğü gibi, din ve Allah hakkında kalbine düşen şüpheyi defetmeye gücü yetmeyen, bununla birlikte gerçeği, doğruyu araştırmaktan bir an bile geri kalmayan bir müslümana, bir düşünüre böyle bir durum karşısında o zavallı kalbin kurtulduğuna, mutluluk onun için olduğuna, yüce islâm dininden başka hükmeden yoktur.


İman konusunda akıl en önemli bir ölçü olduğu için, bir müslümanın, koca kâinat kitabım okuması ve düşünmesi engellenmemiştir. Her müslüman, çevresindeki varlıklar ve yaratıklar âlemine bakacak ve orada yüce yaratanın varlığını ilân edecek bir sürü deliller bulacaktır. Bir insana, “Aklın alsın almasın, iman edeceksin!” denemez. Aksine, kuru bir imanla kalarak, kendi iç gerçeği ile dış gerçek üzerinde düşünmeyen, göklerin ve yerin gizlediği sırlan düşünmemek tembelliğini gösteren kişileri yerici birçok âyet ve hadisler vardır. Kur'an-ı Kerim, insanoğlunu, kendi yaratılışının ilâhî hikmetlerini, varlık âleminde cereyan eden ilâhî gücü ispatlayıcı oluşları düşünmeye, böylece Yüce Allah'ı bulabileceğine gönülden bağlanması için teşvik ediyor.


Göklerin ve yerlerin akıllara durgunluk veren hârikalarını hatırlatan Yunus sûresinin 101’inci âyetinden söz edilirken, yaratılışın hârikalarını düşünmeyenler hakkında biricik gaye-ufuk, insan, Hz. Muhammed'in (s.a.s.): “Yazıklar olsun, bu âyeti dudakları arasında geveleyip de mânâsını düşünmeyen basiretsizlere...” diye buyurması kafalarının mutlaka çalışmasını öngören bir uyarmadır. Böylesine kişilerin okumalarına, okumak bile denemeyeceğini açıkça söylemiştir. Peygamber'imiz Yüce İslâm dini, Ulu Allah'ın sahipliği içinde bulunan tüm yaratıklar hakkında düşünmeyi Yüce Allah'a yaklaştıran ibadetlerin en büyüklerinden sayar. Hz. Muhammed’in (s.a.s.); “Bir an düşünmek, bir yıl ibadet etmekten daha yeğdir” diye buyurması düşünmenin yer ve değerini dolayisı ile mevkihi en güzel belirten bir ifadedir.


Kâinat adını verdiğimiz şu varlık âlemi üzerinde durmak ve bunu inceliyerek akim buluşları ile ulu yaratan yüce gücünü anlamaya çalışmak her kişi için dini görevdir. Düşünün... Kur'an-ı Kerim'in insanları böyle bir incelemeye ve ilmî araştırmaya teşvik etmesi kitap ehlinin akıl ve ilim ile dinin birbirine zıt iki düşman olduğunda görüş birliğine vardıkları bir zamandaydı. Evet, Hıristiyan dini, iman esasları ile akıl ve ılım arasındabir, çelişme olmakla birlikte gene de dinin ve imanın gösterdiklerine inanmak, akıl ve ilmi bir yana itmek, gereklidir. Hiristiyan hkta akim en ufak bir rolü yoktur. Dinde akla uymayanlar birer sırdır, bunlara düşünülmeden inanılır; din ve iman konularında düşünmek ve akıl yürütmek, küfrü gerektirir.


Batıda dinleri incelemekle meşgul olan bilginler, dinî ayrı şekil ve bi çimlerde tarif etmişlerdir. Bu tariflerden bazılarını buraya alalım.


“Din, ruhun öyle bir kuvvetidir ki, insana aklı ve duyu organların ayn olarak çeşitli isimler ve değişik rumuzlarla sonsuzu idrâk kabiliyetini verir.” -Max Müler-


“Din, insan ruhunu gerek kendisine ve gerekse tüm kâinata hâkim olduğuna inandığı sırra ait ruhu birleştiren bir ihtisastır. Bu itibarla din, insan hayatını tehdit ve takyit etmekten ibarettir.” –Beville-


“Din insanoğlunun mutlak surette boyun eğmesini ve bağlılığına ait kalbinin derinliklerinde beslediği içten bir duygusudur.” -Ş. Maker-


Bu tarifte diğer iki tarife yaklaşan ve onlar gibi eksik olan bir tariftir.


“Din, insanın bilmesi imkânsız olan Mutlak zat'ı bilmek zevkinden ibarettir.” –Fuerbach-


Buna göre din, bir arzu bir şevk; Onun tezahürleri olan iman, ibadet ve kurban gibi vecibeler de bu zevkin tecellisidir.


“Din, ruhanî varlıklara inanmaktır.” Bu tarifin sahibi Dinler tarihinin yazarı Taylor'dur.


Büyük Filozof Kant, dini şöyle tarif eder:


“Din, vazifelerimizin ilâhi emirler olarak kabulü veya ahlâk kaidelerinin (kurallarının) koyucu suna karşı korku ile karışık duyalan saygıdır.”


Son zamanlarda dinler tarihine ait bir eser veren Salmon Reynah'a göre;


“Din, insanın manevi gücünün serbestçe kullanılmasını engelleyen belirli bir takım kayıt ve kuruntuların topudur.”


Bu tarif, ilhamını Polonezyalıların bir takım tabulara dayanan dinlerinden almıştır. Ve ilmî bir tarif olmaktan çok uzaktır. Çünkü diğer bütün tariflerde dinin konusu olan Allah fikri, sonsuzluk mefhumunu ve ruhanî varlıklar tasavvurunu içine almayan bu tarif, bu yönden ilmi olmaz. Çünkü dinler bir takım mânâsız kayıt ve kuruntulardan doğan bir vicdan rahatsızlığından ibaret olamaz. İlkel dinler bile insanların vicdanlarını huzurla dolduran bir kaynak görevi görmüştür.


Buraya kadar aktarmaya çalıştığımız Batılı yazar ve bilginlerin içinde Reynahtan başka diğerlerin hepsi dini, ruh ile ilgili bir kurum (müessese) olarak tanımışlardır.


Bununla birlikte en tanınmış din tarihçileri tarafından yapılan bu tariflerden hiç biri itirazdan uzak kalmamış ve daima yanlış olmakla itham edilmiştir.[282]




KONU: ŞEYTANIN VESVESESİ



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şeytanın üç türlü vesvese vasıtası vardır:


a) Sürme


b) Dudak Boyası


c ) Enfiye


(Şeytanın sürmesi, insanların gözlerini bürüyen gaflet uykusu; Şeytanın boyası demek, yalan söylemektir. Yalan söyleyen kimse şeytanın tuzağına düşmüştür; Şeytanın enfiyesi demek burada mecazi olarak burun dikliği ve burun büyüklüğü anlamında kullanılmış benlik havasına kapılma manasına kullanılmıştır.”)[283]


2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şeytanın yular ve kemendi vardır. Kement ve yular: Allah'ın nimetini günah ve isyanda kullanmak, Allah'ın nimeti ile gurura kapılmak, kullarını üstünlük taslamak. Allah'ın kullarını hakir gördüğü gibi, Allah Taala'nın zatından gayrisinin havasına kapılmak.”[284]


3- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şeytan (İblis ), karargahını su üzerine kurar, sonra askerlerini her tarafa yayar. Bu askerlerin şeytana mevkii en yakın olanı fitne ve fesadı büyük olanlarıdır.


Bundan sonra etrafa gönderdiği askerlerinden bazıları gelerek ey reis, ben şu şu... Kötülüklerin yapılmasını sağladım, der. Şeytan ona: Sen bir şey yapmış değilsin, der. Bir başkası gelir ve ben aralıksız olarak yaptığım fitne ve fesat sonucu kişi ile ehlini yani karı ile kocasının arasını bozdum. Tabii ki çocuklar da dağılmış oldular” der. Bu yapılanlardan Şeytan çok memnun kalır ve sen çok önemli işler başardın, der. Ve ona bir rütbe daha vererek kendisine yaklaştırır.”[285]


4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Gençlik deliliğin bir türlüsüdür. Kadın Şeytanın ipidir.”[286]


5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bir gün Şeytan görünerek namazımı bozmak için üzerime yüklendi. Allah (c.c.) bana imkan vererek onu şiddetle def ettim. Bundan sonra onu tutup mescidin bir direğine balamayı ve sabahtan hepinizin onu görmesini istedim. Ama bu sırada aklıma Süleyman Peygamberin şu duası geldi; Ey Kabbim, bana, benden sonra kimseye nasip olmayacak bir salahiyet ve kuvvet ver. Bunun üzerine Cenabı Hak onu benden ebediyen uzaklaştırdı.”[287]


6- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şeytan, namaz kılanların kendisine ibadet etmesinden ümidini kesmiştir. Fakat, elinde kalan en müessir silahı: Namaz ehlini birbirine düşürerek fitne ve fasat çıkarmaktır.”[288]


7- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Muhakkak ki, Şeytan insanoğlunun kanının dolaştığı bütün damarlarında dolaşır.”[289]


8- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Yeni dünyaya gelen çocuğun feryat etmesi, onu şeytanın sıkmasındandır.”[290]


9- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Gerçekten Şeytanın insanoğlunun kalbine attığı vesvese ve hatırlatmaları vardır. Meleğin de keza hatırlatmaları vardır.


Şeytanın vesvesesi: İman ederseniz, namaz kılarsanız ne çıkar? Gibi şer ve kötü işleri telkin ve hakkı tekzibe dayanır. Melek ise insana hayrı telkin ve hakkı tasdiki ifham eder. Her kim, kalbimde meleğin telkinini bulursa bunu Allah'tan bilsin ve Allah'a hamdetsin. Ötekini bulan da bunu şeytandan bilsin ve şeytandan Allah'a sığınsın Sonra Resulullah şunları okudu: Şeytan sizi farü zaruretle korkutur ve fuhşiyatı emreder.”[291]




Ey Saadet yolunun yılmaz yolcusu!.. İbâdet yolunda hedefine varmak üzere ilerlerken önünü kesecek olan üçüncü engel de lânetlik şeytandır. Bu pürüzü de temizleyebilmen için onunla aman tanımaz bir savaşa girişerek onu tepelemeye bakacaksın. İki sebep yüzünden lânetlik Şeytanla savaşa girişmen gerekiyor. Şimdi bu sebepler üstünde duralım:


1- Şeytan, insanoğlunun kendisini sapıklığa sürüklemek sevdasına düşen en amansız düşmanıdır. Öyle bir düşmandır ki hiç bir vakit barış yapmağa yanaşmaz. Küfür silâhını insan üzerine yöneltmiş kesintisiz savaşını devam ettirmektedir. Bu süresiz savaşma onu helake sürükleyene kadar devam eder, başını helake soktuğu zaman rahat bir nefes alır ve savaşına ara verir.


Açıkça görülüyor ki mü'min uzlaşmaz düşmam olan lânetlik şeytana asla emniyet etmemeli, bir an olsun gaflet uykusuna dalmaktan sakınmalıdır. Ulu Allah buyuruyor ki:


“Ey Âdemoğulları!.. Size;“Sakın şeytana tapmayın. O sizin için apaçık bir düşmandır.”diye emretmedim mi?”[292]




“Şeytan sizin düşmanınızdır. Siz de onu düşman tanıyın.”[293]




Bu âyetlerde açık seçik gözler önüne serilmektedir ki şeytan, kulun en amansız düşmanıdır. O yüzden de ondan şiddetle sakınması gerekir,


Soru: Şeytanla nasıl savaş edebilir, onu nasıl tepeleyebilirim?


Cevap: Bu konuda başlıca iki ayrı görüş vardır. Birinci görüşe göre Şeytanın kurduğu tuzaklardan ancak Allah'a sığınarak kurtulunabilir. Çünkü şeytan, Ulu Allah'ın kullarına musallat ettiği dişli bir köpektir, Onu defetmeye çalıştıkça kudurmuşçasına daha fazla saldırır. Ama sahibine başvurulursa köpeğini susturur. Böylece de insan azgın köpeğin saldırısından kurtulmuş olur.


İkinci görüşe gelince şeytanla amansız bir savaşa girişmek gerekir; açıktan kendisiyle savaşarak onu baştan saymalıdır.


Bence en doğru yol, adı geçen her iki görüşün de gösterdiği yolları birleştirmektir. Yani lânetlik şeytandan hem Allah'a sığınmak, hem de onun akıl almaz tuzak ve hilelerine karşı savaş açmaktır. Eğer mü'min hem Allah'a sığınıp hem de savaştığı halde onu başından savamıyorsa bilmelidir ki sahibi olan Ulu Allah sırf kendisini denemek için şeytanı üzerine musallat etmektedir. Böyle kritik durumlarda sabırlı olmaya çalışmalı ve var gücümüzle karşı koymalıyız. Nitekim bazı zamanlar Ulu Allah kâfirleri mü'minler üzerine saldırtmaktadır. İstese kâfirlerin elinden bu güç ve imkânlarını alamaz mı? Alır, fakat almıyor. Gayesi mü'minleri imtihana çekmek ve onlara cihad ve şehidliğin doyulmaz zevkini tattırmaktır. Bizim güç ve kuvvetimizi, cesaret ve metanetimizi ortaya dökmektir. Ulu Allah buyuruyor ki:




“Böylece Allah'ın ezeldeki ilmini açıklaması içinizden sehidler edinmesi içindir. Allah zâlimleri sevmez.”[294]




“Yoksa siz, Allah İçinizden savaşanlarla savaşmıyanları; hak yolda sebat edenlerle etmiyenleri ayırdetmeden Cennet'e girivereceğinizi mi sandınız!.”[295]




“Şeytan insanın kalbine yerleşmiş durmadan ona kötü duygu ve düşünceler telkin eder. Melek de insanın kalbine konmuş ona aydınlık Allah yolunu telkin eder.”


Ayrıca Ulu Allah insan varlığında öylesine bir hususiyet yarattı ki, onu daima kötülüklere sürüklemek ister. Bunun adına Nefsin havası denir. Böylece insanoğluna yön vermek isteyen çağırıcılar üçe çıkmış oluyor: İlhamcı melek, vesveseci şeytan ve nefsin havası.


Buraya kadar vermiş olduğumuz izahlar iîe kalbimize doğan çeşitli duygu ve düşüncelerin kök ve kaynağını, nereden beslendiklerini ortaya koymuş olduk. Şöyle bir soru kafaları kurcalıyabilir. Kalbe doğan duygu ve düşünceler nedir? Hemen cevap vererek söyliyelim ki, bunlar öylesine tesir edici kuvvetlerdir ki insanoğlunu bazı kusurları yapıp yapmamağa sürüklerler ve insanoğluna aynı zamanda ıstırap kaynağı olurlar. Meydana gelişleri ve beslenme kaynaklan görünürde yukarda adı geçen çağırıcılar aracılığı ile gerçekleşir. Fakat gerçekte çağırıcılar sadece bir sebep durumunda olmaktan öte gitmemekte, yanlız Ulu Allah'ın bilgisi altında O'nun sınırsız kuvvet ve kudretiyle oluşmaktadırlar. Evet, duygu ye düşünceleri gönlümüze doğuran kudreti sınırsız olan Allah'tır. Bu düşünceleri dört madde halinde dile getirebiliriz.


1- Allah'ın doğrudan doğruya insanın kalbinde doğurduğu duygu ve düşünceler.


2- Nefsin havasına yani sonu gelmez arzu ve isteklerine uygun olarak Allah'ın kalbde meydana getirdiği duygu ve düşünceler. Bu çeşit duygu ve düşüncelerden doğacak sorumluluk nefse aittir.


3- İlhamcı Melek'in çağrısı sonunda Allah'ın kalbde yarattığı duygu ve düşünceler. Bu nevi duygu ve düşüncelere ilham denir.


4- Vesveseci şeytan'ın çağrısı sonunda Allah'ın kalbde doğurduğu duygu ve düşünceler. Şeytanın bu çağrısına vesvese (kötü duygu ve düşünceler) adı verilir. Bu kötü duygu ve düşüncelerin gönülde doğmasının sebebi şeytandır. O yüzden de bunların neticesinden başta şeytan, sonra da sahibi sorumludur.


Ey mü'min, şunu iyi bil ki, Ulu Allah tarafından doğrudan doğruya kalbe doğurulan duygu ve düşünceler bazan kula bir izzet ve ikram olsun diye iyilik hususunda, bazan da imtihan etmek gayesiyle kötülük hususunda olabilir.


İçimize doğan bir duygu veya düşünce işlediğimiz bir günahın peşi sıra geliyorsa Allah'tandır. İşlediğimiz günahın sebep olduğu bir uğursuzluk olarak kalbimize doğmuştur. Ulu Allah buyuruyor ki:


“Hayır! Gerçek öyle değil. Onların işledikleri günahlar yığıla yığıla gönüllerini pas bağlatmıştır.”[296]




Açıkça görülüyor ki işlediğimiz günahlar gönüllerimizin kirlenmesine ve pas bağlamasına sebep olur.


Eğer içimize doğan duygu ve düşünce işlediğimiz bir günah sonucu değilse umumiyetle şeytandan gelir. Bizi kötülük işlemeğe davet etmektedir.


İçimize doğan duygu ve düşünce, Allah'ın anılmasından hoşlanmıyorsa onu şeytan telkin ediyor demektir.[297]




Şeytanın Tuzakları



Şeytan, insanoğlunun hedefine varmak üzere koyulduğu doğru yolda önünü kesmek için can atan baş düşmanlarından biridir. Başlıca yedi türlü taktik ve tuzakla insanı doğru yoldan sapıtmaya çalışır.


1- İbadetten alıkoymak. Şeytan ilkin mü'mini ibadeti terk ettirmeye, Allah yolundan ayırmaya gayret eder. Eğer


kişi, “benim ibadet etmeğe ihtiyacım var, sonsuz hayatım için bu gelip geçici dünyada kendini kurtaracak olan azığı hazırlamalıyım” diyerek şeytanın aşılamak istediği kötü duygu ve düşünceleri reddederse, şeytan bu tuzağında başarıya ulaşamaz. Mü'min de böylece ilk tehlikeyi atlatmış olur.


2- Oyalamak. Kurduğu birinci tuzakta başarı elde edemeyen lânetlik şeytan bu defa mü'niine şu zehirli fikirleri aşılamaya bakar:


Acelesi yok, daha henüz ömrün çok. Nasıl olsa ibâdete çok vakit bulacaksın. Biraz da dünyadan nasibini almaya


bak. Sonra tövbe eder; tam mânasıyle Hak yola koyulursun.


Mü'min bu zehirli telkinlere asla kanmamak, bütün basîretiyle onu susturmalıdır.


Ecelimin ne zaman geleceği elimde olan bir şey değildir. Bugünün işini yarına bırakırsam yarının işini ne zaman yapacağım. Çünkü her “günün vaktini dolduracak, zamanını alacak bir işi bulunur diyerek de şeytana karşı çıkmalıdır. Böyle hareket ederse bu tuzağı da atlatmaya muvaffak olur.


3- Aceleciliğe sürüklemek. Şeytanın üçüncü tuzağı kulu giriştiği her iyi işte acele etmeye sürüklemektir. “Acele et; acele et” der. “Hemen bu hayırlı işi bitir, sonra bir ikincisine başlarsın.” Şeytanın bu çirkin tuzağının farkına varan uyanık mü'min, onu asla yutmıyacak ve bu tehlikeyi de atlatmasını bilecektir. “Eksiksiz olarak neticeye vardırılan az iş, kusurlu olarak yarıda bırakılmaya mahkûm olan çok işten hayırlıdır.” diyerek ayak diretecektir.


4- Gösterişe saptırmak. Şeytan uyanık mü'minin yukarıda verdiği cevaptan başka bir kurnazlığa başvurarak faydalanmaya kalkışır. Riyaya bulamak! “Çok güzel ve eksiksiz ibadet ediyorsun.” der. “Herkes bu dürüst ibadetini görse de seni örnek alsa, ne iyi olur.” Lânetlik şeytanın gayesi kulu riya bataklığına sokmaktır. Fakat uyanık mü'minin buna karşı da cevabı sert ve susturucu olacaktır. “Ulu Allah'ın gördüğü yetmez mi? İnsanların görmesiyle ne kazanırım? Hayır, olmaz. Kimse beni Örnek almasın. Ben sırf Allah için kendimi ibadete veriyorum.” Ama hiç şeytan durur mu?


5- Kendini beğenmişlik taslatmak. Lânetlik Şeytanın kula karşı kurduğu beşinci tuzak onu işlediği amellerden ötürü kendini beğenmeye zorlamaktır.


6- Gizliliğe davet. Burada şeytan en büyük kozlarındar birini oynamaktadır. Bilhassa mü'min şeytanın bu tuzağın-düşmemeğe bakmalıdır.


7- İbadetin lüzumsuzluğuna inandırmak, işte şeytan, bütün kozlarım tek tek kullandıktan ve başarıya ulaşamadıktan sonra son olarak bir daha şansını deneyecek ve açıktan açığa mü'mini ibadet etmemeğe teşvik edecektir. “İbadete ne lüzum var?” diyerek aldatmacasına son bir hamleyle devam edecektir. Dahası var. “Niye ibadet edeceksin, buna ihtiyaç var mı? Diyecek. “Eğer sen gerçekten iyi bir kul olarak yaratıldı isen ibadeti boşlamakla bir şey kaybetmiyeceksin. Yok, kötü bir kul olarak yaratıldı isen ibadetinin zâten sana bir faydası olmaz.[298]




Şeytan İle Nefsin, Duygu ve Düşüncelerimiz Üzerine olan Etkileri



İlham Melek'inin vasıtasıyla gönülde doğan duygu ve düşünceler sadece hayır ve iyilik üzerinedir. Çünkü O, doğru yol gösterici ve bu yol hakkın öğüt çekici yolu olarak tayin e-dilmiştir. Vazifesidir bu onun.


Vesveseci Şeytan'ın doğmasına sebep olduğu duygu ve düşünceler mutlak kötülük üzerinedir. Fakat bazan da tuzak kurmak için iyiliğe de davet edebilir. Kanmamak gerek.


Nefsin Havası'nın doğmasına sebep olduğu duygu ve dü şünceler de kötülük işletmek içindir. Fakat nefis de bazan bir taktik ve kurnazlık olarak iyiliğe davet edebilir.


Gönlümüze doğan çeşitli duygu ve düşüncelerin kaynağını, nereden beslendiklerini ortaya dökmüş bulunuyoruz. Burları böylece açıklığa kavuşturduktan sonra şimdi de şu üç hususu bilmek gerekir:


a) Duygu ve düşüncenin hayır mı, şer mi olduğu:


b) Eğer, şer ise bunların Allah'tan bir imtihan için mi, yoksa şeytandan veya nefsin havasından mı geldiği ve aralarındaki farkın ortaya dökülmesi;


c) Eğer kalbe doğan duygu ve düşünce iyi ise buna Allah'ın mı, ilhama Melek'in mi, yoksa Vesveseci Şeytan ile nefsin havası'nın mı sebep olduğunun bilinmesi.


Duygu ve düşüncelerimiz üzerinde şeytanın da nefsin de ayrı ayrı tesirleri vardır. Yine ilim adamlarımız diyor ki: İçinize doğan bir duygu ve düşüncenin Allah'tan mı, şeytandan mı yok nefsin arzu ve isteklerinden mi ileri geldiğini kavrayabilmek için üç yola başvurmak gerekir:


1- İçimize doğan duygu ve düşünce kesin olarak bir değişikliğe uğramıyor, aynı durumunu muhafaza ediyorsa Allah'tan veya nefsin havasından geliyor demektir. Eğer bir değişikliğe uğruyorsa şeytandandır. Ermişlerden bazıları diyor ki:


“Nefsin havası yırtıcı bir kaplana benzer. Saldırıya geçtiği vakit yaralamadıkça veya öldürmedikçe vazgeçmez. Yahut haricî mezhebine tutkun bir kimseye benzer. İnancı uğruna savaş verir; gerekirse başını ortaya koyar, fakat o bâtıl inancından caymaz.”


Şeytan azgın bir kurda benzer. Bir yandan kovalarsanız, bir yandan dolaşıp yine gelir üstünüze saldırır.


İşte insanoğlunun nefis denen sinsi düşmanı bu derece korkunç ve tehlikeli. Öyle ise ona karşı durabilmesi için aklı başında olan bir kimsenin şiddetli tedbirler alması gerek. Uyanık olması gerek. Onun çirkin arzularına boyun eğmemesi gerek. Hidayet sadece Allah'tandır.[299]




Hikâye



Şeytan, günlerden bir gün köşkün bahçesinde bir kazığa bağlı olan koçun bağını gevşetmiş. Koç, sağa sola çeke çekiştire kazığı yerden sökmüş ve sürükleyerek köşkün içine girmiş. Giriş salonunda bulunan büyük endam aynasına bakınca, kendi hayalini görmüş ve başka bir koç sanmış. Gerilemiş, gerilemiş olanca gücüyle bir kafa vurarak koskoca aynayı parça parça ederek kırmış. Gürültüye evin hanımı yetişmiş ve baba-dedesinden yadigâr ve antika aynanın koç tarafından kırıldığını anlayınca, hemen bir kasap çağırtarak koçu kestirmiş. Akşam, evin beyi gelmiş ve evlât gibi elinde büyüttüğü sevgili koçunun hanımı tarafından kestirildiğini öğrenince, karısına Öyle bir tokat aşketmiş ki, kadıncağız hemen oracıkta düşmüş ve ölmüş. Hanımın kardeşleri, ablalarının enişteleri tarafından bir tokat darbesiyle öldürüldüğünü öğrenince, tabancalarını ateşlemişler ve onlar da eniştelerini öldürmüşler. Öldürülen enişte beyin kardeşleri de intikam kaygusuna düşmüşler ve onlar da elbirliği ile ağabeylerini öldürenleri öldürmüşler. Neticede, daha bir gün öncesine kadar birbirlerine hısım-akraba ve canciğer olan aynı dinden, aynı milletten ve hattâ aynı aileden bu zavallı kişilerin kimisi kabre gitmiş, kimisi de zindanı boylamış.


Bütün bunlar olup bittikten sonra, şeytan saf ve masum bir ifade ile boynunu bükerek:


“Bunlara ne oldu bir türlü anlayamadım? Demiş. Hem, benim ne suçum var? Ben, yalnız koçun kazığını gevşettim o kadar.”[300]




Şeytanın Nuh Peygamber İle Gemide Karşılaşması



Günlerden bir gün; bir ihtiyar, yanında genç bir delikanlı olduğu halde, Nuh'un yanına varıp:


“Oğlum! Bu adama sakın aldanma. Bunun dinini kabul etme!” diye tenbih ettiğinde, genç delikanlı dedesinin elindeki asayı, yâni bastonu alıp Nuh Aleyhisselâmın başına kuvvetle vurdu. Dedesine dönüp


“Şimdi benden memnun oldun mu?” dediğinde; ihtiyar:


“Şimdi bana lâyık evlâd olduğunu isbat ettin” dedi. Hz. Nuh'un başından akan kan mübarek sakallarından damlıyordu.


Allaha niyaz edip:


“Yarab! İlmi gayıptan bana haber ver. Bu kavim bana iyman edermi?” dediğinde:


“Hayır ya Nuh! îyman etmezler” cevabı geldi. “Peki yarabbi! Bunlar, bana iyman etmezler. Bellerindeki sularından geleceklerden bana iyman eden olur mu?” dediğinde


“Hayır! İyman etmezler” beyanı geldi. Bunun üzerine, Hazreti nebi şöylece beddua etti:


“Bu kâfirleri helak eyle. Dünyada bir tek kâfir kalmasın.” dediğinde duası müstecâp olup:


“Artık onları davetten vaz geç, Bir gemi inşa et!” emri zuhura geldi.


Nuh aleyhisselâm, bu emri-ilâhiyyeyi yerine getirmek için hemen bir gemi inşa etmeye başladı. Fakat kâfirler tecavüz etmeden durur mu? “Ne oldu sana ya Nuh. Risaleti bırakıp, marangozluğa mı başladın?” derler, kendisine lâf atarlar ve taşa tutarlardı. Arada da “Haydi gidelim; Nuh'un yaptığı gemiyi kirletelim” diye sözleşerek gelip Hz. Nebinin gemisine lâyık olmayacak hakareti icra ederler, kirletirlerdi. Hz. Nuh: bunlara mâni olmaya kalksa, onu döverlerdi. Mübarek başını da birçok defalar yarmIşlardı.


Gemi tamam oldu, ilham ile her cinsten bir çift hayvan gemiye gelip yerleşiyordu. Allah celle, Hz. Nuh'a “Tandırında su çıktığında hemen gemiye bin.” diye vahy etmişti. Evet, bir gün tandır su ile doldu. Bunu gören Nuh aleyhisselâm, kendine iyman edenlerle beraber gemiye bindi. O anda, gökler kararıp, sema simsiyah oldu. Müthiş bir yağmur yağmaya başladı. Sanki gökyüzü delinmiş, semadan deryalar dökülmeye başlamıştı.


Bu arada, oğullarından kendine iyman etmeyen Kenan'ı görüp, babalık şefkati taştığından:


“Kenan gemiye gel!” diye seslendi. Fakat o, gemiye gelmedi


“Ben yüksek yerlere çıkar, kendimi korurum.” dedi. Cenabı Hak:


“Ya Nuh! Ne yapıyorsun? Kâfiri neden kurtarmak istiyorsun?” dediğinde:


“Yarap! Oğlum benim ehlimdir.” dedi. Allah celle:


“O senin ehlin değil, o ameli gayri sâlih bir kâfirdir.” dedi.


İşte mü'minler! İnsanın sulbünden gelen değil, yolundan gelenin ehil olduğu bu âyet ile sabittir.


Hazreti Nuh'un, kâfir oğlu için “Ehlim” demesinin yevmi-kıyamette şefaati kübradan mahrumiyyetine sebep olduğunu haber vermişlerdir.


Şurasını anlatmadan, geçemiyeceğim: Gemiye, en son olarak eşek gelmiş. İblis, eşeğin kuyruğundan tutunca; eşeğin bir türlü gemiye giremediğini gören Nuh:


“Gir. Ya Mel'un” der. Bunun üzerine eşekle birlikte şeytan gemiye girmiş, bir müddet sonra gemide iblisi gören Nebi aleyhisselâm


“Ya melun! Burada işin ne? Ne hakla gemiye bindin?” dediğinde; İblis:


“Ya Nuh! Sen emir verdin. Ben girdim” dedi. Nuh Aleyhisselâm:


“Hayret! Ben sana müsaade vermedim” dediğinde “Eşeğe (Gir ya mel'un) demedin mi? Mel'un olan benim. Bu benim için izindir” dedi. Buradan, anlaşılıyor ki, insan ağzından çıkacak söze sahip olmalıdır.”


Cenabı Eba Bekir sıddık, mübarek ağızlarında ufak bir taş bulundurur, söyleyeceği sözü düşünmek için bu taşı, ağzı şeriflerinde dolaştırır, söz eğer indi-ilâhide makbul olacak ise, cevap verir; değil ise sükût ederlermiş.


Gemide, şeytan ile Nuh aleyhisselâmın arasında şöyle muhavere olduğunu “Kısası Enbiya” haber vermede. Şeytan:


Hz. Nuh'a: “Bu belâ insanların başına neden geldi?” diye sordu. Hz. Nuh Cevap verdi:


“Allah ve Resulü olan bana iyman etmediler.” “Doğru ya Nuhî Fakat işin başı yalnız bu değil. Ben, Âdem'e hased etmeseydim, husuru izzetten, rahmeti sübhaniyeden kovulmaz, bu âdemoğullarını azdırmaz idim. Asil sebep Hased ile kibirdir” cevabını vererek mübtelâ olduğu hastalığını beyan etmiştir.


10- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şeytanın göze sürülen sürmesi ve ağzı boyayan boyası vardır. İnsan onun sürmesi ile sürmelendiği zaman, gözleri Allah'ı görmeyecek derecede uykuya dalar, Harama bakarken Allah'ı hatırlayamaz. Şeytanın boyası ile boyanan kimselerin harama karşı dili açılır. Ve hakka karşı lisanı tutulur.”[301]




KONU: CÖMERTLİK VE İYİLİK



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bir yolcu bir kavme konuk olarak indiği zaman, şayet ev sahipleri o kimseye bir şey etmezler ve o konuk aç olarak sabahlarsa, muztar durumda kalan bu kimsenin ev sahiplerinin yiyecek ve içeceklerinden karnını doyuracak kadar alıp, karnını doyurmasında dinen bir mahzur yoktur,”[302]


2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kişi misafir bulunduğu evde aç kaldığı takdirde, o civarda bulunan her Müslümanın aç kalan misafirin, misafir bulunduğu evde yiyecek ve içeceklerden alarak karnını doyurmasında, ona yardımcı olmaları lazımdır.”[303]




Ey ehl-i aşk:


İyman, cesette ruh gibi, günah ise cesette hastalık gibidir. Mademki ruhun var; cesedini bu âlemde tedavi et. Hakka lâyık hale getir.


Ey hak yolcusu:


Dünya hayatı, yalnız koşup kaçmak için değildir. İnsanoğlu dünyaya ancak mâ'buduna iyman ve ibadet etmek, Allahu Teâlâ'ya doğru bir yol açmak için gelmiştir. Bu yolun hududu, zaten mahduttur. Habl-i metin-i ilâhi olan Kur'an-ı kerime sarılan, dâr-üs-selâm olan cennât-ı âliyata elemsiz kedersiz varır gider.


Başta Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz olmak üzere bütün Enbiyâ-i mürseliyn, sahi ve câmert idiler.




3- Resulullah (s.a.v.)buyuruyor ki:


“Üç huy kimde bulunursa, o kimse nefsinin cimrilik hastalığından korunmuş olur:


a) Zekatı eda etmek,


b) Konuğu ağırlamak,


c) Din kardeşinin başına bir felaket geldiği zaman yardımına koşmak.”[304]


4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Zenginlik malla, iyi insan olmak tekva ile olur.”[305]


5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyorki:


“Hz. Allah'ın sana nimetiyle ihsan ettiği gibi, sen de o nimeti layık olduğu yere harcamak suretiyle, kendi nefsine iyilik et.”[306]


6- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“(Ey Bilal), Allah'ın sana verdiği mallarından infak et. Arş sahibi Allah'ın cömertliğine şüphe ve güvensizlik ederek, sakın malının azalacağından korkma.”[307]


7- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“( Ey Ebubekir kızı Esma) Allah yolunda malını harca. ( bu veya şu kadar kaldı diye ) sayma. Yoksa Cenab-ı Hak da sana harcadığın malın yerine yenisini verirken sayılı verir. Ve malını hapsetmek ve harcamamak için kapalı olan kaplara koyup, saklama. Yoksa Hz. Allah da senden saklar.”[308]


8- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İki kişi için hazırlanan yemek üç kişiye, üç kişi için hazırlanan yemek de dört kişiye yeter. O halde yemeklerinizi ayrı ayrı yemeyiniz, topluca yiyiniz. Toplu olarak yenilen yemekte bereket vardır.”[309]


9- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bir kişi için hazırlanan, yemek iki kişiye, iki kişinin yemeği dört kişiye, dört kişinin yemeği de sekiz kişiye yeter. (Yemeklerinizi beraber yiyiniz.)”[310]




Cennât-ı âliyat, cömertlerin evidir. Cömertlik, cennet-i âlâdan dünyaya uzanmış bir daldır. Her kim o dala tutunursa, o dal kendisine tutunanı cennete çeker.


Ashab-ı kiram efendilerimiz, aleyhissalâtü ve sellem efendimiz hazretlerine:


“Yâ Resûlallah. Dünyada yaşamanın hayırlı olduğu zaman, ne zamandır? Dünyada yaşanmaktansa, ölümün hayırlı olduğu zaman hangi zamandır?” diye sordular.


Resûl-ü zişân efendimiz, saadetle buyurdular:


“Sizi idare eden âmirleriniz ve emirleriniz, sizlerin en hayırlı olanlarınız bulundukça, zenginleriniz cömert oldukça, bütün işleriniz şura ile görüldükçe, dünyada yaşamanız hayırlıdır. Ancak, böyle oiduğu takdirde, toprağın yüzü içinden hayırlıdır. Kötüleriniz, âmirleriniz ve emirleriniz ve tamahkâr ve hasisleriniz, zenginleriniz olunca, işleriniz kadınlara kalınca ve sizler onların hükmü altına girince, dünyada yaşamanız, yaşamamanızdan hayırlıdır. Bu takdirde de, toprağın içi size dışından daha hayırlıdır.”


Cömert, fâsık dahi olsa, ehl-i cennettir. Tamahkâr ve hasis, zahit dahi olsa cennete giremez.


Malı, gerçekten kendisine ebedî; olarak kalacak ve ebedî bir hayat verecek sanır.


İnsaf ile söyleyiniz; içinde yaşadığımız cemiyette, bu tipte insanlar yok mudur? Bu gibiler, zannederler ki, topladıkları bu mallar, onları dünyada ebedî kılacak ve ölümden kurtaracaktır. Heyhat!.. Hiç te böyle değil. Onların topladıkları mal, kendilerini ölümden kurtaramayacak, dünyada ebedî kılamayacak, hattâ kendilerine dahi kalmayacaktır. Şeref ve fazileti malda ve parada vehmedenler, cahil denîlerdir. İnsanın şerefi, fazileti ve haysiyyeti, hiç bir zaman mal ile para ile değildir. İnsanın, ind-i Bâri'de şeref ve fazileti, tahsil-i mâ'rifetullah ile yani Allahu teâlâ'yı bilmek, Allahu Teâlâ'yı bulmak ve Allahu Teâlâ'yı anmakla gerçekleşir. Riza-i Bâriye nail olmayınca; ne malla, ne güzellikle, ne mansabla, ne kasa ve kese ile şeref ve fazilet sahibi olunamaz. Eğer, kadr-şeref para ile çok mal ile olsaydı; Hz. İsa aleyhisselâm fakirliğinden ötürü semaya çıkmazdı. Karun da, zenginliği dolayısıyla yere batmazdı. Hz. İsa aleyhisselâmın, semaya urucuna sebep, dünya malına meyletmemesi, Karun'un yerin dibine batması da malının çokluğuna güvenmesi ve şımarmasıdır. Fasit zanları olanlar, başkalarında kusur ve noksan ararlar. Bu, tıpkı bir körün, diğer bir körün görmemesini ayıplaması gibidir.


İnsan-ı kâmil odur ki, kendi ayıplarını görmekten, başkalarında ayıp aramaya fırsat ve imkân bulamaz. Kendi ayıl gören ve bilen, başkalarının ayıplarını göremez;


Kimse takdir edemez âlemde,


Kendi mahiyyetinî re'yile,


Münhasır vasıta-i rü'yet iken,


Göremez kendini dide bile.


Ey hak yolcusu:


Fırsat elde iken, iraden elinde iken, zikr-i Huda di iken, ruh kuşu beden kafesinde iken ve henüz tövbe kapıları kapanmadan, çenen kilitlenmeden, nutkun tutulmadan gafletle aylak aylak vakit geçirme!.. Sana emanetullah olan bu vücudunu mâ'siyyetlerle göçürme!.. Ayağını, sırattan sürçtürme!. Vakitler geçiyor, geceler ve gündüzler, durmadan ömür kuı şını biçiyor. Gün batıyor, şafak atıyor. Her gün, nice güneş hilâller, hilâl kaşlılar, âhu bakışlılar batıyor. Selvi boylar devriliyor, taze kabirler sivriliyor. Kaçtıkça ecel ardımızdan geliyor, kaçındıkça iradelerimiz elden gidiyor. Gelin, Allahu Teâla’ya rücû edelim. İradelerimiz elde, zikr-ü tevhidimiz dilde, kuvvet ve kudret belde iken, gaflete düşmeyelim, aldanmayalım, dünyaya güvenmeyelim. Gün olur, iradelerimiz elden, zü tevhid dilden, kuvvet ve kudret belden gidiverir. Son pişmaı fayda etmez. O zaman ağlamanın ve çırpınmanın hayrı olmaz. Yalvarmak ve yakarmak, kaybettiklerimizi geri getirmez, işten geçmeden, can kuşu beden kafesinden uçmadan, fırsat elden kaçmadan hakka rücû edelim, tövbe ve istiğfarda bulunalım, doğru yolu bulalım.


10- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Cömert kimsenin yemeği devadır. ( ilaçtır ) cimrinin yemeği ise zehirlidir, (Çünkü cömertin yemeğini yiyen kişi, ikramda bulunanın hoşa giden güler yüzlü halini görünce yemeği rahat ve huzurla yiyeceği için o yemeğin hazmı da kolay olur ve vücuduna bir ilaç misali fayda sağlar. Ama, cimrinin somurtkan ve ekşi yüzünü gören misafir, o yemeği değil yemek, onu yer ve asabı bozulduğundan yediği yemek kendisi için yararlı olmaz.)”[311]




ANLAYIŞLI OLMAK



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İleri görüşlü ve akıllı kişi, nefsine hakim olan kimsedir. Aciz ve beceriksiz kişi ise nefsine uyan ve sonra da Allah'tan kurtuluşu hayal eder.”[312]


2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“ Ammar, iki şeyi seçmek durumunda kaldığı zaman mutlaka doğru ve en yakınını seçer.”[313] (Ammar ashabdan bir zattır.)


3- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Anlayışlı mü'min, yılan ve akrebin yuvasında iki defa ısırılmaz.”[314]


4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kişinin ayakta durabilmesini sağlayan akıldır. (Yani bir kimsenin dünyada ve dolayisiyle ahirette var olmasını ve huzur ve saadete kavuşmasının tek sebebi aklın bulunmasıdır.)


Aklı olmayanın dini de olmaz.”[315]


5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Beş şey vardır ki, bunlar kendisine verilen kimse Ahiret amelini terketmeye hiç bir surette mazur olamaz.


1. Saliha bir eşe sahip olan,


2. İtaatkar evlada sahip bulunan,


3. Güzel bir aileyi geçime sahip olan,


4. Geçimini kendi memleketinde sağlayan,


5. Peygamber ailesini seven kimseler.”[316]




İLİM



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“ Beş şeyi Allah'tan başka kimse bilemez:


a ) Kıyametin ne zaman kopacağı,


b ) Yağmurun ne zaman yağacağı,


c ) Rahimlerde olan (erkek veya kız çocuğunun doğacağını)


d ) Herkes yarın ne kazanacağını,


e ) Her nefis nerede öleceğini bilemez.”[317]


2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Alim ol, veya öğrencisi ol, yahut öğrenmek için dinleyici ol, hiç olmazsa bunlardan birini seven ol. Sakın beşinci ola yoksa helak olursun.”[318]


3- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Az da olsa başarılı olmak hiç başarı göstermeyen akıllı olmaktan iyidir. Sadece dünya işlerinde akıllı ve anlayışlı olmak zararladır. (Çünkü, bütün hayatını fani olan dünyayı kazanmaya hasreder,)


Ahiret işlerinde zeki ve anlayışlı olmak sevindirici, ferahlık vericidir. (Çünkü, bu tür çalışma kişiyi ölümsüz saadete ve cemali ilahiye eriştirir.)”[319]


4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bildiklerini gizleyen (öğretmeyen ve gerektiğinde halkı uyarmak için söylemeyen ) kimse yarın kıyamet gününde, ağzına ateşten bir gem vurulmak suretiyle ve acı bir şekilde gemlenir.”[320]


5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Süleyman Peygamber, mal mülk ve ilim arasında bunlardan birini tercih etmekle muhayyer kılındı. (Allah tarafından bunlardan birini seçebilirsin denildi.)


Süleyman Aleyhisselam ilmi seçti. İlmi seçtiği için ilim sayesinde kendisine mal ve mülk de verildi.”[321]


6- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Çok cahil abidler ve de çok facir alimler vardır. Siz cahil abidden de facir alimden de sakınınız.”[322]




“De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”[323]




7- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Allah (c.c.) bize ve Musa ya rahmet etsin. Eğer Musa peygamber Hızır ile arkadaşlık ettiği zaman gördüğü acaip olaylar karşısında sabredebilseydi Hızır'dan daha çok şaşırtıcı bilgiler öğrenirdi.”[324]


8- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Cehennem Zebanileri, put-perestlerden daha önce fasık kuralları (hafızları ) cehenneme koyacaklardır. Bunun üzerine o fasık kurralar: Biz puta tapanlardan önce ha? Diye sorarlar. Onlara ( Bilenler bilmeyenler gibi olamaz) denilir. Yani siz suçu bilerek ve isteyerek yaptığınız için, bilmeden isteyerek yapanların suçu ne kadar büyük olursa olsun, sizden fazla olamaz, denilecektir.”[325]


9- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim öğrenmeye koşunuz. İlmin gereğini dosdoğru söyleyen bir alimden bir mesele öğrenmek dünyadan ve dünyada bulunan bütün altın ve gümüşten hayırlıdır.”[326]


10- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim öğrenmek için yastığına dayanarak ilmi eserlere bakan (masa başında oturup mütalaada bulunan öğrencilerin) bir saatlik zamanını harcaması, ilim tahsil etmeden yapılan yetmiş sene ibadetten daha hayırlıdır.”[327]


11- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Sünneti Resulullah sahibi olan kişi, iyi bir amel işlerse bu hayırlı işi kabul edilir. Şayet, o sünnete kötü bir şey katsa da bağışlanır.”[328]


12- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benim ümmetimden öyle bir kavim gelecek ki, onların, fıkıhcıları ( hukukçuları) şöhret uğruna zor meseleleri kolaylaştırırlar. İşte bunlar benim ümmetimin en kötüleridirler,”[329]




“Kendilerine îlim verilenler, yazık size dediler, inanıp iyi işler yapanlar için Allahu Teâlâ'nın sevabı daha hayırlıdır.”[330]




13- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ahir zamanda kurtçuklar misâli dünya hususunda hasis hafızlar türeyeceklerdir. Onlara erişen bir mü'min şerlerinden Allah'a sığınsın.”[331]


14- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ahir zamanda ümmetimden öyle kimseler türeyecekler ki: Ne sizin, ne de babanızın duymadıkları şeyleri, din ile ilgisi olmadığı halde, dindenmiş gibi söyleyeceklerdir. Onlardan şiddetle kaçınınız”[332]


15- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“ İlim sahibi için her şey hatta denizdeki balık dahi istiğfar eder.”[333]


16- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Tam'a yani: Dünyayı yutma hırsı ulemanın kalbinden hikmeti giderir.”[334]


17- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kıyamette azabı en şiddetli olan insan, ilminden fayda görülmeyen alim olacaktır.”[335]


18- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Her şeyin bir temel direği vardır. Bu dinin temel direği ise fıkıh bilimidir. Elbetteki bir fıkıhçı şeytan hesabına bin abitten daha çetindir.”[336]


19- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ulema, Allah'ın (halk içerisinde insanlar ) arasında güvenilir kullarıdır.”[337]




“Hakikaten biz onlara öyle bir kitâb gönderdik ki, inanacak herhangi biri insan topluluğuna, doğru yolu göstermek ve rahmet olmak için tam bir ilim üzere onu kısım kısım ayırdık.” [338]




“Kulları arasında Allahu Teâlâ’dan -en çok- korkanlar âlimlerdir.”[339]




“De ki, benimle sizin aranızda Allah ve bir de ııezdinizde kitâb bilgisi bulunanların şahadeti kâfidir.”[340]




20- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Size en cömerd olandan haber vereyim mi? Cömertlerin en cömerdi Allah'tır. İnsanlara rızıklarını ivazsız olarak veren O 'dur. Ben de Adem oğlunun en cömerdiyim. Benden sonra insanların en cömerdi: İlmi öğrenip, insanların bir ümmet olarak var olabilmeleri için yayan kimsedir. Bir ek o kimse ki: Allah yolunda katloluncaya kadar çalışan, çarpışan kimsedir.”[341]


21- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim İslam in hayatı, imanın ana direğidir. Kim, ilmi öğretirse Allah onun ecrini tam olarak verecektir. Kim de öğrenir ve öğrendiği ile amel ederse ona bilmediğini de öğretir,”[342]


22- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim mü'minin dostudur; akıl kılavuzudur. Amel mü'minin bekçisidir. Yumuşak huyîuluk onun veziridir, sabır askerlerinin komutanlarıdır. Rıfk mü’minin anasıdır. Yumuşaklık, kırmadan konuşmak mü’minin kardeşidir.”[343]


23- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim dindir. Namaz da dindir. Din ve tekva sahibi için ilmi öğretmesi gerekir. Namazı da keza; İlmi öğrendiğiniz kimsenin hakkını gözetin ve namazı nasıl kıldığınızı size öğretenin de hakukuna riayet ediniz. Biliniz ki, kıyamet gününde bundan sorumlusunuz.”[344]


24- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İki çeşit ilim vardır:


a) Kalbde olan ilim. Faydalı olur, onu amele şevkedir,


b) Lisanda kalan ilim, bu ise sahibinin faydalı olmayacağı gibi onun ıkab görmesi için aleyhine bir şahit olur,”[345]




“Fakat o Kur'ân kendilerine bilgi verilenlerin sinelerinde yerleşmiş açık ve parlak âyetlerdir.”[346]




Hak Teâlâ yine buyuruyor:


“İnsanı yarattı, ona açık söyemeyi belleti.”[347]




25- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim ve mal insanın her türlü ayıbını örter. Cehalet ile yoksulluk ise insanın her çeşit ayıbını ortaya koyar.”[348]


26- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“ Ulemâ ümmetimin güvenliğidir.”[349]


27- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Alimler peygamberlerin mirasçılarıdırlar. Gök ehli ( Melekler ) onları sever, öldüklerinde kıyamete kadar denizlerdeki balıklar onlar için istiğfar ederler.”[350]


28- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim adamları kendilerine uyulması lazım gelen kimselerdir. Tekva sahipleri ise efendilerdir. Bunların meclisinde oturmak dinin ve ilmin zirvesine tırmanmaktır.”[351]


29- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ulema üç kısımdır:


a) İlmi ile kendisi ve nasm da kendisi ile birlikte ondan faydalanarak yaşadığı alim,


b) Tahsil ettiği ilmi başkasına öğreten, onun irşatlarından başkası faydalanıp, ilimli ahlaklı yaşadığı halde kendisi ilmiyle amil olmadığından faydalanmayan ve kendisini helak eden alim,


c) İlmi ile kendisine faydalı olup, başkasına faydalı olmayan alim.”[352]


30- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim üçtür:


1) Her şeyi açıklayan kitap,


2) Geçmişlerin doğru yolu,


3) Bilinmeyen hususlarda susmak.”[353]


31- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim üç ana kaynaktandır, geri kalanı füzûlidir:


1) Mahkem Ayetler,


2) Yahut, sağlam Sünnet,


3) Kur'an ve sünnetten müstenbit olan adil hükümler.”[354]




“Okusunlar da diğerleri (muharebeden) döndüklerinde onlan korkutsunlar. Umulur ki, çekinirler.”[355]




32- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Öğretmenle öğrenci sevapta ortaktırlar. Sair nasta yani: bilmediği gibi, öğrenmek ihtiyacını hissetmeyenlerde, hayır yoktur.”[356]


33- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Alim, ilmi ile Allah rızasını talep ederse, yani: Onun rızasını kazanmak için çalışırsa, herşey ona hürmet eder, böyle davranmaz da ilmini dünyayı kazanmak için alet ederse o kişi herkesten korkak olur ve başkaları yanında küçük de düşer. ( İlmi mehabetini kaybeder.)”[357]


34- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Alim yer yüzünde Sultan’dır. İlahi emir ve hikmetleri tebliğ ve talim eder. Her kim alimin aleyhinde bulunur onu ayıplamaya yeltenirse, helak olur, ilahi gazaba çarpılar adeta.”[358]


35- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim bence ibadetten fazla faziletlidir. Dininizin hayırlısı da: Şüpheli şeylerden kaçınmaktır.”[359]


36- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“(İlmi ile amil olan) alim, cahil abitten 70 derece daha üstündür. Öyle ki, her derece arasında, yerle gök arasındaki kadar mesafe vardır.”[360]


37- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim tahsili için evinden çıkan talebeyi korumak için melekler kanatlarını gererler. Onu korurlar.”[361]




“Onlardan bir kısmı din ve şerî'at ilimlerini öğrenmek için geri kalsın.” [362]




“Eğer bilmiyorsanız zikr ehlinden (âlimlerden) sorunuz.”[363]




“Nezdinde kitâbdan ilmî olan, dedi ki: Onu (Belkis'in tahtım sen gözünü kırpmadan sana getiririm.”[364]


38- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim öğrenmek isteyen kişi sabah akşam (can ve malı ile) Allah yolunda savaşan kişi gibidir.”[365]


39- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlmi arayan, rahmet arayandır. İlmi öğrenmek İslam’ın esasını teşkil eder. İlim öğrenenlerin ecirleri peygamberler ile beraber verilir.”[366]


40- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ümmetimin yaşadığı devirlerin özelliği beş tabakada toplanmıştır. Bunların beheri 40 senedir:


Birincisi, benim ve ashabımın devrini teşkil eden ilim ve iman devridir. Sonra ikincisi bunu takip eden kırk senede yaşayanların devriki, sekseninci seneye kadar devam eder. Takva ve züht devridir. Üçüncüsü bunu takip eder ve 120. seneye kadar devam eden kırk senedir ki, biri birlerine karşı şefkat ve merhametli kişilerin yaşayacakları devirdir. Sonra bunu takip eden ve 160. sene kadar sürecek olan kırk sene ki, bu devir biri birine sırt çeviren ve tedbir alan kimselerin devridir. Bunları takip eden ve 200. sene kadar sürecek olan beşinci devir ise harp, darp ve hile ve fesat devrini yaşayacak olan kimselerin devridir. (Ümmetimin yaşacakları bütün devirlerin özelliği bu beş devirde toplanmıştır.)”[367]


41- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim tahsili her Müslümana farzdır. Şüphesiz ilim tahsil eden için her şey dua ve istiğfar eder ta denizdeki balıklara kadar.”[368]


42- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim öğrenmek her Müslümana farzdır. Cenab-ı Hak ilim öğrenmek için zorluk çeken ve ses ve hareketleriyle gayret edenleri sever.”[369]




“Şu günü hatırla ki: Allah; Kitâb verilenlerden şöyle bir söz almıştı. Elbette onu insanlara anlatacak ve gizlemiyeceksiniz.” [370]




43- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Öğretilmeyen ilim, infak edilmeyen hazineye benzer.”[371]


44- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlmi Batini, Allah'ın sırlarından bir sır ve hükümlerinden bir hükümdür ki: Cenab-ı Hak onu kullarından dilediğinin kalbine atar.”[372]


45- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bizce bilinmesi mümkün olamayan garip şeyler beş tanedir. Onları Allah'tan başka hiç kimse bilemez:


a) Yarın ne olacağını,


b) Ana rahminde olanın ne olduğunu,


c) Kıyametin ne zaman kopacağını,


d) Kişinin ne zaman nerede öleceğini,


e) Yağmurun ne zaman ve nereye yağacağını, Allah'tan başka kimse doğruyu bilemez.”[373]


46- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Öğretiniz ve kolaylaştırınız, sakın zorlaştırmaymız. Müjdeleyiniz, korkutarak ürkütmeyiniz. İçinizden biriniz kızdığı zaman hemen susun.”[374]


47- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Faydalı şeyleri öğreten kişi için her şey, denizdeki balıklara varıncaya kadar istiğfar eder.”[375]


48- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kıyamet gününde üç kimse şefaat edecektir. Bunlar:


1) Peygamberler,


2) ( Sonra ) Ulema,


3) ( Daha sonra ) Şehitler.”[376]


49- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İstediğiniz kadar ilim öğreniniz, Allaha kasem ederim ki: Siz öğrendiğiniz ilimle amel etmedikçe ilim toplamakla mükafat alamazsınız.”[377]


50- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Öğrenilmesi farz olan şer-i hükümleri ve Kur'an-ı Kerim'i öğreniniz. Ve bunları halka öğretiniz. Çünkü günün birinde ben aranızdan ayrılacağım.”[378]




“Şüphesiz, onlardan bir kısmı bilerek hakk'i gizlerler.”[379]




51- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Birinizin karnını cerahatla doldurup, onun kokusunu duyması, içini şiirle doldurmasından daha iyidir.”[380]


52- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Herkese hayırlı şeyleri öğretip de kendisini unutan alimin durumu etrafını aydınlattığı halde kendisini aydınlatmayan, yanıp giden muma benzer.”[381]


53- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim tahsil edip de onu başkasına söyleyip öğretmeyen kimsenin durumu: Hazine sahibi olup da ondan kimseye vermeyen kişiye benzer.”[382]


54- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim ve hikmet meclisin de oturup hikmetle ve faydalı şeyler öğrenip de oradan ayrıldıktan sonra başkalarına duyduğu faydalı değil zararlı şeyleri söyleyen kimse:


Bir çobanın yanına gelip de ondan kesmek için bir koyun isteyen ve çobanın git en iyisinin kulağından tut ( kes ) demesi üzerine gidip sürünün köpeğinin kulağından tutan, kimseye benzer.”[383]


55- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlme dayanmadan fetva veren kimseye yerin göğün tüm melekleri lanet ederler.”[384]


56- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlimsiz fetva vererek yanlış yola saptırdığı kimselerin günahı, fetvayı verene racidir. Kardeşinin bilmek istediği bir meseleyi bildiği halde söylemeyen kimse kardeşine ihamet etmiştir.”[385]




“Ben müslümânim deyip iyi ameller işleyerek Allah'a da'vet edenden daha güzel sözlü kimdir?” [386]




“(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et!”[387]





57- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kim, meşru ve faydalıbir bilgiyi başkasına öğretirse, o meşru bilgiyi öğrenip amel eden kimsenin sevabı kadar sevap kazanır. Amel edenin sevabına bir eksiklik gelmeden”[388]


58- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Her kim, Allah'ın kitabı olan Kur'an-ı Kerim'den bir ayet veya ilimden bir bölüm öğrenirse Cenab-ı Hak onun sevabını kıyamete kadar daim kılar.”[389]


59- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kim, öğrendiği bilgiyi ehli ıyalinden saklarsa; kıyamet günü ağzına kızgın ateşten yapılmış bir gem vurulur.”[390]


60- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim tahsil edebilmek için çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolunda cihad etmiş gibidir.”[391]


61- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Doymak bilmeyen iki haris vardır:


a) Talibi ilim (ilim isteklisi)


b) Dünya isteklisi ( dünya aşıkı)”[392]


62- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kendisine, rabbinden bir ilim, mevıze verilen kişi bilsin ki, bu kendisine verilen bir nimettir. Bu öğüt ve bilgiyi kabul ederek amel ederse şükrünü eda etmiş olur. Yok böyle yapmaz da aksine hareket ederse, azap görmesi için aleyhinde bir delil olur ve o kimse üzerine rabbin gazabının artması için günahının çoğalmasına sebep olur.”


63- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlmi şeftat ve yumuşak huylulukla öğretiniz. Çünkü şefkatli bir öğretmenden daha harılıdır. Öğretirken şiddet göstermeyiniz.”[393]




“Ve onlara kitâb ve hikmeti öğretecek...”[394]




Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki


“İlim yolunu tutana, Allah Cennet yolunu açar.”[395]




64- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Erkeklerinize Maide suresini öğretiniz,, kadınlarınıza da Nur suresini öğretiniz. ( Maide suresinde erkeklere ait dini hükümler, Nur suresinde de kadınlara ait dini ahkam vardır.)”[396]


65- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Vay haline cahilleri öğretmeyen alimlerin, vay başına alimlere itaat ederek öğrenmeyen o cahillerin.”[397]


66- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kötü huylu alimlerin yüzünden, vay ümmetimin haline.(Çünkü ilim adamları halkın örneğidir. Halk alimin davranışını örnek alır. Onların yaptıklarını dine uygun sanarlar. Şayet ilim adamları sapıklıklar gösterirse halk bunların yaptıklarının doğru olduğunu sanarak yoldan çıkar. Bu hadisi şerifte ahir zamanda bir çok alimin kendi ihtirasları uğruna yanlış hareket edecekleri ve bunun bir sonucu olarak halkın da sapıtmasına, sebep olacaklarına İşaretler vardır.)”[398]


67- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Vay haline cahilin, eğer Allah dilese de onu bildirse başına gelecek azabı görürdü. Vay haline alim olup da amel etmeyenin onun başına yedi türlü azap gelecektir.”[399]


68- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İsrail oğullarından, dini hükümlerin dışında, bahsedebilirsiniz. Bunda bir sakınca yoktur.”[400]


69- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benden duyduklarınızı, benden sudur ettiği doğru olmak şartıyle, başkasına söyleyiniz. Doğru olduğunu araştırmadan bana isnat ederek yalan uydurup başkasına nakleden kimse cehennemdeki yerine hazırlansın.”[401]


70- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Melekler, ilim öğrenmek için yola çıkan öğrenci üzerine kanatlarını gererler. Yaptığı iyi işten dolayı onu hoşnut etmek isterler.”[402]


71- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Yeryüzünde alimlerin bulunması, gökteki yıldızlara benzer. Nasıl ki yer ve denizin karanlığında yol bulmak için gökteki yıldızlardan faydalanırsa, ulemanın var olduğunu da ümmetimin iman yolunda şaşırmadan yürümesini sağlar. Keza, yıldızlar bulutların ardında kalınca yollar ve izler karanlığa karışırsa, ilim adamları olmasa cahil kitleler de yollarını şaşırır ve şuursuzca bir hayatın esiri olurlar.”[403]


72- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Alimin ( ilmi ile amel eden alimin ) cahile üstünlüğü benim içinizde bulunanlardan en aşağı seviyedekine olan üstünlüğüm kadardır. Şüphesiz, halka hayırlı şeyleri öğreten alime Allah Azze ve celle, melekler, gök ehli ve yer sakinleri denizdeki balıklara varıncaya kadar rahmet ve istiğfar ederler.”[404]


73- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Fukaha (İslam Hukukçuları yani fıkıhcılar), dünyaya dalmayip mevki'e düşkünlük göstermedikçe peygamberin güvendikleri kimselerdir. Onlar bu zaafa kapıldıkları zaman siz onlardan kaçınız.”[405]


74- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Fıkıh ilminden az daolsa bilmek çok ibadet etmekten daha hayırlıdır. Kulun Rabbına ibadet etmesi fıkhi bilgi bakımından kendisine yeter. Cahil olması içinde yap tıklarını beğenmesi kendisine yeterlidir.


İnsanlar iki kişi gibidirler:


a) Mümin,


b) Cahil,


Sakın mümine eziyet etme cahille de mücadele etme.”[406]


75- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İnsanlar iki sınıftır:


a) Alim,


b) Öğrenmeye devam eden.


Bu iki vasa sahip olmayanlarda hayır yoktur.”[407]


76- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İnsanlar üç kısma ayrılır:


a) Salimler: Kendisine ve başkasına zararı olmayan kimseler.


b) Zenginler: Marufu emreden ve münkerden men1 eden kimse. Yani: Dinen güzel ve yapılması faydalı olan şeyi herkese emreden, yapılmasını söyleyen, çirkin ve kötü olan şeylerin de yapılmamasını başkasına da söyleyen, onu da men eden kimse,


c) Helak da olan: Hem kendisine hem de başkasına zararı dokunan kimse olup, kendisini helake götüren kimse.”[408]




Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İlim öğrenmek, her Müslümâna farzdır.”[409]




“Kıyamet günü alimin mürekkebi ile Allah yolunda din düşmanları ile çarpışarak can veren şehidin kanı amel terazisinin karşılıklı kefelerinde tartılacak ve her ikisi de denk gelecek, biri diğerinden daha ağır basamayacaktır. İlim öğrenmek gayesiyle bir kere sabahleyin erken kalkarak ilim öğreten bir yere doğru yola çıkmak, Allah yolunda yüz kere savaşa katılmaktan üstün derecelidir.” -Hz. Muhammed (s.a.s.)-


“İlmi ile Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak isteyen kimseye Allah kucak kucak halkın sevgi ve hayranlığım da nasip eder.


Meşhur olup halkın saygı ve takdirlerini kazanmak için âlim olan kimseden Ulu Allah'ın kendisi yüz çevirdiği gibi böyle bir kimseyi halkın saygı ve ilgisinden de mahrum eder.”-Yezid İbn-i Meysere


“Alimin en ufak bir hatası davul zurna ile duyurulurcasına çabucak halk arasında yayılırken cahilin kusurlarına caniliği perde olur.” -Hz. Muhammed-


“Sana, en büyük cömertlik hangisidir söyleyeyim mi?”


“Buyur ey Allah'ın Resulü” Bu Soruya peygamber şu cevabı verdi.


“Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak maksadı ile elde edilen din ve dünya ilmidir.” Adam yine sorar


“Ey Allah'ın resulü!.. Ben sizden amellerin en üstünü hangisidir diye sordum. Siz bana ilimdir diye cevap veriyorsunuz. İlim amel değildir ki.” Allah Resulünün soru sahibine verdiği cevap şudur.


“İlim, kıt amelin boşluklarını doldurabilir. Ama iiimsiz amelin istediği kadar bol olsun, hiç bir faydası yoktur.”


-Hz. Muhammed -


Eğer ilim adamları, üstün şeref ve haysiyetlerini koruyabilmeyi bilseler, küçültücü ve haysiyet kırıcı davranışlardan sakınarak ilmin üstün değerine îeke sürmemeyi becerebilseler şüphe etmemeli ki alimlerin önünde zorbalar boyun eğer. Halk da onları üstünde tutardı.


Hazret-i Ömer (r.a.): “Bu ümmet hakkında en çok korktuğum, ilim sahibi olan münafıktır” buyurdu.


“Bilgili münafık nasıl olur?” suâline:


“Lisânlariyle âlim, kalb ve amelleriyle câhil olmakla.” diye cevâb vermiştir. Hasan (Allah rahmet etsin):


“Hukemâ'nın yeniliklerini, âlimlerin ilmini toplayıp da, amel babında sözü işine uymayan şefin kimselerden olma.” buyurmuştur. Ebû Hureyre'ye (r.a.) biri:


“İlim öğrenmek isterim, fakat sonra kaybederim diye korkuyorum.” demesi üzerine Ebû Hureyre:


“Asıl ilmi kaybetmek bu düşünce ile onu öğrenmemektir.” diye cevap vermiştir. İbrahim b. Uyeyne'ye:


“En çok pişman olan kimdir?” diye sorulunca:


“Dünyâ'ca yaptığı iyiliği takdir edilmeyen, âhirette ise, âlim olduğu hâlde ameli son derece noksan olan kimsedir” diye cevâb vermiştir. Halîl b. Ahmed (Nahv âlimi):


“İnsanlar dört kısımdır.” diyor.


1- Anlar ve anladığını bilir (yâni bildiği ile amel eder); bu âlimdir, buna uyun.


2- Anlar fakat anladığını bilmez. Bu gafildir. Bunu ikaz edin.


3- Bilmez fakat bilmez olduğunu bilir (Buna cehl-i basit derler) ; bu yol arıyor, buna doğru yoFu gösterin.


4- Anlamaz, fakat anlamaz olduğunu bilmez (Bilirim zanneder, buna cehl-i mürekkeb derler, tedavi kabul etmediği için); onu terk edin.


Süfyân-ı Sevrî (r.a.):


“İlim, ameli da'vet eder; eğer amel geldiyse ne güzel, gelmezse ilim de göç eder.” buyurmuştur. İbn Mübarek:


“Âlim, okumağa devam ettiği müddetçe âlim dir. Ne zaman âlim olduğunu zanneder ve ilmini arttırmaktan vaz ge çerse işte o zaman câhil olur.” demiştir. Fuday1 ise şöyle diyor:


“Ben üç kişiye acırım:


1- Bir kavim'in ulusu iken küçük düşenine,


2- Zengin iken fakîr olana,


3- Dünyâ'nın elinde oyuncak olan âlime.” Hasan:


“Ulemâ'nın azabı, kalblerinin ölümü iledir. Kalplerinin ölümü de âhiret ilmiyle dünyalık istemektir.” Bu husûsta şâir şöyle diyor:


“Hidâyeti verip sapıklığı alana şaşarım. Bundan daha şaşılacak dînini verip dünyâyı alandır. Bunlardan da daha şaşılacak şey, başkasının dünyalığı için kendi dinini satandır.”


Şeytânın kendilerini aldatamayıp, dünyâ ziynetleri kendilerine zarar vermeyen kullardan olmamızı Allah'dan dileriz.


“Ben, sizin için, çocuğuna karşı bir baba gibiyim.”


(Anne baba çocuğunu dünyâ ateşinden koruduğu gibi) Peygamber Efendimiz de ümmetini âhiret ateşinden korur. Âhiret ateşinden korumak ise, daha mühimdir. Bu sebeptendir ki, muallimin hakkı anne baba hakkından üstündür.[410]




İlmin Âfetleri Ve Âhiret Âlimleriyle Fena Âlimlerin Alâmetleri



İlim ve âlimlerin faziletlerini bildiren bâzı âyet ve hadîsleri yukarıda zikr etmiştik.


Fena âlimler hakkında da, Kıyamet gününde en ağır azâb'a uğrayacaklarını bildiren büyük korkutmalar vardır.


Mühim dâ'vâlardan birisi de dünyâ âlimleri, yâni gayeleri yalnız dünyalık, servet, rütbe ve mevkî' elde etmek olan maddiyatçılar ile âhiret âlimlerini ayırmaktır. Peygamber Efendimizin şu mübarek sözleri, bunları ayırmaktadır:


“Kıyamet gününde en ağır azabı görecek olan, Allahu Teâlâ'nın ilminden kendisini faydalandırmadığı âlimlerdir.”


Yine Peygamber Efendimiz:


“Kul, bildiği ile amel etmedikçe, âlim olamaz.”


Buyurmuştur.[411]




İrşâd Edici Muallimin Vazifeleri



Bilmiş ol ki, servet kazanmakta olduğu gibi, ilimde de insânıd dört hâli vardır. Mal sahibinin, istifâde hâli var, bu hâli ile servet kazanır. Tutumluluğu hâli var, bununla zâtını ihtiyâcdan kürtarır, kendini bakması hâli var, bununla da kazancından faydalanmış olur. İlim de, mâl gibi elde edilir. İlmi aramak ve kazanmak hâli var, ilme sahip olma hâli var, bu sayede başkasına sormaktan kurtarır, aydınlanma hâli var ki bununla öğrendiklerini düşünür ve onlardan fâidelenir. Bir de başkasını öğretme hâli var, bu da en şereflisidir. Kim, öğrenir, öğrendiği ile amel eder ve başkalarını öğretirse, manevî âlemde saygı ile anılır. Bunlar: Güneş gibidir, hem kendisi nurludur ve hem de başkalarını aydınlatır, misk gibidir kendisi de güzel kokar başkalarına da güzel koku saçar. Bildiği ile amel etmeyenler: (Sahîfeleri ilimle dolu) defter gibidir. Başkasına kârı var fakat kendisi bir şey anlamaz. Bileği-taşı gibidir. Bıçağı biletil fakat kendisi kesmez. İğne gibidir. Başkasını giydirir fakat kendisi dâima çıplak durur, lâmba fitili gibidir başkasına ışık verir fakat kendisi yanar.


Nitekim ilminden istifâde etmeyip başkalarına faydası dokunan kimse hakkında şâir:


“O ancak lâmba fitilidir, kendisi yanarken başkasını aydınlatır.) demiştir,


(Kendisini ilimle kemâle eriştirdikten sonra) öğreticilikle meşgûl olmağa başlayınca büyük bir işi boynuna aldığını ve şerefli işe giriş tiğini bilmeli ve bumm için de muallimliğe uygun olan edeb ve nezâ kete riâyet etmelidir.[412]




İlimlerin Mertebeleri



Allahu Teâlâ'ya mülakatın saadetine ve avam tabakası ile kelâm cıların anladığı gibi değil de, Peygamberlerin anlayıp istedikleri gibi zât'ın cemâline bakmak saadetine hisbetle, ilimler üç mertebede dü şünülür. Vereceğimiz şu misâl ile bu dereceler daha kolay aıüaşılıi


Köleye denildi: “Eğer hacc edersen hem âzâd, hem de pâdişal olacaksın, yok eğer hacc için hazırlandıktan sonra bir engel olur da hacc edemezsen kölelik bağından kendini kurtaracaksın, fakat pâöi şah olmak saadetine ulaşamıyacaksm.” Şimdi bu vazifeyi alan köle nin üç meşgalesi var:


1- Azık, su ve binit gibi vâsıtaların tedâriki,


2- Yola girmek ve konak konak mesafeleri kat'ederek ana yurl tan uzaklaşmak,


3- Haccın erkâniyle meşgul olmak ve vazifeyi ifâ ederek ihramdan çıktıktan ve veda tavafını yaptıktan sonra âzâd olup padişahlığa hak kazanmak. Şebeklerini hazırlamağa başladığından tamamlayıncaya, yola girdiğinden Kabe'ye gidinceye, Kabe'ye gittikten hacc ve zîfelerini tamamlayıncaya kadar her makamda bir çok menziller vardır. Haccin rükünlerini ifâya başlayanın padişahlığa olan yakınlığı daha yeni azık tedârik etmekte olan ile bir olmadığı gibi, yola çıkan ile de bir değil, belki her ikisinden de daha yakındır. İlimler de aynen bunun gibidir. Bir kısmı aynı azık ve vâsıta hazırlamaya benzer ki bunlar da tıb, fıkıh ve dünyâda bedenin düzelmesine yarayan diğer ilimler gibi. Diğer bir kısmı da, yola girip mesafeleri aşmağa benzer. Bu da kalbi kötü huylardan temizlemek ve Allahu Teâlâ'nın tevfîk ettiklerinden başkasının erişemediği yüksek makamlara erişmektir. İşte bu, tarîk'a sülük (Bâtınî-yola girmektir).


Kalbi temizlemenin ilmini öğrenmek, yolların istikâmet ve mesafelerini öğrenmek kabîlindendir. Yola girmeden yalnız yolları ve konak yerlerini bilmek bir kâr sağlamıyacağı gibi, ahlâk düzeltmeğe çalışmadan yalnız ahlâk ilimlerini bilmek de bir değer taşımaz. Bununla beraber bilgisiz bir işe başlamak da mümkün değildir.


Üçüncü kısım da bi'1-fi'il hac işini icra gibidir. Bu da Allahu Teâlâ'nın zâtını, sıfatlarını, ef'âlini ve meleklerini ve mükâşefe ilminin açıklamalarında anlattığımız ilimlerin hepsini bilmektir.


Ey âhiret yolcusu, işte kurtuluş ve ebedî saadete ulaşmak buradadır. Yalnız kurtuluş ise: Gayesi hakka, selâmete ulaşmak olan her doğru yola giren için mümkündür. Fakat saadete ulaşmak ise ancak Allahu Teâlâ'yı bilen ariflere mahsûstur. Civar-ı ilâhîde ve Cennet-i Naîm'de huzûr'a kavuşup ebedî nimetlere ulaşan mukarrebler bunlardır. Bu zirveye ulaşmayan yolculara yine necat ve selâmet vardır; fakat evvelkiler gibi üstün derecede değildir. Nitekim Hak Teâlâ Kur'-ân-ı Kerîm’de şöyle buyuruyor:


“Mukarreblerden olanlar için istirahat, temiz rızık ve nî'metlerle dolu Cennet vardır.” [413]


Bu, üstün vasıflara ve olgunlara işarettir.


“Defterleri sağlarından verilen veya iyilik sahibi olanlar'a: Ey yemin sahipleri sizlere sağcılardan selâm.”[414]


Bu da ikinci sınıfa girenlerin de selâmete ereceğini ifâde eder. Kim ki maksada yönelmez ye bütün mevcûdiyyetiyle buna sarılmaz veya bu yola ubûdiyyet için değil, peşin gayeler için girerse, bu solculardan yâni günahkârlardan, amel defteri solundan verileceklerden ve sapıklıkta olanlardandır. Bunlara kurulacak sofrada “hamim” (yutulamıyacak sıcak su) vardır; girecekleri yer de Cehennemdir.


Bilmiş ol ki anlattığımız, hakîkî âlimler için hakîkî yakîn'dır. Yâni onlar basiret nuru ile bunu görür ve bilirler ki, o basiret gözü, başımızdaki gözümüzden daha kuvvetlidir. Onlar, yalnız dinlemek sayesinde tâbi' oldukları taklit mertebesinden bu makâm'a yükselmişlerdir. Bunların hâli, verilen haberi tasdik ettikten sonra müşahede ile gerçekleştiren kimsenin hâline benzer. Diğerleri ise, hükmü güzelce tasdik ve îmân ile kabul etmiş, fakat görmekle hazzını alamamıştır. Saadet, mükâşefe ilminden sonradır. Mükâşefe iîmi de âhiret yoluna giriş demek olan muamele ilminden sonra gelir. Sıfatlann merhalelerini geçip, yerilen nitelikleri atmak yoluna girmek, sıfatlar ile alâkalı ilimleri bildikten sonradır. Bu kötü huyların tedavi yollarını bilmek ve bu yollara girmek, selâmet-i beden ilminden sonra gelir. Sıhhî sebeblerin müsâadesi ve beden'in selâmeti için, yiyecek, giyecek ve mesken gibi muhtaç olduğu şeyleri te'min etmek de bir araya gelmek ve yardımlaşma ile mümkündür.[415]




Âhiret Âlimlerinin Alâmetleri



İlmiyle dünyalık istememek. Çünkü âlimlerin en küçük, derecesi, Dünyânın (Allah yanında) hakîr, âdi ve lezzetlerinin geçici olduğunu, âhiret'in yüceliğini, devamını, nî'metlerinin sâfîliğini ve mülkünün azametini, dünyâ ve âhiret'in, bir araya toplanması mümkün olmayan iki zıd olduklarını bilmektir. Bunlar birer kuma gibidir: Birini memnun ederken diğerini küstürürsün. Terazinin iki gözü gibidir: Birini ağdırırken diğerini yeğnikletirsin. Doğu ile Batı gibidir: Birine yaklaşırken diğerinden uzaklaşırsın. Birisi dolu diğeri boş iki bardak gibidir: Birinden öbürüne suyu aktarırken diğeri boşalacaktır. Bütün bunları bilmelidir.


Dünyânın adîliğini, mihnet ve meşakkatini, lezzetlerinin kederlerle karışık olduğunu, sonra iyiliklerinin tez kaybolacağını bilemiyenler ahmaktır. Tecrübe ve müşahedelerimiz işin iç yüzünün böyle olduğunu göstermektedir. (Elbette bunu anlamayanın aklı yoktur.) Aklı olmayan âlim olabilir mi? Âhiret'in devamını ve yüceliğini bilmeyen ise kâfirdir. İmânı olmayan âlim olabilir mi?


“Onlara o herifin kıssasını da oku ki, ona âyetlerimizi sunmuştuk da o, onlardan sıyrıldı çıktı; derken Şeytan kendisini arkasına takdı da sapıklardan oldu. Eğer dileseydik, onu o âyetlerle yükseltirdik ve lâkin o, yere (alçaklığa) saplandı ve nevasının ardına düştü, artık onun meseli şu köpeğin meseline benzer ki: Üzerine varsan dilini salar solur, biraksan yine dilini salar solur.” [416]


İşte fâcir âlim de bunun gibidir. Be'lam'a Allahu Teâlâ'nın kitabından ilim verildiği hâlde şehvetlere daldı da köpeğe benzetildi. Yâni bu gibilere hikmet verilsin verilmesin, dâima şehvetlere susamıştır. İsâ aleyhi's-selâm:


“Fena âlim, suyun ağzındaki taş'a benzer. Kendisi suyu içmediği gibi bahçelere suyun akmasına da engel olur. Yine kötü âlim pislik üzerinde biten ot'a benzer: Dışarısı parlak, fakat içerisi pislik kokar. Yine fena âlim mezara benzer: Dışardan çiçekli türbe fakat içerisi kemiklerle doludur.”


Bütün bu rivayetler, yalnız dünyalık için bilgi edinenlerin câhillerden çok azâb göreceklerini açıkça ortaya koymaktadır. Kurtuluşa erecek ve umduğunu bulacaklar ise âhiret âlimleridir.


Dâvûd aleyhi's-selâm'ın haberlerinde Allahu Teâlâ'dan hikâye olarak şöyle buyuruluyor:


“Arzularını sevgim üzerine tercih eden âlim'e vereceğim cezanın en küçüğü, bana yalvarmasının tadını ona haram etmektir. Yâ Dâvûd, Dünyâ sevgisi kendisini mest eden âlimi benden sorma, bu gibiler, bana muhabbetten insanlara mâni olurlar; kullarımın, bana gelen yollarını keserler. Yâ Dâvûd, beni arayan birini görürsen yâni bulursan ona hizmetçi ol. Yâ Dâvûd, bir kaçağı bana iade eden zâtı, basiretli ve anlayışlı yazarım. Kimi anlayışlı yazarsam ona asla azâb etmem.”


Bu sebebten Hasan (r.a.) diyor ki:


“Ulemânın cezası, kalblerinin ölmesidir. Kalblerinin ölmesi ise, âhiret ameliyle dünyalık istemeleridir.” Yine bu sebebten Yahya b. Muâz da şöyle buyuruyor:


“İlim ve hikmetin nuru, kendileriyle dünyalığın istenmesi hâlinde kaybolur.” Sa'd b. Müseyyeb (r.a.):


“Amirleriyle düşüp kalkan âlim, eşkıyadır.” buyuruyor. “Hazret-i Ömer (r.a.):


“Âlim'i dünya'ya meyleder gördünüz mü, dininiz adına onu töhmetleyiniz. Çünkü herkes sevdiği şeye dalar.” buyurmuştur. Mâlik b. Dînar diyor ki:


“Bâzı eski kitâblarda okudum ki: Allahu Teâlâ buyuruyor:


“Dünya'yı sevdiği vakit âlim'e vereceğim en küçük ceza, kalbinden bana münâcât sevgisini çıkarmaktır.”


Birisi kardeşliğine yazdığı mektûbda:


“Sen âlim oldun, sakın ilminin aydınlığını günah karanlığı ile söndürme, sonra ilim sahipleri ilmin ışığı ile yol alırken sen karanlıkta kalırsın.” diye yazmıştır.


Yahya b. Muâzer-Razî, dünya âlimlerine şöyle hitâb ediyor:


“Ey âlimler! Köşkleriniz Kayserlerin sarayları, evleriniz Kisrâ'nın evi, elbiseleriniz Vezîr Tâhir'in elbiseleri, ayakkabılarınız, Câ1ut'un ayakkabıları, binitleriniz Karun 'un binitleri, kap-kacak, mefruşatınız Fir'avn'ın mefruşatı, yeyip içmeniz Câhiliyet devrinde olduğu gibi. Tuttuğunuz yol şeytanet yolu, nerde kaldı islâmiyet?”


Şâir de şöyle diyor:


“Çoban, koyun'u kurttan korur, çoban kurd olursa koyun'un hâli ne olur?” Diğer bir şâir de şunları söylüyor:


“Ey yemeğin tuzu demek olan memleket âlimleri! Her şeyi bozulmaktan tuz korur, tuz bozulduğu zaman onu hangi şey düzeltebilir?”


Bâzı ariflere sordular:


“Günâhdan zevk alan kimsenin Allahı bilmediğine hükmedebilir misiniz?” Cevâbında:


“Dünyâyı âhiretten üstün tutanların, Allahu Teâlâ'yı (hakkıyle) bilmediklerinde asla şübhe etmem.” demişlerdir.


Salih b. Keysân el-Basrî diyor ki:


“Birçok büyüklere yetiştim; onlar sünneti bildiği hâlde fenalık edenlerden Allahu Teâlâ'ya sığınırlardı.”


Ebû Hureyre (r.a.) Peygamber Efendimizden şöyle rivayet ediyor:


“Kendisiyle Allahu Teâlâ'nın rızâsı kazanılacak olan bir ilmi dünyalık için arayanlar kıyamette cennet kokusunu alamazlar.”


Allahu Teâlâ, fena âlimleri, ilim ile dünyalık elde edenler diye vasıflandırdı. Âhiret âlimlerini de huşu' ve zühd ile vasıfîandırmiştır. Dünyâ âlimleri hakkında şöyle buyuruluyor:


“Vaktiyle Allah kendilerine kitâb verilen okur yazarlann şöyle mîsâkını aldı: Celâlim hakkı için onu nâs'a anlatacaksınız, ket m etmiyeceksmiz, derken onlar onu omuzlarının arkasına attılar da mukaabilînde biraz para aldılar.”[417]


Allahu Teâlâ ilim ehlini, “Âhireti Dünya ya tercih edenler” diye tâ'rîf etmiştir.


Âhiret âlimlerinin alâmetlerinden birisi de, işinin sözüne sidir. Kendisi yapmadığı şeyi başkasına buyurmamalıdır.


“Yapmadığınız şeyi yaptık demeniz. Allah katında büyük gazaba sebeb olur.”[418]


Kâ'b (Allah ona rahmet etsin):


“Âhır zamanda öyle âlimler olacak ki, insanları, zühd'e davet edecek, fakat kendilerinde zühd nâmına bir şey olmıyacaktır; insanları korkutacak fakat kendilerinde korkudan eser kalmıyacaktır; insanları büyüklere gönül vermekten men'edecek, fakat kendileri büyüklerden ayrılmıyacaklardir; dilleriyle Dünyâyı yerecek, fakat zenginlere yaklaşıp, fukaradan yüz çevireceklerdir; kadınların erkeklerine muhalefeti gibi, ilimlerine muhalefet edecekler, dostlarını başkaları ile görseler, onlara kızacaklardır. İşte bunlar, zâlimler ve Allahu Teâlâ'nın düşmanlarıdır.” diyor.


Peygamber Efendimiz:


“Muhakkak şeytan, çok kere sizi, ilim ile meşgul etmek suretiyle amelden alıkor,” buyurunca:


“Bu, nasıl olur? Diye sordular. Peygamber Efendimiz de cevabında:


“Şeytan: İlim öğren, öğrenmeden amele lüzum yok, der ve daima ilmi teşvik eder, ameli sona bıraktırır, derken adam amel etmeden ölür gider,” buyurmuştur.[419]




İmâm Mâlik



İmâm Mâlik de (r.a.) .yukarıda açıklanan beş hasletle süslenmiştir.


Kendisine :


“İlim talebine ne dersin?” diye sorulunca:


“Çok güzeldir, fakat öğreneceğin, günlük yaşayışında sana lâzım olan ilim olsun,” demiştir.


Dînî bilgilere o kadar ehemmiyet verir ve saygı gösterirdi ki bir hadis rivayet edeceği zaman hemen abdest alır, sakalını tarar koku sürünür, vakar içinde diz üstü oturur ve ondan sonra hadisi rivâvet ederdi.


“Niçin böyle yapıyorsunuz?”Diye kendisine Sorulunca:


“Peygamber Efendimizin mübarek ağzından çıkan değerli sözlere saygı göstermek için.” Diye cevâp verirdi.


İmâm M âl i k buyuruyor ki:


“İlim, fazla okuyup rivayet etmek değildir; belki Allahu Teâlâ'nın dilediği kimseye verdiği bir nûr’dur.” İlme olan bu saygı ve hürmeti Allahu Teâlâ'nın yüceliğini kuvvetle bildiğine bir delildir.


İlmiyle Allahu Teâlâ'nın rızâsını kasdettiğine şu sözü açıkça delâlet eder:


“Dinde mücâdele (Din mes'elelerinde münâkaşa ve adâvet) hiç bir değer taşımaz. (Mezmûm bir haslettir.)”


Yine faziletine, İmâm Şafii'nin şu sözü de delâlet etmektedir:


“Ben Mâlik hazretlerine kırk sekiz mes'eleden Sorulup da otuz iki tânesine “bilmiyorum” diye cevâb vermiş olduğunu biliyorum.” İlmiyle, gayesi Allah rızâsı olmayıp benlik olanlar “bilemiyorum” diyecek kadar semahat ve tevazu' gösteremez. Bu sebebden yine İmâm Şâfiî:


“Âlimler arasında İmâm Mâlik, parlak bir yıldız gibidir. Mâlik kadar minnetdârı olduğum kimse yoktur.” demiştir.


Rivayet olundu ki: (Halîfe) Mansûr, cebren karıyı boşamaktan bir şey lâzım gelmediğine dâir, hadîs rivayetinden Mâlik hazretlerini men' etmişti. Sonra, bu mes'eleyi soran bir adamı gizlice kendisine gönderdi, o da halk huzurunda:


“Cebren karısını boşayanın karısı boş olmaz.” dedi. Bunun üzerine Halîfe, kendisini kamçı ile döğdüğü hâlde yine rivayetinden vaz geçmemiştir. Yine Mâlik:


“Kişi rivayet ettiği hadîsde yalancı olmaz, doğruyu söylerse, ihtiyarlığında hastalanmaz, aklı kaybolmaz, hasseleri bozulmaz, ateh getirtmez.” demiştir.


İşte İmâm Mâlik'in dünyâ'da zühdü böyle idi. Vaktâ ki ilmi etrafa ün saldı ve her taraftan bol hediyeler gelmeğe başladı, bunları tamamen hayır işlere taksim ederdi. Bu derece cömertliği, zühdünün ve dünyâya meyli olmadığının açık delilidir. Esasen zühd, fakirlik demek değil, kalbin mal'a meyletmemesi demektir. Nitekim Süleyman (a.s.) büyük bir varlık içinde yine zâhidlerden idi. İmâm Şâfiî 'den rivayet edilen şu vak'a da onun dünyâya kıymet vermediğinin açık bir misâlidir. İmâm Şâfi'î (r.a.) diyor ki:


“Mâlik'in kapısında Horasan atlarının, Mısır katırlarının en güzellerini görünce: Mâlik'e:


“Bunlar ne güzel” dedim. Mâlik:


“Benden sana hediye olsun” dedi. Ben de:


“Bir tanesini olsun kendine binek olarak bırak” dedim Mâlik:


“Resûlullah'ın bulunduğu beldenin topraklarını ben atımın tırnağına nasıl çiğnetirim,” dedi. Mâlik'in, bütün hayvanları birden Şâfiî'ye hediye edişindeki cömertliği ile Peygamber Efendimiz'in medfûn bulunduğu Medine'ye olan saygısına bakın ki (saygıdan hayvana binmemiştir.)


Dünyalığa kıymet vermeyip bilgisiyle Allah rızâsını kasdettiğine, kendisinden rivayet edilen şu hikâye açıkça delâlet eder. Buyuruyor ki:


“Hârûnü'r-Reşîd'in huzuruna çıktım. Hârûnü'r-Reşîd:


“Yâ Ebâ Abdullah (Mâlik'in künyesi), buraya gelip çocuklarımıza, Muvatta' okutsan iyi olurdu” dedi. Ben de: “Allahu Teâlâ Emîrimizi yüceltsin, bu ilim (hadîs) sizden yâni Kureyş'den çıktı. Eğer siz bunu yüceltirseniz o yücelir, eğer kıymet vermezseniz o da düşer; ilim kimsenin ayağına gitmez, ilmin olduğu yere gidilir” dedim. Bunun üzerine Hârûnü'r-Reşîd:


“Doğru diyorsun” dedikten sonra, çocuklarına:


“Siz de câmi'e gidin ve diğer kimselerle bir arada dinleyin” diye emretmiştir.”[420]




İmâm Azam Ebu Hanîfe



Ebû Hanife de aynı şekilde âbid, zâhid, Allahu Teâlâ'yı bilen ve ondan korkan ve Allah rızâsını dileyen bir zât idi.


Âbid olduğu İbn Mübârek'in şu rivâyetiyle bilinir: İbn Mübarek diyor ki:


“Ebû Hanîfe'nin mürû'eti (her iyiliğe istidâdı) ve çok gece namazı var idi. Hammâd b. Süleyman:


“Geceyi tamamen namaz ile geçirirdi.” diyor. Yine rivayet olundu ki:


“Halîfe tarafından Bağdâd'm baş kadılığına dâ'vet edildiğinde:


“Ben kadılığa selâhiyetli değilim, senin de bu vazifeyi bana vermen doğru olamaz.” dedi.


“Niçin böyle dedin?” diye kendisine sorulunca:


“Eğer doğru bir adam isem bu vazife bana yaramaz, eğer yalancı isem, yalancılar kadı olamaz.” diye cevâp verdi.”


Âhiret yoluna, dîn ilmine ve Allahu Teâlâ'yı ma'rifetteki ilmine gelince:


“Dünyalıktan yüz çevirmesi ve Allahu Teâlâ'dan son derece korkusu bunun açık delilidir. İbn Cureyh:


“Ebû Hanîfe Nu.'mân b. Sâbit'in Allahu Teâlâ'dan son derece korktuğunu sizin Kûfe'lilerden öğrendim.” dedi. Şureyk-i Naha'î de:


“Ebû Hanîfe, daimî düşünce ve uzun sükût sahibi, insanlarla az konuşan bir zât idi.” dedi. Bu hasletler, bâtınî bilgisinin ve dînde mühim mes'elelerle uğraşmasının en açık delilidir. Kim ki sükûtu iltizâm eder, dünyâya meyletmezse ilmin bütününe sahip demektir. İşte bu saydıklarımız üç İmâm'm bir nebze terceme-i hâlidir.[421]




İmâm Ahmed Ve İmâm Sevri



Ahmed b. Hanbel ile Süfyân-ı Sevrî'ye (Allah onlara rahmet etsin) gelince: Bunlara uyanlar az, hele Süfyân-ı Sevrî'nin tâbî'leri daha azdır. Fakat bunların harâm'dan kaçınmaları, dünyâya arka dönmeleri, vera ve zühd'leri daha meşhurdur. Bu kitâb onların işleri ve sözleriyle dolu olduğundan burada tafsilâta girişmeğe lüzum yoktur. Sen bu anda şu üç İmâm'ın ahlâk ve ahvâline bak vs düşün ki bu sözler, bu işler, bu hâl ve dünyâdan î'raz etmek ve yalnız Allah'a yönelmek sâde fıkh'ın fürû'dan olan selem, icâre, aifcâr. ilâ, li'ân gibi mes'eleleriyle mümkün müdür? Yoksa başka bir ilim böyle bir netice verebilir mi? Bir bunlara bak da “Biz bunlara uyduk” diyen i âlimlerin yalancı veya doğru sözlü olup olmadıklarını düşün.[422]




Mezmum İlimlerin Yerilmesinin Sebebi



“Eşyayı olduğu gibi bilmek ve tanımak olduğuna ve bu da aynı zamanda Allahu Teâlâ'nın sıfatlarından bulunduğuna göre, nasıl olur da ilim mezmûm olur” dersen bilmiş ol ki, ilim bizatihi mezmûm değil, belki iki sebebden biriyle insanlar hakkında mezmûmdur. Bunları açıklayalım:


1- Sahibini veya başkasını zararlandırması bakımından mezmûm olur. Sihir ve Tılsımat ilimleri gibi. Sihir vâki'dir. Kur'ân bunu haber vermiştir; hattâ çok samimî olan karı-koca arasını açmak için bir vâsıta olarak ona baş vurulur. Peygamberimize bile sihir yapılmış ve kendisi hastalanmıştır. Cebrâi1 aleyhi's-selâm'ın haber vermesi üzerine kuyu dibinde taş altındaki sihir vâsıtası çıkarılmıştır. (Buhârî ile Müslim, Hz. Âişe'den rivayet etmişlerdir.)


Sihir, yıldızların doğuş yerlerini hesâb ederek maddelerdeki hassaları bilmekle istifade edilen bir nevi' ilimdir. O maddelerden, sihir edilecek adam'ın heykeli yapılır, yıldızların doğumunun muayyen saati beklenir, şerî'ate uymayan fahiş ve küfür sözler söylenerek Şeytandan yardım istenir ve bütün bunlardan âdet-i ilâhî gereğince sihir yapılan kişide acâib hâller görülür. İlim olmaları bakımından bunları öğrenmek fena değilse de, bunlar insanları zararlandırmaktan başka bir şeye yaramazlar. Fenalığa yol açan her şey, fena olduğu için bu ilim de mezmûmdur. Hattâ, iyi bir adamı öldürmek isteyen bir zâlime, bulunduğu yeri göstermek, bildiği şey'i olduğu gibi ifâde etmek bakımından bir ilimdir, fakat zarar doğurduğu için mezmûmdur. Burada yalan söylemek vâcibdir.


2 - Çok kere sahibine zararı dokunması bakımından mezmûm olur. İlm-i Nücûm gibi. Bu ilim de zâti bakımından mezmûm değildir. Çünkü bu iki kısımdır. Bir bölümü hisâbdır. Kur'ân-ı Kerîm, güneş ve ayın hisâb ile seyrettiğini nâtıktır:


“Güneş ve Ay hisâb iledir.” [423]


Yine Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:


“Az muvaffakiyyet çok bilgiden hayırlıdır.”


İsâ aleyhi's-selâm da


“Ağaçlar çok ama hepsi meyve vermez. Meyveler çok ama hepsi tatlı olmaz, ilimler çok ama hepsi faydalı olmaz” buyurmuşlardır.[424]




Lafızlarıyla Delâlet Ettikleri Mânâ Değiştirilen İlimler



Bilmiş ol ki, mezmûm ilimlerin şerî'at ilimleriyle karıştırılmalarının kaynağı, fena maksatlarla, onların öğülen adlarını tahrif edip, birinci asırdaki iyi insanların murâd ettikleri mânâların hilâfına nakletmektir. Bunlar da fıkh, ilim, tevhîd, tezkîr ve hikmet olmak üzere öğülen beş isimdir. Bunlar ile bezenenler, dinde rütbe sahibi kimselerdir. Ne yazık ki, bu lâfızlar şimdi verilen mânâlarda nakledilmiş ve bu isimlerin onlara verilmesi şöhret bulduğu için, gönüller bunların mânâlariyle vasıflanan kimseleri yermekten nefret etmektedir.


Birinci Lâfz: Fıkh'dır. Bu sözü, başka mânâya aktarmadı ve değiştirmediler. Yalnız bu kelimeyi fürû'-ı fıkhın fetvâlardaki garîb mes'elelerini bilmeğe, illetlerinin inceliklerini anlamağa, bu husûsda sözü uzatmağa ve bunlarla alâkalı makaaleleri ezberlemeğe isim vermekle husûsîleştirdiler. Kim ki, fürû'-ı fıkhın inceliklerini bilir ve onlarla fazla meşgul olursa, ona daha fakîhdir derler. Halbuki birinci asırda âhiret yolu ve nefsin âfetlerinin incelikleri bilgileriyle amelleri bozan şeyleri bilmeğe, dünyalığa kıymet vermeyip, âhiret nimetlerine bağlanmağa ve kalbini Allah korkusunun kaplamasına birden “Fıkh ilmi” denirdi.


Ferkad es-Sencî Hasan-ı Basrîye bir şey sordu ve cevabını aldıktan sonra, “Fakîhler, niçin senin fetvâlarına itiraz ediyorlar?” diye sordu. Hasan:


“Annea seni kaybetsin ey Ferkadcik sen şu gözlerinle fakîh mi gördün? Fakih dediğin dünyâya arka verip âhirete yönelen dini koruyan, kusurlarını görebilen Allahu Teâlâ'ya karşı ibâdete devâm eden müslümânların (ve hattâ bütün insanların) ırzına goz dikmekten kendini koruyacak derecede hazer eden saman, insanların malına tamah etmeyen ve halka nasihatte bulunur.


İkinci Lâfz: İlim, lâfzıdır. Aslında, Allahu Teâlâ'nın zâtını âyetlerini ve yaratıklarına olan muamelesini bilmeğe, ilim denirdi. Hattâ Hazret-i Ömer'in (r.a.) ölümünde İbn Mes'ûd (k.a.):


“İlmin onda dokuzu öldü.” dediği vakit ilim kelimesini “El-ilmu” şeklinde L (Lâm) ile ma'rife olarak getirdi ve bu ilmi de Allahu Teâlâ'yı bilmek ile açıkladı. Halbuki onlar bu kelimeyi de husûsî mânâda kullanmakla değiştirdiler. Çok kere ilim kelimesini fıkıh ve dîğer mes'elelerde karşılıklı münazara mânâsında kullandılar da, bu gibilere: Hakîkî alim, fuhûl-i ulemâ (âlimlerin üstünü) dediler. Bu gibi mücâdeleye giremiyenler ise gerçek bilginlerden sayılmayıp-alelâde bilginler meyâmnda kaldı. İşte bu da ilim kelimesinde değişiklik ve onu husûsî mânâda kullanmaktır. Halbuki Kur'ân ve hadîsde faziletlerinden bahsedilen bilgi ve bilginler Allahu Teâlâ'nın zâtını, ahkâm, ef'âl ve sıfatlarını bildiren ilim ve âlimlerdir. Şimdi şerî'at ilimlerini lâyıkiyle kavramamış, ancak mantık yoluyla mücâdeleye girip hasmını ilzama kalkışan kimselere bu isim verildi. Tefsir, hadîs ve mezhep ilimlerinde câhil olduğu hâlde, bu gibiler üstün bilgin mânâsında “âlimlerin erkeği” diye sayıldı ve bu hâl pek çok ilim talibinin helakine sebeb oldu.


Üçüncü Lâfz: “Tevhîd” dir. (Tevhîd, aslında bütün kemâl sıfatlariyle Allahu Teâlâ'nın birliğini bilmek iken) şimdi kelâm ilminden ve mücâdele yollarını bilmekten, hasmın delillerini çürütmeyi iyice anlamaktan, bir çok şüpheler ortaya koyacak Soruları, çenelerini eğe-büke cevaplandıracak kudrette olmaktan ve hasmı ilzam için deliller tertip etmekten ibaret olduğunu sandılar. Hattâ bunlarla uğraşanlardan bir kısmı (Mu'tezile) kendilerine “Adi ve tevhîd ehli” unvanım verdiler. Kelâmcılara da “Tevhîd bilginleri” adını verdiler. Halbuki asr-ı evvelde (Sahabe ve Tâbi'în devrinde) kelâm ilminin bütün hususiyetlerinden hiç biri bilinmiyordu. Hattâ böyle mücâdele mevzuu açmak isteyenler şiddetle reddedilirdi. Ama Allahu Teâlâ'nın birliğini ifâde eden ve ilk duyuşda kolaylıkla anlaşılan Kur'ân âyetleri ise hepsinin malûmu idi. Kur'ân-ı Kerîmi bilmek, her şey bilmek demekti. Birinci asırdakilere göre: Tevhîd, ekseri kelâmcılarm anlayamayacağı ve şayet anlayan olursa onunla vasıflanamıyacağı başka bir mânâda idi. O da: Vâsıta ve sebeblere yönelmiyecek şekilde her şeyi Allahu Teâlâ’dan bilmektir. Ehl-i tevhîd hayrı da şerri de ancak Allahu Teâlâ'dan bilir.


Dördüncü Lâfz: Zikr ve lezkîr'dir. Zikr hakkında Allahu Teala:


“Hatırlat, hatırlatmak mü'minlere fayda verir.”[425] buyurmuştur. Zikr meclislerini öğen bir çok hadîsler vardır. Nitekim bir hadis'inde Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:


“Cennet bahçelerine uğradığınızda faydalanın -çiçeklerini koklayın” - buyurunca sordular:


Cennet bahçeleri hangileridir,”


“Zikr meclisleri,” buyurdular.”


(Horasanlı) Ibn Avn diyor ki:


“İbn Sîrîn'i ziyaret ettim.” İbn Şîrîn:


“Bu gün ne haber var,” diye bana sordu. Ben de:


“Pâdişâh, hikayecilerin hikâye anlatmalarını yasak etti”, dedim. İbn Şîrîn:


“Doğru harekette bulundu,” dedi.”


A’m ş, Basra camilerinden birine girdi. Orada bir hikayeci:


“A' meş bize böyle anlattı, diyerek hikâyesine devam ediyordu. A' meş bunu görünce dinleyiciler arasına girdi ve koltuklarını yolmağa başladı. Bunu gören hikayeci:


“Ey ihtiyar, (İlim meclisinde bu hareketten) utanmıyor musun? Deyince, A'meş;


“Neye utanayım, ben temizlik yapmakla sünneti işliyorum, sen ise yalan konuşuyorsun, işte A'meş dediğin benim, ben sana ne zamân böyle bir şey anlattım, dedi. Ahmed (b. Hanbel):


“En çok yalan söyleyenler, kıssacılar ile fazla soru soranlardır” demiştir.


Hazret-i Ali (r.a.), hikayecileri Basra câmi'lerinden çıkarmış, fakat Hasan-ı Basrî'yi dinleyince, ona birşey dememiştir. Çünkü Hasan-ı Basrî, âhiret ilmini, ölümü düşünmeği, kendi kusurlarını düzeltmeği, amellerin âfetlerini, Şeytan'ın vesvesesini ve ondan korunma çârelerini anlatıyor, Allahu Teâlâ'nın nimetlerini ve bu nimetlerin şükrünü edadaki kusurları hatırlatıyor, Dünyâ'nm adiliğini, ayıplarını, devamı olamıyacağmı, vefasızlığını, âhiret'in tehlike ve çetinliklerini açıklıyordu ki, işte şer'an öğülen ve Ebû Zerr'in rivâyetiyle teşvik edilen va'z da budur.


“Okuyun öğrenin, zira Allah için ilim edinmek Allah'a karşı ta'zim ve ibâdettir. Müzâkeresi tesbîh, mübâhasesi mücâhededir. Bilmeyene öğretmek sadaka, liyakatlisine bolca okutmak Allah'a yakınlıktır. İlim, yalnız ve kimsesiz yerlerde sıkıntıyı gideren bir arkadaş, doğru yola kılavuz, zorlukta kolaylık ve sabır merci'idir. İlim dostlar yanında vezîr, yabancılara yakınlıktır. Cennet yoluna ışık tutar. İlim sayesinde Allahu Teâlâ bir kısım insanları yükseltir, iyi işlerinde izlerinden gidilen rehber ve öncü yapar. İyilikleri anılır, eserleri kalır. Melekler onları sever ve kanatlarını üzerlerine gererler. Yaş ve kurudan her ne varsa, denizdeki balıklar, karadaki canlı varlıklar ay ve yıldızlara varıncaya kadar her şey, âlimler için Allahu Teâlâ'dan mağfiret dilerler. Çünkü ilim, kalb gözünü açar, karanlıkta gözlere ışık saçar, zayıflıkta bedene kuvvet verir, insanı yüksek mertebelere ve ebrâr derecesine ulaştırır. İlmî tefekkür, gündüz orucuna ve gece ibâdetine denktir. Allahu Teâlâ'ya itaat, ibâdet, tevhid, saygı, şübheli şeylerden korunmak, sılayı rahm'de bulunmak ilim ile olur. Helâl ve haram ilim ile bilinir. İlim Öncüdür; amel ise ondan sonra gelir. İyilere ilham olur; fenalar ondan mahrum olur.”


Hazret-i Ali (r.a.) Kümeyl'e hitap ederek:


“Ey Kümeyl, ilim mâldan hayırlıdır. Çünkü malı sen koruyacaksın, fakat ilim seni korur. İlim hâkim, mâl mahkûmdur. Mâl sarf etmekle azalır, ilim sarfiyatla çoğalır.” buyurmuştur. Yine Hazret-i Ali (r.a.):


“Bir âlim, gündüzleri oruçlu olduğu hâlde harb eden, geceleri de ibâdetle geçiren mücâhid âbid'den daha üstündür. Bir âlimin ölümü ile İslâm âleminde açılan boşluğu, onun gibi yetişecek bir âlimden başkası dolduramaz.” demiştir. Yine Hazret-i Ali (r.a.) bir manzumesinde şöyle buyuruyor:


“Övünmek ancak ehl-i ilme mahsûstur. Çünkü onlar doğru yolda oldukları gibi arzu edenlere de doğru yolu gösterirler.


Herkesin derecesi bilgisi ile ölçülür. Câhiller ise, âlimlere düşmândırlar.


Âlim ol ki, ölmeyesin. Çünkü insanlar ölür, fakat âlimler diridirler.”


Ebû'l-Esved:


“İlimden daha değerli bir şey olamaz; çünkü sultânlar insanlara hükm ederken, âlimler sultânlara da hâkimdir.” diyor. İbn Abbâs (r.a.):


“Süleyman Aleyhisselâm mal, ilim ve hükümdârlık arasında muhayyer iken ilmi tercih etti ve bu sayede diğer ikisine de mâlik öldü.” buyuruyor.


İbn Mübârek'e sordular:


“Kâmil insanlar kimdir?” İbn Mübarek:


“Âlimlerdir,” dedi. Yine sordular:


“Melikler kimlerdir?” İbn Mübarek:


Zâhidler (Dünyâyı terk edip Allah için çalışanlar)'dır, dedi.[426]




KONU: AMİRLER VE MEMURLAR



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Allah, bir kavim hakkında hayır murat ederse, onların kin gazaba sahip olmayan yumuşak huylarını idari amirlik mevkiine getirir, ilmi ile alim olanlarını da hakimlik mevkiini getirir ve bu kimseler aralarından kazai hükümler verirler. Serveti de içlerinden cömert olanlara verir.


Bir milletin kötü olmasını isterse, başlarına ahlaken düşük, sefih kimseleri reis yapar. Cahil kimseler de aralarında zuhur edecek ihtilafları hallatmek için hüküm verirler. Serveti de aralarında en cimri olanlarına verir.”[427]


2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Cenab-ıHak, bir devlet başkanı hakkında hayır dilerse onun yanına özü ve sözü doğru bir vezir verir. Bu vezir, başkanın unuttukları hususları hatırlatır, hatırladıkları hususlarda da kendisine yardımcı olur.


Şayet Hz. Allah devlet başkanına faydalı olmasını dilemediği zaman yanına kötü bir adamı vezir ( Bakan ) yapar. Başkan bir hususu unutursa ona hatırlatmada bulunmaz, hatırlarsa yardımcı olup doğrusunu yapması için gayret göstermez.”[428]


3- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benim ümmetimi zalimden korkar gördüğüm zaman, ona “sen de zalimsin” demelisin. Onlar artık dirileri yanından ayrılmış, çöllerin ortasında kalmış manevi olan bir ölü gibidirler.”[429]


4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Başınıza, kafasının tüyleri üzüm tanesi gibi siyah tüylü bir habeş köle dahi kumandan olursa (O hak ve adaletten ayrılmadıkça ), onu dinleyip itaat ediniz,”[430]


5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ey Mikdat, sen bir amir, katip veya nakip olmadan ölürsen kendini felaha kavuşmuş say, bil.”[431]




Bilmiş ol ki, âmirler, memurlar ve zâlimlerle düşüp kalkmanın üç hâli vardır:


1. Meclislerine giderek onlara yaklaşmandır ki, en kötüsü budur.


2. Onların sana yaklaşması ve sana gelip gitmeleridir. Bu, birinciden ehvendir.


3. Ne onlar seni, ne de sen onları görmiyecek şekilde onlardan uzaklaşmandır. En selâmetti yol budur.




6- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hain olan emniyet amiri yüz koyun cehenneme atılır.”


7- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Vergi toplamak için gönderdiğimiz tahsildarlara ne oluyor? Vergileri topladıktan sonra yanıma gelerek şöyle diyorlar:


“Şunlar devlet için topladığını vergiler, şunlar da bana verilen hediyeler.”


Sorarım size, bu adam anasının veya babasının evinde otursa idi ve bekleseydi ona hediye veren olurmuydu? Olmaz mıydı? Nefsim yedi kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki: Böyle devlet hesabına vergi topladığı zaman kendisine hediye ismi altında gayri meşru menfaat temin eden kimse yarın kıyamet gününde o mal sırtında ortaya çıkacak ve bunun hesabını verecektir. Hediye ismi altındaki bu mal deve ise deve sesi çıkararak, sığır ise, sığır gibi böğürerek, koyun ise koyun sesi çıkararak o hayvan sırtında mahşer halkına bunun hesabını verecektir.”[432]


8- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Allah (c. c.) bir kimsenin müminlerin başına emir olmasını murad ettiği zaman yardım elini onun alnına koyar ( yardım elini onun yüzünün ak çıkması için uzatır.)”[433]


9- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şüphesiz Hz. Allah, idare mevkiinde bulunan herkesten hesap soracaktır. İdaresi altmdakilerin haklarını gözetip gözetmediğini, yoksa zayi mi ettiğini muhasebe edecektir. Hatta kişiyi evi halkı hakkında muhasebe ve gerekirse muaheze edecektir.”[434]


10- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Sen bir şehirde hükümdar yoksa oraya uğrama, çünkü adil olan hükümdar Allah'ın rahmet gölgesi ve yer yüzünde kalkanıdır.”


Diğer rivayette: “(Her mazlum ona sığınır.)”[435]




Birincisi: Bu gibilere yaklaşarak onlarla düşüp kalkmak, şerî'atin ciddî olarak çirkin gördüğü bir harekettir. Bu hususta ağır ve şiddetli veîdler vardır. Bu gibi hareketin şer'an mezmûm olduğunu bildirmek için önce bu hususa dâir rivayet edilen hadîslerle büyüklerin sözlerini anlatalım.




11- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hakimler üç kısımdır: İkisi cehennemde, birisi cennettedir. Bu hakimlerin nitelikleri şöyledir:


a) Bir hakim ki, hissi tesirler ile hüküm verir, o cehennemdedir.


b) İlimsiz olarak, yanlış hüküm veren cahil hakim de cehennem dedir.


c) Hak ve adeletle hükmeden hakim ise cennetlik hakimdir.”[436]


12- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Size, gecesi gündüzü gibi olan aydın bir din bıraktım. Bu dinden ancak ve ancak kendisine felaket hazırlamak isteyen kimse ayrılır. İçinizden yaşayacak olanlar yakında çok ihtilaflar görecektir.


Böyle karışık bir durumda karşılaştığınız takdirde yapacağınız iş benim ve sünnetime sımsıkı bağlı olan hulefai Raşidi'nin sünnetine sarılınız. Başınızda habeşi bir köle de kumandan olsa ona itaat ediniz. Çünkü mümin, burnundan zincire bağlı ve nereye bağlanırsa ora ya bağlanan deveye benzer.”[437]


13- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Her yetki sahibi idaresi altında bulunan insanların yönetiminden kıyamet gününden Allah'a karşı sorumludur.”[438]


14- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şüphesiz, Hz. Allah gönderdiği Nebi ve Halifeler ile iki sırdaş gönderir. Sırdaşlardan birisi onu doğru yola sevkeder, kötülük yapmaktan engeller, öteki ise ötekinin aksine her türlü kötü fikirleri, fitne ve fesade müncer olacak icraatı onun kalbine sokmaya çalışır.


Hangi, devlet reisi bu ikincisinin kötülüklerinden sakmmasını başarırsa kendisini korumuş olur.”[439]


15- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şüphesiz Allah, hakimlerle beraberdir. Adaletten ayrımadıkca. Adaletten ayrılınca ondan uzaklaşır ve o hakimi Şeytan tesiri altında tutar.”[440]


16- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Cenab-ı Hak sizden üç şeyde memnun olur, diğer üç şeyden de nefret eder. Yüce Allah'ın memnun olacağı üç şey:


a) Yalnız Allah'a kulluk edip, ona ortak koşmayınız,


b) Hep beraber Allah'ın ipi mesabesinde olan İslam dinine sarılın ve ayrıcalık yapmayınız,


c) İdareniz elinde olan amirler ile karşılıklı öğüt vererek münasebette bulunmanız,


Allah'ın nefret ettiği üç şey ise:


a) Dedikodu yapmak,


b) Gereksiz ve maksatlı sorular sormak,


c) Boş yere, servet heba etmek. (Bu üç şey Allah'ın sizden hoşlanmamasına sebep olur.)”[441]


17- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Adil bir devlet reisi sağ yanı üzerine kabre konulunca, o hal üzre terkedilir, devlet başkanı zalim ise sağ tarafı üzerine kabre konulsa dahi melekler tarafından, sol tarafa çevrilir. Yani Cenab-ı Hak onu kötü duruma sokturur.”[442]


18- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Amir halkın kötü taraflarını aramaya koyulur. Onlardan şüphe ederse, onları ifsat eder.”


19- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Adaletli yöneticiler, kıyamet gününde nurdan minberler üzerinde oturturuîmuş oldukları halde Rahman'ın sağında, onun iki eli arasındadırlar. Onlar öyle adil kimselerder ki, hükümleri dost, ehli ıyal ve malları ile de olsa adalet üzredirler.”[443]


20- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kıyamet gününde Allah’ın en sevgilisi ve ona en yakın olan insan adaletli olan devlet başkanıdır, Allah'ın en çok gazap ettiği ve kendisinden uzak tuttuğu kimse ise zalim devlet başkanıdır.”[444]


21- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“ Hüküm sahibi insanlar meşakkat kapısındadırlar. Ancak Allah'ın korudukları müstesnadır.”[445]


22- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Biz memuriyet isteyene onu vermeyiz ve bu tür kimseleri devlet işlerinde kullanmayız.”[446]


23- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Yakında hepiniz devlet hizmetinde bulunmayı arzu edeceksiniz. Halbuki, o istediğiniz memurluk kıyamet gününde size pişmanlık ve üzüntü kaynağı olacakatır. Devam eden sevinç ne iyi, sonunda kesilecek olan sevinç ise ne fena”[447]


24- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İtaat marftadır. Yani: Başınızdaki amir habeş köle de olsa, ona itaat ediniz, şeklindeki hadisten maksat, ilahi kanuna bağlı ve adaletten ayrılmayan amire itaat ediniz demektir. Körü körüne itaat etmek değildir.”[448]


25- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“En çok korktuğum ümmetimin başına gelecek sapık devlet reisleridir.”[449]


26- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“İsterseniz size amir ve memurluğun sonuçlarından haber vereyim. Memuriyetin evveli zorluk, ikincisi pişmanlık ve üçüncüsü de kıyamet gününde azaba uğramaktır. Adalet üzre olanlar bundan müstesnadır.”[450]


27- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Adaletten ayrılan devlet büyüklerinin yüklenmiş bulundukları günahlar kendilerine aittir, (onlar Allah'ın emirlerine ayakırı hareket etmedikçe itaat etmeniz gerekir.) Ama onların yaptıkları zulme rıza gösterip, zalim olmaları hususunda meydan verdiğinizden bu masiyete itaatin cezası ise size aittir.”[451]




Bu husustaki hadîsler: Resûl-i Ekrem (s.a.v.), zâlim emirleri anlattıktan sonra şöyle buyurmuştur:


“Onları inkâr edip onlarla mücâdele eden kurtulur. Onlardan uzaklaşan selâmet bulur veya selâmete yaklaşır. Dünyalıklarında onların arasına katılıp, onlarla düşüp kalkanlar da onlardandır.”


Çünkü mücâdele etmeden yalnız onlardan uzak kalmak, belki insanı mes'ûliyetten kurtarır, fakat onlarla mücâdeleyi terkettiği için, nazil olacak umûmî belâ dışında kalamaz. Yine Resûl-i Ekrem:


“Benden sonra, ileride yalan söyleyip zulmeden emirler türeyecektir. Onların yalanlarını tasdik edip zulümlerinde onlara yardımcı olanlar, benden değil ve ben de onlardan değilim. (Kıyamet günü) Havzıma uşrayamazlar.” buyurmuştur.[452]




28- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Yüce Allah'ın büyüklüğündendir: Yaşlı ihtiyar müslümanlara,(galatsıza) hakkını vererek Kur’an-ı Kerim'i ezber edenlere ve adaletli kumandanlara ikram etmesi.”[453]


29- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Devlet Başkanı, müslümanların manevi bir kalkanıdır. Din düşmanlarına karşı onunla savaşılır.”[454]


30- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benden sonra bir çokdevlet adamı gelecek ki, onlar namazı vaktinde kılmayacaklar. Siz namazınızı mutlaka vaktinde kılınız. Hatta onların huzurlarında dahi olsanız namazını tehir etmeden vaktin de kılınız.”[455]


31- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benden hemen sonra başınıza öyle devlet başkanları geçecek ki, bunlar sizin ve dininizin iyi görmediği bir takım işlerin yapılmasını emredecekler ve (sizin ve dininizin) çirkin gördüğünüz ahlak dışı bir takını ameller işleyeceklerdir.


Bunlar sizin başınızda bulunması lazım gelen devlet ricali değildirler.”[456]


32- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Yakında, benden sonra bir takım önderler gelecekler ki, bunların her dediği olacak (kimse cevap vermeyecek.) onlar başını kaldırıp, gözünü yumup giden maymunlar gibi, kendilerini ateşe atacaklardır.”[457]


33- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benden sonra, ümmetimden bir kavim gelecektir. Bunlar Kur'an okurlar ve dini ahkamı iyi anlarlar. Buna rağmen kendilerine sokulan Şeytan şöyle der:


(Eğer siz sultanın yanına giderseniz hem dünyanızı kazanırsınız hem de dini bilgilerinizin sayesinde onları da yola getirirsiniz ) Ama, hiç de böyle olmayacaktır. Çünkü çalışan dikenden başka bir şey koparılamayacağı gibi, devlet adamına yakın bulunmak da insana hata ve günahtan başka bir şey kazandırmaz.”[458]


34- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Adil ve alçak gönüllü bir devlet başkanı Allah'ın yeryüzündeki gölgesi ve mızrağıdır. (Zayıfları himaye eder ve onlara saldıranlara karşı korur.) Böyle müslümanlar ( Hükümdarlar ) için yetmiş Sıddıkın sevabı yazılır.”[459]


35- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Günah işlemeye emridilmedikçe ( hoşa gidilsin veya gidilmesin) mümin kişiye dinlemek ve itaat etmek gerekir. Zulüm ve masiyete emrolunulduklarında da dinleme ve itaat etme yoktur.”[460]


36- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Sana kolay veya çetin hoşa gidecek veya gitmeyecek ve başkalarını senden üstün tutacak bir hususta da olsa, kanun ve adaletten ayrılmayan amire itaat etmek düşer.”[461]


37- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Yakın gelecekte bu din, Allah yanında dinden nasibi olamayan kimseler ile kuvvetlendirilecektir.”[462]


38- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ahir zamanda devlet başkanlarının yanlarında, devletin disiplin işlerim yürütmekle görevli öyle memurlar geleceklerdir ki:


Allah'ın gazabı ile kalkar yine gazabı ile yatarlar. Böyle kimselerle dost olmaktan kaçınınız.” [463]


39- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benden sonra öyle devlet reisleri gelecektir ki: Devlerin çoğaldığı gibi, fitne onların kapılarında çoğalıp toplanacaktır. Onlar, halktan birisine, devlet hizmeti veya ihsanda bulunmaya görsünler, bunun karşılığı olarak onun dininden tavizde bulunmasını isterler ve bunu yaparlar.”[464]


40- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benden sonra, başmıza halkı adaletle yönetecek olan Halifeler (Yani, halkı Allah ve Resulü adına yönetenler ) gelecektir. Halifelerden sonra Emirler yer alacaktır. Emirlerden sonra melikler gelecektir” Meliklerden sonra ise zalimler gelecek ve halka şiddetli zulüm yapacaklardır. Bundan sonra ehli beytimden bir kişi çıkacak ve yeryüzünün daha önce zulümle dolduğu gibi, bu defa onu adaletle dolduracak. Daha sonra Kahtanlı birisi idareyi ele alacak ve daha önceki benim soyumdan olan adil hükümdar gibi yeryüzünü, Allah'a kasem (yemin )ederim ki, ondan az olmak kaydiyle adaletle idare edecektir.”[465]


41- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Her biri büyük bir felaket olan üç kimse vardır:


a) Bir devlet başkanı ki, iyilik yaparsan bilmez, kusur işlersen affetmez,


b) Kötü komşu; İyilik görürse inkar eder, bir kötülük görmeye görsün, onu etrafa yayar,


c) Yanında bulunduğun zaman sana eziyet eden, bulunmadığın zaman ihanet eden eş.”[466]


42- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ümmetimi öldürecek kavgalardan, helak edecek düşmandan korkmuyorum. Fakat sapık devlet başkanlarının getirecekleri felaketlerden korkuyorum. Zira ona itaat etmiş olsalar fitneye maruz kalırlar, karşı gelirlerse onlar ümmetimi katlederler.”[467]


43- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benden sonra gelecek olan halifelerime; Allah'ın gazabından korkup emirlerim eksiksiz yerine getirmelerini tavsiye ederim. Keza, İslam camiasına da: Büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi ve merhamet etmelerini, mallarını artırmalarını, biri birlerine zarar vermemelerini, zillete düzmemelerini, herhangi birini dövmemelerini hak ve hukuklarını korumalarını, zayıfı kuvvetlinin yememesi için kapılarını zayıflara kapamamalarını tavsiye ederim.”[468]




Sultânlar (devlet idarecileri) zâlim olursa, iki hususa dikkat edilmelidir:


1. Zâlim sultânın emri altında çalışmak caiz olur mu? Zâlim sultân, ya azledilmiş veya da azli vâcibtir. Aslında sultân addedilmeyen bu gibi adamın elinden para almanın câiziyeti üzerinde düşünmek gerekir.


2. Zâlim Reis, herkesin hakkını vermediğine göre, ondan para almak, caiz olur mu, olmaz mı? Şayet böyle bir sultândan para almak caiz olursa, hakkı kadar mı, yoksa verdiği kadar mı almak caizdir. Bütün bunlar düşünülmelidir.


Birincisine gelince, bize göre hakkını almasında beis yoktur. Nüfuzlu zâlim ve câhil sultânın atılması güç olur veya azledilmesi karışıklıklara sebebiyyet verirse, onu yerinde bırakmak, âmirlere itaat etmek vâcib olduğu gibi, ona da itaat etmek vâcib olur. Hadîs'de, emirlere itaatle emrolunmuş ve onlara karşı gelmekten men'edilmiştir. Bizim görüşümüz, hilâfet, Abbâsîlerindir. Velayet ise, her taraft halîfeye bağlı olan sultânların nüfuzundadır. Sözün kısası şudur: Bizim, sultânlarda aranacak şart ve vasıflara riâyetimiz, dinî ve dünyevî maslahatların meziyyetini süslemek içindir. Şayet, şimdiki valilikler bâtıldır, desek, o zaman süs ve ziynet şöyle dursun, âmme hizmeti kökünden kaybolur.




44- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benden sonra öyle devlet adamları gelecek ki, dininizin ve sizin güzel gördüğünüz şeyleri çirkin, çirkin gördüğünüz şeyleri güzel göreceklerdir. Yani onlar kendilerine göre iyilikleri ve kötülükleri tayin edeceklerdir. Kim bunların isteklerine karşı gelerek onlara uymazsa iki cihanda kurtulmuş olur. Bunları terkeden selamete ermiş olur, kim de bunların ( günah kervanına ) karışırsa felakete sürüklenir.”[469]


45- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benden sonra öyle bir kavim gelecek ki, bir avuç toprak için biribirlerini öldüreceklerdir.”[470]


46- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benden idarenizin başına öyle adamlar gelecekler ki, dininizin ve sizin kötü kabul ettiği şeyleri onlar iyi kabullenecekler, sizin iyi ve güzel kabul ettiğiniz davranışları da kötü sayacaklardır.


Böyle bir kötü devre sizden hanginiz erişirse, Allah'a isyan edene itaatin olmayacağını bilsin.”[471]


47- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Yakında idarenizin başına öyle amirler geçecektir ki, Allah'ın islah ederim sizin için seçip gönderdiği dininizin bir takım ana prensiplerini bozmaya çalışacaklar. O amirlerden kim Allah'ın emirlerine itaat ederse onlara büyük bir ücret verilecek, size de düşen vazife bunlara karşı şükür etmektir. Onlardan kim isyanla amel ederse onun için de büyük bir vebal vardır. Size düşen de onlara itaat etmemekle beraber sabırla karşı koymaktır.”[472]


48- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Devlet reis ve hakimleri, yer yüzünde Allah'ın adalet gölgesidir. Haksızlığa uğrayan herkes ona sığınır. Şayet devlet reisi adaletle olursa, onun için büyük ecir ve sizin için de şükür söz konusudur. Onlardan günah ve zulümle hareket edenler için büyük bir vebal halka düşen de sabırdır.


Devlet adamları adaletin ve hkkaniyetin hilafına icraatta bulunurlarsa yağmurlar kıtlaşır, zekât verilmezse hayvanlar (hastalık ve benzeri zahiri sebepler ile) helak olmaya başlar. Fuhuş ve zina zuhur ettiği zaman yoksulluk artar, devletin idaresi altındaki ehli kitaba zaman İslamiyet kuvvetini kaybeder.”[473]


49- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hepiniz çobansınız ve her biriniz idarenizin altında bulunanların yönetiminden sorumlusunuz.


Devlet başkanı da bir çobandır ve halkın yönetiminden sorumludur. Aile reisi bir çobandır ve çoluk çocuğunun yetişme ve yönetiminden mes'uldur, kadında bir çobandır ve evin idaresinden sorumludur, hizmetçi efendisinin malının çobanıdır ve onun idaresinden sorumludur. Evlat, babasının malının çobanıdır ve o malın idaresinden sorumludur. Hulasa hepiniz çobansınız ve çobanlığınızdan hesap vereceksiniz.” [474]


50- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Her şeyi ifsat edecek bir bela vardır, bu dinin afeti de kötü idarecilerdir.”[475]


51- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kıyamet günü bir kişi şöyle bir temenni de bulunacaktır: Ne olaydı, Süreyya yıldızından düşüp parça parça olsaydım da halkın başına idareci olarak geçmemiş olsaydım.”[476]


52- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kişi devlet adamlarına sokulduğu nisbette, Allah'tan uzaklaşır. Devlet adamım saranlar çoğaldıkca, Şeytanları daçoğalır. Devlet başkanının malı çoğaldığı nisbette hesabı da artar.”[477]


53- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“On ve de daha fazla insana emreden kimse, adaletten ayrıldığı takdirde, kıyamet günü elleri-kelepçeli, boynu zincirli olarak hesap yerine getirilir.”[478]


54- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kim bu ümmetin başına amir olarak geçtikten sonra adaletten şaşarsa, Hz. Allah onu yüzüstü cehenneme atacaktır.”[479]


55- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Bir devlet başkanı veya vali, kapısını yoksul, düşkün ve iş sahiplerine kaparsa Cenab-a Hak da ona ihtiyaç ve dileklerine karşı semanın kapısını kapatır.”[480]


56- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Öfkelendiği zaman tabâasını affeden devlet reisini Cenab -ı Hak affedecektir.”[481]


57- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Herhangi bir idareci eli bağlı olarak kıyamet günü huzura geldiğinde adil ise adalet onu kurtaracak, zalim ise zülüm onu felakete sürükleyecektir.”[482]


58- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kim, iltimas ve torpille hakim olmak isterse (Allah'tan yardım görmez) kendi nefsine terk edilir, kim de istemediği halde zorla hakim yapıldığı takdirde, Hz. Allah adalet işlerinde ona yardım edecek bir belek gönderir.”[483]


59- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kim, Müslümünların arasında hükmetmek mevkiinde kalırsa onların aralarında işlerini bakma, işaret etme, yer gösterme ve her türlü davranışları ile adaletli olsun. (Hükmün dışında kalan fakat hükümde de adaletli olacağını ihsas eden tarafsız harekette bulunsun.)”[484]


60- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Halktan herhangi bir kimse, devlet adamlarını Allah'ın gazabına çeken hareketler ile memnun etmeye çalışırsa o kimse dininden çıkmış olur.”[485]




Yani şart ve vasıflar, kâr gibidir. Saltanat ise sermayedir. Kârı ararken sermayeyi kaybetmek doğrumudur? Şimdi velayet ancak nüfuza, şevket ve azamete bağlıdır. Şevket ve nüfuz sâhibleri kime bi'at ederse, o, halîfedir. Hutbesinde, parasında halîfeyi, tanıyıp ona itaat eden şevket v,e nüfuz sahibi kimseler de hükmü nafiz- sultânlardır.


Sultanların, etrafını saran tebe'a ve işçilerin hepsi de onlar gibi, zalimdirler, Allah için onlara buğz etmek vâcibdir. Sultanların yardımcılarından birisi gideceği yolu Osman b. Zâide'ye (481) Sorunca, gideceği yerde zulüm yapacağını ve kendisinin yol göstermekle ona yardımcı olacağını düşündüğünden, dilsizmiş gibi davrandı ve cevâb vermedi. Tüccar, hamamcı, boyaca, kan alıcı, san'atkâr ve benzeri kimselerden fâsik olanlarla yapılan bu gibi muamelelerde, bu kadar mübalağa, seleften rivayet edilmemiştir. Hatta zimmîlerle yapılan muamelelerinde bile bu mübalağa görülmemiştir. Bu şekil muamele ancak yetim ve mazurların mallarını yiyenler ve müslümânlara devamlı surette eziyet edip, Şerî'atin şi'annı bozmak isteyenlere tatbik edilmiştir. Çünkü isyan, biri lâzım diğeri müteaddı yani birisi şahsa ait, diğeri de başkalarına sirayet etmek üzere ikiye ayrılır. Fısk ve küfür, şahsa râci' ve yalnız Allah'a karşı işlenmiş birer cinayettir. Bunların cezası Allah'a aittir, fakat valilerin zulümleri müteaddı olup halka sirayet ettiği için, onlara cephe alınır. Zulümlerinin şümulü nisbetinde Allah'tan uzaklaşır ve azaba uğrarlar. Bunun için onlardan uzaklaşmak ve muamelelerinden kaçınmak lâzımdır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v.):


“(Zâlim) polislere: “Elinizdeki kamçıyı atın ve Cehennem’e girin” denir.” buyurmuştur. Diğer bir hadîs'de: “Kıyametin, alâmetlerinden birisi de, ellerinde sığırkuyruğu gibi kamçıları bulunan bazı erkeklerin türemesidir.” buyurmuştur. İşte onların hükmü budur. Bunu bilen onları da bilmiştir.




61- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Müslümünlarm işlerinin birinin başına geçen kimse memuriyetine düşen vazifelerini yapıp, onların ihtiyaçlarını gidermedikce Cenab-ı Hak o kimsenin yüzüne asla bakmaz, ona yardım etmez.”[486]


62- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hüküm verirken adaletten ayrılan hakim, işkence altında bıçaksın olarak kesilen canlıya benzer.”[487]


63- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Ümmetimin helaki, Kureyş Kabilesinden gelecen olan bazı genç hakimler tarafından olacaktır.”[488]


64- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Vazifesini yerine getirmeyen bir devlet adamının azabı, idaresi altında bulunan halkın intizarından ileri gelecektir. Ancak, öğüt ve nasihat ile zor kullanmadan vazifesini yerine getiren idareciler müstesnadır.”[489]


65- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Devlet reislerine sövmeyiniz, onların iyilikleri için Allah'a dua ediniz. Zira onların iyiliği haddi zâtında sizin de iyiliğinizdir.”[490]


66- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kalbinizi, devlet adamlarına küfürle doldurmayınız, onlara dua ederek Allah'a yaklaşınız ki, kalbleri de size karşı yumuşasın.”[491]


67- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Devlet başkanlarının kapılarına yanaşmayınız. Çünkü onların kapılarına yarmak sizin için çetin bir kayba sebep olur.”[492]


68- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Allah'a itaat etmeyene itaat olmaz.”[493]


69- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Allah'a karşı günah işleyen fiillerde, kimseye itaat yoktur. İtaat ancak dinen iyi cıduğu bilinen hususlardadır.”[494]


70- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Her kim bir kimseyi on kişi üzerine amir tayin eder ve de o, on kişi içerisinde bu kimseden daha üstün bir kimsenin bulunduğunu bilirse, o kimse Allah’a, Resulüne ve bütün İslam toplumuna ihanet etmiş olur.”[495]


71- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Müslümanların başına idareci olarak geçen kimse, kendi için istediği şeyleri müslümünlar için istemez, onlara şefkat duygusu taşımazsa, cennetin kokusunu koklayamaz. (Cennetin kokusunu bulamaz )”[496]


72- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“ Hangi idareci, idaresi altında bulunanlara ihanet ederse cehennemdedir.”[497]


73- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Benden sonra ümmetimin idaresini üzerine alan her idareci, kıyamet günü sırat teşrinde durdurulur. Ve amel defterine bakılır. Şayet, adil bir idareci ise, adaletinin sayesinde köprüden geçer. Yok, öyle değil de zalim ise üzerinde bulunduğu köprü şiddetle sarsılır. Öyle bir sarsılma olur ki zalim idarecinin her uzvu yüz senelik mesafeye atılır. Sonra, dağılan bu uzuvları toplayarak sıratın üzerinde yakılır. İlk olarak alevler temas edecek olan uzuvları yüz ve burun kısımları olacaktır.”[498]


74- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Yönetiminde bulunan kim selere merhamet etmeyen, yöneticiye Cenab -ı Hak, cennetine haram kılar.”


75- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Müslümanların işlerinden bir işin tedvirini üzerine alan kimse, kendi nefsi için verdiği öğüdü onlara vermez ve kendisi için gösterdiği gayreti onların işlerinde göstermez ise Cenab-ı Hak, o kimseyi ( kıyamet günü ) yüzü koyun cehennemine atacaktır.”[499]


76- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Sapıklığa davet eden kimseye, onun etkisi ile sapıtanlarm vebalları kadar (Onların günahları ağırlığından bir şey eksilmeden) günah vardır. Hidayete çağıranların, çağrılarına uyulduğu takdirde de, bu güzel çağrıya uyanların toplam sevapları kadar sevap bu çağrıda bulunan kimse için vardır. Hidayete kavuşanların sevaplarına bir eksilme olmaksazın.”


77- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şu üç şarta riayet ettikleri takdirde idareciler Kureyştendir:


a) Zayıflara karşı merhametli oldukları müddetçe,


b) Herhangi bir şeyi taksim ederken hak olan ölçüdan ayrılmadıkça,


c) Hükümlerinde adaletten ayrılmadıkça ( adaletli oldukça )”[500]


78- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Amirler Kureşten olmalıdırlar. Çünkü Kureyşin iyi kumandanları, iyi insanlar için, kötü kumandanları da kötü insanlar içindir.


Kureyş, başınıza kıvırcık saçlı bir habeş köleyi kumandan tayin etse dahi, bu kimse ya İslam dinînden dönünüz, ya da başınıza vururum demedikçe, ona itaatte devam ediniz, sözünü dinleyiniz. Bir kimse böyle bir teklifle karşı karşıya gelir ve birini yapmak zorunda kalırsa başını vurdursun, dininden dönmesin.”[501]




Huzeyfe (r.a.):


“Fitne yerlerinden sakının,” dedi. Kendisine:


“Fitne yerleri nerelerdir?” diye sorulunca, Huzeyfe:


“Onlar, âmirlerin kapularıdır. Sizden biriniz onların huzurlarına girer, yalanlarını tasdik eder ve onlarda olmayan vasıfları, söyler,” buyurdu. Ebû Zer-i Gıfârî, Seleme b, Kays'e:


“Sultânların kapularına sokulma; zîrâ sen, dîninin çoğunu onlara vermedikçe, onların dünyalığından bir şey alamazsın.” buyurdu. Süfyân-ı Sevrî:


“Cehennem'de bir dere vardır. Orada, melikleri ziyaret eden okuyuculara azâb edilir.” demiştir. Evza'î:


“Allah katında âlimin, âmili ziyaretinden daha çirkin bir şey yoktur.” demiştir. (Buradaki âmil, devlet memurlarıdır.) Semnûn:


“Bir âlim için, aranıp bulunmadığı ve soruldukta: “Emîr'in yanındadır”, denmesi ne çirkin bir şeydir; zîrâ ben hocalarımdan şöyle işittim:


“Dünyalığı seven âlimi gördüğünüz zaman, onu dininiz adına itham edin.” Bunu bizzat, kendim denedim. Dâima arzularına muhalefet ve kendilerine karşı geldiğim hâlde yanlarına girip çıktıktan sonra, kendimde onlara karşı bir temayül hissettim.” demiştir. Ubâde b. es-Sâmit (r.a.):


“Âlimlerin, âmirleri sevmesi nifak, zenginleri, sevmesi ise riyadır.” dedi. Ebû Zer (Ş.A.):


“Zâlim bir kavmin karaltısını çoğaltan (yâni zâlimler arasına karışan) kimse onlardandır,” buyurdu. İbn Mes'ûd (r.a.):


“Bâzı kimseler, sultânlar huzuruna dinli olarak girer, fakat dinsiz olarak çıkarlar.” demiştir.


“Niye böyle oluyor?” diyenlere, İbn Mes'ûd:


“Çünkü o, sultânı memnun eder, Allah'ı gazablandırır.” şeklinde cevâb verdi. Ömer b. Abdülâzız, bir kişiyi âmil tâyin etti. Sonra kendisine:


“Bu adam, Haccâc devrinde de âmil idi.” dediklerinde, hemen adamı azletti. Adamcağız, Ömer b. Abdülâzîz'e; “Haccâc'ın emrinde çok az vazife gördüm.” deyince, Ömer b. Abdülâzîz:


“Şûm ve kötülük bakımından, onunla yarını gün sohbette bulunman da senin için kâfidir.” dedi. Fudayl:


“Kişi sultân'a ne kadar yakın olursa, Allah'tan o kadar uzaklaşır.” demiştir. Saîd b. Müseyyeb, zeytinyağı alır satar ve:


“Bu sayede sultânlara muhtaç olmam.” derdi. Vüheyb:


“Meliklere yaklaşanların bu ümmete verdikleri zarar, kumarcıların zararından daha çoktur” demiştir. Muhammed b. Seleme de:


“Pislik üzerinde sinek, melikler kapusundaki âlimlerden daha güzeldir.” dedi.


Zâlim sultânların kadıları, valileri ve diğer memurları ile yalan muamele, aynen kendileri ile yapılan muamele gibi olup, belki daha da ağır bir haramdır.


Kadılara gelince: Onlar, sultânların haram olduğu bilinen mâllarını alır ve bunları biriktirirler. Ulemâ kılığına girdikleri için, insânlar onlara aldanır. Kadılar sultânlarla ihtilât eder, mâllarından alır. İnsanın tabiatı, yaradılış itibariyle haşmet ve mevki sâhiblerine heves eder ve onlar gibi olmayı arzu eder. İnsanların onlara bağlanmalarının sebeb ve hikmeti budur..


İşçi ve hizmetçilerine gelince: Zâten bunların kazançları, efendilerine dayanarak, vurgunculuktan başka bir şey değildir. Bunların eline miras ve cizye gibi helâl para geçmiyeceği gibi, helâl olmasına en küçük bir ihtimâl olacak şekilde de para geçmez ki, helâl de karışmıştır, diye bir şübhe uyandırmış olsun. Nitekim Tavus:


“Haklı olsalar da ben onların nezdinde şehâdette bulunmam; çünkü şahide de kötülüklerinin sirayet edeceğinden korkarım.” demiştir.


Hülâsa: Çalıştırdıkları memurların bozulması, başlarındaki meliklerin bozulması; meliklerin bozulması da âlimlerin bozulması iledir. Eğer kötü kadılar ve fâsid âlimler bulunmasaydı, melikler de bozulmazdı. Çünkü onlardan çekinirlerdi. Bunun için Resûl-i Ekrem:


“Okuyucular (âlimler) emirlere meyletmedikçe, bu ümmet, Allah'ın himayesinde ve yed-i kudretindedir.” buyurmuştur.


Bâzıları, zâlim sultânlara karşı o kadar ileri gitmiş, onlara hakaret olsun diye, selâmlarını almaktan bile çekinmişler ve bunu bir ibâdet saymışlardır. Fakat selâmlarını almamak, doğru değildir. Çünkü verilen selâmı almak vâcibdir. Bu vücûb, zulüm ile düşmez. Verdiği selâmı iade eder. Sultanların huzuruna giren kimse, bütün bu hususlara riayet ederse, oturacağı minderlerin (koltukların) haram olma ihtimali kuvvetli olduğu için, bunlara da oturması caiz değildir. İşte bunlar, iş bakımından günah olan kısımlardır.


Sükûtuna gelince: Sultanlar meclisinde; gümüş kaplar, ipek minderler ve erkek hizmetçilerde ipek elbiseler görülür ki; bunlar, haramdır. Fenalığı görüp sükût edenler, ona ortak olurlar. Ayrıca, yalan, küfür ve sövüp sayma gibi kötü sözleri de duyulur. Bütün bunlara sükût, haramdır. Yedikleri, giydikleri ve ellerinde olanların hepsi haramdır. Bütün bunları görüp susmak, asla caiz değildir. Eli ile bozmağa gücü yetmezse de, dili ile emr-i ma'rûf ve nehy-i münker etmesi vâcibdir. Şayet, ne yapsın korkar, bu bakımdan ma'zurdur, dersen: Bu doğrudur, fakat keyfî olarak aralarına girip bu hâle düşmesine de bir sebeb yoktur. Çünkü sultanların yanlarına sokulup meclislerine katılmasa ve bu hâli müşahede etmese, bu mes'ûliyet karşısında kalmaz ve mazeret aramağa da lüzum olmazdı. Buna göre, ben derim ki:


“Önleyemiyeceği bu gibi fesâd yerlerine bilerek gidip susması caiz değil, belki bunları görmekten sakınması lâzımdır.”


Söze gelince: Zalime dua etmek, onu övmek, asılsız ve çürük sözlerinde kavuk sallamak, güler yüz göstermek veya açık ifade ile onu tasdik etmek, ona sevgi göstermek, ona kavuşmağa heves etmeğe, üzün ömürlü olmasını dilemek gibi hâllerdir. Çünkü sultanların sohbetine katılanlar, yalnız bir selâm ile kifayet etmez. Bütün bu sözleri ile sultanları takviyeye çalışırlar.


Duâ'ya gelince: Zâlimlere dua, helâl değildir. Ancak:


“Allah, seni ıslah etsin, hayırlı işler yapmağa muvaffak kılsın, kendisine kulluk ve ibâdet etmek suretiyle uzun ömürler versin.” diyebilir ve benzeri duaları yapabilir. Fakat:


“Sultânım, Allah sizi korusun, başımızda dâim etsin, bol ni'metler ihsan etsin.” gibi dualar caiz değildir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v,):


“Zâlime, bekası için dua eden, yeryüzünde Allah'a isyan edilmesini seven kimsedir.” buyurmuştur. Şayet daha da ileri giderek, kendisinde bulunmayan vasıflarla övmeye başlarsa, yalancı, münafık ve zâlime ikram etmiş olur ki, bunların her biri ayrı ayrı birer suçtur. Resûl-i Ekrem:


“Fâsık, övüldüğü zaman, Allahü Teâlâ muhakkak gariab eder.” buyurmuştur. Diğer hadîs'de:


“Fâsık olana ikram eden, açıkça İslâmiyeti yıkmağa cür'et etmiştir.” buyurulmuştur. (464) Şayet bu hâli, zâlimi sözünde tasdik etmeye, işinde tezkiye ile medhu senaya kadar vardırırsa, onu tasdik etmek ve yardımcı olmak suçları ile de âsi olur. Zira zalimi tezkiye ve onu övmek, isyanda ona yardım etmektir. Bir yarım kelime ile de olsa, isyana yardım, mâsiyettir. Süfyân-ı Sevrî'ye sormuşlar:


“Bir zâlimi, çölde susuzluktan ölüme mahkûm olmuş görürsek, ona su verelim mi?” Süfyân:


“Vermeyin bırakın ölsün. Çünkü ona su verip onu hayata kavuşturmak, yapacağı zulümde ona yardımcı olmaktır.” dedi.


“Diğerleri ise ölmeyecek kadar su verilir. Başka hiç bir suretle tarafına bakılmaz,” demişlerdir.


Şayet, bu medh u sena sevgi derecesine yükselir ve onun bekasını temenni ve ona mülakata iştiyak derecesine varır ve bunu yalan yaparsa, yalancılık ve münafıklık suçu ile suçlanır. Samimî ise, zâlimin bekaasını sevmekle cezalanır. Halbuki onun hakkı, Allah için ona buğz etmektir. Bu ise, vâcibdir. Mâsiyeti sevip, rnâsiyete rızâ gösteren, âsidir. Zâlimi, zulmünden dolayı seven, âsidir.[502]




Hikaye



Sultan Murad Han her yıl Medine-i münevvere'de. Halil-ür-Rahman'da ve Kudüs'te bulunan sadata ve fukaraya hediyyeler, atıyyeler gönderir, yoksullarını ve muhtaçlarım sadakalariyle sevindirirdi. Kendi ülkesinde bulunan seyyidlere, şeriflere, âlimlere, şeyhlere keza hediyyeler takdim eder fakirlere de yardımda bulunurdu.


Bir sene, parmağındaki doksan bin altın değerindeki yüzüğünü de sattırmış, gerek bu parayı ve gerekse Ankara civarındaki kâin Balık hisarı kariyyesinin gelirlerini Haremeyne hediyye etmişti. Balık hisarı, devletin malı değildi. Harpte kendi hissesine düşen ganimetti. O devirde padişahlar, harp ganimetlerinin beşte birine sahip olurlardı. Çünkü Kur'an-ı Kerîm'in hükmü ve taksimi de böyle idi.


Bir sene, yine Haremeyn'e hediyyeîer göndermek istiyordu. Fakat parası yoktu. Fazlı paşadan borç almak istedi. Fazlı paşa, kendisine para yerine akıl vermeğe kalkıştı:


“Padişahım, dedi. Bu iş böyle olmaz. Tebaan çok zengindir. Sen padişahsın, öyle olduğu halde paran yok ve hazinen bomboştur. Bazı kanunlar çıkarmalı, halktan para toplamalı ve hazinem doldurmalısın.”


Sultan Murad Han, Fazlı Paşanın bu tavsiyelerine son derece sinirlendi ve öfkelendi:


“Fâzlı... Fazlı diye haykırdı. Bu nasıl söz, bu nasıl tavsiye? Milletimin parasını ve malını zorla elinden alacağım ve bu para ile ordularımı besleyeceğim öyle mi? Bu haram parayı, askerlerime yedireyim de, askerlerim haramzâde olsun mu istiyorsun? Şunu iyi bil ki, haram ile beslenen askerde itaat ve şecaat kalmaz. Haram yiyen asker, düşman karşısında duramaz, düşmandan kaçar. Benim askerlerim, i'lâ-i-kelimetullah için savaşır gazilerdir. Bize yalnız üç lokma helâldir: Birisi, düşmandan alman haraçtır. İkincisi, harpte elde olunan ganimetlerdir. Üçüncüsü madenlerden, toplanan vergilerdir.” (Padişahın bu sözünden anlaşılıyor ki, o devirde madenlerimiz işletilmekteimiş.)


“Yoksa milletim karun kadar zengin olsa, ellerinden zulüm ile mallarını alamam. Harama el süremem. Askerlerime ve bendegânıma haram yediremem,” dedi ve kendisine zulme ve haksızlığa, daha doğrusu padişahın tabiriyle haram yemeğe sevk ve teşvik etmek isteyen Fazlı paşayı hemen oracıkta azletti.


Bu zevat-ı âli-kadr, böyle dürüst, böylesine âdil, iyman ve irfan sahibi olduklarından, Allah celle bunların oğullarını ve torunlarını dört kıt'ada hükmetmeye lâyık ve müstehak gördü ve birçok milletlerin idarelerini onların namuskâr ellerine ve tertemiz vicdanlarına havale etti. Onları, cihana sultan eyledi. İyi bilmelidir ki, Allahu Teâlâ'ya kul olanlar ve kulluk görevlerini hakkıyle yerine getirenler, cihana sultan olurlar. Nefislerine kul olanlar ise, önünde sonunda rezil ve bednam olarak ebedî hüsrana uğrarlar.


İşte, böyle daima helâl yiyen ve haramdan kaçınan babanın evlâdı da, Fatih Sultan Mehmed Han gibi, ulu ve cihanşümul bir sultan olur.[503]




ALLAH SEVGİSİ



1- Peygamberimiz buyuruyor ki:


“Cenab-ı Hak, bir kulunun felakete sürüklenmesini isterse (önce) ondan hayayı kaldırır. Haya hislerinden yoksun olan bu kimseyi müslümanlardan, müslümanların da ondan memnun kalmadıklarını görürsün. Bu tutum devam ettikçe o kimseden bu kez de enamet duygusu kalkar ve hain olur. Kul, tövbe edip kendini islah etmez, bu hal Üzere devam ve israr ederse, kendisinden merhamet duyguları da alınır. Hiyanetten ayrılmadığı takdirde kendisinden boynundan İslam halkası çıkartılır.”[504]


2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hz. Allah bir kulunu severse, Cebraili çağırır ve ben bu kulumu seviyorum, onu kendime dost edindim sen de sev. Cebrail o kimseyi sever, sonra bütün semavet ehline Allah'ın bu kulunu dost edindiğini ve onların da dost edinmesini söyler. Bütün gök ehli bu kimseyi dost edinir. Daha sonra yeryüzüne de bu türbir sinyal verildiğinden bütün yeryüzü sakinleri de bu kimseyi severler.


Bir kulu sevmediği zaman da, Cebraili çağırarak falan kimseyi sevmediğini ve onun da bu kimseyi sevmemesini söyler. Bunun üzerine Cebrail gök ehline Cenab-ı hakk’ın falan kimseden nefret ettiğini bunun için onların da bu kulu sevmemeleri gerektiğini söyler. Bu kez, bütün gök ehli o kuldan nefret eder. Daha sonra da o kimse için yeryüzüne nefret duyguları konulur (o kimseyi fazla sevmez )”[505]


3- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kıyamet günü Cenabı Hak şöyle buyurur: Nerde dünyada iken benim için biribirini sevenler? Onları bugün ben Arşımın gölgesinde (gölgenin bulunmadığı zaman) gölgelendireceğim.”[506]




1. Allahü Teâla'yı sevmek, makaamların en yükseğidir. Belki bütün makaamlardan maksad bu sevgidir.


Allahü Teâlâ'nın sevgisinden alıkoyacak şeylerden temizlenmek içindir. Bundan önce, münciyât kısmında anlattığımız tevbe, zühd, sabır, havf ve diğerleri bu sevginin başlangıçlarıdır. Bundan sonra anlatacağımız şevk ve rızâ, Allah sevgisinin meyve ve neticeleri gibidir. Kulun kemâlinin sonu Allah sevgisinin kendinde gaalib olmasıdır. Hattâ bu sevgi kendisini tamamen kaplar. Eğer bu olmazsa, bari diğer şeylere karşı olan sevgiden çok olmalıdır. Muhabbetin hakikatini anlamak o kadar zordur ki, kelâm âlimlerinden bir kısmı bunu kabul etmeyip, kendi cinsinden olmayan bir kimse sevilemez. Allahü Teâlâ'yı sevmek demek, O'nun emirlerini yapmak demektir, dediler. Böyle sanan, dinin aslından birşey anlamamıştır. Bunu açıklamak çok mühimdir. Biz önce, Allah sevgisini isbat etmek için şer'î delilleri, sonra hakikatini ve hükümlerini anlatacağız.


Bütün müslümânlar, Allahü Teâlâ'yı sevmenin farz olduğunu sözbirliği ile bildirmişlerdir. Allahü Teâlâ:


“Allah mü'minleri sever ve mü'mînler de Allah'ı sever” buyuruyor. Resûlüllah (sallâliahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:


“Allahü Tealâ'yı ve Resûlü'nü, herşey'inden çok sevmeyenin îmânı sağlam değildir”.


“İman nedir?” diye sorduklarında:


“Allah ve Resûlü'nü, bunlardan başkasından çok sevmektir”, buyurdu. Yine buyurdu:


“Kul, Allahü Tealâ'yı ve Resûlü'nü, çoluk çocuğundan, malından ve bütün mahlûkattan çok sevmedikçe, mü'mîn olmaz”[507]




Sevginin Hakikati



Bu sevgi öyle zordur ki, bâzıları Allahü Teâlâ sevilemez dediler. Bunu açıklamak çok mühimdir. Bundan bahsederek sözün, çok ince olması icâbetttği ve herkesin bunu anlayamayacağını bildiğimiz hâlde vereceğimiz misâllerle uğraşan anlayabilecektir.


Evvelâ sevginin aslının ne olduğunu öğrenmek lâzımdır. Sevgi, iyi olan birşey'e karşı kendiliğinden olan bir meyildir. Bu meyil kuvvetli olursa, aşk denir. Düşmanlık da, iyi olmayan birşey'e karşı kendiliğinden olan nefrettir, İyilik ve kötülüğün olmadığı yerde, sevgi ve düşmanlık da bulunmaz. O hâlde iyiliğin ne olduğunu bilmek gerekiyor. İyi şey'ler herkesin yaratılış icâbı üç kısımdır. Biri, tabiatına uygun olup yapar. Yaratılışına uygun olduğu için iyidir der. Biri tabiatına uygun olmayıp, yapmaz. Yaratılış icâbı ondan kaçar. Buna kötü der. Muvafık ve muhalif olmayana ise, ne iyi deriz, ne kötü. Buradan anlaşılıyor ki, anlaşılmayan şey, hakkında iyi denmez. Bir şey'i anlamak his ve akıl ile olur. Hisler (duygular) beştir. Her birinin bir lezzeti vardır. O lezzet sebebi ile o şey'i sever. Yani tabiatı ona meyleder. Gözün lezzeti, güzel yüzler, şekiller, suretler, yeşillikler, akarsular ve buna benzer şey'lerdir. Elbette bunları sever. Kulağın lezzeti güzel ve vezinli seslerdir. Elin lezzeti yumuşak şey-îeri tutmaktadır. Bütün bunları severler. Yani tabiatın bunlara meyli vardır. Bunların hepsi hayvanlarda da vardır. Fakat inşanın kalbinde, ruhunda, akıl, nûr veya basiret denen altıncı bir his (duygu) vardır. Dilediği sözü, bununla söyler. İnsan hayvanlardan, bununla ayrılmaktadır. Bir de müdrikesi (anlayış kuvveti) vardır. Bu insana iyi gelir ve bunu sever. Diğer lezzetlerin duygu organlarına uygun olması ve onların sevmesi gibi olur. Bunun için Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyurdu:


“Dünyadan bana üç şey sevdirdiler: Kadınları, güzel kokuyu ve gözümün nuru olan namazı” Namaza daha üstün derece verdi. Hayvan gibi olup, kalbden haberi olmayan, hislerden başka birşey bilmez. Namazın iyi olduğuna ve sevilebileceğine kat'iyyen inanamaz. Akılla iş yapan ve hayyan sıfatlarından uzak olan kimse, kalb gözünü Allahü Teâlâ'nın cemâline çevirip, onun yarattıklarından nizâm ve uygunluğu, zâtının cemâlini ve sıfatlarına bakmayı, baş gözü ile güzel suretlere, yeşilliklere ve akar sulara bakmaktan daha cok sever. Hattâ Allahü Teâlâ'nın Cemâli kendisine açılınca, bütün bu lezzetler, nazarında aşağı kalır.[508]




Sevilmesi İcâbeden Hakîkatta Allahû Tealâ'dır



Aslında sevilmeye Allahü Teâlâ'dan başka lâyık olan yoktur. O'ndan başkasını seven câhildir. O'ndan başkasının sevilmesi ancak O'nunla olan münâsebeti sebebiyle sevilebilir. Nitekim Peygamber efendimizi (sallâllahü aleyhi ve sellem) sevmek, O'nu sevmek gibidir. Çünkü bir kimse, bir kimseyi severse; onun resulünü (elçisini) ve mahbûbunu (sevgilisini) de sever. O hâlde âlimleri ve takva sâhiblerini sevmek, Allahü Teâlâ'yı sevmek olur. Bu da sevgi sebeblerine dikkat etmekle anlaşılır;


Birinci Sebeb: İnsan kendini ve kendi kemâlini sever ve bu sebeble Allahü Teâlâ'yı sever. Çünkü kendi varlığı, kemâli ve bütün sıfatlan Allahü Teâlâ'nın varliğındandır. Eğer onu yaratmak ihsanında bulunmasaydı var olmazdı. O'nun fazlı olmasaydı varlıkta duramazdı. O'nun lûîfu oimasaydı, azalarını, sıfatlarını ve kemâlini elde edemezdi. O hâlde sıcaktan kaçıp bir ağacın gölgesinde serinlemek istemeyi seven bir kimsenin yanında, ağaç altında serinlenenlerin, gölgeyi sevmemeleri şaşılacak bir hâldir. Kendinin ve sıfatlarının Allahü Teâlâ ile varlıkta durduğunu bilen kimse O'nu nasıl sevmez. Bunu bilmeyene sözümüz yoktur. Câhil bir kimsenin O'nu sevmemesinde şübhe yoktur. Çünkü O'nun sevgisi, O'nu tanımanın neticesidir.


İkinci Sebeb: İnsan kendisine iyilik yapanı sever. Bunun için Allahü Teâlâ'dan gayrisini sevmek cahillik olur. Çünkü kendisine Allahü Teâlâ'dan başka hiç kimse bir iyilik edemez ve etmemiştir. O'nun kullarına ihsanları, iyilikleri sayıya, hesaba gelmez. Nitekim şükür ve tefekkür kısmında buna temas etmiştik. Başkalarından görünen ihsanları da O'ndan bilmek lâzımdır. Başkasından bilmek cahillik olur. Çünkü O, bir şey'in sana verilmesini isteyince onu birisinin eliyle gönderir. O kimse buna muhalefet edemez. Onun kalbine, sana verdiği bu şey sebebi ile din ve dünya için sevâb ve faydaya kavuşma arzusunu vermiştir. O da kendi maksadına böylece kavuşmak ister. Demek ki, o şeyi sana vermesi, senin sebebinle âhirette sevaba kavuşmak veya medh edilmek, iyi isim bırakmak veya bunun gibi şey'ler içindir. Fakat onu sana veren hakîkatta Allahü Teâlâ olup, o kimseyi sebebsiz yere aracı eylemiştir. Sana bunu vermesi için de ona sevâb isteği vermiştir. Bunu şükür aslında anlatmıştık.


Üçüncü Sebeb: Kendisine yapılmazsa da iyi işi sevmektir. Nitekim dünyanın bir tarafında âdil, işleri iyi, insanlara şefkati çok, hazinelerini fakirlere dağıtan, kimsenin kendi memleketinde kötülük ve zulüm yapmasına göz yummayan bir padişahın bulunduğunu duysa, her ne kadar onu göremeyeceğini ve ondan bir istifade etmeyeceğini bilse de, yaratılış icabı onu sever. Bu sebeble Allahü Teâlâ'dan başkasını sevmek cahillik olur. Çünkü O'ndan başka ihsan eden yoktur. Âlemde ihsan etmiş olanlar, O'nun zorlaması ve emri ile ihsan ederler. Gerçekte Allahü Teâlâ'nın kullarının ellerindeki nîmetin değeri pek azdır. İhsan, bütün mahlûkatı yaratıp hepsine lâzım olanları vermesidir. Hatta lâzım olmayıp; süs ve zînet için olanları da vermiştir. Göğün ve yerin melekûtuna, bitkilerdeki ve hayvanlardaki inceliklere dikkat edip, onlardaki akıllara durgunluk veren hâlleri görmekle bunu anlayabilir. Nimetlerinin ve ihsanlarının sayısız olduğunu görür.


Dördüncü Sebeb: Bir kimseyi cemali (güzelliği) için sever. Yani kalb güzelliği için sever. Bir kimsenin İmâm-ı Şafiî'yi ve Hazret-i Alî'yi (radıyallahü anhümâ) sevmesi bir başkasının da Hazret-i Ebû Bekir'i ve Ömer'i (radıyallahü anhümâ) sevmesi, bir başkasının da bunların hepsini sevmesi, hattâ bütün peygamberleri sevmesi böyle olan sevgidir. Bu sevginin sebebi onların manevî güzellikleri ve zatlarının sıfatları güzel olmasıdır. Dikkat edilirse buna kavuşmak üç şey'le oluyor. Birincisi, ilim güzelliğidir. Çünkü ilim ve âlim sevgilidir. Bunlar iyi ve şereflidir. İlim ne kadar çok olursa bilinenin şerefi o kadar anlaşılır ve güzelliği o nisbette görünür. İlimlerin en şereflisi Allahü Teâlâ'yı tanımaktır. O'nun meleklerini, kitâblarını, resullerini, gönderdiği dinleri ve peygamberlerini, dünya ve ahiret mülk ve melekûtunu tedbir ve idare etmesini anlamak ve bilmektir. Sıddîkların ve peygamberlerin sevgili olmasının sebebi bu bilgilerinin çok olmasındandır. İkincisi, kudret güzelliğidir. Onların kendi nefislerini islâh etme, insanları doğru yola getirme, idare etme, dünya ve dinin hakikatini anlama ve bunlarda nizam üzere bulunma kudreti çoktur. Üçüncüsü, ayıb, noksan, kusur ve çirkin huylardan kalbi temizleme güzelliğidir. Bu büyüklerin sevgili olması bu sıfatlan sebebiyledir. Çünkü bu sıfatlar sebebiyle olmayan işler beğenilemez. Nifak ve gaflet sebebiyle olan işler gibi olurlar. O hâlde bu sıfatlarda üstün olanların sevgisi üstünlük derecelerine göredir.


Beşinci Sebeb: Sevgide münasebet vardır. İnsanın da Altahü Teâlâ ile hususî bir münasebeti vardır.


“Ey habîbim, onlara de ki, rûh Rabbimin bileceği şey'dir” buna işaret etmektedir.


“Allahü Teâlâ, Âdemi kendi suretinde yaratmıştır” bunu bildirmektedir. Allahü Teâlâ buyuruyor ki:


“Kulum bana onu sevmem için yaklaşmak ister. Onu sevince onun kulağı, gözü ve dili ben olurum” Yine buyurdu:


“Yâ Mûsâ (aleyhisselâm), hasta oldum, hâlimi sormaya gelmedin”. Sen âlemlerin Rabbisin, nasıl hasta olursun? deyince: “Filân kulum hastalanmıştı, onun hâlini sorsa idin, benim hâlimi sormuş olurdun” buyurdu. Âdem'in,


Allhü Teâlâ'nın sureti ile olan münâsebetini kitabımızın başında anlatmıştık. Diğer manaları kitâblarda anlatılamaz. Çünkü insanlar bunu anlayamazlar. Birçok zeki kimseler bunun hakkında birçok şey'ler söylemişlerdir. Bazısı benzetme yoluna saptılar ve görünen suretten başka suret olmaz sandılar. Bazısı hulul ve ittihadı, yani inşanın içerisine girer ve onunla birleşir, düşündüler. Bunu anlamak çok zordur.


Maksadımız sevgi sebeblerini bildikten sonra Allahü Teâlâ'nın sevgisinden başka sevgilerin cahillikten olduğunu bildirmektir. Kelâm ilminden bahsedenin kendi cinsinden başkasını sevemez, Allahü Teâlâ bizim cinsimizden olmadığına göre O'nu sevmek olamaz sözü ne kadar zavallı olduğunu göstermeye yetişir. Sevgiye, emirieri yerine getirmekten ibarettir diyen ve sevgi deyince, kadınları şehvetle sevmekten başka bir şev anlamayan ahmağın aşağılığı meydandadır. Şübhesiz bu şehvet cins ile ilgilidir, Fakat bizim açıkladığımız sevgi, suretteki aynı sinsten olma değil, manadaki cemal ve kemaldir. Çünkü peygamberi seven onun da kendisi gibi başı, yüzü, eli ve ayağı olduğu için sevmez. Onunla manevî münasebeti olduğu için, kendisi gibi diri, âlim, irade sahibi, konuşan, işiten ve gören ve bu sıfatların o peygamberde kemâl üzere bulunduğunu bildiği için sever. Bu münasebetin aslı burada da vardır. Fakat aradaki fark sıfatların kemalinin Allahü Teâlâ'da sonsuz olmasındadır. Kemalin çokluğu sebebiyle meydana gelen ayrılık ve uzaklık sevgiyi arttırır. Münasebet üzere kurulmuş olan sevginin aslını kesip atamaz. Herkes münasebetin iç yüzünü ve hakikatini bilmese de bu münasebeti kadar bir şeyler söyler.


(İyi bilin ki, kalpler Allahü Teâlâ'nın zikriyle mutma'in olur.)


“İn Tensurullhe yensurkûm.”[509]


“(Siz, Allahü Teâlâ'ya yardım ederseniz, o da size yardım eder.)”[510]




“(Kim, Allahu Teâlâ'ya ve Resulüne itaat ederse, Allah'u Teâlâ onu ağaçları altından ırmaklar akan cennetlere ithal eder. Ve her kim, tâ'atinden yüz çevirirse, onu da elim bir azap ile azaplandırır.)”[511]


“(Onlar ki, o Nebiyyi tasdik ve ona tâ'zim ve yardım ederler, onunla birlikte indirilen nur'a tâbi olurlar. İşte, onlar felah bulanlar, azaptan kurtularak Allahu Tealâ'nın rahmetiyle cennete girmeye lâyık olanlardır.)”[512]




Muhabbetin İlacı



Muhabbet en yüksek makaam olunca, ilâcını bilmek de mühim olur Bir güzele âşık olmak isteyenin, ondan başka herşey den kesilmesi, yüz çevirmesi lâzımdır. Onun yüzünü görünce devamlı ona bakar. Eli ayağı, saçı örtülü olsa da, yine, güzeldir. Onları da görmeye uğraşır. Gördüğü her güzellik, ona bağlılığını arttırır. Buna devam edince, az veya çok bit meyil, kendisinde hâsıl olur. Allahü Teâlâ'yı sevmek de böyledir.


Birinci şart, yüzünü dünyadan çevirmek ve kalbini, dünya sevgisinden temizlemektir. Çünkü Allahü Teâlâ'nın sevgisinden başka sevgi, O'nu sevmeğe mâni olur. Bu, ekin ekilecek toprağı, dikenlerden ve zararlı otlardan temizlemek gibidir. Bundan sonra O'nu tanımak ister. Kemâl ve Cemâl kendiliğinden sevgili ise de, O'nu sevmeyen, tanımadığı için sevmez. Sıddîk ve Faruk'u (radıyallahü anhümâ) tanıyan, onları sevmemezlik edemez. Çünkü onları öven haberler ve onların menkıbeleri kendiliğinden sevgilidir. Marifete kavuşmak temizlenmiş toprağa tohum ekmek gibidir Bundan sonra, devamlı zikir ve fikir ile meşgul olmalıdır. Zikir ve fikir, tohumun açılması ve büyümesine yardım eden su gibidir. Bir kimse, bir kimseyi severek çok anarsa, şübhesiz onunla bir ünsiyet, yakınlık peyda eder.


Her mü'minde, muhabbetin esasından bir şey vardır. Aralarındaki fark şu üç sebebten ileri gelmektedir: Birincisi, dünya sevgisinde ve onunla meşgul olmada farklıdırlar. Bir şey'in sevgisi, diğer bir şey'in sevgisine noksanlık verir. İkincisi, marifette (tanımakta) ayrıdırlar. Bir câhîlirt Şafiî'yi sevmesi onu kısaca, büyük âlim bildiği içindir. Fakat onu, cahilden daha iyi tanır. Üçüncüsü, ünsiyetin elde edilmesine sebeb olan zikir ve ibadette farklıdırlar. Muhabbetin farklı olmasının sebebi bunlardır. Fakat onu hiç sevmeyen, hiç tanımayandır. Görünen güzellik, yaratılış icabı sevildiği gibi, kalb suretinin güzelliği de, bunun gibi sevgilidir. O halde muhabbetin semeresi, meyvesi marifettir. Marifeti tam olarak elde etmenin ise iki yolu vardır: Biri, tasawufçuların yoludur. Bu da mücâhede etmek ve devamlı zikir ile kalbi temizlemek olup, kendini ve Allahü Teâlâ'dan başka her şey'i unutur. Bundan sonra, onun kalbinde öyle işler meydana gelmeye başlar ki, bunlara Allahü Teâlâ'nın azameti gaayet açık olarok görünür. Müşahede makamına çıkar. O, kurulan bir tuzağa benzer. Bâzan av düşer, yakalar bâzan da düşmez, yakalayamaz. Bâzan fare, bâzan da kartal düşer. Aradaki fark büyüktür Saadet rızık miktarıncadır. İkinci yol, marifet ilmini öğrenmektir. Kelâm ve diğer ilimleri öğrenmek değil. Bunun da başlangıcı, tefekkür kısmında işaret etti ğimiz gibi, Allahü Teâlâ'nın yarattıklanndaki, nizam ve hâlleri düşünmektir. Bundan sonra, ilerleyerek zatının Celâl ve Cemalinde tefekkür edip, isim ve sıfatların hakîkatları kendisine bildirilir. Bu uzun bir ilimdir. Fakat arif bir üstâd bulunca, zeki olanların buna kavuşması mümkündür. Anlayışı az olanlar buna kavuşamaz. Bu tuzak kurmak gibi değildir ki, bâzan av düşsün, bâzan da düşmesin. Ticaret ve ziraat ve alışveriş gibidir. Şöyle ki, bir kimse bir erkek ve bir dişi koyun alır. Bunların çiftleşmesinden, elbette malı artar. Ancak yıldırım gibi bir şey'le malı helak olur. Muhabbet yolundan gayri bir yolla marifet arayanın, araması boş olur. Marifeti de bu iki yolun dışında arayan, bulamaz. Allahü Teâlâ'nın muhabbeti olmaksızın, âhirette saadete kavuşmayı sanan, yanılmıştır. Çünkü âhiret, Allahü Teâlâ'ya kavuşmaktan başka bir şey değildir. Bir şey'e kavuşan bir kimse, o şey'i önceden sevip ve bazı sebebierle ondan uzak kaldıysa ve bir zaman onu elde etme şevki ile bulunduysa, ona kavuşunca, engeller aradan kalkınca, büyük lezzete erişir ve saadeti bu olur. Önceden sevmemişse, onda hiç lezzet bulmaz. Az sevmişse, az lezzet bulur. Demek ki saadet, aşk ve muhabbet miktarıncadır. Eğer, Allah korusun, Allah sevgisinin zıddına aşina olur, ona tutulur ve onunla ilgilenirse, âhirette karşısına çıkan bunun tersi olur. Helak olup, üzüntü ve elem içinde kalır. Başkalannrn saîd iyi olduğu şey'le, o Şaki ve kötü olur. Bu kimse şu çöpçüye benzer: Attarlar çarşısına girer, güzel kokunun te'sîrinden düşer, bayılır. Ayıltmak için gelip, başına gülyağı ve misk dökerler. Baygınlığı daha çok artar. Bir zamanlar çöpçülük yapan bir kimse oraya gelinceye kadar öyle yatar. Ne olduğunu sorar. Bir parça pislik getirir, ona koklatır. Kendine gelir ve güzel koku, işte budur der. Dünya lezzetleri ile ünsiyet peyda edip onu kendine maşuk, sevgili edinen bu çöpçü gibidir. Attarlar çarşısında bir güzellik bulamaz. Oradaki herşey'i tabiatının alışkanlığının zıddı olarak bulur ve sıkıntısı, bu sebeble artar. Sevdiği ve içinde yaşadığı pislikleri orada bulamaz. Âhirette de böyledir. Dünya şehvet ve arzularından birini bulamaz. Oradakilerin hepsi, tabiatının alışık olduğu şey'lerin zıddıdır. Hepsi üzülmesine ve şakı olmasına sebeb olur.


Demek ki âhiret ruhlar âlemidir ve Allahü Teâlâ'yı görmek âlemidir. Saîd (iyi) o kimsedir ki burada iken, kendini onunla münasebette bulundurur. Orada da kendine uygun olana kavuşur. Bütün riyazet, ibadet ve marifetler bu münasebet içindir. “Nefsini temizleyen kurtuldu” âyet-i kerîmesi bunu bildirmektedir. Bütün günahlar, şehvetler ve dünyâ sevgileri bu münâsebetin zıddıdır. “Nefsini doğru yoldan ayıran, helak eden ziyan etti” bunu haber veriyor.


Muhabbeti kabul etmeyen şevk'i de kabul etmez. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve selem) bir duasında: “Yâ Rabbî! Senden seni görmek şevkini ve zâtına bakmak lezzetini istiyorum”, buyurdu. Ve yine buyurdu: “Allahü Teâlâ buyuruyor ki: İyi kimselerin beni görmek için olan şevkleri, arzulan uzadı. Ben onları onların beni istemelerinden daha çok istiyorum”. O hâlde Allahü Teâlâ için olan şevkin ne olduğunu bilmek lâzımdır. Çünkü muhabbet şevksiz olmaz. Tanınmayan, bilinmeyen kimseye karşı şevk olmaz. Yani arama isteği olmaz. Bilinip tanınıp, yanında bulunana karşı da şevk olmaz. O hâlde şevk, bir bakımdan hazır, bir bakımdan gaaib olana karşı olur. Tıpkı hayalinde bulunup, gözünden uzak olan bir sevgili gibi; Şevk bir şey'i gözü ile görüp onu anlama isteğinin tamamlanmasıdır. O hâlde buradan anlaşılıyor ki, dünyada Allahü Teâlâ'ya kavuşmak olmadığına göre şevkin sonu yoktur. Marifeti hazır ise de, müşahedesi gaaibdir. Görmek, hayalin en mükemmeli olduğu gibi, müşahede de, marifetin eri mükemmelidir. Ölümden önce bu şevk kalkmaz. Hatta öldükten sonra da şevkin bir çeşidi kalıp âhirette bile kalkmaz. Bu dünyada anlamaktan aciz olmak iki sebebledir. Birincisi: Marifet görmeye benzeyen bir idraktir. O hâide ince bir perdenin veya sabah beyazlığına benzeyen bir örtünün arkasındadır. Âhirette perde açılır ve bu şevk biter. İkincisi: Bir kimsenin sevgilisi olur. Yüzünü görmüş olup saçını, azalarını, görmemiş olur ve bütün bunların da çok güzel olduğunu bilir ve görmek ister. Bunun qibi, Allahü Teâlâ'nın Cemâli nin sonu yoktur. Bir kimse ne kadar çok bilirse, bilmediği o kadar çok oiur. Çünkü O'nun bilinmesinin, sonu yoktur. Hepsi bilinmeyince, Allahü Teâjâ'mn Cemâli idrâk edilemez. Bu ise insan için dünyâda da, ahirette de mümkün değildir. Çünkü insanın ilmi sonsuz olamaz. Ahirette görme arttığı müdddetçe lezzet de artar. Bu nihayetsiz olur. Kalbin bakması hazır olana olunca hâli dâima rahat ve neş'eli olur. Buna ünsiyet denir. Kalbin bakışı bilemediklerine olursa kalb istek üzere olur. Buna da şevk denir. Bu şevkin İse dünyada da ahirette de sonu yoktur. Ahirette daima: “Yâ Rabbî, bizim nurumuzu tamamla” der. Çünkü Allahü Teâlâ'nın Cemâlinden aşikâr olan her şey nurdur. Onlar da bunun tamamını isterler. Fakat dayanamazlar. Çünkü Allahü Teâlâ'yı kendinden başka hiç kimse tam bilemez. Tam bilinmeyince tam görülemez. Fakat arzu edenlerin yolu açıktır. Onların devamlı keşif ve görmeleri artar. Cennetteki lezzetlerin sonsuz olmasının esâsı budur. Böyle olmasa idi, daima aynı lezzet içerisinde kalırdı. Çünkü devamlı olan ve kalbin alıştığı lezzet her zaman aynı zevki vermez. Bir yenilik olursa lezzet artar. O hâlde Cennettekilerin kavuştukları nimetler her an yenilenmekte bir an öncekini az görmektedir. Çünkü her gün artmaktadır. Buradan ünsiyetin de ne demek olduğu anlaşıldı. Çünkü ünsiyet hazır olan bir şey'e karşı kalbe izafe edilen bir hâldir. Kavuştuklarından başkasına bakmayınca, ünsiyet değişmez. Kavuşamadıklarına bakınca, şevk hâli olur. Bundan anlaşılıyor ki, Allahü Teâlâ'yı sevenlerin hepsi bu dünyada ve öbür dönyâda ünsiyet ve şevk arasında bulunurlar. Allahü Teâlâ, Dâvûd aleyhisselâm'a buyurdu ki:


“Yeryüzünde olanlara benden haber ver ve de ki: Beni sevenleri ben de severim. Halvette (yalnız bir yerde) benimle beraber oturanlarla beraberim; Beni zikir edenlerin ve zikrime alışanların munisi (yakını) yım. Beni arkadaş kabul edenin arkadaşsyım. Beni seçeni ben de seçerim. Emrimi yapanın emirlerini yaparım. Kullarımın kalbini bilirim. Kullarımdan beni sevip de kendisini sevmediğim ve ona öncelik vermediğim kimse yoktur. Beni arayan bulur. Başkasını arayan beni bulamaz. Ey insanlar! Tutulduğunuz, atdandığınız bu işlere güvenmeyin; yüzünüzü benimle olmaya, benimle bulunmaya, benimle ünsiyet peyda etmeye çeviriniz. Bana yakın olunuz, bana alışınız, ben de size yakın olayım, ben de size alışayım. Çünkü ben kendi dostlarımın tıynetini (yaratılış hamurunu) dostum olan İbrahim'in (aleyhisselâm) tıynetinden yarattım. Musa (aleyhisselâm) benim sırdaşımdır ve Muhammed (aleyhisselâm) benim en seçkin kulumdur. Bana müştak olanların kalbini kendi nurumdan yarattım. Onları kendi Celâlim ile terbiye eyledim”.




4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Şüphesiz Allah, İslamı ona itaat edenleri bu davranışlarından dolayı sevmek, günahkarları da kötü davranışlarından dolayı sevmemekle tavsif etmiştir. ( İslamiyetin en bariz vasfı budur.)”[513]


5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Cennette, yakuttan sütunlar üzerine oturturulmuş köşk ve otaklar vardır. Kapıları açık bulunan bu köşkler inci tanesi yıldızlar gibi parlarlar. İşte bu köşklere, dünyada Allah için buluşup, oturup ve birbirlerini sevenler gereceklerdir.”[514]




Peygamber Meclisinde



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Sahabelerden birinin, ya Resulullah biz sizin meclisinizde bulunduğumuz zaman kalplerimiz, yumuşuyor, dünya sizin için kıymetsiz oluyor. Ama sizin yanınızdan çıktığımızda eşlerimiz yanımıza gelip, çocuklarımızı koklayınca o an hemen duygularımızı kaybediyoruz. Bunun sebebi nedir?” Diye Sorunca:


Resulullah efendimiz şu hadisi buyurdular:


“Şayet siz benim yanımda bulunduğunuz duygu ve halet üzere devam etmiş olsanız melekler gelir ve sizinle musafaha ederler, sizi sık sık ziyaret ederlerdi. Ancak, şunu da biliriz ki: Siz hiçgünah iş lememiş olsanız ( kullarını affetmeyi seven yüce Allah) o zaman da sizi giderir ve bir kavim getirir ki, onlar hata işlesinler de onları affetsin. (Çünkü o affetmeyi sever.)”




Tevhid İlahisi


Hakkın metin kal'ası Nefsi aşka sevkeyle


Nur burcunun balâsı Zikri dile zevkeyle


Zikrullahın alası Gel diyelim şevk ile


Lâ ilahe illallah.. Lâilahe illallah.


Dervişlerin maksudu Tevhid kalbin cilâsı


Âşıkların matlûbu Siler kalplerden pası


Zikirlerin mahbubu Razı olur Mevlâsı


Lâ ilahe illallah Lâ ilahe illallah


Halka-i-zîkre otur Âşıkların dermanı


Aşk badesini doldur Mü'minlerin fermanı


Zikrin ef dali budur Hakkın bize ihsanı


Lâ ilahe illallah Lâ ilahe illallah[515]




ALLAH'A DAYANMAK



1- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Eğer siz Allah'a layıkı ile tevekkül etmiş olsanız, o sizi, nasıl ki sabah karnı aç olarak yuvasından ve akşam tok olarak dönen kuşları rızıklandırıyor, Öyle rızıklandırır.”[516]


2- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Kim, insanların en kuvvetlisi olmayı arzu ederse, Allah'a dayansın.”[517]


3- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Hz. Allah, Davut Peygambere vahy yolu ile şöyle seslendi:


Ya Davut, hangi kulum yarattıklarıma değil de bana dayanırsa, -Ben onu niyyetinden anlarım- ona bütün gök ve göktekiler hile yapmak isteseler de ben ona kurtuluş yolunu açarım. Her hangi bir kulum da bana değil de yaratıklarıma dayanırsa- Onu da niyyetinden bilirim- onun dayandığı bütün dalları keserim. Ve ayağının altından güvendiği şeyleri kaydırırım.


Bana itaat eden kulumun isteklerin o talep etmeden veririm, o istiğfar etmeden günahlarını bağışlarım.”[518]


4- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“Herkes dayandığı şey ile terkedilir. (Allah'a dayanan, Allah'la, kula veya maddeye dayanan madde ile )”[519]


5- Resulullah (s.a.v.) buyuruyor ki:


“ Davut oğlu Süleyman peygamber şöyle demişti:


Ben bu gece nikahımda bulunan yüz kadınla münasebette bulunacağım ve bunların hepsi Allah yolunda cihad edecek birer erkek çocuk dünyaya getirecekler.”[520]




Tevekkülün Fazileti



Allahü Teâlâ herkese tevekkülü emreylemiştir. ve:


“Tevekkül îmanın şartıdır”, buyurmuştur. Sûre-i Mâide'de:


“Eğer îmanınız varsa, Allah'a tevekkül ediniz” . Sûre-i İmrân'da:


“Allahü Teâlâ tevekkül edenleri elbette sever”. Sûre-i Talâk'da:


“Bir kimse Allahü Teâlâ'ya tevekkül ederse, Allahü Teâlâ ona kâfidir”. Sûre-i Zümer'de:


“Allahü Teâlâ, kuluna kâfi değil midir?” gibi daha nice âyet-i kerîme vardır.


Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:


“Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları, sahraları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaştım ve sevindim. Sevindin mi? dediler. Evet dedim. Bunlardan ancak yetmiş bin adedi hesâbsız Cennete girer,” dediler.[521]
dua

Anonim" seçeneğiyle isim vermeden yorum yazılabilir.
"Adı/URL" seçeneğiyle sadece isim verilerek de yorum eklenebilir.

Yorum Gönder (0)
Daha yeni Daha eski